Suriye’ye karşı girişilecek ‘Batı askeri harekâtı’nın ana unsurlarından biri olan İngiltere, BM Güvenlik Konseyi’ne bir karar tasarısı sunma hazırlığında. Karar tasarısı, ‘Suriye’de sivillerin korunmasına ilişkin önlemleri’ içerecekmiş (Bu yazı yazıldığı sırada İngiliz karar tasarısı BM Güvenlik Konseyi’ne sunulmamıştı).
Karar tasarısında, bu ‘koruma önlemleri’ içinde ‘gerektiği takdirde askeri güç’ sözcüklerinin bulunup bulunmayacağını bilemiyoruz. İngilizler, BM Güvenlik Konseyi karar metinlerinin dili konusunda uzmanlaşmışlardır. Her yöne çekilebilecek metinler hazırlamak onların ustalığıdır. Ama ‘gerektiğinde askeri güç kullanımı’nı kapsayan sözcükler içeren bir kararın BM Güvenlik Konseyi’nden çıkması mümkün gözükmüyor. Böyle bir durumda, Rusya ve Çin’in karşıoy (yani veto) kullanması mutlak sayılıyor.
BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon ise yaptığı açıklamada, Şam’da çalışmalarını sürdüren BM denetçilerine dört gün daha tanınmasını istedi.
Bütün bunlardan, Suriye’ye karşı ABD’nin başını çekeceği bir ‘deniz-hava karması’ askeri harekât ihtimalinin yüzde 100 olmadığı sonucunu çıkarabilir miyiz?
Elbette yüzde 100 değil ama yüzde 100’e yakın. BM Güvenlik Konseyi’ne karar tasarısı sunan İngiltere’nin Dışişleri Bakanı William Hague, askeri harekâtın ‘meşruiyeti’ için ‘BM Güvenlik Konseyi kararının şart olmadığını’ söylemişti.
BM Güvenlik Konseyi kararı ‘olmazsa olmaz’ şart olsaydı, ne 2003 yılındaki Irak Savaşı olurdu –ki İngiltere, ABD’nin bir numaralı ortağı idi-; ne 1999’da Kosova, Miloşeviç’ten kurtarılıp bugünkü bağımsızlığına kavuşabilirdi ve ne de 1995’te Bosna’da bugünkü Müslüman nüfus kalabilir ve Bosna-Hersek Federasyonu diye bir devlet var olabilirdi.
Tomahawk seyir füzeleriyle donanmış Amerikan savaş gemileri Doğu Akdeniz’de dolandığına, bunlara son 48 saat içinde biri daha eklenip sayılarının dörde çıktığına ve Savunma Bakanı Chuck Hagel “Başkan hangi seçeneğe karar verirse hazırız” dediğine göre, ‘askeri harekât’ın ‘geri sayımı’nın başlamış olması; ‘durum’un ‘diplomasi yoluyla önlenmesi’ne oranla daha muhtemeldir.
Gerçekleştiği takdirde,
1896 yılında Kanada Maliye Bakanı Foster, “Ana İmparatorluk’un (Mother Empire)” diyerek cümleye giriyor ve “Avrupa’da muhteşem biçimde tecrit konumunda durduğu bu sıkıntı dolu günlerde..” sözcükleriyle konuşmasına devam ediyor.
“Ana İmparatorluk”tan kastedilen Kanada’nın bağlı bulunduğu Büyük Britanya. Dünyanın hemen her yönüne hükmettiği, “Güneşin Batmadığı İmparatorluk” diye kendisinden söz edilen; en kıymetli sömürgesinin Hindistan olduğu dönemler.
The Times gazetesi bu sözleri yayımlayınca “Splendid Isolation” yani “Muhteşem Tecrit” sözcüğü, bir “dış politika kavramı” olarak terminolojiye girdi; Büyük Britanya’nın (Türkçe’de doğru olmayan biçimde İngiltere adını koyduğumuz), 19. Yüzyıl sonlarında izlediği politikayı tanımladı.
“Muhteşem Tecrit”, iki Muhafazakar hükümet dönemine aittir. İlki, “Türk dostu” diye bilinen Yahudi kökenli Benjamin Disraeli ve arkasından gelen Salisbury dönemi. Zaten, bunları izleyen Gladstone, Türkiye’den (Osmanlı Devleti) yüz çevirince, herşey tepetaklak gitmeye başladı. Uluslararası politika bağlamında, Osmanlıların, büyük toprak kayıpları sonucunda yıkılış döneminin son virajı dönülmüş oldu.
Tarihte şimdiden geriye baktığımızda, “İngilizler”in “Muhteşem Tecrit” politikasının Türkiye’nin (yani Osmanlı İmparatorluğu’nun) ömrünün uzamasına yaradığı sonucuna varılabilir.
Bununla birlikte, Ak Parti’nin dış politikada yanlış üzerine yanlış yaparak, Türkiye’nin uluslararası etkisinin ortadan kalkmasını, “Değerli Yalnızlık” diye niteleyerek, “Muhteşem Tecrit” çağrışımı yaptırmasını doğrulayacak bir durum yok.
“Muhteşem Tecrit” kavramı, Britanya’nın Avrupa’nın çatışma konularından uzak kalmayı benimseyerek, uluslararası alanda en güçlü konumunu sağlama almasını “övmek” amacıyla kullanılmıştı. “Muhteşem Tecrit”, 19. Yüzyıl sonlarında Britanya’nın dış politikada temel amacının Avrupa’daki güçler dengesinin korunmasıyla ilgiliydi. O dönem Avrupa güçler dengesini değiştirmek hedefiyle, Britanya’nın Avrupa politikasına müdahale etmesi “denge”yi bozacaktı.
Britanya, “Muhteşem Tecrit” diye tanımlanan o politikayla dünyanın çeşitli köşelerine yayılmış sömürgeleri ve dominyonlarına ilişkin çıkarlarını ve bunların dayanağı olan uluslararası serbest ticaretin sürdürülmesini güvence altına almış oluyordu. Özellikle, Britanya ve Hindistan arasında, Süveyş Kanalı üzerinden, ticari yolların açık tutulması çok önemliydi.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hali böyle oldu. Özellikle Gezi’den bu yana günde birden fazla kez konuşuyor.
Dış politika konularında da bu şekilde konuşur olunca ‘sorun’ oldu. İç politikada önüne geleni tepeden aşağı sıvamaya alışkın üslubu, bu üslubu kaldırmayacak bir alan olan dış politikaya da taşınca durum ciddileşti.
Son olarak, Mısır’daki askeri darbenin arkasında İsrail’in bulunduğunu öne sürdü. Elinde ‘belge’ olduğunu söyledi. ‘Belge’2011 yılında Paris’te yapılmış bir panelin video kaydı. Panelde Fransız Yahudi filozof Bernard-Henri Levy (BHL), Mısır’da
Müslüman Kardeşler iktidarına karşı konuşuyor. Panelde, İsrail’in bugünkü Dışişleri Bakanı Tzipi Livni de yer alıyor. Tayyip Erdoğan’ın “Mısır darbesinin ardında İsrail var” dayanağı bu kadar (Bernard-Henri Levy’nin Bosna’daki savaş sırasında
Müslümanların en ateşli dostu olduğunu da bu arada hatırlatalım).
Başbakan Tayyip Erdoğan, Mısır’daki askeri darbenin, dolayısıyla geçen hafta Kahire’de gerçekleştirilen katliamın arkasında kimin olduğunu buldu. Bu ‘bulgusu’nu dün “Elimizde belgeler var” diyerek açıkladı. Tahmin etmesi zor değil; Mısır darbesinin arkasında Başbakan’ın ‘elindeki belgelere’ göre İsrail çıkıyor. ;
Şöyle konuştu:
“Şu anda Mısır’da ne diyorlar? Demokrasi sandık değildir. Arkasında ne var? İsrail... Elimizde belgeler var... İsrail 2011 seçimleri öncesinde Adalet Bakanı’yla bir entelektüel, o da Yahudi, Fransa’da ‘Müslüman Kardeşler seçimi kazansa da kazanmış olmayacaklar, çünkü demokrasi sandık değildir’ dediler. Demokrasiyi Batı iyi tanımlayamazsa, demokrasi içindeki çelişkiler, dünyayı otokratik rejimlere doğru taşıyacaktır.”
Söyledikleri doğru değil. Hiç kimse Mısır’a ilişkin olarak “Demokrasi sandık değildir” demedi; “Demokrasi sadece sandık değildir” demek ile “Demokrasi sandık değildir” demenin arasında muazzam bir fark var. Tayyip Erdoğan’ın bu farkın farkında olmaması düşünülemez.
Öyleyse? Öyleyse, yapmak istediği nedir?
Başbakan’ın, bu noktada
Mısır’ın askeri darbe yönetimi, dün sabaha karşı, bir ayı aşkın süredir Kahire’nin iki meydanında direnmeye devam eden Müslüman Kardeşler’e karşı harekete geçti.
Kahire’nin güneybatısında, Piramitlere yakın Giza’daki an-Nahda Meydanı’nı göstericilerden temizlediler, an-Nahda’ya çaprazlamasına tam ters yönde, Nil’in diğer yakasında, muazzam metropolisin kuzeydoğusunda bulunan Rabia el-Adeviyye Meydanı’ndaki ana MB kitlesine karşı temizlik hareketi, bu satırlar yazıldığı sırada devam ediyordu.
Bu çaptaki bir harekatın çok sayıda ölü ve yaralıya yol açması kaçınılmaz olduğuna göre, askeri darbe yönetiminin giriştiği iki Kahire meydanını Müslüman Kardeşler’den temizleme harekatının “katliam” boyutları kazanmış olması muhtemeldir. Ölü sayısı hakkında birbiriyle ilgisiz rakamlar veriliyor. (Bu satırlar yazıldığı sırada Müslüman Kardeşler 200, 300 ve hatta 600 ölüden söz ediyordu) Bununla birlikte, bunun aritmetik ölçüsü yoktur. Kan dökülmüştür ve bunun adına “katliam” denir ve denecektir.
Türkiye’deki iktidar yanlılarının Kahire’de dün cereyan etmiş olan “katliam”ı, Türkiye gündemi üzerinde okudukları ve kanlı gelişmeden kendileri için bir “mazlumiyet” ve “mağduriyet” üretmeye kalkıştıkları görülüyor.
Unuttukları ya da gözden kaçırmaya çalıştıkları bir şey var; yöntem ve ortaya çıkan görüntüler itibarıyla, Mısır’ın askeri darbecilerinin Kahire’nin Nahda ve Rabia el-Adeviyye meydanlarında giriştiği temizleme operasyonu ile 11 ve 15 Haziran günleri İstanbul’un Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nda girişilmiş olanla temelde pek bir farkı yoktur. Her iki örnekte, ana saldırı araçları, sınırsız oranda kullanılan gaz ve buldozerler idi.
Fark, meydanları dolduranların sayısı ve karşı koyma yöntemiyle ilgilidir. Gezi eylemlerinin toplamında can kayıpları yaşanmış olmakla birlikte, 11 ve 15 Haziran günleri İstanbul’da can kaybı yaşanmamış, Türkiye’de bir “katliam”dan söz edilecek bir durum olmamıştır.
Türkiye, tüm zaafları ve eksikliklerine –otoriterleşme eğilimleri sergilemiş olan bir Başbakan’a sahip olmasına- karşılık, bir “demokrasi”dir; Mısır’da ise “askeri darbe yönetimi” vardır. Türkiye ile Mısır arasındaki bu “temel fark”, Taksim-Gezi ile dünkü Rabia el-Adeviyye farkına da işaret ediyor.
Ama, dün Kahire’de olandan, iktidar ve yanlıları için Taksim-Gezi’ye ilişkin ekmek çıkmaz. Kahire’de dün olanlar, Taksim-Gezi için Türkiye’deki iktidara meşruiyet vermiyor.
Bayramın ilk günü hemen her gazetede İstanbul’dan bayram tatili nedeniyle ayrılmış olanların TEM karayolunda meydana getirdiği uzun kuyrukların fotoğrafları vardı. İstanbul’a arabayla üç saat uzaklıklar, 15 saate çıkmıştı.
İstanbul’un nasıl boşaldığını arefe günü akşamüstü Selçuk’u toprağa koyup, rahmetli annemi ziyaret ettikten yani Karacaahmet Mezarlığı’ndan dönerken, Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçerken fark etmiştim. Ramazanın son iftarına dakikalar kalmıştı ve İstanbul’da her yöne rahatlıkla hareket edilebiliyordu.
Bayram sabahına boş bir İstanbul’da uyandık. İnsanlar, bayram günleri İstanbul’u boşaltırlar ama ben İstanbul’daki bayram günlerini pek severim. Belki de İstanbul, günlük hayatın keşmekeşi şeklindeki pelerininden sıyrılıp, ilahi güzelliğini o boş haliyle ve olanca sereserpeliği ve dinginliğiyle bayram günleri sunabildiği için.
İstanbul, dün öyleydi işte. Pek güzeldi. Sakin, yumuşak.
Bir yandan da İstanbul gibi görkemli ve üstelik zaptedilemez azgın bir enerji şehrinin böylesine sakinliği ve yumuşaklığı da insanı, ister istemez, bir hüzne sürüklüyor sanki.
Bendeki hüzün, üst üste benim için çok özel ve çok sevgili iki insanı defnetmiş olmaktan da kaynaklanıyor olabilir. Adeta, İstanbul’da yaşamakta olan İnal Batu ile Selçuk Yula, bu yeryüzünü boşaltınca, İstanbul, birdenbire boşalıvermişti. Bayramla boşalan İstanbul, daha bir boş olmuştu.
Bayramın ilk günü, duygularım, düşüncelerim her ikisine doğru sürekli gitti, geldi. Arefeden bir önceki gün, İnal Batu’nun cenaze namazında, Teşvikiye Camii’nde, ailenin yanı başında, İnal Batu’nun hayatta en sevdiği dostlarının en başında gelen, SBF’den sınıf arkadaşı Hikmet Çetin duruyordu. İnal Abi gibi ‘benim abilerim’den biri. Sarıldık; kulağıma “Ne sırasız bir kayıp. Onun gibi bir ‘bilge insan’a en çok ihtiyaç duyulduğu böyle bir zamanda...” dedi.
Pankaj Mishra, Orhan Pamuk’a, Kar romanını hatırlatarak, romanda şu “mesaj”ı vermek istemiş olduğunun altını çizmişti:
“Eğer demokratikleşme (demokratizasyon) olacaksa, belirli bir ölçüde İslamizasyon da kaçınılmazdır.”
Orhan Pamuk, “İslamizasyon demeyeceğim” diye giriyor cevabına; “İslam kültürü ile uyum sağlamak diyeceğimiz, onun tüm yönlerini olumsuz bir şey olarak görmemek, özelliklerini kabul etmek gerekir...”
İslamizasyon başka, İslam kültürüyle uyumluluk başka; çok önemli bir ayırım bu.
Türkiye’de laik aydınların bir bölümünün –Batılı aydınların önemli bölümünün aksine- kaçırdıkları nokta, ihmal ettikleri ya da sırtlarını döndükleri yer tam da burası oldu. Yani, İslam kültürüne yabancılaşma hali. İslam’ın, içinden çıktıkları ve bir parçası oldukları toplumun, ana kültürel ögesi olduğu. Batılı seküler ya da laik aydınlar, genellikle Yahudi-Hristiyan kültüründen bihaber olmamışlardır. Bizdekilerin bir bölümünün bihaber olması bir yana, daha da kötüsü, İslam kültürü ve bu konuda bilgiyi reddetmeleriydi.
İttihatçı-Kemalist ideolojik arka plan ve “ulusalcılık” (ve solun bir bölümünün de benimsediği) hattının mensupları, büyük ölçüde böyledirler. “İslam-laiklik fay hattı” üzerinde yakın zamana dek geçerliliğini korumuş olan kutuplaşmada, bir nebze ironiyle “laikçiler” diye isimlendirilenler bu türe uygundurlar.
Bunlar, ülkenin Osmanlı geçmişi, Osmanlı jeopolitik alanı ve hinterlandı ile de fazla ilgilenmedikleri gibi, bunun da ötesine geçerek, “Yurtta sulh-Cihanda sulh” sloganını, Türkiye’nin Osmanlı jeopolitiğinden (en somut haliyle de Ortadoğu politikasından) uzak durmasının şiarı olarak yorumlamışlardır.
Tabii, bunun zıddı da söz konusu. “İslam kültürü” referansının yerine “İslamizasyon”u geçirme eğiliminin, (Osmanlı’yı doğru dürüst kavramadan) “Osmanlı nostaljisi”yle buluşması sonucu, “Ortadoğu’da (ve hatta tüm İslam dünyasında) liderlik” iddiasına uygun bir dış politikaya yönelmek de, yukarıda anlatmak istediğimiz “düşünce okulu”nun tam zıddını ifade ediyor.
Ancak, nüfuzu, tazeliğiyle ters orantılı. Zira, Center for American Progress, “Obama yandaşları” tarafından, daha Obama, Demokratların başkan aday adayıyken kuruldu. O sırada Barack Hussein Obama adlı, hiç Amerikalı çağrışımı yapan böyle garip isimli siyah genç adamın, Hillary Clinton’u altedip, Demokratların başkan adayı olabileceğine ihtimal vermiyordu. Obama’nın, hele hele, ABD Başkanı seçileceğini tasavvur edenlerin sayısı da pek fazla değildi.
Center for American Progress ise, kurulurken hesaplarını Obama’nın ABD Başkanlığı üzerine kurmuştu. Washington’un genç düşünce kuruluşu tam da bu nedenle, son yıllarda düşüncelerine en ziyadesiyle kulak verilmesi gereken Amerikan düşünce kuruluşlarından biri.
Center for American Progress’in Türkiye uzmanı Michael Werz’in Gezi olayları sırasındaki kaleme aldığı bir önemli makaledeki görüşlerine bu köşede yer vermiştim. Michael Werz, o makalesinde Gezi protestoları sırasında Tayyip Erdoğan’a hayli sert eleştiriler yöneltmiş ve Obama yönetiminin Erdoğan ile ilişkilerini yeniden masaya yatıracağını öne sürmesiyle dikkati çekmişti.
Eğer, Center for American Progress, Ak Parti’nin reformist politikalarını hararetle desteklemiş bir düşünce kuruluşu olmasa, Michael Werz’in söz konusu o yazısı, kimilerince “uluslararası komplo” iddialarına dayanak gibi görülebilirdi. Ama, Center for American Progress ve Michael Werz için, böyle bir iddianın su kaldıran bir yanı yok.
Şu aşağıdaki sözleri söyleyebilecek kadar işin içinde olan bir “kaynak”tan, kısa süre önce, öğrendiğime göre;
“Eğer Tayyip Erdoğan’ın Gezi sırasında ortaya koyduğu performans öngörülseydi veya Gezi olayları Tayyip Erdoğan’ın 16 Mayıs’taki Washington ziyaretinden önce cereyan etse ve Erdoğan o tavrı ortaya koymuş olsaydı, 16 Mayıs Obama-Erdoğan buluşması gerçekleşmezdi.”
Bu sözler bana Tayyip Erdoğan yönetimindeki Ak Parti iktidarının, Batı ile sorununun sadece Avrupa ve AB ile sınırlı olmadığını, ABD’nin de Türkiye’deki siyasal iktidar ile sorunlu bir durumda olduğunu gösterdi. (Bu arada, AB’ye karşı en saldırgan dili kullananın AB ile ilişkilerden sorumlu bakan olduğu gibi bir garabet söz konusu).
Amerikalılar özellikle, medyadaki gelişmeleri