4 ölü, 7822 yaralı, 11 göz kaybı, 6 kişi yoğun bakımda, 4 , 1000’e yakın gözaltı. Ve tabii buna görülmemiş ölçüde sıkılan biber gazının yol açtığı “bir ton gözyaşı”nı da ekleyin.
Bu arada, ülkenin bozulan psikolojisini, iktidar sahiplerine karşı, vatandaşların hatırı sayılır bölümünde kaybolan ve geri gelmesi pek de mümkün gözükmeyen güven kaybını eklemeyi de ihmal etmeyin.
“Dış mihraklar”, “uluslararası komplo”, “Zello”, “Otpor”, “faiz lobisi” vs. aklınıza gelen gelmeyen bütün palavraları ve zırvayı bir kenara koyun. Olayların nasıl başladığını ve nasıl sona erdirildiğini asla unutmayın: Türkiye’ye akıl almaz derecede ağır bir faturaya mal olan olaylar, Gezi Parkı’nda 31 Mayıs sabahı saat 5’de ve gece, polisin “orantısız güç kullanması” ile bir “toplumsal patlama”ya dönüşmüştür. 15 Haziran gecesi kendi kendine sona ermesi ihtimali çok yüksek iken, çadırlar toplanmakta, barikat kaldırılmaktayken, yine vahşi bir biber gazlı polis saldırısı sonucunda nokta, “Gezi Parkı Direnişi” bitirilmiştir.
Olayları tetikleyen “orantısız güç kullanımı” olmuştur. Bitişte de “orantısız” üstelik tümüyle gereksiz güç kullanıldı. Kimsenin kılına zarar gelmeden bitmesi için sadece iktidarın yarım gün daha sabretmesi gereken bir eyleme, Gezi Parkı’nın içindeki korunmasız insanlara insafsızca biber gazı ve suya karıştırılmış gaz sıkan TOMA’larla saldırıldı. İsrail’in Filistinlilere reva gördüğü ve Tayyip Erdoğan’ı çok sinirlendiren manzaralar, Tayyip Erdoğan’ın sorumluluğu altındaki güvenlik güçleri tarafından, Türkiye’nin genç insanlarına karşı tekrarlandı.
Bunun meşru görülecek, meşru gösterilecek tarafı var mı? Ülkemiz, uluslararası basının gözleri önünde, Tayyip Erdoğan iktidarı tarafından, dünya önünde küçük düşürüldü.
“Orantısız güç kullanımı” diye ifade edilen bu “teknik” deyim, şayet süreklilik kazanır ve bir iktidar uygulaması haline gelirse, bunun kestirme Türkçesi ise “zulüm”dür.
Konu sanıldığından çok daha vahim ve derin. Çünkü iş BM İnsan Hakları Komiserliği’ne kadar uzandı. BM İnsan Hakları Komiseri Navi Pillay, dün, Türk hükümetinden “aşırı güç uygulamasını sona erdirmesi” çağrısında bulundu. Pillay, “güvenlik güçlerinin kabul edilmiş insan hakları normlarına uymasının sorumluluğunun hükümette olduğunu” da bildirdi.
Herhalde, BM’nin insan hakları bölümü de
Üstelik, “Gezi Parkı Fatihi” ünvanınıkazandıktan ve İstanbul surları dışında Kazlıçeşme’de binlerce kişiyi toplayıp“zaferini taçlandırdığı”, yani kendisini engüçlüymüş gibi gördüğü ve gösterdiği andakaybetti.
Neyi kaybetti?
On yıl önce en önem verdiği şeyi,“Kimsesizlerin kimsesi”, “Sessizlerin sesi”olarak tarihe geçme şansını kaybetti. TayyipErdoğan, 31 Mayıs-16 Haziran arası dönemde,özellikle 16 Haziran gecesinden 17 Hazirangecesine dek İstanbul başta, ülke çapındaestirilen “polis terörü” havası, “DivanOteli’nin içine biber gazı atılması”,“doktorların elleri arkadan kelepçelenmesi”,“İstiklal Caddesi’ne çırılçıplak soyunanbirisinin polis saldırısına bağrını açması”,“TOMA’nın tazyikli suyuna karşı koyankırmızı elbiseli kadın” görüntüleriyle, ne yazıkki, çok daha fazla hatırlanacak artık.
Ne yazık ki diyorum, zira, Türkiye’ye yakıngeçmişte önemli adımlar attıran liderin tarihe bugörüntüler eşliğinde kaydolmasını gerçektenistemezdim. Yıllarca ona destek olduğum, krediaçtığım da doğrudur. Bu nedenle, hala“ulusalcı” çevrelerin bana yönelik tepkileri, songelişmelerden sonra “ağır hakaret” halinegelerek devam ediyor. Ortaya konan zulmegönderme yapan bazıları, “yetmez ama evet”gibisinden kinayeli tavırlarının yanısıra,Erdoğan’ın “zulmü”nden benim ve benimgibilerin sorumlu olduğunu ileri sürecek kadarsaçmalıyorlar. Bütün bunlar doğru olmasa da,Tayyip Erdoğan’ı güçlü biçimde desteklemişolduğumuza dair hayli yaygın bir algıya nedenolduğumuzu da görebiliyorum.
Gezi Parkı eylemlerinin, başta Tayyip Erdoğan, iktidarın kimyasını bir hayli bozduğu dünkü Avrupa Parlamentosu kararı üzerine ortaya konulan tepkilerden anlaşılıyor. Bu gibi durumlarda aklıselimden ayrılmayacağı düşünülebilecek olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da, AB ile ilgili durumlarda diğer bakanlardan daha duyarlı ve anlayışlı olması gereken Egemen Bağış da tuhaf tepkiler verdiler.
Tabii ki, bu anlamsız tepkilerin başını, kimyası en bozuk olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan çekti. Avrupa Parlamentosu’nun Gezi Parkı olaylarına ilişkin kararını “tanımayacağını” ilan etti..
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, karar kendilerine ulaşınca, aynen iade edeceklerini bildirdi. Egemen Bağış’ın söylediklerini tekrarlamak hiç gerekmiyor, zira çocuksu bir öfke nöbetine tutulmuş birisinin sözlerinden ibaret.
Ne demiş Avrupa Parlamentosu? “Kabul edilemeyecek” ne var kararda?
Söz konusu kararda “kınama” sözcüğü bile geçmiyor ve karar, Türkiye’de aklı başında olan herkesin kolaylıkla altına imza atacağı bir içeriğe sahip. AP’nun Strasbourg’da oy çoğunluğuyla kabul edilen kararında “Başbakan Erdoğan ve Türk hükümetinin eylemler karşısında takındığı sert tepkilerin üzücü” olduğu ifade ediliyor ve “Başbakan Erdoğan ve hükümetin uzlaşı için inisiyatif almayı, özür dilemeyi veya Türk halkının bir kesiminin tepkilerini anlamayı reddetmesi Türk toplumunun daha da kutuplaşmasına neden olmuştur” deniliyor.
Nesi yanlış bunun. Her cümlesi, her kelimesi, her hecesi doğru bir karar metni bu.
10 gün yani 31 Mayıs-1 Haziran’daki gelişmelerden itibaren. İlk konuşması İstanbul’da 1 Haziran günü öğledensonra TİM’de idi. Gezi Parkı’nda polisin sabah baskınını savunmuş, “orantısız kuvvet kullanılması” iddialarını soruşturacağını söylemiş ve polisin elbette ki Gezi Parkı’nda bulunacağını açıklamıştı.
O konuşmasından bir buçuk saat kadar sonra, polis, aniden Taksim’i ve çevresini boşalttı. Gelişmeler bambaşka bir evreye girdi. Boşaltma emrinin Tayyip Erdoğan’dan gelmiş olabileceğini kimse düşünmedi. Bildiğim kadarıyla, o emri o vermedi.
Polisin Taksim’i terketmesinden sonra birkaç kez daha konuştu Başbakan. En kötü iz bırakanı, “yangına benzin döken” cinsinden olanı Pazar günü akşamüstü bir televizyon kanalına verdiği mülakat oldu. Ertesi gün Kuzey Afrika seyahatine çıkarken “Yüzde 50”yi evlerinde zor tuttuğunu” söyleyip, bir Başbakan’ın asla söylememesi gereken bir “tehdit”i arkasında bırakıp, ülkeden ayrıldı.
Geçen hafta Pazartesi gününden Cuma sabahının ilk saatlerinde Türkiye’ye dönene dek, ülke bir nebze rahatladı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Vekili Bülent Arınç, “kriz”e ilişkin olarak ön alınca ve Başbakan’ın sesi işitilmeyince, “çözüm umutları” canlanır gibi oldu.
Recep Tayyip Erdoğan, Tunus’tan İstanbul’a dönüşüne birkaç saat kala, ağzını bir açtı; borsa tepetaklak oldu, dolar ve euro yükseldi. Ve, bir döndü pir döndü. İstanbul Atatürk Havaalanına, Ak Parti İstanbul İl Teşkilatı’nın lojistik desteğiyle gece yarısı yığılan ve “Yol Ver Gidelim, Taksim’i Ezelim”, “Ya Allah Bismillah, Allahu Ekber” tezahüratlarıyla kendisini selamlayan “evde tutmakta zorlandığı yüzde 50”nin temsilcileri önünde coştu. Birkaç saat sonra, sabaha karşı, evinin önünde konuşanlara da gaz verdi. Cuma öğledensonra AB temsilcileri önünde onları şaşırtan bir üçüncü konuşmayı 24 saatin içindeki dördüncü konuşma olarak sığdırdı.
En görkemli gösterisi ise Pazar günü Mersin-Adana hattında ve daha da önemlisi Ankara Esenboğa havaalanı ile 25-30 kilometre uzaklıkta şehrin girişindeki Akköprü arasında yaptığı konuşmalardı. Coşkulu topluluklar önünde, Mersin ve Adana’da birer, Ankara’da dört konuşma birden yaptı. Hepsini tüm ana televizyon kanalları canlı yayınladı. Bir günde Tayyip Erdoğan’ı 6 kez dinlemiş oldum/olduk. Bir de dün grup toplantısında konuştu.
Konuşmalarının tümünün içeriği aynı, öfke dozu ise yerine göre ayarlanıyor. Aklı başında herhangi bir insanın Başbakan’ı dinlerken ne hissedebileceğine ilişkin, en doğru değerlendirmeyi önceki gün T24’e konuşan ve inançlı, dindar bir kadın yazarın, Hidayet Şefkatli Tuksal’ın “Erdoğan’ın günde üç seferi bulan konuşmalarına tanık olduğunuzda ne hissediyorsunuz?” sorusuna verdiği cevapta okudum. Şöyle diyordu:
“Barış öncesi milliyetçi jargon yükselince Başbakan’ı hiç dinleyemedim. Barış süreci başladıktan sonra umutlandım ve dinleyebilir hale geldim. Başbakan’ın herkese sürekli laf yetiştiren adam görüntüsü, ağırlığıyla da çelişiyor. Sürekli bağıran çağıran bir adama dönüştü...”
Sırrı Süreyya Önder kim?
BDP İstanbul Milletvekili. Sırrı Süreyya Önder’i tanımayan kalmadı. Bir milletvekilinin duyarlılık göstermesi gereken hemen her konuyla ilgilendiği, duyarlılık göstermesinin ötesinde, ‘eylemciliği’, yani toplumun birçok kesiminin çıkarlarını temsilde ön almış olduğu için. Sırrı Süreyya Önder, 550 milletvekilinden biri değil. Bunların 500’ünün adını ortalama bir Türk vatandaşı hiç duymamış olabilir ama Sırrı Süreyya Önder adını artık herkes biliyor.
Sırrı Süreyya, 1991’deki ‘Moskova Darbesi’nde –Sovyetler Birliği’nin sonunu getirmişti- karşı koymak için tankın üzerine tırmanarak direnişi simgeleştiren Boris Yeltsin’i hatırlatır biçimde, 31 Mayıs sabahı saat 05’te Gezi Parkı’nda ağaçları sökmeye gelen greyderin önüne kollarını açıp, göğsünü siper etmesiyle İstanbul’daki tarihi direnişin simge ismi oldu. Yediği gaz bombasıyla yaralanarak hastaneye de kaldırıldı.
‘Direniş’in simge ismi’ olduğu için, hafta içinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Vekili Bülent Arınç’ın duruma çözüm bulunması girişimlerinde görüştükleri insanlardan biriydi. Zaten, Sırrı Süreyya Önder, ‘Gezi Parkı Direnişi’ne dek, Türkiye’nin en heyecan verici gelişmesi olan ‘barış süreci’nin de ‘başrol oyuncularından biri’ olarak öne çıkmıştı. Dört kez İmralı’ya gitti; birkaç kez de Kandil’e. Bir ‘barış yapıcısı’ olarak ün yaptı.
Ve, Sırrı Süreyya Önder’e geçen hafta ‘ceza’ kesildi. Bu ‘ceza’nın bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından kesilmiş olduğu bir sır değil. Malum, ta 14 Nisan’dan beri yani yaklaşık iki aydan beri İmralı’ya 7. kez gitmek üzere BDP’nin başvurusundan sadece Selahattin Demirtaş ve Pervin Buldan’a izin çıktı. Sırrı Süreyya Önder ‘veto’ yedi. Madem, Gezi Parkı olayında önaldı, öyleyse İmralı’ya gidemez, ‘barış süreci’nde Başbakan’ın hışmını çekmiş olduğu için ‘barış süreci’nde oynayabileceği ve oynaması gereken rolü oynayamazdı. Çünkü, Recep Tayyip Erdoğan, Sırrı Süreyya Önder’e kızmıştır. (‘Kızgınlığın’, Sırrı Süreyya’nın barış sürecinde bugüne dek oynadığı olumlu rolle hiçbir ilişkisinin bulunmadığı açıktır.)
‘Gezi Direnişi’ niçin patlak verdi ve bu kadar geniş boyutlara ulaştıysa, Sırrı Süreyya’nın yediği ‘Tayyip Erdoğan vetosu’ da aynı şeydir; aynı zihniyetin ürünüdür. Bu ülkede her şey, Başbakan’ın iki dudağının arasında olmak zorundadır. Başbakan, kızarsa, ‘ceza’yı keser. Bir sorunu çözmek mi istiyorsunuz? Başbakan’ı kızdırmamalısınız.
Böyle bir kafa yapısı ‘barış süreci’nin önündeki en önemli tehdittir. Bir başka deyimle, Başbakan’ın ‘Gezi Direnişi’ne yaklaşımı, ‘barış süreci’ni de aklına öyle eserse, gözden çıkarabileceğine dair ipucu veriyor. O nedenle, ‘barış süreci’ni güvence altına almak, bunu bir ‘Tayyip Erdoğan performansı’ndan çıkartmaya, Başbakan’ın iniş-çıkışlarına, keyfine tabi kılmamaya bağlıdır. Bu, bir ‘devlet politikası’ ise ona göre yapılandırılmalı, kamuoyunun denetimini mümkün kılacak şekilde, nispeten ‘saydam’ bir ‘yol haritası’ ve ‘takvim’e kavuşturulmalıdır.
Yazısına “... Tayyip Amca ve ‘kurmayları’ kabaca 94 yılından beri hayatımdalar. Yani bu demek oluyor ki ben 4 yaşındaydım. Tayyip Erdoğan bu ülkenin siyasi sahnesinde yavaş yavaş tanınırlık kazanmaya başlıyordu. Şimdi ben 24 yaşıma giriyorum ve Tayyip Amca bugün ülkenin istisnasız her hanesinde tanınan ender şahsiyetlerinden biri konumunda” cümleleriyle giriyor ve yazıyı şöyle noktalıyor:
“... 31 Mayıs’tan beri olanlar; siz büyüklerimizin gözünde bizleri apolitik olmaktan alıkoymasın. Evet, biz, sizlerin yıllardır ‘politik’ dediklerinize, apolitik yaklaşıyoruz. Bu son derece bilinçli bir tercihtir. Nitekim ben ve akranlarımın politikadan anladığı biraz farklı. Bizler, yarının Türkiye’sinde peşinden koşulacak, uğruna asker olunacak önderler aramıyoruz. 15 gün önce böyle bir şeyi düşünebileceğimini tahmin dahi edemezdim. Gezi Parkı, şayet hiçbir şeye yaramadıysa bile, sizin o apolitikleri en azından öndersiz de var olunabileceğine inandırdı. Siz de bir düşünün derim. Saygılarımla.”
Hemen her gün Taksim Meydanı’nda ve Gezi Parkı’nda değişik saatlerde bulundum. “Durum”a ilişkin okuduğum en doğru ve en çarpıcı tespitlerinden başında geliyor yukarıdaki satırlar. Zaten bir haftadır da, anlatmaya çalıştığım –Tayyip Erdoğan’ın anlamadığı, çevresindekileri anlamamayı tercih ettiği- bir ölçüde de bu.
“Apolitik” diye etiketlenmiş olan 90’lı yıllarda doğmuş ya da çocuk olan, “Gezi Parkı Direnişi”nin omurgasını oluşturan kuşak, tam da dönemlerine uygun biçimde hızlı bir kuşak. Her şeyin hızla tüketildiği bir dönemin kuşağı. Bu “hızlı tüketim”e, belli ki, 20 yıldır sahnede görmeye alıştıkları ve artık görmekten sıkıldıkları, üstelik son zamanlarda her şeylerine George Orwell’in “1984”ündeki “Büyük Birader” ya da “Üçüncü Dünya”nın otoriter-otokratik yapılarındaki “Baba” gibi hükmeden bir “Paternalist figür” Tayyip Erdoğan de dahil.
Bu “kuşaksal kopuş” ve “iki tarz-ı siyaset”in geleceğin Türkiye’sine nasıl tercüme edilebileceğini –ya da bir ihtimal edilemeyeceğini- bir süre sonra görebileceğiz. Ne olursa olsun, “Gezi Direnişi”, kendisinden önce ve sonra olmak üzere, Türkiye’nin iki ayrı döneminden söz edebileceğimiz kadar önemli bir “tarihi kilometre taşı” ve “kırılma noktası” olacağa benziyor.
Zihnini önyargılardan boşaltan herhangi bir kimse, Gezi Parkı’nı yukarıdaki genel değerlendirme ile uyuşan biçimde gözlemler. Parkın 150 bin metrekarelik alanı ve önündeki Taksim Meydanı, kısa süre öncesinde yan yana gelmeleri tasavvur dahi edilemeyecek olan Türkiye’nin tüm renklerinin –ideolojik, siyasi, mezhepsel, dini, kültürel, vs.- bir arada ve akıl almaz bir karşılıklı saygı ve uyum içinde yaşayabileceklerinin canlı gösteri sahnesi gibi.
Başbakan Tayyip Erdoğan, 1 Haziran cumartesi günü öğledensonra gelişmeler konusunda ağzını ilk kez açtıktan sonra, “Hiçbir şey anlamamış” hükmünde bulunmuştum.
Tunus’tan gelen sese bakılırsa, Başbakan, “anlamama”yı sürdüyor. Tayyip Erdoğan’a “Taksim-Gezi Parkı Direnişi”nden önce derhal, “en hassas terazi” tepki verdi ve daha hiç kimse ekranlarda Başbakan’ın sözlerini yorumlamaya başlamamışken, borsa düştü, dolar ve euro yükseldi!
Gerçeklerle ilişkisi bulunduğu mevki ve çevresi nedeniyle zaten bir hayli kopmuş olan Başbakan’a anlayış göstermek de gerekebilir. Türkiye’de olayların başlangıç noktası olan Taksim-Gezi Parkı’nda gerçekten “tarihi” bir gelişme cereyan ediyor. Kolay anlaşılır nitelikte değil. Ancak, son derece yaratıcı, sempatik ve kendine özgü. Herhangi bir ülkede benzeri olmayan nitelikte.
Hareketin “motoru” olan şehirli genç kuşağa mensup olmayanların –katılanların yüzde 70’e yakını 16-30 yaş arası, yüzde 40’ı 16-24 arası- kavraması kolay olmayan bir eylemle karşı karşıyayız.
Bununla birlikte, etkilerini önümüzdeki yıllara yayması kaçınılmaz olan, çok yakın vade bakımından iktidarı değiştirecek cinsten olmasa da –zaten bu, umurunda da gözükmüyor- Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden belki de geniş bir çevreyi değiştirecek bir gelişmeyi yaşıyoruz. Bugün, sözü, ne olduğunu bir nebze daha iyi anlayabilmek için, eylemin doğrudan aktörlerine, yani “çapulcular”a bırakıyorum. “Çapulcu”nun birinden gelen bir e-maili yayınlıyorum:
“Merhaba Cengiz Ağabey,
Malum sizler yaşlandınız artık sıra gençlerde.Taksim gezi parkında apolitik bir nesil politize oldu. Bunu da becerebildiğim kadarıyla analiz etmeye çalıştım. İlginizi çekebileceğini düşünüyorum. Buyurunuz..
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, girmesi gerektiği biçimde devreye girdi. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın birinci gün yapması gerektiğini, yapılması gerektiği gibi yaptı. Bundan sonra olması gereken, ülkenin her yerine yayılmış, ama merkezi İstanbul-Taksim olan “Direniş”in “yumuşak iniş” ile son bulması.
Cumhurbaşkanı, önceki gün, “Demokrasi sadece sandık değildir” ve “Mesaj alınmıştır” diyerek, kendisini Başbakan’ın “sandık vurgusu”ndan başka bir şey yapmayan ve inatla “mesajı almayan” tavrından ayırmıştı. Bu açıklamasının hemen arkasından, Tayyip Erdoğan’ın hiç ilgisi ve ilişkisi olmadığı halde, inatla ve olan-biteni saptırmak amacıyla olduğu besbelli biçimde, olaylarla ilgili olarak suçladığı ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu kabul ederek (yani muhatap alarak) görüşmüştür. Ve dün de, “Taksim direnişi”nin simge figürlerinden biri olan Sırrı Süreyya Önder ile.
Başbakan’a vekalet eden Bülent Arınç ise, dün, Çankaya’dan çıktıktan sonra Abdullah Gül’ün “talimatlarını aldığını” bildirdi ve düzenlediği basın toplantısında Taksim-Gezi Parkı eyleminin “meşruiyeti”ni ve polisin gaddarca davranışa girmiş olduğunu, olaylara bunun sebep olduğunu teslim etti, özür diledi ve gereken derslerin alınacağını söyledi. Bunlar “kriz”i aşmak için umut verici gelişmeler.
Ancak, dikkat edelim, bütün bunlar Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Taksim-Gezi Direnişi”ne “bir avuç çapulcu” sıfatını yakıştırıp, bir de uçağa binmeden önce “yüzde 50’yi tutmakta zorlanıyorum” diye tehdit savurup Türkiye’yi terk etmesinin sonrasında mümkün olabilmiştir.
Nasıl bir paradoks ki bu, ülke Tayyip Erdoğan ile geriliyor ve o, ortada gözükmezken ferahlıyor. Bu, ciddi ve aşılması kolay olmayan ana sorun. Çünkü, ortada bir rejim sorunu, iktidar değişikliği sorunu yok. Olaylar, esas olarak, Başbakan’ın yönetim tarzına yönelik olarak birikmiş müthiş bir öfke ve kaygının dışa vurumu.
Bu birikimin böylesine dışa vurmasına yol açan ise barışçıl gösteri yapan insanlara insafsız bir biber gazı saldırısıyla karşılık verilmesi oldu. 31 Mayıs-1 Haziran’da zirvesine varan ve İstanbul’un yanısıra tüm Türkiye’ye ayağa kaldıran gelişmeler, bir “rejim değiştirme” ve “iktidarı meşru olmayan yollardan devirme girişimi” değildir.
Bunu arzulayanlar, provokasyona yeltenenler, vandalizme dalanlar yok mudur? Tabii ki varlar. Ama bunların