Paylaş
Önce, dünkü yazıda Peter Galbraith ile ilgili olduğu gibi, bu kez de, David Hirst ile ilgili kısa bir bilgi notu.David Hirst, tüm ömrünü Beyrut’ta yaşayarak Ortadoğu’da geçirmiş olan 1936 doğumlu ve Oxford ve Beyrut Amerikan Üniversitesi mezunu bir İngiliz gazeteci. Yıllarca Guardian gazetesine yazdı. Bizim kuşağın, bölge haberciliği ve yorumlarda,Le Monde Ortadoğu muhabiri Eric Rouleau ile beraber bölge konusunda en bilgili gazeteci olarak örnek aldığı ikinci isimdi. 2003 baskılı “The Gun and the Olive Branch” (Silah ve Zeytin Dalı) adlı kitabı Filistin mücadelesi üzerine yazılmış en yetkin kitapların başında gelir. 2010 baskılı “Beware of the Small States: Lebanon, Battleground of the Middle East” (Küçük Devletlere Dikkat: Lübnan, Ortadoğu’nun Savaş Alanı) başlıklı kitabı ise Lübnan’ın uzun savaş yıllarına dair yazılmış en mükemmel kitaptır.
Yazının başına başlığından söz ettiğim yazısının başlangıç bölümü şöyle:
“Geçen hafta Bağdat gazetesi Al-Sabah’ta, genel yayın yönetmeni Abdülcabbar Şabbut’un Irak’ın Arapları ile Kürtleri arasında ‘ezeli sorun’un bir ‘Kürt devleti’nin kurulmasıyla çözümünün zamanının geldiğini savunan yazısını okuduğum vakit şaşırdım. Herhangi bir Arap çevresinde bu kadar açıklıkla böylesine sapkın bir düşüncenin dile getirildiğini hiç duymamıştım. Kaldı ki, bu, herhangi bir Arap çevresi de değildi. Sabah, Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin ağzıdır. Şabbut, ‘Arap-Kürt işbirliğini barışçı yoldan sona erdirme’yi öneriyordu. Önerisini B Planı olarak sunuyordu. A Planı şu anda yürürlükte olan durum; yani Irak’ın merkezi hükümeti ile Kürt bölgesel hükümeti arasında ‘yeni Irak’ çerçevesi içindeki sürekli ‘diyalog’ hali...
Ama diyor Şabbut, A Planı hiçbir yere gitmiyor. İktidar ve yetkiler, petrol ve doğal kaynaklar, toprak ve sınırlar arasındaki ayrılıklar o kadar derin ki, diyalog, sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlandı. Ve bu ayrılıklar, bu ay, neredeyse tarafları savaşın eşiğine getirdi. Şabbut, Irak ordusu ile Kürt peşmergelerin Kürdistan ve Irak’ın geri kalan sınırları içinde karşı karşıya konuşlandıklarını ve bu gerginliğin her an bir savaşın patlak vermesine yol açacağını gözlüyor.
Ve, bu gözlemde bulunan sadece Şabbut değil. Maliki’nin kendisi. Maliki, eğer savaş patlak verirse, bunun, Saddam döneminde olduğu gibi Kürt isyancılarla Bağdat arasında değil, ‘Araplar ile Kürtler arasında bir etnik savaş olacağı’ uyarısında bulundu.
İster A Planı, ister B Planı, savaş ya da diplomasi yolu olsun, son tehlikeli saflaşma bir şeyi açıga çıkarttı: ‘Kürt sorunu’ uzun tarihinde yeni bir aşamaya ulaşmıştır ki, o Arap Baharı adı verilen bölge çapındaki muazzam değişimle iç içe geçerek, onun bir parçası olmuştur.”
David Hirst, yazısının daha sonraki bölümünde, Irak’ta Kürtlerin bağımsızlık duygusunu hiç yitirmediklerini, “yeni Irak” içinde kalmaya, ancak “eşit ortaklar” olarak kendilerine davranıldığı takdirde razı olacaklarını ama gelinen noktada, bunun gerçekleşmeyeceğini gördüklerini ifade ediyor ve Kürtlerin, bağımsızlık öncesi geldikleri noktayı şu satırlarla anlatıyor:
“Öyle görülüyor ki, (Mesut Barzani) bağımsızlık adımını atmadan önce yeni oyun kuran gelişmelerde bir başka gelişmeyi bekliyor—Suriye’nin parçalanması. Bu, jeopolitik ortamı Kürtler lehine değiştirebilir. Ama Kürtlerin bu değişimin gerçekleşmesi için gözlerini diktiği çevre Türkiye’de. Bunu düşünüyor olmaları bile, tarihi açıdan bakıldığında, komşuları arasında muhtemelen bir Kürt bağımsızlığından en ziyadesiyle kaybedecek olanın Türkiye olduğu ve Kürtleri geçmişte vahşice bastırdığı düşünülürse, olağanüstü bir şey. Kürtlerin herhangi bir yerde elde ettikleri kazançların Türkiye’deki Kürtlerin amaçları için bir başlangıç olacağından korkmasından ötürü, Ankara’nın uzun süredir Kürtlerin ayrılmaz bir parçası olarak Irak’ın birliğine yatırım yapmış olduğunu da göz önüne katmak gerekir.”
David Hirst, bununla birlikte, 2008’den itibaren Türkiye’nin Tayyip Erdoğan hükümetinin bu yaklaşımı tepeden tırnağa değiştirecek adımlar atmaya başladığının altını çiziyor ve Irak Kürtleriyle yakınlaşma politikasının geldiği noktaya dikkat çekiyor. Ve, Türkiye’nin Irak’ta bir “bağımsız Kürt devleti”ni kabulüne yanaşabileceği imasını yaparak,yazısını şu son iki paragrafla noktalıyor:
“Bir bağımsız Kürdistan’ın Türkiye’ye karşılığında sunabileceği cazip imkanların başında Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu zengin ve güvenilir petrol arzı ve hasmane bir Irak ile İran karşısında bir tampon oluşturacak, istikrar içinde bir müttefik olması ve dahası PKK’yı sınırlayacak bir işbirlikçi olması geliyor. ‘Kurtarılmış’ Suriye Kürdistanı’nda güçlü bir şekilde konumlanarak, PKK, şimdi bu alanı Türkiye’nin kendisinde isyanı canlandıracak bir platforma dönüştürmeyi tasarlıyor.
Erdoğan’ın Barzani’ye, bir Irak askeri saldırısı durumunda, öngördüğü devleti koruma söz verdiği bile ileri sürülüyor. Bununla birlikte, bu söz, hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir, zira B Planı’nı kabul etmesiyle, Maliki rejimi, aslında, Kürtlerin istedikleri gibi ayrılmasına izin verecek sismik adımı düşünüyor.”
Eğer Maliki, David Hirst’ün yazısında ifade ettiği şekilde, Kürtlerle, Çekler ve Slovaklar örneğinde olduğu gibi “medeni bir boşanma” düşünüyorsa, bu, gerçekten “fantastik” bir tarihi adım olur.
Ne var ki, bu pek öyle kolay gerçekleşebilecek gibi de gözükmüyor. Maliki’nin kafasında, bugünkü “Kürdistan Bölgesel Yönetimi”nin Irak’tan ayrılmasını kabullenmek olabilir. Ancak, Irak Kürtleri için Kürdistan, Bölgesel Yönetim’in hükmettiği Irak’ın eski Dohuk, Erbil ve Süleymaniye vilayetleri değil. Buna, Kerkük’ü ve merkezi Musul olan Ninova vilayetinin bazı topraklarını ve ayrıca Hanekin’i içeren Bağdat’ın kuzeydoğusundaki Diyala vilayetinin de bazı topraklarını dahil ediyorlar.
Irak’ta “ihtilaflı topraklar” denilen ve mevcut Irak Anayasası’nın 140. maddesine göre çözümlenmesi gereken “sorunlar”, söz konusu bu alanı ifade ediyor. Yani, Barzani, ya Maliki’nin yanaşabileceği “boşanma formülü” olarak Dohuk, Erbil ve Süleymaniye vilayetlerinden oluşan ve bugünkü KBY’nin hükmettiği alanı “bağımsız Kürt devleti” olarak kabul ile iktifa edecek veya Kürdistan olarak tanımladığı daha geniş coğrafyadan vazgeçmeyecek ise, Irak Anayasası’nın 140. maddesi uygulanmayacağı sürece, bu sorunun çözümü için “çatışma”dan başka yol görünmüyor demektir.
Tabii ki, Suriye’deki gelişmeler, tüm “denklem”i etkileyecek nitelikte olacak ve Barzani’nin Suriye’deki gelişmelerin sonucunu beklediği hükmü, bu açıdan isabetli sayılabilir.
Fakat, anlaşılıyor ki, her ne olursa olsun, “bağımsız Kürt devleti” kavramı önümüzdeki 2013 yılında, bugüne dek olduğundan çok daha fazla telaffuz edilecek.
Türkiye, Şam’ın yanı sıra, Maliki’nin Bağdat’ı ile de köprüleri atarken ve Tahran ile sürtüşür, Barzani’nin Erbil’inden daha fazla kendisine bölgesel dost ve müttefik bulamadığı bir döneme adım atmışken, şimdiden ne yönde evrilebileceği sezilen ama nasıl evrileceği henüz öngörülemeyen gelişmeleri nasıl yönetecektir?
Kendi “Kürt sorunu” konusunda “çıkmaz sokakta patinaj” yapmakta iken, bölgesel yeni meydan okumalara ne kadar ve nasıl karşılık verebilecektir?
2013’e girerken, cevabı boşlukta sallanmakta olan sorular bunlar.
2013, muhtemelen bunların cevaplarını bir nebze daha netleştirecek.
Bir ihtimal de, bu sorulara yenilerini de ekleyecek olması...
Paylaş