Sonuçta, Şam’daki rejim Suriye’deki isyanın başını çeken ve belkemiğini oluşturan Sünni halk kitlelerine ve Sünni dindar unsurlara karşı acımasız bir şiddet uygulayınca, “Sünni” Halid Meşal ve Şam’da yerleşik kadrolarının Suriye’de kalmalarının “moral zemini” de aşındı. Halid Meşal, Şam’ı terketti. Uzun bir aranın ardından, kısa süre önce girdiği Gazze’de de güvenlik gerekçelerinden ötürü pek yaşamıyor. Şam’ın yerini Doha-Katar almış vaziyette. El Cezire televizyonunda nasıl Müslüman Kardeşler ağırlığı hissediliyorsa, Halid Meşal’in şahsında da Hamas’a mali-lojistik destek sağlamak anlamında Katar, Suriye’nin yerini almış denebilir.
El Cezire’nin düşünce kuruluşu tarafından Katar’da düzenlenmiş olan “Maşrık’ta Kürt Meselesi” başlıklı iki günlük toplantısının kapanış oturumu başlamıştı ki, Hamas lideri Halid Meşal içeri girdi, 50 dolayındaki katılımcının oturduğu üç yanlı masanın, kürsüyü tam karşıdan gören tarafına oturdu. Bir süre sonra söz istedi.
Bir Filistin liderinin, üstelik Hamas’ın bir numaralı isminin Kürt meselesine ilişkin ne diyeceği haliyle merak uyandırdı. Halid Meşal, Kürtlere “sıcak” mesajlar göndermeye özen gösteren tüm Araplar gibi, sözlerine “Selahaddin Eyyübi” ile başladı. Kürtlerin her zaman zor günlerinde Filistin halkının yanında yer aldığına gönderme yapmak için, Kudüs’ü Haçlılardan kurtarmış olan “büyük Kürt şahsiyeti”nden, Selahaddin Eyyubi’den söz etti.
Kürtleri övdü, övdü ama bir nokta geldi ki, Arapların ezici çoğunluğunun duyguları, onun sözcüklerinde de yansıdı; Kürtleri “başkalarının zayıflıkları ve yaşadıkları zorluklardan yararlanmamaları” konusunda uyardı.
Kürtlerin –hangi sınırlar içinde yaşıyor olurlarsa olsunlar- Ortadoğu’da İsrail’in gizli ya da potansiyel müttefiki olduğu, kendilerine ilişkin Arap algısında kuvvetle yer etmiştir.
Bu Arap algısı çok da temelsiz değildir. 1960’lı yılların ilk yarısında Bağdat’a karşı ayaklanmış olan Molla Mustafa Barzani ile İsrail’in ilişki kurduğu ve kimi İsraillilerin, İran üzerinden geçerek Kürdistan’da bulunduğu bir sır olmaktan çıkmıştır.
Aynı şekilde, Irak Kürtlerinin uzun yıllar İran Şahı tarafından desteklenmiş olması da, Arap bilinçaltlarına Kürt kavramı namına olumsuz biçimde kazınmıştır. Halid Meşal’in “uyarı”sı bu bakımdan, Kürtlere ilişkin yerleşik Arap algısının yansımasından başka bir şey değildi.
Katar’ın başkentine son 10 yıl içinde çok kez geldim ve her gelişimde çöl üzerinde, Körfez kıyısında inşa edilen gökdelen sayısının arttığına tanık oldum. En son yaklaşık iki yıl önce, Bahreyn’den Şam’a gitmeyi tasarlarken, Ahmet Davutoğlu’nun ani bir kararıyla Libya’daki gelişmeleri görüşmek üzere, gecenin bir vakti Doha’ya gelmiş ve sabaha karşı Şam’a gitmek üzere havalanana kadar kalmıştım. O vakit, Doha’nın Manhattan’ı andırmakta olduğuna kanaat getirmiştim. Artık olmuş. Doha, karanlıkta –ama karanlıkta- Manhattan’a benziyor.
Şam’a uçmak üzere Katar’a son gelişimde, Suriye’deki olaylar henüz iki haftalıktı. Ürdün sınırındaki Deraa’da cereyan ediyordu; bir-iki ve az katılımlı gösteri de Şam’da yapılmıştı. O kadardı.
Daha iki sene dolmadan, bu kez, Katar’a Suriye Ulusal Konseyi Başkanı ve “Suriye Devrimci Güçler ve Muhalefet Koalisyonu” adlı ve yaklaşık bir buçuk ay süre önce burada, yani Katar’da, Doha’da kurulmuş olan yeni çatı muhalefet örgütünün Başkan Yardımcısı George Sabra, SUK’un bir önceki başkanı Abdülbaset Seyda (Kürt), Yürütme Kurulu üyesi Abdülahad Asteifo (Süryani), bir grup Suriyeli muhalif ile birlikte geldim. Abdülbaset Seyda, Mardin-Nusaybin arasında, sınırın hemen dibindeki Amude’den. Abdülahad Asteifo ise Kamışlı’da oturuyormuş ama Midyat’lı olduğunu söylüyor. “Neresinden?” soruma, “Midyat-Nusaybin arasında bir köyden” cevabını veriyor.
Suriye muhalefetiyle içiçe olmakta şaşırtıcı hiçbir şey yok. Suriye’nin Kürtleri ve Hristiyanlarını, “Türkiye’nin kültür iklimi” içinde görmek gerek.
Doha’da uçaktan inerken, George Sabra’ya SUK’un “Suriye Devrimci Güçler ve Muhalefet Koalisyonu”nun “belkemiği” sayılıp sayılmayacağını söylüyorum. “Tam olarak öyle” diyor.
“Tam olarak öyle olduğu”ndan tam olarak emin değilim. SUK’un hatta yeni örgütün Suriye’deki muhalif “silahlı güçlere” ne kadar hükmettiği, bunları ne kadar kontrol edebildiği belli değil.
Doha’da Müslüman Kardeşler’in SUK’taki Yürütme Kurulu üyesi Ahmet Ramadan ve Sadrettin Ali Beyanuni ile de birlikteyiz.
Sadrettin Ali Beyanuni ile bu vesileyle tanışmam benim açımdan çok ilginçti. Beyanuni’yi yıllardır çeşitli vesilelerle Müslüman Kardeşler’in “en çağdaş yüzü ve yorumu” olarak o kadar çok anlatmıştım ki, yüzyüze hiç gelmemiş olmam tuhaftı. Kafamda canlandırdığım tipten hayli farklı bir Sadrettin Beyanuni ile karşılaştım.
Onu tanıyordum. Üstelik, daha çok kısa süre önce görmüşlüğüm vardı. Ama, adını Fidan Doğan olarak okuduğumda, öyle birisini tanımıyordum; gördüğüm fotoğrafın zihnimi yanıltması da mümkün değildi.
Acaba birisiyle mi karışıyorum diye düşündüm.
Gazetelerde Fidan Doğan adının karşısına parantez içinde Rojbin adının yazıldığını görünce, “Tamam” dedim kendi kendime, “Rojbin’miş meğerse...”
Rojbin’i derinlemesine tanımıyordum ama daha bir ay öncesinde şakalaşacak kadar da yakından tanımıştım. Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen –yanılmıyorsam 9.’su idi- “Kürt Konferansı”nda herkesin yardımına hızır gibi koşan görevlilerden biriydi. Otel rezervasyonundan, taksi ya da araç temini ile Avrupa Parlamentosu’na gidiş-gelişler, havaalanı transferleri, lokantalara ulaşmak gibi işleri gören, her tür uluslararası organizasyonda “olmazsa olmaz” işlevi gören “meçhul askerler”in başında geliyordu.
Rojbin (yani Fidan Doğan), tıpkı gazete sayfalarına yansıdığı gibi, bembeyaz dişlerini açıkta bırakan sürekli gülümser haliyle, kıvır kıvır saçlarının altında, sımsıcak bakan gözleriyle insanın içini ısıtıveren, alçakgönüllü ve son derece hareketli, sevimli, candan bir genç kız olarak canlandı hafızamda. Elbistanlı bir Alevi-Kürt kızı. Bizim toprakların gurbette yaşayan bir çocuğu.
Bu ülkede yeterince şeytanlaştırılmış oldukları için PKK’lılar dendiğinde Türkiye’de birçok insanın aklına doğal olarak eli silahlı bir takım canavarlar geliyor. Hem de bu ülkenin genç evlatlarını, Mehmetçikleri şehit etmeyi amaçlayan, dahası Kürt halkını da baskı altına almaya çalışan gözü dönmüş hain, silahlı, kan akıtmaktan zevk alan canavarlar.
Oysa, PKK’lılar denilenlerin çok önemli bir bölümünün, hain canavarlar değil, bu ülkenin bildik insanları olduğunu, özellikle “insan” olduklarını kabul edersek; yani ana-babaları, kardeşleri, hısım-akrabaları olan “bizim” insanlarımız olduklarını kavrarsak; “barış”, “uzlaşma” ve “silahsız kardeşçe bir ortak yaşam” için mücadelemiz daha bir anlamlı hale gelir. Daha da ötede, zorunlu hale gelir.
Ayrıca, PKK’lıların arasında silah taşıyanlar, onların az bir bölümüdür. Çoğunluğu, Rojbin gibidirler. Bu nedenle, Rojbin’i Avrupa Parlamentosu toplantıları vesilesiyle tanıyalı beri, benim de aklıma onun PKK’lı olabileceği hiç gelmemişti. Olup-olmadığına dair soru sorma gereği bile duymadım. PKK, herkes gibi benim de zihnimde “dağdaki silahlı Kürtler” olarak çağrışım yapıyordu.
Grup salonu, daha önce görülmediği ölçüde, tıklım tıklım imiş ve bugüne dek en büyük medya ilgisine mazhar olmuş.
Zaten, Selahattin Demirtaş’ın konuşmasını neredeyse tüm haber tv kanalları canlı yayınladılar ve ardından tartışmaya sundular. BDP’ye bugüne dek “merkez medya”da gösterilmemiş bir cömertlik söz konusuydu.
Bütün bunlar, BDP’nin siyaset sahnesindeki öneminin göstergesi. Aslında, bu önem, son “süreç” ile birlikte daha da artmış vaziyette.
BDP, bu “süreç”in neresinde?
BDP, genellikle, “söylem” üretebiliyor ama “siyaset” üretebildiği, -bilinen gerekçelerden de ötürü- pek söylenemez. Bununla birlikte, BDP’nin “siyaseten” bir türlü “ergenlik çağı”na varamaması, siyaset sahnesindeki önemini ortadan kaldırmıyor. BDP’nin önemini hararetle vurgulayanların başında geldiğimi, beni bu köşeden izleyenler bilir.
BDP’nin, Kürt sorununun çözümü bakımından “varlığı”, var olması başlı başına paha biçilmez öneme ve değere sahiptir. PKK’yı “dağdan indirecek”seniz, hükümetin diliyle “silahları bıraktıracaksanız”, atılacak bu adımı Kürt siyasi hareketinin “buna değer” görerek ikna olması lazım ki, söz konusu adım atılabilsin.
Bunun için ise, sonuna kadar açılmış ve genişlemiş “siyaset kulvarları” gerekiyor. Bu, Türkiye’nin demokratikleşmesiyle, Anayasa ve yasa değişiklikleri yoluyla hukuk yapısını değiştirmesiyle elde edilecek bir durum. Öyle bir durumda, Kürt siyasi hareketinin “yasal siyasi organizma”ya ihtiyacı olacak. O organizma şimdiden BDP’dir.
Bu nedenle, herşeye rağmen, BDP, varlığıyla, varoluşuyla önemlidir ve yine bu nedenden ötürü binlerce BDP mensubunun KCK gerekçesiyle atıldığı cezaevlerinden çıkartılması gerekmektedir ki, “PKK’nın silahsızlanması” ve ondan da önce “PKK’nın silahlı güçleri”nin “sınır dışına çekilmesi” gibi adımlar atılabilsin.
Özellikle yazının şu son bölümü:
“Kürt meselesi Kürtlerin meselesi olmaktan çoktan çıkmıştır. Kürtler söylemesin; gençliğinden beri siyaseti yakından izleyen 80 yaşına gelmiş bir Türk olarak ben söylüyorum; hiçbir sorunumuzu Kürt meselesinin dışına çıkaramayız, çıkarmadan hiçbir meselemizi çözemeyiz, çözemeyeceğiz.
Bunları, ‘Türk’ kelimesini ‘tenzili rütbeye uğratmak için’ yazmıyorum, tam tersine, Türklerin onurunun yüksek bir mertebede tutulmasını sağlamaya çalışıyorum.
Onur, diğerinden alınarak sahip olunan bir değer değildir. Herkesin onuru birlikte yüksek olabilir... Bu nedenle Kürtlerin onurlarının korunmasını isteyen Türkler, gerçekte kendi onurlarını yüceltmektedirler; onlara haklarını vermekte zorlananlar da kendi onurlarını tartışmaya sunmaktadırlar.
Kürtlerin yönetime katılma, kültürel ve siyasal haklarını vermek, Kürtlere bir hak ihsan etmek değildir; bütünüyle Türkiye’nin maddi ve manevi büyümesini, insanının yücelmesini sağlamaktadır; tersi onurumuzu rahatsız etmektedir.”
Kocaman teşekkürler Tarhan Bey; Kürtlerin haklarını savunarak yıllarını tüketmiş ve tüketmeye devam eden, benim ve benim gibi Türk’lerin, Kürt haklarını savunurken aslında kendi “Türklük onurumuzu korumaya çalıştığımızı” bu kadar veciz ifade etmiş olduğunuz için.
Tarhan Erdem’in yazısının en çarpıcı bölümü, hükümet söylemini esas aldığımız takdirde, umut uyandıran “İmralı görüşmeleri”nin olumlu sonuç vereceğine ilişkin kuşkularını ifade ettiği satırları. Zaten yazının “’Terörde başarı’ hedefiyle nereye kadar?” şeklindeki başlığı “ana fikri”ni yansıtıyor.
“’Eğer devletin istihbarat birimleri’ ile Öcalan, görülen farkın siyaseten bir süre korunmasını kararlaştırmışlar da iki taraf yol haritasında anlaşmışsa mesele yok. Ancak böyle değil de İmralı için hedef Kürt meselesinin siyasal, sosyal ve ekonomik yanlarıyla çözülmesi iken, hükümet, ‘Hedef terörle mücadelede başarıdır, sonrası devletin işidir’ diyorsa, işimiz çok zordur.”
Sayısız kez görüştüler. Bu kez, geçmişten farklı ne var ki, “umut” besleyelim?
Sütten ağzımız çok yanmış olduğu için “temkin” ve “ihtiyat”ı elden bırakmayalım ama başlamak üzere olan “süreç”e niçin destek olalım? Bundan “hayırlı bir sonuç” çıkar mı?
Bu seferkinin geçmiştekilerden farkı, Abdullah Öcalan’ı “merkez”e alarak başlamış olmasıdır. Ve, geçmiştekiler gibi tümüyle “gizli” yapılmayıp, “kamuoyu” ile paylaşılarak, görece de olsa bir “şeffaflık” kazanmış olmasıdır. Ayrıca, sadece “güvenlik bürokrasisi”nin rol üstlenmesiyle sınırlı kalmayıp, “siyaset kurumu”nun da işin içine girmiş olmasıdır. İki Kürt milletvekili Ahmet Türk ile Ayla Akat’ın İmralı’ya gitmiş olması bu olguyu ifade ediyor.
Bu “yeni” unsurların en önemlisi, hiç kuşkusuz, birincisi yani “çözüm girişimi”nin “merkezi”ne Abdullah Öcalan’ı almış olması. Daha önce, kendisiyle yapılan gizli görüşmelerde Öcalan ya bir “enstrüman” olarak kullanılarak, PKK’nın tasfiyesi amacıyla kullanılmak istendi (ve bu sonuç vermedi) ya da “Oslo süreci”nde olduğu gibi kendisinin de dahil edildiği bir süreç ile yol alınmak istendi.
Bu yönüyle, Başbakan’ın bugün gelinen noktayı “Oslo’nun devamı” gibi görmesi anlaşılabilir. “İmralı süreci” diye şimdiden bazılarının etiketlediği bu seferkinin “Oslo”dan farkı, Öcalan’ın sürece dahil edilmesi değil, sürecin Öcalan üzerinden yürütülmesidir.
Bir bakıma, Öcalan’ın “sorunun tarafı” olmaktan “çözümün parçası”na dönüştürülmesi girişimidir.
Doğru bir çıkış noktasıdır. Ancak, sorunun doğasından, aktör çeşitliliğinden, konjonktürün –iç ve dış- özelliklerinden ötürü yine de “ince buz üzerinde halay çekmek” gibi olunduğundan “kırılgan” bir süreçtir, provokasyonlara ve sabotajlara –iç ve dış- açıktır. Bütün olumsuzluklara olağanüstü bir duyarlılık ve direnç gerektirmektedir.
Eyüp Can, “mutabakatın kapsamının hayli geniş” olduğunu belirtiyor, “Fidan’ın Öcalan ile vardığı mutabakata göre Öcalan gelinen yeni aşamayı konuşmak için, yeni yılın ilk haftasında kendisini ziyarete gelecek bir heyet bekliyor” diye “ağırlıklı olarak BDP’li siyasetçilerden oluşacak” bir heyetten söz ederek, bazı isimleri sıralıyor.
Ne var ki, Eyüp Can, yazısının son bölümünde şu satırlara yer veriyor:
“Kağıt üzerinde mutabakat sağlanmış görülüyor. Gerçek hayatta ne olacağını hep beraber göreceğiz. Dün de yazdım, tüm bu gelişmelere rağmen, ben Beşir Bey (Atalay) gibi çok da umutlu olamıyorum. Çünkü bu sorun sadece entegre bir strateji değil. ‘çelikten bir çözüm iradesi’ gerektiriyor. Var mı? Sizleri bilemem ama ben henüz göremiyorum.”
Kendi payıma, ben, “henüz görememek”ten gayrı, bu “irade”yi ortaya koyacak olan, koyması gereken “siyasi karar verici”nin “çözüm için” gereklinin de ötesinde “zorunlu” olan “donanım”a ve “siyasi cesaret”e sahip olduğundan tam olarak emin değilim.
Bununla birlikte, Abdullah Öcalan ile İmralı’da “müzakerenin başlamış olması”nın “kendi dinamiğini” oluşturacağını ve ileriye, yani “umuda doğru” yol alabileceğimizi sanıyorum.
Ülkemizde “iç kanama”nın durdurulması ve “can kayıplarının önlenmesi”nin yanısıra, en yakıcı, en önemli sorunun çözümü için “askeri yol”un yol olmadığını, “müzakereli çözüm”ü 20 yılı aşkın bir süredir savunmakta olan birisi açısından, -yani benim açımdan- “müzakere süreci”ne yönelmek, ilgili tarafların tüm zaaflarına ve “riskli” ve “mayınlı” bir yoldan ilerlenecek olmasına rağmen, iyidir, desteklenmelidir. Umutlar beslenmeli ve ayakta tutulmalıdır.
Umutların umutsuzluğa dönüşmesini önlemek, sürecin hayal kırıklığıyla sonuçlanmasına ve dolayısıyla “şiddet”in “bumerang etkisi”yle geri dönmesine engel olmak için, ihtiyatı elden bırakmamak, eleştirel mesafeyi korumak şarttır ama aynı zamanda bu süreci, ülkemizin ve halkımızın selameti için desteklemek de şarttır.