Mısır’ı konuştuk. Sıra geldi günün haberine. PKK’nin ya da daha doğru deyimle KCK’nin tepesinde o gün meydana gelen değişiklikler; Cemil Bayık’ın Murat Karayılan’ın yerini alması ve Eşbaşkanlık sistemi oluşturularak Cemil Bayık’ın yanısıra Bese Hozat’ın KCK’nin diğer Eşbaşkanı olarak ilan edilmesi. Tabii bir de, bir başka ve daha önemli yeni uygulama olarak, KCK’de “Genel Başkanlık” makamı ve onunla birlikte “Genel Başkanlık Konseyi” adlı bir yeni kademenin daha oluşturulması.
Radikal’de dün yayımlanmış olan yazının başından yeni kalkmıştım. Konuya ilişkin analiz, zihnimde tazeliğini koruyordu. Ayşegül Doğan, bu konuyu konuşmadan önce Brüksel’e bağlanacağımızı ve söz konusu bütün değişikliklerin gerçekleşmiş olduğu Kongra Gel’in Başkanı Remzi Kartal’a sorular yöneltebileceğimizi söyledi.
Yazmış olduğum ve dün yayımlanan yazının sağlamasını yapmak açısından daha mükemmel bir “kaynak” olamazdı. Remzi Kartal, Kongra Gel’in 9. Kongresi’nin olağan bir kongre olduğunu hatırlattıktan sonra, “yapı”ya ilişkin bilgiler verdi. Ama, en önemlisi oluşturulan tüm yeni organların ve orada görev alanların Abdullah Öcalan’ın istekleri doğrultusunda belirlendiğini söyledi. Dünkü yazımın “ana fikri”nin bizzat Remzi Kartal’ın ağzından doğrulanmasından rahatlık duydum. PKK’yi (ve de dolayısıyla KCK’yi) “Bizim hareketimiz ‘Önderlik’ doğrultulu bir harekettir” sözleriyle, temel gelişmeler ya da değişikliklerin Abdullah Öcalan’ın isteği ve bilgisi dışında gerçekleşmesinin söz konusu olamayacağını ima etti.
Remzi Kartal, ayrıca, Kongra Gel’i “yasama organı” gibi anlamanın, illa bir şeye benzetilecek ise KCK Yürütme Konseyi’nin, illa bir şeye benzetilecekse “hükümet” gibi algılamanın mümkün olabileceğine gereğine değindi. Başına Cemil Bayık ile Bese Hozat’ın KCK Yürütme Konseyi’nin 35 kişiden oluştuğunu söyledi.
Asıl “haber bombası”nı, ilk kez kurulmuş bulunan “Genel Başkanlık Konseyi”nin 6 kişilik kadrosunu açıklayarak patlattı.
“Genel Başkanlık Konseyi”nin “Genel Başkan” seçilen Abdullah Öcalan’ın “yardımcıları” olarak kabul edilmesi gerektiğini ve onu temsilen çalışacağını bildirdi. Böylece, Genel Başkanlık Konseyi, KCK Yürütme Konseyi’nden daha üst bir kademeye yerleşmiş oluyor.
Abdullah Öcalan’ı temsil edecek 6 yardımcısı, yani “Genel Başkanlık Konseyi” üyeleri KCK’nin iki Eşbaşkanı, Cemil Bayık ve Bese Hozat, ayrıca Murat Karayılan, Mustafa Karasu, Sozdar Avesta ve Elif Pazarcık olarak sıraladı.
Böylece, KCK Yürütme Kurulu Başkanı sıfatını terkeden Murat Karayılan’ın kayıplara karışmamış olduğunu, hatta bir kademe daha yüksek bir konuma yerleşmiş sayılabileceğini öğrenmiş olduk.
Ankara –yani devlet ve hükümet mahfilleri- bu haberden nasıl bir sonuç çıkarttılar bilinmez ama İstanbul’daki medya çevreleri acele yorumlara gitmekte gecikmediler.
En kestirme ve en fazla rağbet gören yorum, Cemil Bayık’ın “şahinliği”ne gönderme yapılarak, Murat Karayılan’ın yerini almasının “çözüm süreci”nin bundan böyle zorlaştığı ve PKK’nın “savaş hazırlığına başladığını” öne sürüyor.
Haber, ANF’de (Fırat Haber Ajansı) yukarıda belirttiğimiz manşetten haberden ayrı ama “flaş” olarak sabah 09:30’da verilmiş ve aynen şöyle:
“KONGRA GEL 9. Genel Kurulu’nda KCK sisteminde değişikliğe gidildi ve eş başkanlar değişti. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığına Cemil Bayık ve Besê Hozat gelirken, KONGRA GEL Eşbaşkanlığına ise Hacer Zagros ile Remzi Kartal seçildi. 30 Haziran-5 Temmuz tarihleri arasında, Kürdistan’ın dört parçası ile yurt dışından 162 delegenin katıldığı Genel Kurul’da KCK sistemi yeniden ele alarak KCK Genel Başkanlık Konseyi ile Eşbaşkanlık’tan oluşan iki yeni organın oluşumuna gidildi. Tarihi kararlar alınan 9. Genel Kurul’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan oybirliğiyle yeniden KCK Genel Başkanlığı'na seçildi. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığına Cemil Bayık ve Besê Hozat seçilirken, iki kadın ve iki erkekten oluşan toplam dört yardımcı da seçimlerle belirlendi.” Sözünü ettiğim “sembolizm”, ANF’nin foto galerisinde de yansıyordu. Cemil Bayık’lı kongre fotoğraflarında Murat Karayılan’a Cemil Bayık ve yeni “Eş Başkan” Bese Hozat ile birlikte, tek başına ayrı ayrı yer verilmişti. Ayrıca, Duran Kalkan’ı konuşma yaparken gösteren, Cemil Bayık, Mustafa Karasu, Sabri Ok, Murat Karayılan hepsini yanyana birarada otururken gösteren fotoğraflar.
Yani, gerçekten “KCK sisteminde değişikliğe” gidilmiş durumda. Bir “kanat” diğerini “tasfiye etmiş” değil. Bu gibi örgütlerde değiştirilen, kaybeden ve tasfiyeye uğrayanın fotoğrafı “örgüt albümü”nden de çıkartılır. Murat Karayılan için böyle bir durum söz konusu değil. Daha sonra ulaşan haberlerde, Murat Karayılan’ın HPG’nin başına getirildiği bilgisi yayıldı. HPG, PKK’nın silahlı gücü. Murat Karayılan, daha önce de o konumdaydı.
Murat Karayılan, yıllardır, KCK Yürütme Kurulu Başkanı sıfatıyla, Abdullah Öcalan’ın dışında PKK’nın hiyerarşik olarak görünürde en yüksek otoritesi gibi görünse de, PKK’yi yakından izleyenler bakımından Abdullah Öcalan’dan sonra gelen ismin Cemil Bayık olduğu biliniyordu.
Cemil Bayık, PKK’nın 1978’deki kuruluş kongresinde yer alanlar arasındaki, hayatta kalan ve PKK’yi şu ya da bu nedenle terketmemiş birkaç kişiden biri. Biri Abdullah Öcalan, diğerleri ise Cemil Bayık’tan gayrı Duran Kalkan ile Ali Haydar Kaytan. Sonuncusu hayatta (ve Kandil’de) ama artık faal bir konumu yok. PKK’nin kuruluş toplantısında Abdullah Öcalan Genel Sekreter, Cemil Bayık ise Genel Sekreter Yardımcısı seçilmişti.
Cemil Bayık, ayrıca, PKK’nin Lice kırsalındaki kuruluş toplantısından çok daha önce Ankara’da üniversite yılları sırasında Abdullah Öcalan’ın çevresindeki ilk halkada yer almış olanlardan biri. PKK camiasında
Washington’dan birkaç günlüğüne Türkiye’ye geldiğinde her televizyon kanalında, her saat başı sayısız kişiyi Mısır’ı tartışırken görmüş ve tabii kısa süre içinde aslında Mısır’ı değil Türkiye’yi tartıştıklarını anlamış.
Türkiye’de “Mısır uzmanı” olmasa da, ateşli biçimde aslında Türkiye tartışan insan sayısı hatırı sayılır ölçüde çok. Tartışmanın içeriğini aslında iktidar partisi, sözcüleri ve propagandistleri belirliyor. İki yönlü bir “söylem” söz konusu:
1. Mısır’daki “askeri darbe”yi “ama” sözcüğünü Türkçe’den çıkartarak kınamak;
2. Muhammed Mursi’nin ve Müslüman Kardeşler’in iktidara geri dönüşünü –yine tartışmasız biçimde- talep etmek.
Birbiriyle tutarlı iki yön bu. Mısır’daki “askeri darbe”yi kabul edilemez buluyorsanız, sonuçlarının iptalini de savunmanız gerekir ki, Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı’na ve Müslüman Kardeşler’in hükümete geri dönüşünü talep etmeniz de doğaldır.
Doğal olmasına doğal da, bu “söylem”i benimsediğiniz ölçüde, “Mısır’ı Türkiye üzerinden okumayı” sürdürdükçe, “Mısır” dediğiniz her lahza aslında “Türkiye” derken; Muhammed Mursi ile Tayyip Erdoğan isimlerini de eş anlamlı kullanmak niyetinde olan bir “propaganda makinası”nın “dişlileri” arasında öğütülmek ihtimaliniz de var. Bu tuzağa düşmeyecek kadar uyanık iseniz, hakkınızda –ipe sapa gelmese bile- “darbeci” suçlaması yaygınlaştırılarak, itibarsızlaştırılmak istenirsiniz.
Hasan Cemal, “durum”u farkettiği için T24’te “Ne, Mursi’yi eleştirmek darbecilik mi?.. Güldürmeyin insanı!” başlıklı bir yazı yazdı. Yazıda, “Yoksa artık Muhammed Mursi’yi eleştirmek yasak mı? Onu eleştirmek ‘darbecilik’ mi sayılacak? Aklınızı ekmek peynirle mi yediniz? Hem darbeye karşı çıkılır, hem de Mursi’nin yanlışları sergilenir. Başka türlü nasıl ders çıkarılır yaşananlardan?” diyor.
Türkiye’deki, aslında
Geçen hafta sonu Mardin’de DPI’ın “Devlet-Medya İlişkileri” konulu panelinin moderatörüydüm. Sunumu, yanıbaşımda oturan ve son aylarda Türk medyasının içine girdiği feci durum karşısında bir “oksijen tüpü” gibi işlev gören, ifade özgürlüğünün alabildiğine teneffüs edilebildiği T24.com.tr isimli internet sitesinin başında bulunan Doğan Akın yaptı.
Doğan Akın konuşmadan önce, “Devlet-Medya ilişkileri”ndeki kepazeliğe dikkat çekmek amacıyla birkaç hatırlatma yaptım. Üzerinde özellikle durduğum konu, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 9 Haziran Pazar günü kısa bir ayrılığın ardından Ankara’ya dönüşündeki gövde gösterisi ve bunun medya tarafından yansıtılma biçimiydi.
Tayyip Erdoğan, Ankara Esenboğa Havaalanı’ndan şehre girene kadar, 4 yerde konuştu. Her seferinde aynı şeyleri söyledi. Havaalanı’nda, Pursaklar’da, Altınpark’ta ve AnkaMall’da. Tümünü Türkiye’de “merkez medya” içinde sayılan televizyon kanallarının tümü naklen yayınladı.
Akşamüstü başlayan ve gece yarısına kadar artarak devam eden gergin bir uslupla zirveye tırmanan Tayyip Erdoğan konuşmalarının cereyan ettiği sıralarda, Taksim’de onbinlerce kişi gösteri yapıyordu. Keza, Ankara merkezinde de çatışmalar vardı. Merkez medyanın hiçbir televizyon kanalı, bunlardan söz etmedi. Ankara Esenboğa Havaalanı ile şehrin girişine kadar olan 27 kilometrelik mesafenin her santimetrekaresini, saniye saniye tüm Türkiye’ye izletti.
Alın size, “Devlet-Medya ilişkileri”nin “demokratik Türkiye”de şunun şurasında iki-üç hafta önceki halini. Hiçbir demokratik ülkede, böyle bir medya olamaz. Böyle bir medyanın olduğu hiçbir ülke, “demokrasi” görüntüsü veremez.
Türkiye’nin medya üzerinden okunabilecek olan “demokrasi açığı”na dair kanıtlar, son bir hafta içinde artarak devam etti. Hatta, Mardin’deki panelin kapanışından sonraki birkaç saat içinde bile…
Mardin’de akşam saatlerinde, Gürsel Göncü yönetiminde çok başarılı bir yayın geçmişi olan NTV Tarih Dergisi’nin son sayısında Gezi Olayları’na yer vermiş olduğu için matbaadan toplatıldığı, bunun üzerine çok deneyimli ve başarılı bir gazetecilik kariyeri olan NTV’nin dergiler grubunun sorumlusu Neyyire Özkan’ın istifa ettiği haberini duyduk. Gürsel Göncü de ayrılmıştı. Birkaç gün sonra, Mirgün Cabas da, bu isimleri izledi.
Medyada “son kurban” Kürşat Bumin oldu. 16 yıl emek verdiği Yeni Şafak’la ilişkisi yakışıksız biçimde kesildi. Medya meslek ortamında “vefa” kavramı terkedilmiş, birçok medya organı, 28 Şubat’tan bile beter, birer “kara propaganda merkezi” haline dönüştürülmüş olduğu için, pek de şaşılacak bir hal sayılmaz belki de.
O da yemin ederek görevine başladı. Yemininde Mursi’yi kastederek, Mısır halkının “tiranlığa” izin vermeyeceğini bildirdi.
Bütün bunlar, “askeri darbe”den başka bir anlama geliyor mu?
Hayır. “Kitap”ta “askeri darbe” için ne şekil aranıyor ve gerçekleşmesi halinde ne sonuç veriyorsa, bütün bunlar söz konusudur ve Mısır’da bir tür “askeri darbe” olmuştur.
Yani, çok kötü bir şey olmuştur. Demokrasi ölçüleri bakımından kabülü mümkün bir durum değildir. Arap ve İslam dünyasında ve Afrika kıtasında “demokrasi tecrübesi” ağır bir yara almıştır.
Mısır’daki “askeri darbe”yi “meşru” görmek ve göstermek düşünülemez. Bu bakımdan, dünkü yazımdan kim bu sonucu çıkartırsa, ya kötü niyetlidir veya okuduğunu anlamaktan acizdir. Bütün ömrü boyunca, askeri darbelerden çekmiş ve askeri darbelerin hedefi olmuş benim gibi birisi için, hiçbir askeri darbeyi meşrulaştırmak söz konusu olamaz.
Bununla birlikte, Mısır’da neyin neden olduğunu anlamak da gereklidir. Gazete köşelerini Türk medyasının her yanını ahtapot gibi sarmakta olan Ak Parti propaganda makinasının bir dişlisi haline getirirseniz, işiniz kolay; sloganlarla dolu, pozisyon yazısı yazarsınız, olur biter.
Amacını sadece tavır almak ve bunu yansıtmak değil de, anlamak ve yorumlamak ise, Mısır’daki “askeri darbe” olgusunun arkasına geçmek, neyin, niçin gerçekleştiğini irdelemek durumundasınız.
Zira, Hüsnü Mübarek’in
Beyrut’ta birlikte olduğum Arap dünyasının kimi kalburüstü entelektüellerinin tüm dikkatleri Mısır’ın üzerindeydi. Hemen hemen tümü “’Müslüman Kardeşler Tecrübe’sinin başarısızlıkla sonuçlandığı” kanısındaydılar.
Tümü de, Mısır’da 25 Ocak (2011) Devrimi’ni hararetle desteklemişlerdi. Müslüman Kardeşler’in Mısır’da seçimle, demokratik yıldan iktidara gelmesini çok önemsemişlerdi. Mısır’ın başta Arap dünyası, tüm bölge için tartışılmaz değerinin farkındaydılar. O yüzden, “Müslüman Kardeşler Tecrübesi”nin Mısır’da “başarısızlıkla sonuçlanması” onlar açısından “hüzünlü” bir durumu ifade ediyordu.
Mısır’daki “Müslüman Kardeşler Tecrübesi” hakkında “erken hüküm” verdikleri kanısındaydım. Verdikleri hükmü isabetli bulmamıştım. Bence, yanılıyorlardı. Yine de o hükme bir yere not ettim. Ama, Temmuz 2013 itibarıyla onların hükmü doğru çıktı. Mısır’da Müslüman Kardeşler Tecrübesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Bu satırları, Mısır Ordusu’nun Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye çekilmesi için verdiği ültimatomun dolmasına dakikalar kala yazıyorum. Mısır’ın “kader günü”nde yazılan satırlar, söz konusu hükmü değiştirmeyecek. Mısır’da “Müslüman Kardeşler Tecrübesi” –ne yazık ki- başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Mısır Ordusu’nun, seçimle gelmiş “meşru” bir yönetimi, “askeri müdahale” ile görevinden uzaklaştırmaya, yani “gayrı meşru” yollara başvurmaya kalkması, “Müslüman Kardeşler Tecrübesi”nin başarısızlığı anlamına gelir mi?
Soru bu değil. Sorulması gereken soru bu değil. Soru,30 Haziran 2011’de ”sandıktan çıktığı” halde, Müslüman Kardeşler lideri Muhammed Mursi’nin nasıl olup da, tam bir yıl sonra, kendisinin çekilmesini isteyen tarihin en büyük kitle gösterilerinin hedefi haline gelmiş olması.
30 Haziran 2013 gününde, Kahire, dünya tarihinin en büyük kitle gösterisine sahne oldu. O muazzam kalabalığın, o insan selinin içinde, Hüsnü Mübarek rejimini yıkan Ocak-Şubat 2011’in Tahrir kalabalıkları vardı; yetmemiş gibi ikiye katlanmıştı. Dolayısıyla, “askeri darbe” ya da “eski rejim yandaşları”ndan, “karşı-devrimciler”den söz etmenin münasebeti yok.
Hafta sonu Mardin’deydim. Pazar günü hayatımın en onur duyduğum anlarından birini yaşadım. Pazar günkü Zaman gazetesinde Nuriye Akman, “Bugün Mardin’de bayram var. Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü’ndan mezun olan 500 öğrenci yüksek lisans diplomalarını alıyorlar… Bu sıradan bir tören değil, bir devrimin ilanı aslında. Barış sürecinin silahların susmasından sonraki en önemli aşaması…” diye yazmıştı. İşte o törende, o 500 kişinin birincisine diplomasını ben verdim.
Bir de kısa konuşma yaptım. “Îro, ez gelek dilxweş bûm” diye girdim sözlerime. Törenin yapıldığı salon tıklım tıklım doluydu. Kürt dili açısından gerçekten tarihi o günde, bir Türk’ten Kürtçe işitince, mutlu alkışlarla selamladı kısa konuşmamı.
Nuriye Akman, söz konusu yazısında “Doğrusunu söylemek gerekirse hepimizin bir borç öder gibi, bir kefaret duygusuyla Kürtçeyi öğrenmemiz gerekir diye düşünüyorum” diye de yazmıştı. Doğru söylüyor. Türkler, ne kadar çok sayılarda, inat ve sabırla Kürtçe öğrenme yolunu tutarlarsa, “Barış Süreci”nin önü o kadar açık olur, Kürt sorununun çözümü o kadar güvenceye kavuşur. Bu, siyasetten bağımsız, Türklerin Kürtlere vecibesi.
Netice itibarıyla, “Barış Süreci”nin başarısı, Kürt sorununun nihai çözümü, büyük ölçüde “Kürtlerin eşitliği”nin sağlanması konusudur ki, bu da, Kürtçe’ye saygıdan, coğrafyamızın dillerinden birini, halkımızın bir bölümüne kimliğini veren dili öğrenmekten geçer.
Değerli alim, Mardin Artuklu Üniversitesi’nin Yaşayan Diller Enstitüsü’nün Müdürü Prof. Kadri Yıldırım, o günkü törende olağanüstü güzel bir konuşma yaptı. Bediüzzaman’ın Arapça, Türkçe ve Kürtçe’ye verdiği öneme atıf yaptı. Allah aşkını dile getiren bir sözü, her birine büyük bir vukufla hükmettiği Arapça, Farsça, Türkçe ve Kürtçe okudu ve “Böyle bir güzelliği anlatmak için dördüncüsünün, ilk üçünden ne eksiği var” dediği anda, salon alkıştan yıkıldı.
Prof. Kadri Yıldırım, konuşmasına, birkaç gün önce bir ayakkabı boyacısıyla arasında geçen bir anekdotla başlamıştı. Küçük Mardin’liye ayakkabısını boyatırken, “İşler nasıl gidiyor?” sorusuna, “Çözüm Süreci’ne bağlı” cevabını almış. Küçük ayakkabı boyacısı, şöyle anlatmış, ayakkabı boyamasıyla “Çözüm Süreci” arasındaki ilişkiyi: “Çözüm Süreci, başarıya ulaşınca, bu Mardin’e ülke içinden ve dünyanın her yerinden çok turist gelecek. Burası yazları tozlu, kışları çamurlu olur. Hangi mevsim gelseler, çok sayıda turist ayakkabılarını boyatmak zorunda kalacak. O yüzden Çözüm Süreci çok önemlidir…”Tabii, “Çözüm Süreci”, “Kürt Sorunu”nun çözüme kavuşmasına giden yol ile, bir bakıma da “Barış” kavramıyla eş anlamlı kullanılıyor. Nitekim, Kadri Yıldırım da, “Çözüm Süreci”nin önemini, “Bugünkü tarihi törenimiz bakımından da çok önemli; Süreç ortadan kalkarsa, ne Kürdoloji kalır, ne de Türkoloji” sözleriyle vurguladı.
“Çözüm Süreci”nin ortadan kalkması, Türkiye’yi korkunç bir badirenin içine sürükleme potansiyelini ifade ediyor. O nedenle, üzerinde titremek gerekiyor. Ancak, ne yazık ki, “Çözüm Süreci”nin üzerindeki “Damokles’in Kılıcı”nı şu sırada iktidarın elinde.
Çok etkili ve önemli bir yabancı gazetenin muhabiri “Son sorum” dedi, “Tayyip Erdoğan, tarihe büyük bir reformcu olarak geçemeyecek mi yani?”“Geçebilir” diye cevap verdim; “Geldiği noktadan dramatik bir dönüş yaptığı takdirde mümkün. Tabiatını bildiğim kadarıyla, bunu yapabileceğine pek ihtimal vermiyorum gerçi ama… Gezi performansı öyle kötü oldu ki; Cumhurbaşkanı Gül’ün dediği gibi on yıl tırnakla kazarak kazandıklarını on gün içinde heba etti sanki. Ama, şimdi tutturduğu doğrultuda giderse, başka bir sıfatla geçer tarihe. Şu anda bıçak sırtında gidiyor. Her iki tarafa da düşebilir…”Bana önceki gün sorulan soru, besbelli ki, özellikle Batı dünyasında pek sık sorulur olmuş. Financial Times gazetesinin 12 Haziran tarihli başyazısı bu sorunun ortaya atılması ve tartışılmasına ayrılmış. “Erdoğan’ın inatçılığı mirasını riske atıyor” başlığını taşıyor. Yanına da şu alt başlık iliştirilmiş: “Başbakan’ın davranışları, Türkiye’nin bölgesel güç imajını bozuyor”.Başyazının şu bölümleri dikkat çekici: “… (Erdoğan) on yıl sürdürdüğü başbakanlıktan güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığına kayma ve 10 yıl boyunca cumhuriyetin yüzüncü yıldönümüne dek cumhurbaşkanlığı makamında oturma ihtirasları kadar, bugüne kadar elde ettiği önemli başarıları da riske atıyor. Türkiye’nin reformcu bir bölgesel güç olarak imajı paramparça ve AB ile sıkıntılı ilişkisi ise daha da büyük tehlike altında. Her türlü tehlikeye açık kısa vadeli kapital ve zor kazanılmış ekonomik istikrar, eğer başbakan, kim olduğu belli olmayan spekülatörler ve sermaye gruplarına çatmaya devam ettiği takdirde buharlaşıp kaybolabilir.Erdoğan, Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) 40,000 cana mal olan 30 yıllık isyanını sona erdirmek için cesur bir kumara girişmişti. Barış girişimi Türklerin, Kemalist cumhuriyetin genel olarak azınlıklara ve özel olarak Kürtlere ilişkin hoşgörüsüzlüğünü yeniden değerlendirmesini gerektiriyor. Ama başbakanın, nüfusun geri kalan kısmına özgürlükleri kısıtlarken, Kürtler için nasıl genişletebileceğ ini görmek güç olacak…Sokaklarda ve yakınlardaki herhangi bir seçimde sayılar Erdoğan’dan yana. Silindir gibi ilerleyeceğine hiç kuşku yok. Ama öyle bir durumda bile, kendisinin imajının yanısıra toplumsal dokusu yıpranan bir ülkenin başında olacak. Atatürk’ten ziyade bir Vladimir Putin. Bu Erdoğan’ın Türkiye’si, artık, başbakanlığında geçen olağanüstü bir on yılın hayran olunan ülkesi olmayacak.”
Tayyip Erdoğan hakkında FT’nin başyazısından tam bir hafta sonra, önceki gün yani 19 Haziran’da bir başka İngiliz gazetesi Guardian’da “Erdoğan’ın gözden düşmesi tam bir Shakespeare trajedisi” başlıklı son derece çarpıcı bir “psiko-analitik” yazı yayımlandı. Yazı, “Türkiye’de protestolar sürerken, pek az kişinin kabul etmekte anlayış gösterdiği bir insanın kişisel trajedisini bir an için düşünmeye zaman ayırın – Recep Tayyip Erdoğan. Üç hafta öncesi kadar Erdoğan, son üç yılın tüm külhanbeyliğine ve dönüşlerine rağmen, Türk tarihine, Atatürk ve Muhteşem Süleyman’ın yanıbaşında en büyük reformculardan biri olarak geçmesi kesin gibi gözüküyordu” cümlesiyle başlıyor.
Ve, “Türkiye’nin Kürtler, Ermeniler ve Yunanlılarla yüzyıllık ihtilaflarını ele alacak ve ülkesini sadece Müslüman ülkeler için değil mükemmel olmayan geçmişlerinden kurtulmaya çalışan diğer yükselen ekonomik güçler için de bir model teşkil eden barışçıl, müreffeh ve demokratik bir geleceğe doğru yönetecek güce sahip bir adamla karşı karşıyaya idik” diye devam ediyor. Erdoğan’ın “askeri vesayet rejimi”ni altetmekteki başarısını da unutmuyor ve Türkiye’de son üç haftada yaşanan olayları ima ederek, bunu, “Erdoğan öncesi Türkiye’de olsak, şimdi bir askeri darbe olmuş olurdu” diye açıklıkla belirtiyor.
İşin “Shakespeare trajedisi” faslı, şu cümlelerde:
“Generalleri yenilgiye uğratırken onda temerküz eden güç – doğru yollardan olduğu gibi faul yaparak da elde ettiği- ve o savaşın paranoyası ona iyi gelmedi. Birkaç gün içinde, Erdoğan, temizlemesi amacıyla seçilmiş olduğu eski Kemalist Türkiye’nin tüm yolsuzluğa batmış despotizmi ve şiddetinin cismani ifadesi haline geliverdi.İşin ironik yanı, bu, Erdoğan’ın kendi eseri. İktidar öylesine güçlü biçimde ellerindeydi ki, Erdoğan’ı ancak Erdoğan mahvedebilirdi. Küçücük bir parktaki önemsiz bir protestoyu ulusal bir olağanüstü hale dönüştürerek, bunu kendisi yaptı.”
Tayyip Erdoğan’a ilişkin benim değerlendirmem de ana hatlarıyla böyle. Kendisini yirmi yılı aşkın bir süredir tanıyorum. Kimilerinin sandığı gibi, bırakın en yakınını, çok yakınında bile pek bulunmadım. Pek az. Ancak, Tayyip Erdoğan’a hiçbir önyargı duymadan ve çok önemli liderlik nitelikleri olduğunu farkederek çok kafa yordum. Sürekli gözlemledim. Anlamaya çalıştım. Dünyanın dört bir köşesinde, hakkındaki olumsuz önyargıları yıkmak amacıyla, onu anlatmaya da çalıştım. Türkiye’ye son on yılda olumlu katkılarını kimse inkar edemez.
Kimse de etmiyor zaten. Örneğin, dünkü Financial Times’da Daniel Dombey imzalı yazıda Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’ye son on yıldaki olumlu katkıları rakam rakam veriliyordu. Tam da bu nedenden ötürü, ben de, Tayyip Erdoğan’ın öylesine parlak bir on yıllık başbakanlık performansından sonra bugün geldiği, Türkiye’nin geleceği için “tehlikelerle dolu ihtirasları”nı ve Gezi Parkı eylemleriyle içine düştüğü durumu gerçekten bir “Shakespeare trajedisi” olarak görüyorum.
Bundan sonrası