Tayyip Erdoğan, “Taksim-Gezi Parkı direnişi” üzerine bu kadarını söylese müthiş bir iş yapmış olurdu. Yapmadı. Yapamadı. Kalktı yine bir Rumeli Derneği toplantısında “inadım inat” diye okunmaya müsait bir konuşma yaptı. Ama vücut dili değişmişti. Nutuk atarken kendisine egemen olan külhanbeyi havası bir nebze sönmüştü. “Karizmayı çizdirmiş” olmanın travmasının vücut diline sindiği hissediliyordu dünkü konuşmasında.
Zira nereden baksanız, eğer 31 Mayıs-1 Haziran 2013’ün tarihi olayının bir kaybedeni varsa, o da Recep Tayyip Erdoğan’dır. Olaylar, birkaç ağaç yüzünden çıkmadı. Ona yani Başbakan Erdoğan’a karşı çıktı. Ak Parti’ye bile değil, Tayyip Erdoğan’a.
Tayyip Erdoğan’a birikmiş tepki, Taksim’de “yayalaştırma çalışması” adı altında Gezi Parkı’ndaki yeşil alana müdahale edilmesine karşı barışçıl gösteri yapan bir grup insana ve onlara destek veren popüler beyaz perde ve ekran sanatçılarıyla müzik gruplarına, insafsızca biber gazı bombardımanıyla saldırılması üzerine, “tarihi İstanbul direnişi”ne dönüştü.
Yavuz Baydar’ın TRT Haber’deki mükemmel tanımlamasıyla “Horlanmaktan, azarlanmaktan, yaşam tarzı dayatmasından bıkmış her kesimden şehirli gençler, toplanıp, Başbakan’a ‘one minute’ dediler.”
Olay budur. İstanbul halkı, gençlerinin öncülüğünde, Tayyip Erdoğan’a “one minute” demiştir. Başbakan, 10 yılı aşkın iktidarı süresince, ilk kez ve üstelik kendi şehrinde yenilgiye uğramıştır.
1 Haziran 2013, Berlin’den Kudüs’e, Prag’dan Beyrut’a, Moskova’dan Kahire’ye, Tahran’dan Şam’a, nice tarihi olaya tanıklık etmiş olduğum 40 yıllık meslek hayatımın en önemli günlerinden biri oldu.
Maçka’dan Taşkışla’ya yürüyorum. Taksim düşmüş. Taksim’i dolduran kalabalıklar, Meydan’dan ayrılıp çeşitli yönlere yürüyorlar. Her yönden de Meydan’a doğru geliyor insanlar. Kadıköy yakasından gelen vapurlar tıklım tıklım. Köprüden bayraklı arabalar, Asya’dan Avrupa yakasına, Taksim’e akıyorlar. Barikatları aşıp yürüyorum. Mete Caddesi’ne araçla varmak, oradan Gezi Parkı’na girmek mümkün değil. Dost yüzler, “yol kapalı” diyor. Dolmabahçe’den Gümüşsuyu’na dolanıyorum. Taksim’e Gümüşsuyu üzerinden yaklaşıyorum. Tekrar aşağıya Dolmabahçe’ye iniyorum. Yollarda araçlar tek tük. Genellikle Cumartesi günleri o saatlerin tıkalı trafikli caddeleri yayaların egemenliği altına girmiş. Polis yok. Trafik polisi bile yok hiçbir yerde. Devrik polis aracının yanından kıvrılıp Tophane üzerinden Cihangir’e tırmanıyorum. Her iki yönde kaldırımlar görülmemiş kalabalıkta. Cihangir bayram yeri. Tıklım tıklım. Tekrar Tophane’ye inip, aşağı-yukarı hareket halindeki özgür insan topluluklarının arasından Galatasaray’a çıkıyorum. Ve, İstiklal Caddesi. Caddenin her iki yönünden, debisi yüksek insan ırmakları akıyor.
“Direniş”
O daha konuşmasını tamamlamadan elime Twitter’a gitti: “Tayyip Erdoğan ekranları başında olanlara sesleniyor. Ben de ekran başından ona: Ne yazık ki, olan-biteni hiç anlamamışsın!”
Önceki gece yarısı, İstanbul ayağa kalkmışken, elime yine Twitter’a gitmişti: “Tayyip Bey ‘Kimsesizlerin Kimsesi’, ‘Sessizlerin Sesi’ olmaktan çıkıp, ‘Zalimlerin Amiri’ olmaya nasıl ve niye dönüşmeye başladığını düşünmeli.”
Gece boyunca ne düşündüyse düşündü ve dün kalktı ve on yıllardır halkına, toplumuna –seçmenine değil- duyarsız yöneticilerden sayısız kez duyduğumuz basmakalıp sıfatlarla örülü konuşmasını yaptı. “Aşırı uçlar”, “ideolojik eylem” vs. cinsinden değerlendirmeler yaparak, “kamu düzeni” ve “güvenlik” öncelikli, “benim valim”, “benim emniyet müdürüm” soslu, “polisperest” ama insan sevmez, kalpsiz, tehditkar, dediğim dedik türünden bir konuşma.
Orhan Kemal Cengiz, “Başbakanın etrafındaki ses ve eleştiri geçirmez duvar inanılmaz derecede kalınmış. Konuşmasının ortaya koyduğu tek gerçek bu” diye twit yazmıştı. Hasan Cemal, dayanamamış, bulunduğu tatil beldesinden “Başbakan’ı dinliyorum. Bu kadar duyarsızlıkla barış ve demokrasi yollarında yürünemez!” diye yazmak zorunda hissetmiş kendisini.
Yurt dışındaki algılama da pek farklı değilmiş anlaşılanp Steven Cook, “Erdoğan ‘Siz protestocular gerçek Türkiye değilsiniz’ oyununu oynuyormuş gibi gözüküyor. Şimdii; bunu daha önce nerede duymuştum?”
Kahire-Tahrir, Ocak 2011. Hüsnü Mübarek. Steven Cook’un kastettiği o.
Bu arada, Başbakan Tayyip Erdoğan zahmet edip, 15 Mart 2011’den sonra Suriye’de Başşar Esad’ın yaptığı ilk konuşmaların metinlerini bir okusun, ardından kendi konuşmasına bir bakıversin; ortak noktalar ve benzer değerlendirmeler ürkütücü.
Taksim-Gezi’nin tetiklediği, ülkenin çeşitli şehirlerine hatta Londra’ya Hyde Park’a, Trafalgar Meydanı’na, Venedik’te San Marco Meydanı’na, Kanada’da Toronto’ya, Almanya’nın çeşitli şehirlerine, oradaki Türklerin “dayanışma gösterileri”ni hareket geçirecek kadar önemli olaya verdiği tepkiden sonra, Başşar Esad’ı Suriye’deki zorbalık ve zulümden ötürü kınamasının inandırıcılığı zedelenmez mi?
Michelangelo’nun Musa heykelinin nerede olduğunu.
Sanırım ortaokul sıralarındaydık, Michelangelo’nun Musa’sını öğrendiğimizde. Rönesansın Leonardo da Vinci ismiyle birlikte anılan büyük heykeltraşının, eşsiz sanatçının yani Michelangelo Buonarroti’nin ölümsüz eseri Musa’yı tarih derslerinde anlatan hocalarımız, sanatçının eseri karşısında heyecana kapılarak, elindeki çekici fırlattığını ve “konuşsana” diye haykırdığını anlatmışlardı.
Bizim kuşak, Michelangelo’yu, Fransız kültürünün etkisi altındaki Cumhuriyet’in ilk kuşak aydınlarının her yabancı ismin Fransızcasını benimsemiş olmasından ötürü, Mikelanj olarak bilirlerdi. Yabancı metinlerde İstanbul’un bozulmamış haliyle asıl isminin yani Konstantinopolis’in Fransızca olarak Konstantinopl (Constantinople) diye yazılması ve telaffuz edilmesine çok sinirlenecek bir “ulusalcı duygu” ile örülmüştü iç dünyalarımız. Ama nedense, Michelangelo’nun Mikelanj olması garibimize gitmezdi. Neyse, anlatmak istediğim bu değil.
Önemli olan, Michelangelo’nun Musa heykelinin, onun yaratıcısını bile, bitirdikten sonra “konuş” diye bağırarak çekicini fırlatmasına yol açacak ölçüde hayran bırakacak kadar mükemmel bir yapıt olduğunu, çocuk yaşta öğrenmiş ve bunu hiçbir zaman unutamayacak olmamızdı.
Bu hikaye doğru muydu; onu dahi bilmiyorum. Olmayabilir de. Yani, Michelangelo, hiçbir vakit, Musa heykeline hayranlıkla “konuş” diye bağırarak çekicini fırlatmamış da olabilir. Burada daha önemli olan, Michelangelo’nun elinden çıkmış olan Musa’nın sanki yontulmuş bir mermer değil, gerçekten etiyle kanıyla Musa’nın kendisiymiş gibi bir duyguya yol açacak sanatsal mükemmeliğe sahip olmasıydı.
Musa, belki, büyük Michelangelo’nun elinden çıkmış olduğu için bu kadar mükemmel bir heykel olmalıydı ama galiba, Michelangelo’ya ölümsüzleşen ününü de, en başta, 1513-1515 yılları arasında, iki yıl içinde, mermerden yonttuğu Musa heykeli vermiş olmalıydı.
Heykelin “mermer ötesine geçen gerçekliği” öyle olmalı ki, Michelangelo ile aynı dönemde yaşamış olan yazar Giorgio Vasari, ondan söz ederken, Yahudilerin onu bir sanat eseri olarak görmediklerini, “ilahi özelliği” yüklediklerini ve o yüzden her Cumartesi –yani Yahudiler için haftanın kutsal o günü- bir ayin yaparcasına heykeli görmeye geldiklerini yazmıştı. Giorgio Vasari, “Michelangelo’nun Hayatı” adlı kitabında da, Musa heykelinden “Hiçbir çağdaş ya da eski eserin kendisiyle yarışamayacağı bir yapıt” olarak söz etmişti.
En azından 16. Yüzyıl’a dek, Michelangelo’nun Musa heykelini sanat değeri açısından aşabilecek pek bir eser olmadığına dair yaygın bir kanı olmalı. Ya da, heykel, bu kadar güçlü duygular uyandıracak kadar etkili olmalıydı.
Roma’ya her gelişimde vazgeçilmez “ritüellerim”den biri, Piazza Navona’ya gidip, meydanın ortasındaki çeşmenin civarındaki kahvelerden birinde oturup, Bernini’nin imzasını attığı heykelleri seyretmektir.
Bu kez yine öyle yaptım ama bugüne dek hiç yapmadığı bir şeyi yapıp Villa Borghese’ye gittim. Vatikan’dan sonra en değerli resim ve heykel müzesi imiş Villa Borhgese. Ve, orada Apollon ve Defne ve David heykelleri başta olmak üzere Bernini’nin en mükemmel heykellerini ilk kez gördüm. Ve, kendisine ilişkin bunca yıllık sezgilerimi doğrulayan yeni bir şey öğrendim hakkında: Papa VIII. Urban, Bernini için, “Sen Roma için yaratıldın ve Roma da senin için yaratılmıştı” demiş.
Bir fani ismin ve dünyanın öylesine bir eşsiz şehrinin böylesine içiçe geçmesini heyecan verici buldum. 1498 doğumlu ve 16. Yüzyıl’ın ilk üç çeyreğinde bizim “Muhteşem Süleyman”ın ve dolayısıyla Mimar Sinan’ın çağdaşı olarak yaşamış olan büyük sanatçıya duyduğum hayranlık arttı.
Roma’da geliş sebebimi yerine getirdikten yani “işimi bitirdikten” sonra Bernini ile zaman geçirmeyi kendime verdiğim bir “ödül” olarak hissettim. İşim, İtalya’nın bir numaralı düşünce kuruluşu olarak kabul edilen Istituto Affari Internazionali yani Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde “Süreç” ve “iç ve bölgesel dinamikleri” konusunda bir konferans vermekti. IAI’deki konferanstan önce de, İtalya Dışişleri Bakanlığı’nda en üst düzeyde benimle “Süreç”i konuşmak isteyenlerle beraber oldum.
Önce Dışişleri Bakanlığı’ndaki görüşme idi. Görüşmeyi IAI’deki konferanstan haberi olan İtalyan yetkililer kendileri istemişti. IAI, yakın geçmişte kurulan yeni İtalyan hükümetine, başta Dışişleri Bakanı Emma Bonino olmak üzere, mütevelli heyeti üyelerinden üç bakan çıkartmış bir kuruluş. Emma Bonino ve arkadaşları, Türkiye ve bu arada Kürtlere sempatileri ve Kürt sorununa ilgileriyle tanınıyorlar. Bu bakımdan “Süreç”e büyük ilgi duyuyorlar.
Gerçekten de, konuya merak ve ilgi benim açımdan şaşırtıcı boyutlardaydı. IAI’nın salonuna girdiğimde tıklım tıklım ve İtalyan dış politika elitinden oluşan dinleyici kitlesini gördüğümde çok şaşırdım. Soru-cevap bölümünde gelen sorular, benzer ya da aynı konulu toplantılarda Türkiye’de pek raslamadığımız ölçüde içerikli ve düzeyliydi.
Türkiye ve “Süreç”e ilişkin merakın, büyük ölçüde, Ortadoğu manzarasının Suriye’de iç karartıcı hal almasıyla birlikte, buna kontrast teşkil edecek tarzda, Türkiye’de başlayan “Süreç”in iç açıcı “umutlar” beslemesinden ötürü olduğunu hissettim. Nitekim, kadim dostum Marco Ansaldo, IAI salonunda bu kadar kalabalık bir toplantı hatırlamadığını, birkaç ay önce Türkiye konulu da olsa bir toplantının böylesine ilgi çekmeyeceğini, dolayısıyla yoğun ilginin Türkiye’deki son gelişmelerle ilgili olduğunu söyledi.
Bununla birlikte, tıpkı Türkiye’deki gibi, zihinlerde birçok ve
Reyhanlı saldırısından Suriye rejimini sorumlu tuttu. Yani, “doğru adresi” gösterdi ve “Bu işin yönetimi Suriye tarafından, onunda belgeleri, bilgileri şu anda elimizde mevcut” dedi.
Bu bilgi aktarımıyla kalmadı. Kendisini bağlayacak cinsten bir de “taahhüt”te bulundu; “... Bir gerçek var ki biz bu işin arkasındayız, takipçisiyiz, sonuna kadar bu işi kovalayacağız. Ülkemiz üzerinde oynanan oyunların kaynaklarına şu an nüfuz etme gayreti içindeyiz. Ona göre de bunun bedelini kendilerine ağır ödeteceğiz.” diye konuştu.
“Bedelin ödettirileceği” adres Şam’da. Kapının üzerinde “Başşar Esad, Suriye Cumhurbaşkanı” yazıyor. “Parmak izleri” Şam’daki Suriye rejimine götürüyor. Böylece, Reyhanlı saldırısıyla birlikte Başbakan Tayyip Erdoğan için Suriye’deki rejimin iktidardan uzaklaştırılması bir “siyasi pozisyon” meselesinin de ötesine geçmiş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kanına girilmesinin “hesabının sorulması” zorunluluğu haline gelmiştir.
Bu anlayışta ve yaklaşımda bir sorun yok. Ama, bunun nasıl olacağı, ne zaman ve ne şekilde yapılacağını bilmiyoruz. Tayyip Erdoğan’ın da bu soruya –şu an için- net bir cevabının olduğunu sanmıyoruz. Bununla birlikte, Tayyip Erdoğan ve Başşar Esad’ın “aynı mahallede, komşu komşu yaşamaları bundan böyle mümkün değildir” desek, yani Türkiye ve mevcut Suriye hükümetleri arasında bir tür “cohabitation” artık mümkün değildir, desek, sanırım, yanlış yapmış olmayız.
Suriye rejimi, bir başka deyimle Başşar Esad, Tayyip Erdoğan için muazzam bir “hayal kırıklığı” anlamına geliyor olmalı. Türk Başbakanı’na, gerçekleri öğreten, gerçekleri gösteren bir “travma” oldu Başşar Esad.
Tayyip Erdoğan’ın Başşar Esad’a yakınlığı –sadece onun değil, Ahmet Necdet Sezer’den Abdullah Gül’e devlet başkanlarının ve “Suriye politikasının mimarı” Ahmet Davutoğlu’nun da- sadece Türkiye’nin ulusal çıkarlarının emrettiği bir Realpolitik davranış kalıbı olsa anlaşılabilir bir yanı olabilirdi. Ama, hayır; söz konusu yakınlık, eşlerine de sirayet edecek, bir “aile hukuku” oluşturacak duygusal bir yakınlık idi.
2005 sonbaharında Kuveyt-Yemen-İngiltere arasındaki uzun yolculukta, uçakta Tayyip Erdoğan ile Başşar Esad ve Suriye rejimi üzerine konuşmuştuk. Refik Hariri suikastı üzerine Birleşmiş Milletler tarafından kurulan “Uluslararası Mahkeme”nin savcısı Detlav Mehlis, ön raporunu hazırlamış, Refik Hariri’nin kanına girenler arasında Başşar’ın kardeşi Mahir Esad’ı, ablası Büşra’nın kocası General Asaf Şavkat’ı saptamıştı. “Cinayetin parmak izleri”, Şam’da Başşar Esad’ın sarayına doğru gidiyordu. Suriye’deki Şam rejimine tepkimin farkında olan Başbakan, bana dönerek, dostu Başşar Esad’ı savunma içgüdüsüyle ve öfkeli bir ses tonuyla “Uluslararası Mahkeme”nin çalışmasından “yargısız infaz” olarak söz ediyordu.
Velid Cunblat, o günlerde dertliydi. Beyrut’taki konağında bana; babasının, Lübnan’ın 1976’da bir suikast sonucu öldürülen dev siyaset adamı Kemal Cunblat’ın tabutu içinde uzanmış, ebedi uykusundaki bir fotoğrafını getirip göstermiş ve aynı fotoğrafı Beyrut’ta görüştüğü Tayyip Erdoğan’a gösterdiğini,
Dışişleri Bakanı’nın “Türkiye’nin Suriye politikası” üzerine yirmiye yakın basın mensubuna verdiği basın brifingi, üçüncü saatini doldurduğunda bitti. Bittikten sonra, Bakan’ın basın danışmanı Osman Sert, “Hangi sözleri off-the-record yani yazılmamak kaydıyla, hangileri yayımlanabilir nitelikteydi, her şey karıştı” diye dert yanıyordu.
“Üzülme” dedim ona da, “kolayı var; yazılanları okuduktan sonra, Bakan, nasılsa bazıları için ‘Bunlar off-the-record’ idi diyecektir. O zaman anlaşılır, hangileri off-the-record, hangileri yayımlanabilir nitelikteydi...”
Şaka bir yana, dünyanın herhangi bir ülkesinde –önemli ve etkili ülkeleri kastediyorum- bir dışişleri bakanının belli başlı basın mensuplarıyla tam üç saat görüşmesi ve onlara dünya gündeminin bir numaralı maddesine ilişkin ülke politikasının nasıl geliştiğini, perde arkası bilgiler ve anekdotlarla anlatması, basın mensupları açısından, olağanüstü değerli bir bilgi hazinesidir.
Konuyu en başından beri dikkatle izleyen benim için de öyle oldu. Hatta, Suriye’de daha çatışmalar patlak vermeden öncesinden beri, “Suriye’nin önemi” ve “Türkiye’nin dış politikası” ve bu arada “Kürt sorununa izdüşümü” konusunda yazdıklarım, Radikal arşivinde duruyor. Suriye, daha hiç kimsenin gündeminde değilken bile, benim gündemimdeydi. Gündemin en üst sırasına tırmanacağına seziyordum. O yüzden kimse dönüp Suriye’ye bakmazken, inatla Suriye yazdım. Bugün herkesin gündeminde ve kimileri utanmadan, yalan-yanlış yargılarla en başından beri “siyasi ve ahlaki gerekçeler”le zalim Suriye rejimine karşı olanları “savaş kışkırtıcısı” olarak suçluyorlar.
Davutoğlu’nun basın brifingi de aynı suçlamanın Türkiye’nin Suriye politikasına yönelmesi üzerine canına tak demesi duygusuyla yapıldığı için, o kadar uzun sürdü. Türkiye’nin Dışişleri Bakanı, zaten konuşkan biri. Üniversite hocalığından edindiği bir alışkanlık nedeniyle ve tahlil yeteneğine sahip olması sayesinde kuru “sound bite’lar” yerine derinlemesine anlatımlar, tarihsel arka plan ve anekdot anlatımından ötürü, onunla her görüşme olması gerekenden uzun sürer. Bu kez, “haksız eleştiriler”den ötürü “canı yanmışlık” duygusuyla da konuşunca, “Suriye politikası anlatımı” bir üç saati aldı.
Davutoğlu’nun anlattıklarının bir bölümünü biliyordum. Çeşitli vesilelerde anlatmış olduğu için. Bir bölümü “off-the-record” olarak kayıtlarımdaydı. Aslı Aydıntaşbaş’ın dünkü Milliyet’te yer verdiği ve internet ortamında yankılanan Başşar Esad’a ilişkin “psiko-analitik değerlendirmesi”nden yani “Başşar’ın anne sendromu”ndan haberdardım. Başşar’ın evine gittiğinde, “aile meclisi”nin başında bulunan annesinin “Baban olamadın sen. O, Hama’da halletmişti. Sende babandaki yürek ve kararlılık yok” diyebileceğini veya dediğini düşünerek, Suriye devlet başkanının pervasızca kendini halkının kanını dökme politikasını, bir ikili görüşmemizde, daha önce de açıklamıştı Davutoğlu. Son basın brifinginde yine söz etti. “Off-the-record” muydu? Bilmiyorum.
Bunu, Suriye rejiminin yapısının “3 halkası”ndan söz ederken yaptı. Dikkat ettim, yine “Alevi” sözcüğü yerine ısrarla “Nusayri” diyordu. Nitekim, rejimin yapısındaki ilk halkayı “Esad ve Makhlouf (Başşar’ın anne tarafı) Nusayri klanları” olarak niteledi. Burada, Başşar’ın “Cumhurbaşkanlığı Muhafızları”na ve “seçme Nusayri birlikler”e komuta eden küçük kardeşi Mahir, ablası Büşra, dayısı, dayısının oğlu –yolsuzluk simgesi- Rami Makhlouf ve tabii annesi var. (Bakan şu sırada Dubai’de olduğunu söyledi) İkinci halka, Esad-Makhlouf klanları dışındaki Nusayrilerden oluşuyor. Ki, istihbarat kuruluşları yöneticileri, Hava Kuvvetleri Komutanı vs. bu ikinci halkada. Üçüncü halka ise bazı Sünniler ile Hristiyanları da içine alan ve rejimin yönetici unsuru olarak Baas Partisi’nin bulunduğu halka.
Suriye rejiminin “3 halkalı yapısı” ve bunun nasıl çalıştığı bilinmeden, herhangi bir “çözüm planı”nın geçerliliği veya uygulanma şansı da olamaz. Davutoğlu’nun “Türkiye’nin Suriye politikası” için ifade ettiği “Suriye krizi”nin içinden geçtiği “5 Aşama”yı da rejim yapısının “3 halkası” ile birlikte ele almakta yarar var. Davutoğlu’nun tanımına göre sıralayalım:
Bu arada, 60 bin nüfuslu Reyhanlı’da çok yakın geçmişte meydana gelen bombalı saldırılar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümetini zor duruma düşürmüştür... Yetkililer, saldırıların arkasında Şam rejimini destekleyen Suriyeli grupları sorumlu tutmaya çalışmakla birlikte, gerçek odur ki, Türkiye’deki mevcut güvensizlik durumunun kökleri Erdoğan hükümetinin Suriye konusunda benimsediği yanlış politikalar ve hatalı stratejide yatmaktadır... ABD, Suriye’nin bazı bölümlerinde, Türkiye ile sınırını da kapsayacak şekilde, uçuşa yasak bölge planını desteklemiyor. Ankara, ABD’nin sıkı desteğini elde edemedi ve Ankara’daki yetkililerin büyük ısrarlarına rağmen, ne ABD ne de NATO, Suriye’ye doğrudan askeri müdahaleye, Suriye’deki militanları desteklemeye ve bir Arap ülkesindeki silahlı muhalefete silah desteğinde bulunmaya istekli değiller. Türkiye’nin sınır bölgelerinin Suriye hava kuvvetleri tarafından bombardımanı ve Suriye hava sahası içinde bir dizi Türk savaş uçağının düşürülmesine karşılık, ne ABD’nin Türkiye’ye askeri destek sözü vermemesi, ne de NATO’nun üye ülkelerin birini savunmak için savaşa girmeye hazır olmaması buna kanıttır...
Suriye’deki gelişmeler karşısında Türk yetkililerin izlediği yanlış politika, Ankara’yı bir çok sorun ve güçlükle yüz yüze bıraktı. Bir yandan ülkenin dış politikası ciddi ölçüde topa tutulurken, diğer yandan öylesine bir yanlış politika, Türkiye’nin Suriye ile sınırı boyunda ve hatta ülkenin daha iç bölümlerinde güvenliksizliği arttırdı. Dolayısıyla, Başşar Esad hükümeti iş başında kaldıkça, Suriye mültecileri desteklemiş olmaktan ve almış olduğu önlemlerden ötürü zaten ağır bedeller ödemiş olan Türkiye hükümeti, topraklarındaki güvensizliği ortadan kaldırmak için daha ötede önlemler almak zorundadır. Hiç kuşkusuz, bu durum, Erdoğan ve hükümetini gelecekte daha da zor sorunlar karşısında bırakacaktır. Bu, Suriye ordusunun silahlı muhalefete karşı savaşta kazandığı son zaferlerden ötürü öyle olacaktır. Zira, muhalefet zora girmekle kalmamış, Suriye ordusunun bu zaferleri muhalefetin bölgesel ve uluslararası destekçilerinin de çekingenliğine yol açmıştır. Nitekim, ABD, Suriye hükümeti ve muhalefet temsilcilerinin katılacağı bir uluslararası konferans çağrısında bulunmuştur. Ne Washington, ne de bölgesel müttefikleri, daha önce, hiçbir şart altında böyle bir toplantıyı kabul etmezlerdi.
Öyle görünüyor ki, Türkiye, bölgede uğraşmak zorunda kaldığı bir çok iç ve dış sorunla yalnız başına kalmıştır.”
Bu satırların özellikle ilk bölümleri Türkiye’de muhalefetin, Suriye ile ilgili gelişmelerde her türlü sorumluluğu hükümetin sırtına yükleyen ve olan-biteni Tayyip Erdoğan hükümetinin yanlışları, yanlış Suriye politikasıyla açıklama yolunu tutan Türkiye’deki “muhalefet”in –başta CHP ve MHP ile- ve Suriye’nin eli kanlı, zalim diktatör rejiminin “yedek gücü”, Türkiye içindeki “STK’sı” gibi çalışan, sözde anti-emperyalist “marjinal sol” grupların söylemiyle neredeyse aynıdır.
“Tahlil yazısı”nın ikinci bölümü ise, gönlünü Suriye rejiminin bekasına vermiş ve bu nedenle Türkiye’nin Suriye politikasına karşı bir ülkenin resmi pozisyonunu açığa vuruyor.
Kim olabilir?
a) Rusya; b) İran; c) Çin; ç) Irak (Bağdat’taki Maliki rejimi); d) Hiçbiri
Doğru cevap: b.
“En somut yanı ‘Esad’sız Suriye.’ Cenevre sonrası adım atılacaksa Esad’sız bir süreç olacak… Rusya madem ‘Esad’ın avukatı değilim’ diyor. Daha ne kadar yanında duracak görmek lazım. Göreceğiz… Bu seyahatin ardından Rusya başta olmak üzere Suudi Arabistan ve bölgesel seyahatlar planlıyorum.”
Şu da Suriye konusunda “Obama yönetiminin bir ay öncesine göre farklı bir yerde durduğunu düşünüyor musunuz?” şeklindeki ikinci soruya cevabı:
“Daha kararlı gördüm. Ama askeri bir adım konusunda onlar da düşünmüyorlar. Cenevre sürecinde beklediğimiz neticeyi alabilirsek o zaman çok daha farklı kararların alınması mümkün olur.”
Başbakan Erdoğan’ın bu açıklamasını dünkü yazıda gönderme yaptığımız NYT’da Obama ile görüştüğü gün yayımlanmış olan Soner Çağaptay-James F. Jeffrey ortak imzalı, “Obama Türkiye’yi Suriye Bataklığından Kurtarabilir mi?” başlıklı yazıda altı çizilen gözlemleri hatırlayarak değerlendirmekte yarar var. Söz konusu yazının gözlemini hatırlatalım:
“Erdoğan, Esad rejimine karşı daha büyük bir güvence elde etmediği takdirde, Türkiye’nin Suriye’deki büyük kaybeden olacağının farkında. Erdoğan da, eğer 2014’te oy sandığında mutlak çoğunluğu sağlayamazsa büyük kaybeden olacak. Bu, aynı zamanda, Türkiye’yi bölgede Batı değerlerinin güçlü sütunlarından biri ve az sayıdaki istikrarlı ülkelerinden biri olarak gören ABD için kötü olacak. Türk hükümeti Suriye’de güçler dengesi isyancılar lehine şimdi dönmez ise, Suriye ihtilafının Hatay Vilayeti ve onunla birlikte Türkiye’nin geri kalanını da kargaşanın içine çekecek uzun bir mezhebi iç savaşa dönüşeceğine inanıyor.”
İşte, Türkiye ya da bir başka deyimle Tayyip Erdoğan tam da bu nedenlerden ötürü, Obama’dan ABD’nin Başşar Esad’ın devrilmesi için ABD’nin Libya’da ortaya koyduğu iradeye benzer bir tavır beklentisi ile Washington’a gitmişti.
Türkiye, şayet, kendi gücüyle Ortadoğu’ya yön verebilecek olsaydı, Washington’dan böyle bir talebi de olmazdı, olamazdı. ABD’den Suriye’de daha aktif olmasını, yapabileceklerini ve yapması gerekenleri yapmadığından şikayetçi olan bir Ak Parti hükümeti, bundan iki yıl öncesine kadar düşünülebilir miydi?
Suriye krizi, Türkiye’nin “bölge gücü” olarak sınırlarının Ankara’nın tasavvurlarının altında olduğunu gösterdi. Türk ve bölge kamuoyunun, Türkiye’nin gerçek gücününü bu olduğunun görülmesi istenmiyor olsa da, durum bu ve bunun daha da geriye gitmemesi için, Tayyip Erdoğan, Beyaz Saray’ın kapısını çaldı.