Orhan Pamuk ile Pankaj Mishra isimlerini yan yana görünce, üzerindeki konu ne olursa okunur. Biri Türkiye’nin Nobel ödüllü romancısı, diğeri Hindistan’ın çok ünlü bir edebi şahsiyeti. Romanları kadar siyasi yazılarıyla da dikkati çekiyor.
Orhan Pamuk ile Pankaj Mishra, bizim kuşağın, bizden öncekilerin ve bizden sonrakilerin (Pankaj öyle sayılır, 1969 doğumlu) üzerinde kafa yorduğu, bizim dünyamıza özgü o adeta “ebedi ikilem” üzerinde düşünüyorlar ve kalem oynatıyorlar. Doğu-Batı; Modernizm ile gelenek; Doğulu kalarak ama Batı’ya sırtını dönmemek; ama bunun nasıl yapılabileceğinin bitmez tükenmez arayışında bulunmak; en mükemmel sentezi aramak...
Orhan Pamuk’un başta Kar ve Benim Adım Kırmızı adlı romanlarının, bu “ikilemin irdelenmesi” olduğunu ifade edenler var. Hatta, Orhan Pamuk’un kendisi Pankaj Mishra ile The New Republic’te yer alan söyleşisinin bir bölümünde, “Her ikisi, Benim Adım Kırmızı ve Kar, siyasi İslam’ın bir gün iktidara geleceği projeksiyonu ile yazılmışlardır” diyor.
Pankaj Mishra ise söyleşinin giriş bölümünde Orhan Pamuk’un Kar romanından söz ederken, romandaki karakterlerden birini Türkiye’de olduğu kadar, Mısır’ın da “hali vakti yerinde bir liberalinin korkunç çıkmazı”na işaret ettiğini belirtiyor.
Pankaj’ın bir sorusunda formüle ettiği “Orhan Pamuk kimliği” de gayet çarpıcı: Bir Batı sanat biçemi olan romanda, (hep) Osmanlı tarihine, İslam tarihine başvuran ve çok büyük ölçüde laik elite mensup bir yazar”...
Pankaj Mishra, Orhan Pamuk’un bir Hintli versiyonu sayılabilir mi acaba? Dünyamızın dikkate değer entelektüellerinden biri olduğu kesin zaten. Nitekim, Foreign Policy dergisi tarafından ilan edilen “En önemli 100 küresel düşünür” listesinde yer almıştı. The Economist’in onu “Edward Said’in halefi” olarak tanımlamış olması, kimliği ve kişiliği hakkında fikir verebilir. 2012’de yayınlanan ve o yılın “İngilizce yayınlanmış edebi olmayan en iyi kitabı” diye de tanımlanan siyasi yapıtı, “From the Ruins of Empire: The Intellectuals Who Remade Asia” (İmparatorluğun Enkazından: Asya’yı Yeniden Meydana Getiren Entelektüeller), Edward Said’in “Oryantalizm” adlı başyapıtından bu yana, o alanda yazılmış en parlak eser sayılıyor.
Bu Pankaj Mishra ile Orhan Pamuk’un biraraya gelmesine ilham veren “Taksim-Gezi olayları”. Pankaj Mishra’nın sorularına Orhan Pamuk’un verdiği cevapları okuyunca, neredeyse kelime kelime aynı duyguların bende uyanmış olduğunu düşünerek heyecanlandım.
Peter Preston’u 1998 yılında Moskova’daki IPI (Uluslararası Basın Enstitüsü) Kongresi’nde tanımıştım. IPI’ın Başkanı idi. 1975-1995 arasında tam 20 yıl Guardian’ın genel yayın yönetmeniydi. 20 yıla yakın bir süredir Guardian ve Observer’ın saygın köşe yazarı.
Moskova’daki IPI Kongresi sonunda yayımlanan bildiride, Türkiye’de o yıl, kongreden bir ay önce cereyan etmiş olan“Andıç Rezaleti”nden tek kelime söz edilmemişti. 1980 askeri darbesinden sonra, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi ve basın özgürlüğüne büyük destek çıkmış olan IPI, nasıl oluyor da, “Andıç”ı görmezden geliyordu. Üstelik, “Andıç”, IPI’ın az sayıdaki Türk üyelerinden ikisini hedef almıştı. Preston’a bu tepkimi iletmek için ulaştım.
Gazetecilik mesleğinin dev isimlerinden biri sayılan Peter Preston, benden duyduklarından hayrete düşmüştü. IPI’ın Türkiye Komitesi üyelerinin bu konuda kendilerine bilgi vermediğinden yakındı. Üyelerin ikisi, daha sonra benden gelip özür dilediler ve aralarından kimlerin “Andıç”a dikkat çekilmesi ve kınanmasının IPI kararları içine alınmasına karşı çıktığını haber verdiler. Türkiye’de askerlere çok yakın, iki ünlü köşe yazarıydı o isimler.
Anlaşılan Peter Preston, o günden bu yana Türkiye’de meslektaşları üzerindeki baskılara duyarlılığını geliştirmiş. Pazar günkü Observer’da Yavuz Baydar için çok kısa, ama çok çarpıcı ve Türkiye’nin uluslararası fotoğrafını zora sokacak bir yazı kaleme aldı.
Yazısına Sabah’ı ima ederek başlamış; “Başbakan’a hayranlık duyan büyük bir Türk sanayicisiniz. Nitekim, onun damadını CEO’nuz yapmışsınız. Ve aynı zamanda İstanbul’da yayımlanan bir büyük gazetenin sahibi olmuşsunuz ve ciddiye alınmak istediğiniz için ülkenin en saygın gazetecilerinden birini ombudsmanınız yapmışsınız.”Devamı, iktidar ile kör ve sağır yandaşlarının midesine oturacak cinsten:
“O, editoryal özgürlük için, sizin dışa dönük ve görünür garantörünüz. Ama, bir süre sonra, çok sayıda hayal kırıklığının ardından, New York Times’a bir makale yazıyor ve ‘hükümetler ile medya şirketleri arasındaki kirli ittifaklar ve perde arkasındaki verdiğinden ve onların adam kayırmacılık ve iktidarın kötüye kullanılmasını irdelemelerini önlediğinden’..” söz ediyor.Bundan sonra ne oluyor? Gazeteniz Sabah’ın genel yayın yönetmeni, ombudsmanı Yavuz Baydar’ı çağırıyor ve işten atıyor. Özgürlük oraya kadar. Ve eğer aramızda Başbakan Erdoğan’ı üzerlerindeki gizli baskıdan ötürü protesto eden Türk muhabirler ve yayın yönetmenlerinin abarttıklarını düşünen varsa, buna kuşku bırakmayacak durum ortaya çıkmış oldu. İddia kanıtlandı. Bu, ikinci-sınıf bir baskı bile değildir. Sadece aptallıktır.”Preston’un bu satırlarından iki gün sonra, iktidar organı bir gazetede yazan Başbakan’ın danışmanı yazısının başlığı “Medya Mühendisliğine mi Soyunduk?”Bütün yazı, iktidarın medya üzerinde böyle bir işe girişmediği, bir başka deyimle “baskı kurmadığı”nı kanıtlamaya çalışıyor.
Peter Preston’un Başbakan danışmanı ile mutabık olduğu söylenebilir; Sabah’ta Yavuz Baydar’ın işine son verilmesini, “ikinci-sınıf bir baskı bile değil” diye niteledi. Başka bir şey; ona göre “aptallık”.Yavuz Baydar’ın başına gelen, Türkiye’de 28 Şubat dönemini bile aratacak ölçüde medya üzerinde sinsi bir iktidar baskısı olduğu gerçeğini yine de ortadan kaldırmıyor. Yavuz Baydar’a yapılanın, iktidar açısından baskıdan farklı olduğunu, Baydar’ın kim olduğunu, uluslararası konumunu bilmemek (bir tür cehalet) ya da bilmezden gelen bir küstahlıkla yapılmış olduğunu geçen hafta yazmıştım.
Son olarak önceki gün “’Suriye Devrimi”nin yolu ‘Rojava Devrimi’nden Geçer” başlıklı yazı bu köşede yer aldı.
O bir önceki yazıyı, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Radikal’de yer alan “Kürtlerin Suriye muhalefeti içinde hak ettikleri yeri almalarını istiyoruz. Dışlanmasını istemiyoruz. PYD ile bu konuda görüşmeler yapılmıştır. Son iki ay içinde 3 kez görüşme yaptık kendileriyle” ifadesini kaydettikten sonra şu satırlarla noktaladığımızı hatırlayalım:
“Bu güzel. Daha çok görüşün. Türkiye sınırının Kürtlere saldırı için kullanılmasına engel olun. Giderek şu sonuca erişebileceksiniz: ‘Suriye devrimi’nin yolu ‘Rojava devrimi’nden geçer… ??Kürtlerle ilişkilerde, Irak’ta kaybettiğiniz değerli yılları, Suriye’de kaybetmeyin bari. Suriye Kürtlerine doğru yaklaşımınız, Türkiye’de ‘süreç’in başarısı için de en sağlam güvence olacaktır.”
Yazının yayımlandığı gün, PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun davetiyle, Erbil’den İstanbul’a geldiği haberi tüm gazetelerde yer almıştı. Yani, biz söz konusu satırları yazarken, Salih Müslim, Türkiye’ye ayak basmaktaydı.
Temmuz 2012’de Erbil’de bazı Suriyeli Kürt şahsiyetlerle görüştüğü halde, orada bulunan Salih Müslim ile görüşmeyi kabul etmeyen Davutoğlu, bir yıl sonra Salih Müslim’in Erbil’den İstanbul’a gelişinde önayak olmuştu.
Bu, son derece isabetli, olumlu ve sevindirici bir gelişme benim açımdan. Bir buçuk yıldır, ısrarla, inatla savunduğumuzun gerçekleştiğini görmekten ancak çok sevinebilirim.
Salih Müslim ile 2012 Aralık başında Brüksel’de biraraya geldiğimizde, Türkiye’ye gelme konusunda ne düşündüğünü, nasıl davranacağını sormuştum; “Davet alırsam, seve seve gelirim” karşılığını vermişti. Bana söylediğine göre, 1970’lerin sonundan yani İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezun olduğundan beri, Türkiye’ye hiç ayak basmamıştı. Oysa, kendisini bana “Urfalı” diye tanıtmıştı. Suruç’un karşısına düşen Kobani’den (Ayn el-Arab) idi.
Birkaç ay sonra, o sıralarda Suriye muhalefet koalisyonunun başında bulunan Moaz el-Hatib, İstanbul’daki bir görüşmemizde, Kahire’de Salih Müslim ile buluştuğunu, Türkiye ile görüşmek istediğini, kendisinin PYD Eşbaşkanı ile Türkiye arasında temas ve diyalog kurulması için arabuluculuk yapmaya çalışacağını belirtmişti.
Radikal’in kapağında dün bu “manşet”i görünce, itiraf edeyim ki, bu sözlerin Ahmet Davutoğlu’na ait olabileceği ve kimi “radikal İslami grupları” hedef almış olduğu aklıma gelmemişti.
Bu bakımdan, Dışişleri Bakanı’nın Radikal’den Ömer Şahin’e yapmış olduğu bu açıklamayı, Türkiye’nin Suriye politikasında yapılan ve yapılmakta olan bazı hataların düzeltilmesi yolunda bir “ilk” olarak görmek mümkün olabilir.
Davutoğlu’nun ağzından çıkan sözler –nüansa dikkat, isim vererek, doğrudan grupları suçlama yok- şöyle:
“Birtakım kötü görüntüler, bazı grupların din adamı öldürmesi, adam kaçırmaları Suriye’deki haklı davaya, devrime en büyük zararı, rejim kadar bu gruplar veriyor. Bu tür davranışları Suriye devrimine ihanet olarak görüyorum. Suriye’deki haklı talepleri gölgeleyen bir tutum olarak görüyorum. Dolayısıyla Türkiye’nin radikal gruplara destek olduğu gibi bir görüntü verilmesi kesinlikle doğru değil. Ama meşru Suriye muhalefetine her zaman destek verdik, bu desteği de sürdürüyoruz.”
Dışişleri Bakanı’nın ağzından çıkan bu açıklama “radikal İslamcı grupları” doğrudan telaffuz etmese bile, yine de, ima etmiş olduğu için bir “ilk” ve “olumlu” yönde bir açıklama. Ama, aynı zamanda, “yetersiz” ve hatta bir nebze “sorunlu” bir açıklama.
İsimleri zikredilmese de, ima edilmiş olan bu tür “radikal gruplar”ın bazıları, el-Kaide’nin Usama bin Laden’den sonraki lideri Eymen el-Zevahiri’ye doğrudan bağlı kişilerin yönetimindeler ve bunların, başta PYD olmak üzere diğer Kürt gruplara Türkiye topraklarını kullanarak saldırdıkları apaçık bir gerçek. En son olarak, Tel Abyad’daki çarpışmalarda, bu türdeki “radikal gruplar”, ÖSÖ (Özgür Suriye Ordusu) bünyesinde bulunan el-Ekrad (Kürtler) adlı ve hatta içinde İslami unsurlar barındıran bir grubu hedef aldı.
Suriye’de Kürtlere saldıranların, Türkiye üzerinden Suriye’ye geçtikleri, başları sıkışınca Türkiye’ye sığındıkları, yaralılarını sınır boylarındaki Türkiye kent ve kasabalarında tedavi ettirdiklerini bilmeyen yok. Bu, yeni bir durum da değil. Kasım ayında Serekaniye’deki (Rasulayn) bu gelişmeler yine yaşanmıştı. Ve, Türkiye’den, o tarihten bu yana, kimisi doğrudan el-Kaide’ye irtibatlı olan bu tür grupların, sınırlarımızın dibinde (ve içinde) yuvalanmalarının bir “güvenlik tehdidi” oluşturduğu açıklamasını hiç duymadık. Hiç bu nedenle Ankara’da “güvenlik zirveleri” toplanmadı. Neden?
Türkiye’nin Suriye politikası, Katar ile aynı eksende (tam Başşar Esad’ın istediği şekilde)
“Dünyanın en çok alıntı yapılan 10 ekonomisti”nden biri kendisi. Dünyanın bir numaralı “teknik okulu” sayılabilecek olan MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) Ekonomi Profesörü. Kazandığı çok sayıda uluslararası ödülden özellikle 2005 yılındaki John Bates Clark Madalyası ilginç. Zira, bu “Madalya”, kırk yaşının altında iken “ekonomik düşünce ve bilgiye en önemli katkıyı yapmış olan” iktisatçılara veriliyor.
Daron Acemoğlu, bir Harvard profesörü olan James Robinson ile birlikte 2012 yılında “Why Nations Fail? The Origins of Power, Prosperity and Poverty” (Ülkeler Niçin Başarısızlığa Uğrarlar? Gücün, Refahın ve Yoksulluğun Kökenleri) adlı çok ilginç bir çalışma yayımladı. Kitap, 2000’lerin ilk yirmi yılının en önemli eserlerinin başında kabul ediliyor.
Acemoğlu ve Robinson, onbeş yıllık bir özgün araştırma sonucunda kaleme aldıkları çalışmada, Roma İmparatorluğu, Maya şehir-devletleri, Ortaçağ Venedik’i, Sovyetler Birliği, Latin Amerika, İngiltere, Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve Afrika’ya ilişkin bir dizi tarihi belgeyi inceleyerek, yeni bir ekonomi-politik teorisi kuruyorlar. Bu yeni teori günümüzün büyük sorularına cevap arıyor. Bunların bazıları şunlar:
Çin, otoriter rejimle ciddi ekonomi büyüme sağladı. Aynı hızda büyümeye devam edebilir mi? Batı’yı ekonomik olarak geçebilir mi?
Amerika’nın zirve günleri artık mazide mi kaldı?
Milyarlarca insanı yoksulluktan refaha doğru harekete geçirecek olan en etkili yol ya da yollar nelerdir?
“Why Nations Fail?”in en kestirme tanıtımı şu cümlede ifadesini buluyor: “Söz konusu kitap, dünyaya bakış tarzınızı ve dünyayı anlamanızı değiştirecektir.”
İkilinin kitaplarıyla aynı adı taşıyan bir de blogları var ve burada Gezi olaylarından itibaren Türkiye’ye özellikle eğildikleri görülüyor. Gezi’ye ilişkin
Aram Tigran’dan daha fazla Kürt müziğine kim hizmet etmiştir acaba? Gerçi, Suriye’nin en büyük Kürt kenti Kamışlı’da 1934’de doğmuştur ama 1915’te soykırımdan kaçıp sırasında oraya göçmüş etmiş Diyarbakır’lı bir ailenin çocuğudur. Hayatı boyunca 11 albüm çıkarttı. 230 Kurmanci, 150 Arapça, 10 Süryanice (Aramice) şarkı okudu. Mezopotamya’nın has evladı. Kökü Diyarbakır’lı Ermeni, Suriye’li Kürt. Türkiye Kürt kültürünün ölümsüz ismi.
2009’da öldüğünde Diyarbakır’a gömülmesine devlet niçin izin vermedi, anlaşılmaz. Diyarbakır’da mezarı yoksa da, Silvan’da heykeli var bugün.
Karapete Xaço, 1900’lerin en başlarında Batman’ın bir köyünde doğdu. 1915’te ömrünü bağışlayan bir sayesinde çocuk yaşında kendini Kamışlı’da buldu. 1946’ya dek Suriye’de, sonrasında 2005’teki ölümüne dek Erivan’da yaşadı. Kürtçe radyoda çalıştı. Dengbej müziğinin büyük sesi ve kayıtçısıdır. Kürtlerin ezici çoğunluğu onu Kürt bilir.
Ciwan Haco, doğrudan, Suriyeli Kürt bilinir. 1957 Kamışlı doğumlu. Kürt rock müziğinin olağanüstü popüler sesi. Defalarca Türkiye’ye geldi, Kürt bölgelerinde yer yerinden oynadı. Kamışlı doğumlu Suriye vatandaşı bir Kürt’tür ama kökü Mardin’dedir. Şeyh Sait isyanından sonra kaçan bir Kürt ailesinin çocuğudur. Zaten, Kamışlı neresidir ki? Mardin’e bağlı Nusaybin’in bitişiği. Arada Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransızların Türkiye-Suriye arasındaki sınır çizgisi diye icat ettikleri bir demiryolu.
Aynı demiryolu, Karkamış’ı Carablus’tan, Suruç’un Mürşitpınar kapısını Kobani’den (Ayn el-Arab), Akçakale’yi Tel Abyad’dan, Ceylanpınar’ı Serekaniye’den (Rasulayn) ayırır. Amude, Mardin’den görünür. Derbesiye, Kızıltepe’ye mi Şenyurt’a mı daha yakındır, tartışılır. Cizre’nin az ötesi Derik’tir.
Demiryolundan bir sınır, iki ayrı isim verilmiş iki ülke ama sınırın her iki tarafından yaşayan aynı halk. Bu nedenle, Türkiye’de sınır boylarında yaşayan Kürtlerin dili Suriye demeye, Suriye’dekilerinki, Türkiye demeye varmaz. “Bin Xat” ya da “Ser Xat” diye söz ederler öte taraftan. “Hattın Altı” ya da “Hattın Üstü”. Hat, demiryolu hattı. Ahmet Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim”de “pasaporta ısınmamız içimiz” diye tarif ettiği durum, “hattın altı ve üstü” içindir.
Şimdi, Ceylanpınar’a bir taş atımlık yerde, Serekaniye’deki makarna fabrikasının bir “Kürt bayrağı” görülünce bu telaş nedendir?
Niçin Başbakan danışmanı (ve genellikle siyasi kariyerinin büyük bölümü Kürtleri tehdit açıklamaları yapmakla geçmiş olan), Ankara Milletvekili hemen kaleme sarılıp “PYD ateşle oynuyor” açıklaması yapmak zorunda hissediyor kendisini?
Böylelerinden en muzdarip birisi olarak yürekten katılıyorum Selahattin Demirtaş’ın bu sözlerine. Bu “en çok kafa karıştıranlar” bir gazetede kümelenmişlerdi, sonra gerçek dışı gerekçeler öne sürerek, o gazeteden gürültülü biçimde ayrıldılar. İktidar, şimdilerde, onları eline geçirdiği gazetelere yerleştiriyor.
İktidarın bu “devşirmeler”i, hakkımdaki en hayasız kampanyalardan birini yürüttüler. Beni “Süreç”e ve giderek “Barış”a karşı ilan ettiler. Bu kocaman bir yalandır! “Süreç”e ilişkin tüm yazılarımda “Süreç”i destekledim. Birkaç aydır ise “Süreç” konusunda tek bir satır yazmadım. Bütün bunlara rağmen, bu iftirayı yaydılar.
Demirtaş’ın dediği gibi “Barışı desteklemek” ile “AKP’yi desteklemeyi karıştıranlar”, açıkçası “barış” kavramıyla “Tayyip Erdoğan amigoluğu” yapmayı eş anlamlı sayanlar, ahlaksızca bir çarpıtma kampanyasına giriştiler.
Ortada henüz ne çözüm ve ne ulaşılmış nihai bir “Barış” söz konusu olmamasına rağmen, Tayyip Erdoğan’ın “Nobel Barış Ödülü”ne aday gösterilmesini önerecek kadar kendinden geçenler bile çıktı.
“Süreç”i desteklemekle birlikte, “rezervlerim” var. Bunları hiç açıklamadım. Yeri ve zamanı gelince açıklarım. Ayrıca, aylardır “Süreç” hakkında hiçbir görüş belirtmemiş olsam bile, gelişmeleri dikkatle izledim ve izliyorum. Son bir hafta içinde her “iki taraf”tan, yani hem iktidar (Ak Parti+hükümet) tarafından ve hem de PKK-BDP’den “Süreç”in geleceği üzerine bulutların inmekte olduğu duygusunu uyandıracak açıklamalar yapılıyor.
Gerek KCK’nin “Eşbaşkanlık açıklaması”, gerekse Murat Karayılan’ın sözleri ve hatta Duran Kalkan’ın Özgür Politika gazetesinde yayımlanan röportajında, Abdullah Öcalan’ın “Ekim ortasına kadar bu iş bitmeli” dediğini hatırlatarak, “Bu olmazsa hiç kimse PKK’yi, Kürtleri alternatifsiz sanmasın” cümleleri, “Süreç”e ilişkin “mutsuzluk beyanları” olarak algılanabilir.
Aynı şekilde, iktidar çevrelerinden yapılan birtakım açıklamalar ve MİT’in yönlendirdiği anlaşılan bazı yazılarda ise, “PKK’nın İkinci Habur’a hazırlandığı” öne sürülüyor. Buradan, “Süreç”in bitebileceği, bitmesi durumunda, “günahı”nın PKK’nın sırtına yüklenilmesi için şimdiden çalışıldığı izlenimi doğuyor. Başbakan’ın çok yakın çevresinden sayılan Ak Parti milletvekili Yalçın Akdoğan’ın iki ayrı iktidar organı gazetedeki yazıları ve son günlerde bu konularda üstüste gelen açıklamaları da bu şekilde okunmaya uygun.
Dahası, Taha Akyol, salı günkü
Muhammed Mursi, cumhurbaşkanlığı koltuğundan gözaltına alındı. Müslüman Kardeşler iktidarı da son buldu. Olaydan 48 saat sonra, 5 Temmuz günü bu köşede; şunları yazdım, kayda geçsin diye bir kez daha yayımlıyorum; gelişmeleri sıraladıktan sonraki satırlarım:
“… Bütün bunlar, ‘askeri darbe’den başka bir anlama geliyor mu? ??Hayır. ‘Kitap’ta ‘askeri darbe’ için ne şekil aranıyor ve gerçekleşmesi halinde ne sonuç veriyorsa, bütün bunlar söz konusudur ve Mısır’da bir tür ‘askeri darbe’ olmuştur. ??Yani, çok kötü bir şey olmuştur. Demokrasi ölçüleri bakımından kabülü mümkün bir durum değildir. Arap ve İslam dünyasında ve Afrika kıtasında ‘demokrasi tecrübesi’ ağır bir yara almıştır. ??Mısır’daki ‘askeri darbe’yi ‘meşru’ görmek ve göstermek düşünülemez. Bu bakımdan, dünkü yazımdan kim bu sonucu çıkartırsa, ya kötü niyetlidir ya da okuduğunu anlamaktan acizdir. Bütün ömrü boyunca, askeri darbelerden çekmiş ve askeri darbelerin hedefi olmuş benim gibi birisi için, hiçbir askeri darbeyi meşrulaştırmak söz konusu olamaz.”
Burada anlaşılmayacak bir şey olabilir mi? Artık o günden sonra, bana yönelik olarak yüzü kızarmadan “darbeci” ithamıyla yazıp çizmeyi neyle izah etmek gerekir?
İpucunu vermiştim zaten: “Kötü niyetli” ya da “okuduğunu anlamak aczi”. Aslında ikisinin birlikte söz konusu olduğu durumlar da var. Örneğin, bir önceki yazımda, Mısır’da olan-bitenin askeri darbe olduğuna karşı çıkan, devrim vurgusu yapan, Müslüman Kardeşler yönetimini ise “25 Ocak Devrimi”ne bir “karşı-devrim” olarak gören görüş sahipleri de var demiş ve bunlardan biri olan Neval el-Saadavi’den uzunca bir alıntı yayımlamıştım.
Mısır konusunda değişik görüşlere yer vereceğimi, yukarıda sözünü ettiğim 5 Temmuz tarihli yazımda şöyle belirtmiştim:
“Bununla birlikte, Mısır’da neyin neden olduğunu anlamak da gereklidir. Gazete köşelerini Türk medyasının her yanını ahtapot gibi sarmakta olan Ak Parti propaganda makinesinin bir dişlisi haline getirirseniz, işiniz kolay; sloganlarla dolu, pozisyon yazısı yazarsınız, olur biter. ?Amacınız sadece tavır almak ve bunu yansıtmak değil de anlamak ve yorumlamak ise Mısır’daki ‘askeri darbe’ olgusunun arkasına geçmek, neyin, niçin gerçekleştiğini irdelemek durumundasınız.”Neval el-Saadavi’den alıntıyı –daha önce birçok farklı alıntı da olduğu gibi- işte bu belirtmiş olduğum amaç doğrultusunda bir önceki yazımda yer verdim. Kimisi, Neval el-Saadavi’ye ait satırları, 3 Temmuz’da Mısır’da olan-bitene ilişkin olarak benim satırlarım zannedip, saldırıya geçti; kimisi benim için “dün köşesine Mısırlı bir acuzeyi taşımış” gibisinden hayli “düzeyli” bir saptamada bulundu. Neval el-Saadavi’nin Mısırlı tanınmış bir demokrasi ve insan hakları mücadelecisi olduğuna ilişkin nitelemem ile alay etmeye kalkıştı. O “zavallı”nın yani Neval el-Saadavi’nin “bütün marifeti Sisi’nin alçak darbesine devrim demekten ibaret”miş.
Bunun bir çarpıtma olduğunu bir yana bırakalım da, “81 yaşındaki acuze”nin biyografisine geçmiş ve birden fazla olan “marifetleri”ni bir sıralayalım: Arap İnsan Hakları Derneği’nin ortak kurucusu, Avrupa Konseyi’nin 2004’de verdiği Kuzey-Güney ödülü başta olmak üzere, üç kıtada (Afrika, Avrupa, Amerika) kadın hakları, insan hakları ve demokrasi alanındaki çalışmaları nedeniyle çeşitli uluslararası ödüller kazanmış birisi, ABD’de Duke Üniversitesi, Washington Üniversitesi, Harvard, Yale, Columbia, Georgetown, Florida State ve University of California, Berkeley’de, Fransa’da Sorbonne’da ve de Kahire Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Eserleri 30 dile çevrilmiş.”