“Salih Müslim’in oğlunun şehadeti Rojava’daki direnişin ne kadar namuslu olduğunun kanıtı; herkes cephede ve herkes toprağı için savaşıyor!”
Bejan Matur’un “namus kanıtı” olarak sunduğu acı hal, PYD Eşbaşkanı’nın Suriye dışında Suriyeli Kürtler için temaslar yürüttüğü bir sırada, 17 yaşındaki oğlu Şervan Müslim’in, Urfa’nın Akçakale ilçesinin karşısına düşen Tel Abyad yakınlarında el-Kaide uzantısı örgütlerden birinin kurşunlarına hedef olması.
Salih Müslim, delikanlı oğlunu yitirdiği yerin biraz daha batısında bulunan Kobani’den. Suruç-Mürşitpınar’ın tam karşısı. Zaten, Salih Müslim, aylar önceki karşılaşmamızda, nereli olduğunu sorduğumda, “Kobani’liyim” demek yerine, kendiliğinden “Urfa’lıyım” demişti. Doğru söylüyordu. Kobani, Urfa’ya Suruç kadar yakın. Adına şehir denilebilecek ve Kobani’ye en yakın merkez Urfa.
Şervan Müslim, önceki gün Kobani’de toprağa verildi. Kobani’deki taziyeye, BDP ve DTK eşbaşkanları (Gültan Kışanak,Selahattin Demirtaş, Aysel Tuğluk ve Ahmet Türk) ve bazı BDP’li milletvekilleri gittiler ama saldırısı sırasında Suriye toprakları dışında, uzaklarda olan PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, cenazeye bile yetişemedi.
Salih Müslim, dışarıdan gelip, kendilerine saldıranların Türkiye topraklarını kullandıklarından sürekli şikayet ediyordu. Oğlu, Kurban Bayramı arifesinde böyle bir saldırının kurbanı oldu. Ve, bir dizi “simge” gözler önünü seriliverdi.
Örneğin, Şervan Müslim için taziye. Taziye, Türkiye ve Suriye Kürtlerinin “beşeri” olarak da, siyasi ve örgütsel anlamda da içiçeliğini yansıttı. PYD ile BDP, demiryolunun böldüğü Türkiye-Suriye sınırının altında ve üstünde “ikiz kardeş” örgütler sayılmazlar mı?
Kürtlere kulak veriliyor mu?” başlıklı yazı dün bu köşede yayımlandı. Önceki gün yazıyı yazmakta iken, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı’nın, yazının yayımlanacağı gün geniş kapsamlı bir açıklama yapacağını hesaba katmamıştım. Oysa, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Paket”i açıkladığı günün hemen ertesinde, “Kandil”in bir hafta sonra geniş bir değerlendirme ilan edeceği açıklanmıştı.
“Paket” ile “Süreç” arasında bir şekilde bir bağlantı kurulduğu açık. Kimisi, “Paket”in “Süreç”in zorladığı bir sonuç olduğuna inanıyor; kimisi “Paket”in Kürt sorununa çözüm konusunda beklentileri karşılamaktan çok uzak ve çok zayıf içeriğine dikkati çekiyordu. Ne olursa olsun, “Süreç” ile “Paket” arasında bir ilişkinin olduğu, KCK’nın dün yaptığı ve “Çözüm Deklarasyonu” adını verdiği 10 sayfalık uzun değerlendirme ile de ortada.
“Paket”i pek önemseyip memnun kalanlar var elbette. Bunlar için “Paket”in içeriğini kim zengin bulmuyorsa, anında bunların saldırı hedefine geliyor. Sanki, herkesin söz konusu “Paket”i beğenme mecburiyeti varmış gibi.
“Tekçi” zihniyetlerin zaptiyeleri türedi. Bunlar, “Tek adam”ın –elbette ki belli çıkarlar karşılığı- fedaileri aynı zamanda.
“Süreç”in “barış yolunda” bir “araç” olduğunu göz önüne almayan ve “Süreç”in kendisini “Kürt sorununun çözümü” ve “barış” olarak sunmaya çalışan iktidarın, medyanın orasına burasına serpiştirdiği yanaşmaları, “Kürt siyasi hareketi”nin çeşitli birimlerinin ve şahsiyetlerinin açıklamaları karşısında, kendiliğinden “ofsayta düşmüş” haldeler ama şirretlikleri ve arsızlıkları ile bu durumu örtmeye çalışacakları da şimdiden belli.
Aslında, KCK’nin uzun değerlendirme metnine bakılmaksızın, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş hafta başında Diyarbakır’da yaptığı basın toplantısında, önümüzdeki dönemde “Paket”in “Süreç” üzerinde yol açacağı sıkıntılara işaret etmişti. Demirtaş, Başbakan’ın “Paket” ile “Süreç” arasında bağ kuranlara bile sert bir şekilde çıkıştığını söyleyerek, bu konudaki görüşlerini şu sözlerle dile getirilmişti:
“Bu paketin açıklanma biçimi tümüyle müzakereyi bitirme üzerine inşa edilmiştir. Müzakere yürüten tarafların görüşleri alınmadı. Öcalan’ın, Alevilerin görüşleri alınmadı. Tekçi bir dayatmayla bu paket budur dediler. Müzakere- ye niyetiniz yoksa paçaları niye sıvadınız?” KCK’nın dünkü uzun değerlendirmesi, “Süreç-Paket” bağı kurarak, önümüzdeki dönemin “riskli” olacağının ipuçlarını veriyor. 10 sayfalık “Deklarasyon”a egemen olan dil ve üslubunu çok kişi beğenmeyecek ve bir tür “şantaj” ve “meydan okuma” olarak algılayacaktır.
Abdullah Öcalan’ın, hakkında kim ne düşünürse düşünsün, önemli bir ‘siyasi aktör’ olduğu tartışma götürmez. Öcalan, ‘Çözüm Süreci’ ya da ‘Barış Süreci’, adına ne derseniz deyin, onun ‘merkezindeki’ kişidir. Bu ‘Çözüm Süreci’ni önceki girişimlerden ayırt eden en önemli özelliği de budur zaten.
Abdullah Öcalan’ın ‘merkez’e alarak, onunla kurduğu ‘diyalog’ üzerinden ‘Süreç’i başlatan Tayyip Erdoğan (ya da AK Parti) iktidarıdır. Dolayısıyla, gerek iktidarın gerekse “Süreç’in ‘ama’sız destekçileri” olarak kendilerini tanımlamış olan yandaş ve yanaşmalarının, Abdullah Öcalan’ın ne dediğine kulak vermeleri beklenir. Öyle olması gerekir. ‘Süreç’in ‘merkezi’ndeki ‘siyasi aktör’ o olduğu için; ‘Süreç’ selameti açısından.
Öcalan, gelinen noktaya ilişkin görüşlerini on gün sonra, 15 Ekim’de açıklayacağını bildirdi. Bununla birlikte, birkaç gün önce kendisini İmralı’da ziyaret etmiş olan kardeşi Mehmet Öcalan Dicle Haber Ajansı’na verdiği bilgide bazı ‘ipuçları’nı ortaya çıkardı. Buna göre, Abdullah Öcalan’ın ‘önünün açılmaması’ durumunda ‘Süreç’ten çekilmesi’ ihtimali söz konusu.
Kardeşinin aktardığı şekliyle, ajansın yer verdiği Abdullah Öcalan’ın sözleri şöyle:
“8-9 aylık süreç boyunca vicdanen rahatız. Bu süreç içerisinde asker ölümü de, gerilla ölümü de yaşanmamıştır. Bundan memnunuz. Ama süreç başladığı günden bu yana bizim açımızdan ilerlememiştir. Bu sürecin tek taraflı ilerlemesi zor. Devlet ve hükümet tarafından sürecin önünün açılması gerekiyor. Ben düşüncelerimi 15 Ekim’de açıklayacağım. Önümüzdeki haftalarda devlet heyeti de, BDP heyeti de gelebilir. Geldikleri zaman düşüncelerimi bütünüyle onlara aktaracağım. İnsanın bir yere kadar gücü olabilir. Ben de belki 15 Ekim’e kadar getirebilirim. Bundan sonra süreç devam eder mi, etmez mi o beni aşan bir durumdur. Düşüncelerimi 15 Ekim’de açıklarım. Süreçte önüm açılmadı. Önümün açılması gerekirdi. Gelişmelerin olması gerekirdi. Önüm açılmazsa benim yapabileceklerim buraya kadardır. Bu şekilde sürerse çekilebilirim. Tabii ondan sonra süreç kimin üzerinden gider bilemiyorum. Devam ederse BDP vardır, Kandil vardır.” Bunu ‘şantaj’ ya da ‘siyasi manevra’ olarak değerlendirip omuz silkenler olabilir. Ne var ki, Abdullah Öcalan’ın ‘çekilme’den söz etmesi bundan önceki deneyimlere bakıldığında pek hayra alamet olmadı. Onun herhangi bir ‘Süreç’ten ‘çekildiği’ dönemlerde ‘en istenmez gelişmeler’ yaşandı, ‘şiddet’ tırmandı. Kan döküldü.
O nedenle, ciddiye alınması, Türkiye’nin ve herkesin hayrına olacaktır.
Söz konusu açıklamasında, son derece ilginç bir husus dikkat çekiyor; ‘önü açılmadığı takdirde’ çekilebileceğinden söz etmekle birlikte, bunun illa ‘Süreç’in son bulmasıyla ‘eşanlamlı’ olmayabileceğine de değiniyor. “Bu şekilde sürerse çekilebilir” dedikten sonra, “Tabii ondan sonra süreç kimin üzerinden gider bilemiyorum. Devam ederse BDP vardır, Kandil vardır” diye ekliyor.
Başbakan’ın, çok uzun süredir açıklanması beklenen ve hafta başında açıkladığı ‘reform paketi’nin ‘eksik’ ve ‘yetersiz’ olduğu konusunda neredeyse bir ‘konsensüs’ mevcut. İktidara destek korosunun farklı seslerinden tek birisi bile, paketi ‘mükemmel’ bulduğunu ilan etmedi.
Durum buyken, ilan edilmiş olan bu ‘reform paketi’ne ilişkin olarak ‘eyetmez ama evet’ tavrının geçerliliği olabilir mi?
Olmaması gerekir. 2010 yılının 12 Eylülü’ndeki anayasa değişikliği referandumu sırasında geçerli olabilecek olan bu ‘slogan’, üç yıl sonraki ‘reform paketi’ için geçerli olamaz; olmamalıdır.
2010 tarihindeki anayasa referandumunun en önemli veçhesi, Türkiye’de on yıllardır dolaşımda olan ve ‘kullanma tarihinin geçmiş’ olması gereken ‘askeri vesayet sistemi’nin en son ‘direnme noktaları’nın başında gelen ‘yargı’ ile ilgiliydi. Daha doğrusu, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) ve ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin yapısının yeniden düzenlenmesiyle.
Türkiye’nin, cumhurbaşkanlığı seçimine ‘askeri müdahale’den geçmiş ve aynı yıl 2007 yılında yüzde 47 ile iktidar olmuş bir siyasi partiyi ‘yargı marifetiyle’ 2008 yılında kapatmaya kalkışan bir ülke olduğu ‘arka planı’nı unutarak, bu kaba anti-demokratik karakterini bir yana atarak, 2010’da alınmış olan ‘yetmez ama evet’ tavrı hakkında hüküm verilemez.
Ancak öylesine bir ‘arka plan’ göz önüne alındıktan sonra, 2010’da yargıdaki yeni düzenleme şartıyla eksik ve yetersiz ‘Anayasa değişiklik paketi’ne ‘yetmez ama evet’ sloganıyla destek vermek açıklanabilir ve anlaşılabilir.
Bununla birlikte, ‘yargı’da yapılan düzenlemelerin beklenileni vermediği de ortadadır. Dolayısıyla bugünden geriye bakıp 2010’da ‘yetmez ama evet’in doğruluğu tartışılır hale gelmişken, Taksim-Gezi olaylarının ardından, onun gözler önüne serdiği ‘demokrasi açığı’ ve ‘polis rejimine kayış sinyalleri’nin alındığı 2013 yılında herhangi bir ‘reform paketi’ne ‘yetmez ama evet’ tavrı almak mecburiyeti yoktur. Hatta, bundan sonra ‘yetmez ama evet’in Türkiye siyasi gündeminden çıkarılması, ‘demokratikleşme’nin gerçekten selameti açısından şarttır.
İnsan hakları söz konusu olunca, dünyada Uluslararası Af Örgütü’nden daha saygın, daha ciddiye alınacak bir kuruluş yoktur. ‘İnsan hakları ihlalleri’ söz konusu olduğunda da, yine, Uluslararası Af Örgütü’nden daha ‘uzman’ bir kuruluş yok.
Ve, işte bu Uluslararası Af Örgütü, uzun zamandır hazırlamakta olduğu ‘Gezi Olayları’na ilişkin raporunu nihayet dün yayımladı. Dipnotlarıyla birlikte 60 sayfanın üzerinde olan rapor, kendi ifadesiyle, ‘Uluslararası Af Örgütü’nün, İstanbul ve Ankara’daki gösterileri izlemesinden, Türkiye çapında İstanbul, İzmir, Ankara ve Antakya olmak üzere dört ilde polis tarafından yaralanan ya da gayri resmi olarak gözaltına alınan, dövülen ya da gözaltı sırasında cinsel tacize uğrayan birçok insanla görüşülmesinden’ sonra, ‘bazı durumlarda hak ihlallerine uğrayanların akrabaları ya da avukatlarıyla görüşülmesinin’ ardından kaleme alındı.
Uluslararası Af Örgütü, raporda yer alan hususlarla ilgili uzun sürecek bir ‘uluslararası kampanya’ yürüteceğini de bildirdi.
Rapora ilişkin Uluslararası Af Örgütü’nün açıklamasında şu satırlar dikkat çekiyor: “Raporda gerçek mühimmat, biber gazı, tazyikli su, plastik mermi kullanımının ve eylemcilerin dövülmesinin eylemler sırasında 8.000’den fazla kişinin yaralanmasına nasıl yol açtığı detaylı bir biçimde anlatılıyor. Rapora göre en az üç eylemcinin ölümü polisin güç kullanımı ile doğrudan ilgili.”
Hükümetin, eğer tümüyle seçim kampanyasına dönük ve ‘iç tüketim’ amaçlı değil ise Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından hafta başında açıklanmış olan ‘Demokratikleşme Paketi’nin, Uluslararası Af Örgütü’nün ‘Gezi Raporu’nun gölgesinde kalacağını şimdiden bilmesi gerekiyor.
Uluslararası Af Örgütü’nün ‘Gezi Raporu’nda Tayyip Erdoğan hükümetinin Gezi’de ortaya koyduğu ‘anti-demokratik karakter’, Başbakan’ın açıkladığı ‘Demokratikleşme’ iddialı ‘Paket’i, açıklanmasının üzerinden 48 saat geçtikten sonra, altına almış vaziyette.
Elbette, ‘dünya çapındaki imaj’dan söz ediyoruz; iktidarın yanında saf tutmuş olan ‘değişik giysili ama teksesli’ koro bakımından durum fark etmiyor. Onlar, ‘Paket’i daha açıklanmadan, içinde ne olduğu bilinmeden bile, üzerlerine gitmek istediklerine karşı ‘polemik malzemesi’ halinde kullanmaya başlamışlardı. Açıklandıktan sonra da ‘polemik’e devam ediyorlar. Herkesi ‘Paket’in önünde ‘Demokratikleşme’ namına ‘secde’ye davet ediyorlar.
Şu
İçinde bulunduğumuz dönemin özelliklerinden ötürü Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan karşılaştırılması, dünkü konuşma üzerinden yapılıyor. Kimisi fark buluyor, kimisi her iki siyasi liderin birbirlerini ‘tamamlayıcı’ nitelikte olduğuna dikkati çekiyor. Yorumlayanların görüş açısının farklılığına ve siyasi eğilimine göre, yorumlar da değişiyor.
Cumhurbaşkanı’nın dünkü konuşmasını esas almak kaydıyla, her iki siyasi şahsiyet arasında İsmet Berkan’ın dün tv yorumları ve sosyal medyada işaret ettiği farkların bulunduğu kanısındayım. Şu üç noktada:
1. Gezi’ye ilişkin önemli bir algılama, değerlendirme ve üslup farkı söz konusu;
2. Suriye politikası konusunda üslup farkı var.
3. Mısır’da olan-bitenlere ilişkin ise ‘politika’ farkı.
Üslup deyip geçmemek gerekiyor, ‘üslup’ önemli. Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının şu son bölümünden de bir sonuç çıkartmak mümkün:
“Cumhuriyetin 27. yıldönümünde doğmuş ve onun en önemli erdemlerinden biri olan fırsat eşitliğinden yararlanmış bir Türk vatandaşı olarak; milletimin bana lütfettiği Cumhurbaşkanlığı görevini layıkıyla yerine getirmeye çalıştım. Geride bıraktığımız altı yıl içerisinde doğru bildiklerimi söylemeye, hatırlatmaya ve yapmaya gayret ettim. Rehberim, anayasamız, inançlarım ve vicdanım oldu. Hayatım boyunca, ‘halka hizmeti Hakk’a hizmet bilerek, yüce milletimizin hizmetinden hiç ayrılmadım. Bundan sonra da bu anlayış ve şuurla milletimizin hizmetinde olmaya devam edeceğim.”Bu sözlerden, Abdullah Gül’ün önümüzdeki yıl cumhurbaşkanlığı görev süresi dolduktan sonra ‘emekliye ayrılmayıp siyasette kalacağı’nı anlamak mümkün mü?
DUBAİ - Burj Khalifa’yı hayranlıkla seyretmemek mümkün değil. 829.8 metre yükseklikle dünyanın en yüksek binası. Adı Burj Dubai olacakmış ama paralar tükenince, imdadına Abu Dabi’den Birleşik Arap Emirlikleri Devlet Başkanı Şeyh Khalifa Bin Zayed yetişmiş. Onun şerefine adı Burj Khalifa yani Khalifa Kulesi olmuş.
19. yüzyılın son çeyreğinde, Paris’e her gelen Eifel Kulesi’ni nasıl hayranlıkla seyrediyorsa, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Dubai’ye her gelen de Burj Khalifa’yı öylesine hayranlıkla seyrediyor olmalı. Burj Khalifa, yaklaşık üç tane Eifel Kulesi yüksekliğinde. 160’tan fazla katı var. 30 bin evi içermesi tasarlanan bir projeymiş; kendi alanında kırmadığı rekor yok; içinde oteller, işyerleri, restoranlar, 900 rezidans, yani yok yok.
Burj Khalifa, gerçekten de, bir dizayn, mühendislik ve mimaride uluslararası işbirliğinin bir ‘estetik zaferi’ olarak Dubai’nin orta yerinde, Körfez sularının dibinden göğe doğru yükseliyor. Mısır’daki Büyük Piramid’in (Keops) 1311’e yılına kadar, yaklaşık 3900 yıl boyunca sahip olduğu ‘dünyanın en yüksek binası’ unvanını ikinci kez Ortadoğu topraklarına getirmiş olağanüstü bir yapıt Burj Khalifa.
Ona yakın bir noktada, 355 metrelik yüksekliği ve 72 katıyla ‘Dünyanın En Yüksek Otel Binası’ unvanına sahip olmakla övünen JW Marriott Marquis Dubai’de, aralarında Ortadoğu ekonomisine yön verme gücüne sahip çok sayıda insanın bulunduğu 250 kişi dolayında bir topluluk, HSBC’nin öncülüğünde düzenlenmiş olan ‘Bringing a world of ideas to the Middle East-MENA Leadership Forum’da akla gelebilecek ve Türkiye’de çoğumuzun aklına hiç gelmeyebilecek birçok şeyi tartışıyor.
MENA yani ‘Ortadoğu-Kuzey Afrika Liderlik Forumu’nun başlığı başlı başına ilginç; ‘Ortadoğu’ya bir dünya dolusu düşünce getirmek’ şeklinde tercüme edilebilir.
Türkiye, tabii ki, toplantının en ilgi çeken panellerinden birinin konusuydu. Türkiye’yi Türkiye’den gelen iki kişiye, bana ve Uluslararası Kriz Grubu’ndan Hugh Pope’a tartıştırdılar ve sorular yönelttiler.
Toplantıyı izleyen herkesin eline bir i-Pad verilmişti. i-Pad’ler, bu tür toplantılarda dağıtılan dosyaların yerine geçiyor, bir yandan da çeşitli konulara ilişkin anketlerde oy kullanmaya yarıyordu. Ortadoğu’nun ekonomisinin bugününde söz sahibi, yarınını da etkileyecek katılımcılara “Bugünkü şartlarda Türkiye’ye yatırım yapar mısınız?” sorusu yöneltildi. Yüzde 66 ‘evet’, yüzde 34 ‘hayır’ çıktı. Körfez’de tanık olduğumuz üzre, Tayyip Erdoğan’ın, son aylarda, bölgedeki hemen her çevrede sarsılmış itibarına karşılık, bu sonucu, Türkiye’ye güvenin her şeye rağmen kaybolmadığı, çok olumlu bir işaret olarak görmek mümkün.
Bana çok ilginç gelen bir başka anket sorusu ise şöyleydi:
DUBAİ- Beni Dubai’ye taşıyan uçağın rotasına bakıyorum önümdeki koltuğun üzerinden aşağıya sarkan ekranda ve Suriye üzerinden geçip, Irak’ın güneyinden kıvrılarak ‘körfez’e inen yeşil bir çizgi görüyorum. (Rota, sonra değişti; Suriye’ye girmeden İran üzerinden ‘körfez’e indik…)
Zaten kendime sormuştum: Hangi Suriye? Türk Hava Yolları’nın üzerinden geçeceği hangi Suriye hava sahası? Bütün bunlar kaldı mı?
Tam da o esnada International Herald Tribune gazetesinde Michael Meyer’in ‘Standing against the warlords’ (Savaş ağalarına karşı koymak) başlıklı yazısını okumaya dalmıştım. Meyer, BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon’un İletişim Direktörü imiş. Darfur’da aynı görevde bulunmuş, şu sırada da Kenya’da Nairobi Üniversitesi’nde lisans üstü bölümünün dekanı.
Yazısı, Nairobi’nin bir alışveriş merkezini kana bulayan el-Kaide’nin Somali kolu olarak bilinen Şebab’ın (Arapça ‘Gençler’ anlamına gelir) eyleminden yola çıkarak, Somali, Güney Sudan, Sudan ve Mali’yi içine alan, hatta Libya’da kendini gösteren ‘savaş ağalığı sistemlerinin oluşumu’na ilişkin.
Bu ismi sayılan ülkelerde –Somali hariç, orası Afrika ülkelerinin desteğiyle görece bir toparlanma sürecinde ve İslamcı güçlerin gelir kaynağı olan Hint Okyanusu’ndaki korsanlığın önlenmeye başlamasıyla da Şebab gibi örgütler mali bakımdan zora girmiş haldeler- ‘devlet’ ortadan kalkıyor; ‘devlet otoritesi’nin yerini ‘savaş ağalığı’ alıyor. Söz konusu yazının şu bölümünü ilgiyle okudum:
“Güçlü bir merkeziyetçi devletin, kendisinden önceki Lübnan gibi, hızla nasıl içeri doğru infilak edeceğini (to implode) görebilmemiz için Suriye’ye bakmamız yeterli. Başkan Beşşar Esad iktidarda kalsa da kalmasa da artık ülkesi yok. Şayet on yıllar boyunca değilse, yıllar boyu gelecek belli: Birbirleriyle savaş ganimeti ve ideoloji üzerinden çekişecek, giderek fakirleşen ve terörize olmuş halklarını haraca keserek varlıklarını sürdürecek olan savaş ağalarının yönetimi…”
Bu bölüm, benim içerde-dışarda sürekli muhatap olduğum “Suriye’de ne olacak? Nasıl bir Suriye” sorusuna yaklaşık bir yıldır verdiğim cevabın özeti gibi. Bundan 10 ay önce –sanırım daha önce de yazdım- Kanada’da Halifax Güvenlik Forumu’nda Suriye konulu panelin konuşmacılarından biriydim. Tam karşımda, forumun onur konuğu konumunda ABD’nin Suriye rejimine karşı harekete geçilmesinin en ateşli savunucusu olan Arizona Senatörü John Mc Cain oturuyordu. Sözlerime, “Haritaya baktığımızda sınırlarını değişmemiş görsek, uluslararası sınırları aynı kalsa bile, hepimize ders kitaplarında bunca yıldır öğretilmiş olan Suriye artık yok” diye girdim. John Mc Cain, onay babında başını sallıyordu.