Paylaş
Geçen hafta sonu Mardin’de DPI’ın “Devlet-Medya İlişkileri” konulu panelinin moderatörüydüm. Sunumu, yanıbaşımda oturan ve son aylarda Türk medyasının içine girdiği feci durum karşısında bir “oksijen tüpü” gibi işlev gören, ifade özgürlüğünün alabildiğine teneffüs edilebildiği T24.com.tr isimli internet sitesinin başında bulunan Doğan Akın yaptı.
Doğan Akın konuşmadan önce, “Devlet-Medya ilişkileri”ndeki kepazeliğe dikkat çekmek amacıyla birkaç hatırlatma yaptım. Üzerinde özellikle durduğum konu, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 9 Haziran Pazar günü kısa bir ayrılığın ardından Ankara’ya dönüşündeki gövde gösterisi ve bunun medya tarafından yansıtılma biçimiydi.
Tayyip Erdoğan, Ankara Esenboğa Havaalanı’ndan şehre girene kadar, 4 yerde konuştu. Her seferinde aynı şeyleri söyledi. Havaalanı’nda, Pursaklar’da, Altınpark’ta ve AnkaMall’da. Tümünü Türkiye’de “merkez medya” içinde sayılan televizyon kanallarının tümü naklen yayınladı.
Akşamüstü başlayan ve gece yarısına kadar artarak devam eden gergin bir uslupla zirveye tırmanan Tayyip Erdoğan konuşmalarının cereyan ettiği sıralarda, Taksim’de onbinlerce kişi gösteri yapıyordu. Keza, Ankara merkezinde de çatışmalar vardı. Merkez medyanın hiçbir televizyon kanalı, bunlardan söz etmedi. Ankara Esenboğa Havaalanı ile şehrin girişine kadar olan 27 kilometrelik mesafenin her santimetrekaresini, saniye saniye tüm Türkiye’ye izletti.
Alın size, “Devlet-Medya ilişkileri”nin “demokratik Türkiye”de şunun şurasında iki-üç hafta önceki halini. Hiçbir demokratik ülkede, böyle bir medya olamaz. Böyle bir medyanın olduğu hiçbir ülke, “demokrasi” görüntüsü veremez.
Türkiye’nin medya üzerinden okunabilecek olan “demokrasi açığı”na dair kanıtlar, son bir hafta içinde artarak devam etti. Hatta, Mardin’deki panelin kapanışından sonraki birkaç saat içinde bile…
Mardin’de akşam saatlerinde, Gürsel Göncü yönetiminde çok başarılı bir yayın geçmişi olan NTV Tarih Dergisi’nin son sayısında Gezi Olayları’na yer vermiş olduğu için matbaadan toplatıldığı, bunun üzerine çok deneyimli ve başarılı bir gazetecilik kariyeri olan NTV’nin dergiler grubunun sorumlusu Neyyire Özkan’ın istifa ettiği haberini duyduk. Gürsel Göncü de ayrılmıştı. Birkaç gün sonra, Mirgün Cabas da, bu isimleri izledi.
Medyada “son kurban” Kürşat Bumin oldu. 16 yıl emek verdiği Yeni Şafak’la ilişkisi yakışıksız biçimde kesildi. Medya meslek ortamında “vefa” kavramı terkedilmiş, birçok medya organı, 28 Şubat’tan bile beter, birer “kara propaganda merkezi” haline dönüştürülmüş olduğu için, pek de şaşılacak bir hal sayılmaz belki de.
Kara propaganda bana dönük olarak da Gezi olaylarının başından beri çalışıyor. İktidarın zulmüne karşı çıkmamın bedeli ağır ödetilmek isteniyor. Önce bildik, “kişilik katli” yöntemiyle işe koyuldular. Biri Yeni Şafak’ın, diğeri Sabah’ın ilişkide olduğu öne sürülen internet sitelerinde “Türkiye’de Siyonist Lobinin Taşeronu” listesi diye ipe sapa gelmez bir liste yayımlandı. Listenin başındaki isim benimki. Ardından Amberin Zaman, Kadri Gürsel, Mustafa Akyol, Fehim Taştekin… sıralanıyor.
Yıllarca, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne mensubiyetim sebebiyle “terörist” imasıyla damgaladıkları ismi, şimdi “Siyonist Lobinin Taşeronu” olarak liste başına yerleştiriyorlar.
Aynı internet sitelerinde, geçen haftaki Lice olaylarında “Lice provokatörlerini deşifre ediyoruz” diye isimler yayımladılar. “Lice provokatörleri”nin birinci sırasında Ruşen Çakır var. Sonra benim ismim. Benim ardımda üçüncü ve dördüncü sıraya Fehim Taştekin ve Ece Temelkuran’ı yerleştirmişler.
Utanma arlanma rafa kaldırıldığı için, bu sitelerden biri “Öcalan’dan Çandargil’e şok” başlığı altında Abdullah Öcalan’ın, bana, Hasan Cemal, Ruşen Çakır, Ece Temelkuran, Nuray Mert ve Amberin Zaman’a tavır koyduğu ima ediliyor. Bu yalan, “Öcalan devletle anlaştı, Kürtleri kandırıyor provokasyonu” yaptığımız şeklinde hayasızca bir başka yalana dayandırılarak sürdürülüyor.
Türk medyası, son haftalarda, özellikle Gezi sonrasında tarihinin en acınacak hallerinden birini yaşıyor. Bu, son iki yıldır artan ve gelişen bir olguydu ama Gezi ile birlikte zirveye vardı. Gezi’deki ve Lice’deki zulmün hesabını vermesi gereken, Roboski’de hesap vermekten kaçan iktidar çevresi, medyanın bu haliyle ortaya serilen “demokrasi açığı”ndan ötürü sorgulanmak üzereyken, Mısır’daki askeri darbeye cankurtaran simidi gibi sarılıyor.
Yaptıkları, Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler’le dayanışma kisvesine sarınarak , üzerlerindeki “anti-demokratik lekeleri ” örtmeye çalışmak. Böylece Gezi karşısındaki tutumlarını meşrulaştırmayı ve giderek kendilerini eleştiren “demokratlar”ı sindirmeyi tasarlıyorlar.
Buna ilaveten, Mısır’ı Türkiye gündemi üzerinden okumaya ve okutmaya kalkıyorlar. Birkaç gündür, Mısır’daki darbe, “27 Mayıs’a mı”, “28 Şubat’a mı”, Türkiye’deki hangi darbeye benziyor; bu konuda kalem oynatılıyor. Hatta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’“28 Şubat” hükmünü vermiş bile.
Oysa, Mısır’ı anlamak istiyorsanız, yapabileceğiniz en büyük yanlış, Mısır’ı Türkiye gündemi üzerinden okumak olur. Mısır’da 2013’te olan-bitenin, Türkiye’deki ne 27 Mayıs’la (1960), ne 28 Şubat’la (1997), ne de12 Eylül (1980) ya da 12 Mart’la (1971) yakından uzaktan hiçbir ilgisi, ilişkisi ve benzerliği yoktur. Mısır’ı bu parametrelerle tartışmak, -iktidarın çok arzu ettiği- müthiş bir yanılsamayı beraberinde getirmektedir. Bu, ayrıca nice demokrat kalemi Gezi’de aldıkları tavrın “darbe yandaşlığı” ile suçlanmasını önlemek kaygısıyla aşırı savunmacı bir ruh haline itmektedir.
“Demokratlar”, hiç ihtiyaçları olmadığı halde, sürekli olarak, “Bu bir askeri darbedir” diye iman tazeleme ihtiyacı duyuyorlar. Avrupa’nın “çifte standardı”na gönderme yapmaya kendilerini mecbur hissediyorlar.
Son haftalarda Ak Parti hükümetinin Avrupa (genel olarak Batı) ve AB karşıtı söylemleri, AB’nin Türkiye’deki antidemokratik uygulamalar konusundaki duyarlılığına paralel olarak yükseldi. Şu sırada Mısır darbesi üzerinden de Avrupa’ya “demokrasi namına” babalanmak, “içe kapanmacılığı” geliştirerek, Türkiye’deki “antidemokratik uygulamaları” kolaylaştırmaktan başka sonuç getirmez.
Ayrıca şunu unutmayalım: İktidar çevreleri, Mısır’daki askeri darbeyi, Gezi’ye karşı Tayyip Erdoğan’ın aldığı tutumun doğruluk ölçüsü olarak değerlendiriyorlar.
Bütün ömrünü askeri darbelere karşı mücadeleyle geçirmiş bizim gibilerin, Türkiye’deki mevcut iktidar önünde “demokratlık” ispatına ihtiyacı yok.
Buna karşılık, kendi ülkesinde demokrasi ihlalini adet haline getirmiş olanların, Mısır söz konusu olduğunda, “demokrasi havarisi” kesilmelerinden şüphelenmek için, her türlü hakkımız var.
Borç-alacak ilişkisinde, iktidarın bize borcu var çünkü…
Paylaş