Paylaş
Bu konuya dün de değinmiş, Foreign Policy dergisinde Louise Arbour imzasıyla 27 Aralık günü yayımlanan “10 Conflicts to Watch in 2013 – From Turkey to Congo, next year’s wars threaten global stability” (2013’te İzlenecek 10 Çatışma – Türkiye’den Kongo’ya, gelecek yılın savaşları küresel istikrarı tehdit ediyor) başlıklı yazıdan söz etmiştik.
Aynı gün Financial Times gazetesinde David Gardner imzasıyla yayımlanan bir yazıda Türkiye’nin adı hiç geçmiyor ama 2013 itibarıyla “Türkiye’nin mahallesi”ni yani Ortadoğu’yu biçimleyecek “sismik olaylar”a ait bir öngörüde bulunuluyor.
Yazının adı zaten “Seismic events will shape the Middle East” (Ortadoğu’yu sismik olaylar biçimleyecek).
Türkiye adı geçmeyen yazıda, 2013 için “Ortadoğu’da dört büyük deprem” ihtimali şöyle ifade ediliyor:
“... Arap uyanışının karman çorman yönelişindeki üçüncü yılın başında bölge, dört potansiyel sismik ana doğru yaklaşıyor.
Suriye devrimi ve kana bulanmış Esad hanedanın beklenen çöküşü; İran ile tehlikeli karşı karşıya geliş; Suud sarayının yüz yüze bulunduğu kırılgan halefiyet meselesi; ve Filistin-İsrail ihtilafına ilişkin iki devletli çözümün eli kulağındaki ölümü. Bütün bunlar siyasi karar vericilerin sinirlerini ve hünerlerini test edecek.Amerika, Asya ve Avrupa’da pivot olmak isteyebilir ama içine dönebilir; ama Ortadoğu uluslararası ve bölgesel aktörlerin hiçbirine soluklanma şansı sunmayacak. Ayrıca, hem atılgan ve hem de durgun olana, ikisine birden acımasız olacak.”
Bölgenin 2013’e dair “çatışma potansiyeli” bundan daha çarpıcı biçimde ifade edilemezdi diye düşündüm. Yazıda Türkiye’nin adı hiç geçmiyor ama her dört “sismik olay” ya da “fay kırılması” veya “deprem”in en şiddetle etkisini hissedeceği yerlerin başında Türkiye gelecek. Üstelik, yazıda ifade edildiği gibi, bölgeye dönük dış politikasında atılgan olarak davransa da, suya sabuna dokunmasa da. Etkilenecek. Bu böyle.
İçinde bulunduğumuz tarihi dönem ile içinde bulunduğumuz coğrafyanın “jeopolitik izdivacı”nın Türkiye için söz konusu olan kaçınılmaz sonucu böyle.
Irak’ın Anglo-Amerikan işgalini “bölgesel zarların aceleci biçimde atılması”yla tanımlayan ve bunun sonucunda tarihi Sünni-Şii savaşının ateşlendiğine gönderme yapan yazı, Başşar Esad’ın başında bulunduğu Suriye rejiminin omurgasını ve sinir sistemini Alevi azınlığın oluşturduğunu hatırlatarak, Suriye ve Lübnan’ın şu anda bu tüketici karşılaşmanın, ana cephesi olduğunu vurguluyor.
Batı’nın Sünni çoğunluğun Esad rejimini yıkma girişiminden mesafeli durması sonucunun, isyancılara gerekli yardım ve silahların sağlanması işinin, Katar ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez monarşilerine bırakılmış olduğunun altı çiziliyor. Bunun da Suriye’yi cihadi aşırılar için bir mıknatısa dönüştürdüğü ve Suriye’nin çoğulcu mozayik toplumunun kaldırabileceğinden çok ötede, yerel İslamcı radikallerin etkilerinin arttırmasını sağladığı anlatılıyor.
Cihadi unsurlar (el-Kaide bunların bir parçası), güçlerini Bosna’da denemişler ama sınırlı kalmıştı. Ardından Çeçenistan’a geçmişlerdi. Irak’ta Amerikan işgaliyle elde ettikleri Ortadoğu’da sağlam bir yer edinme imkanını ise Irak Şii çoğunluğuna karşı amansız terör saldırılarına geçerek ve Sünni aşiretlerle ters düşerek, ellerinden kaçırdılar. Suriye, onlara tekrar büyük şans vermiş oldu. Suriye’ye asılacakları sezilebiliyor.
Esad’ın Suriye’de düşmesi, İran’ı en önemli Arap müttefikinden mahrum bırakmakla kalmayacak, İsrail karşısında da sıkıntıya sokacak. İran, Başşar’ın devrilmesiyle, İsrail’e karşı kullanabileceği Suriye-Lübnan kartlarından yoksun kalırsa, Netanyahu’nun İran’ın nükleer tesislerine saldırısı ihtimali, önü açılmış olarak, hayli güçleniyor.
Bunu önleyecek tek şeyin, İran’ın ABD ile gerçekçi müzakere hedefleriyle masaya oturması olacağı yazıda öne sürülüyor. Tahran’ın düşük düzeyde uranyum zenginleştirmesine izin verilecek ama nükleer silah yapabilecek düzeyde zenginleştirmeye kalkışması, “kırmızı çizgi”.
İsrail, bu “kırmızı çizgi”sini silmez ise, yazıya göre, Ortadoğu’da savaş kaçınılmaz.
Bu arada, Suudi Arabistan’ta Kral Abdullah’ın 2013’ü çıkarması pek zor görünüyor. Kral’ın başlatmış olduğu utangaç reformlar çoktan durdu. Reform karşıtı Vahhabi din adamları yine kilit pozisyonlar elde ettiler ve “Arap uyanışı”nın kapısını çalmasından korkan Suudiler, muhalif her türlü kıpırtıyı acımasızca ezmeye hazırlar. Bütün bunlar, Kral’ın ardından halefiyet mücadelesinin pek sakin geçmeyeceğinin habercisi olarak gösteriliyor.
Filistin sorununa ilişkin olarak “iki devlet çözümü”nün mümkün olabileceğine hiçbir zaman inanmamış birisi olarak, David Gardner’ın “dördüncü deprem kuşağı” olarak Filistin-İsrail hattını tam da bu nedenden ötürü sıralaması özellikle hoşuma gitti.
Yazısının o bölümü şöyle:
“Batı Şeria ve Arap Doğu Kudüs’teki İsrail kolonizasyonunun boyutları harita okumasını bilen herhangi bir kişi için çoktandır açıkça görülüyordu. Ama Netanyahu hükümetinin işgal edilmiş topraklarda Yahudi yerleşim merkezlerini genişletmekle amaçlı son planı yaşayabilir bir Filistin devletinin mezarını örmüş oldu. Her duvar, her set Doğu Kudüs’ü kapatıyor ve Bethlehem’i (Beytüllahim) kuşatıyor ve her duvar, her yan yol yakında Batı Şeria’yı bölecek ve Filistinlileri bir tür belediye-üstü hükümet biçimiyle yönetilecekleri Bantustanlara tıkacak.
Bu, ancak, iki-uluslu bir devlette eşit haklar talep edecek olan (ve muhtemelen yeniden birleşecek olan) Filistin hareketinin apartheid tipi bir mücadelesine ve İsrail’in adına uluslararası alanda kara çalacak ve ebediyen ihtilaflı Kutsal Topraklar’da Yahudilerin bir devlete sahip olmalarının meşruiyetinin sorgulanmasına yol açacak.”
Önemli FT yazısının her satırına sinmiş güçlü bir “Batı’ye eleştiri” seziliyor. Biz kendi işimize bakalım. Bu, “Ortadoğu deprem coğrafyası”nda selametle yol alabilmemizi sağlayacak bir “pusula”ya sahip miyiz, değil miyiz? Bunu kendimize 2013 boyunca sormalıyız. Sorgulamalıyız.
Yılın son günü, 2013 için “pembe ufuklar” çizmediğimin farkındayım. Yalan söyleme yoluna sapmadığım için özür dilemeli miyim?
İçi doldurulmamış “barış ve esenlik” dilekleri yerine, 2013 için herkese “zihin açıklığı” ve gerçeklere sadakat diliyorum.
Ülke yönetmeye talip olanlara ise “mazlumların ahını almayın” dileğinden başka bir şey söylemek içimden gelmiyor.
Yine de, herşeye rağmen, “İyi Yıllar”!
Paylaş