Paylaş
O da yemin ederek görevine başladı. Yemininde Mursi’yi kastederek, Mısır halkının “tiranlığa” izin vermeyeceğini bildirdi.
Bütün bunlar, “askeri darbe”den başka bir anlama geliyor mu?
Hayır. “Kitap”ta “askeri darbe” için ne şekil aranıyor ve gerçekleşmesi halinde ne sonuç veriyorsa, bütün bunlar söz konusudur ve Mısır’da bir tür “askeri darbe” olmuştur.
Yani, çok kötü bir şey olmuştur. Demokrasi ölçüleri bakımından kabülü mümkün bir durum değildir. Arap ve İslam dünyasında ve Afrika kıtasında “demokrasi tecrübesi” ağır bir yara almıştır.
Mısır’daki “askeri darbe”yi “meşru” görmek ve göstermek düşünülemez. Bu bakımdan, dünkü yazımdan kim bu sonucu çıkartırsa, ya kötü niyetlidir veya okuduğunu anlamaktan acizdir. Bütün ömrü boyunca, askeri darbelerden çekmiş ve askeri darbelerin hedefi olmuş benim gibi birisi için, hiçbir askeri darbeyi meşrulaştırmak söz konusu olamaz.
Bununla birlikte, Mısır’da neyin neden olduğunu anlamak da gereklidir. Gazete köşelerini Türk medyasının her yanını ahtapot gibi sarmakta olan Ak Parti propaganda makinasının bir dişlisi haline getirirseniz, işiniz kolay; sloganlarla dolu, pozisyon yazısı yazarsınız, olur biter.
Amacını sadece tavır almak ve bunu yansıtmak değil de, anlamak ve yorumlamak ise, Mısır’daki “askeri darbe” olgusunun arkasına geçmek, neyin, niçin gerçekleştiğini irdelemek durumundasınız.
Zira, Hüsnü Mübarek’in “Son Firavun Yönetimi”ni yıkan ve Müslüman Kardeşler’e seçim yoluyla iktidar yolunu açan 25 Ocak 2011 Devrimi’nin –ki, muazzam bir kitle hareketi idi- iki misli Mısır’lıyı sokaklara döken, 30 milyon insanı sokağa çıkartan “olgu”ya da bir isim bulmak zorundasınız demektir.
Sokaklardaki 30 milyon Mısır’lı “darbe taraftarı” olamaz herhalde? Bunların tümüne yakını, 2011’de Tahrir’i her türlü baskıya karşı koyarak dolduran kitlelerdi. Şimdi, sayıları ikiye katlanmış vaziyette, Mursi’ye karşı, başta Tahrir, Mısır meydanlarını ve sokaklarını doldurdular.
Niye? Niye böyle oldu?
Cevabını merak etmez misiniz?
2011 Ocak-Şubat’ındaki üç hafta boyunca da, Tahrir’de Müslüman Kardeşler sahaya pek çıkmamışlardı. Ya da pek az kez ve pek az sayılarla katılmışlardı. 25 Ocak 2011 sonrasında Müslüman Kardeşler’in iktidarının önünü açan gelişmeler, yine iktidarı Mübarek’ten almış olan Mısır Ordusu’nun “Yüksek Askeri Konseyi”nin yönetiminde söz konusu olmuştu.
Ama, hiç kimse Muhammed Mursi’nin ve Müslüman Kardeşler’in iktidarının bir “Askeri Darbe” sonucunda olduğunu söylemedi. “Devrim”in sonucuydu Mursi ve Müslüman Kardeşler’in iktidarı.
Mursi’nin iktidardan gitmesi de, gelişinden önceki halk hareketinin iki misli büyüklükteki gösterilerin sonucunda oldu. Bu da bir “Devrim” sayılmaz mı? Niçin bu, Mursi’nin Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanlığı’na getirdiği General Abdülfettah el-Sisi’nin başını çektiği bir “Askeri Darbe” olarak niteleniyor? Niçin, 25 Ocak 2011, General Tantavi’nin başını çektiği bir “Askeri Darbe” olarak nitelenmiyor?
Mesele, Hüsnü Mübarek ile Muhammed Mursi arasındaki farktan mı kaynaklanıyor?
Evet. Çünkü, Mursi, seçimle iş başına geldi. Ama, görülüyor ki, seçim, “meşruiyet zemini” olmakla birlikte, “otoriter rejim”e geçişe karşı bir “emniyet sübabı” oluşturmuyor. Nitekim, Mısır’da Hüsnü Mübarek ile simgelenen “laik diktatörlük” yerini “İslamcı otoriterlik” ile değiştirince, 2011’de harekete geçen “devrimci dinamik” karşısında dayanamadı.
Yani, Mısır, öyle basit “siyah-beyaz” formüller sunmuyor. Hayli karmaşık bir denklem söz konusu. Öyle ki, Muhammed Mursi’nin devrilmesiyle, Suudi Arabistan’ın Mısır’da Katar’a karşı avantaj sağlandığı yorumları bile yapılıyor. Fehim Taştekin’in kullandığı “El-Cezire’ye karşı el-Arabiyye televizyonu kazandı” metaforu üzerinde durulmaya değer. El-Arabiyye, Suudiler tarafından finanse edildiği ve Dubai’den yayın yaptığı , el-Cezire’nin ise Katar’dan yayın yaptığı, Müslüman Kardeşler yanlısı olduğu ise biliniyor. El-Cezire’nin bir numaralı yorumcusu, İslam dünyasının en etkili din adamlarından biri olan Yusuf el-Karadawi, aynı zamanda, Müslüman Kardeşler’in en önemli beyinlerinin başında geliyor.
Zaten, Mursi devrilir devrilmez, S. Arabistan Kralı’nın hararetle, Adli Mansur’u “yeni görevi”nden ötürü tebrik etmesi ilginç. Suriye muhalefetine destek konusunda ittifak yapan Körfez’in iki güç merkezinin –S. Arabistan ve Katar- Mısır’da “nüfuz mücadelesi” yapıyor olmalarını bir yere not etmekte yarar var. (Bu arada, Katar politikasını değiştirmesi beklenen yeni Emir’in de Mansur’u tebrik etmiş olduğunu ekleyelim.)
Ayrıca, S. Arabistan’daki Vahhabi rejim ile Müslüman Kardeşler’in yıldızının tarih boyunca barışık olmadığını da bilmek gerekli. Bütün bu “ayrıntılar”ı göz önüne almadan, Mısır’da ne olup bittiğinin ve bundan sonra ne olabileceğini, Türkiye’nin kendi iç politikası üzerinden projeksiyon yaparak anlamak imkansız.
Mısır’ın “içinden” gelen “iki okuma” söz konusu. Bunlardan birincisi kendisini “30 Haziran Hareketi” olarak adlandıran ve Mursi’nin gitmesinden yana olana ait. Şöyle:
“Bu, yeni bir devrim değildir. Hüsnü Mübarek’I devirmiş olan tarihi 25 Ocak 2011 Devrimi’nin devamıdır. Bu hareketin kökleri, onyıllar öncesine giden, sivil eylemcilik ve insan hakları hareketlerindedir. Ulusal vizyonunu İngilizlere karşı 1919 Mısır Devrimi’nde bulmaktadır.”
Mursi ve Müslüman Kardeşler’in taraftarlarının “durum okuması” ise bunun 180 derece zıddıydı. Onlara göre:
“2011 Devrimi’nin kökleri, 1928’de Müslüman Kardeşler’in kuruluşuna gider. Müslüman Kardeşler, Mısır’ı İslam üzerinden yüceltmeyi hedeflemiştir. On yıllar boyu süren ve mücadele sayesinde bireyin, ailenin ve toplumun ıslahatı sağlanmıştır ki, siyasi iktidar bunun sonrasında gelecek ve modern bir İslam devletinin kurulması mümkün olabilecektir.”
Mursi ve Müslüman Kardeşler, bu “vizyon”a uygun bir yönetim çizgisini benimsediler. Ve, Mısır, infilak etti.
Mısır’da birbirinden çok farklı iki geçmiş yorumu ve gelecek tasavvuru söz konusu. Bunların, bundan sonra, birarada nasıl yaşayabilecekleri çok önemli bir soru işareti.
Peki, bütün bunlardan Türkiye’ye –en hızlı haliyle- nasıl bir sonuç çıkartmalıyız?
1. Türkiye’nin Mısır’dan ciddi farklarını göz önüne almalı,”paralellik” aramamalıyız;
2. En önemlisi, demokrasi ve özgürlüklerin sınırlarını geniş tutmalı, toplumsal uzlaşmaya önem vermeli, keyfi ve kibirli yönetim tarzlarından uzak durmalıyız. Yani, “demokratik” bir ülke olmayı “tahkim” etmeliyiz.
Paylaş