'Yeter artık ama’ deme sırası Bülent Arınç’a da geldi.
En önemlisi Gezi sırasında olmak üzere, bundan önce defalarca Başbakan tarafından açığa düşürülmüş olan Bülent Arınç en sonunda önceki gün Belgrad’da patladı ve TRT-Türk ekranlarına AK Parti kurucuları arasında ‘sürahinin çatladığı’ anlamına gelecek bir çıkış yaptı.
Nasıl başlamıştı her şey?
AK Parti’nin Kızılcahamam’da yaptığı toplantının basına kapalı bölümünde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kızlı-erkekli öğrenci evlerine müdahale edileceğine ilişkin sözleri Zaman gazetesinde yer almıştı.
Bunun üzerine, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü ve de AK Parti’nin ‘ağır abi’si kabul edilen Bülent Arınç bir açıklama yapmış ve açıklaması internet medyasına şu şekilde düşmüştü:
“Bülent Arınç, dün, Başbakanlık Merkez Bina’da düzenlenen bakanlar kurulu toplantısının ardından habere konu olan toplantının 4.5 saat sürdüğüne ve ses kayıt cihazı bulundurulmadığına dikkat çektikten sonra ‘Düpedüz asparagas bir haberdir. Bizim böyle bir yetkimiz yok, böyle bir düşüncemiz de yok. Sayın Başbakan’ın buna benzer bir ifadesi de kesinlikle söz konusu değil...’ dedi.”
Başbakan ise ertesi gün Bülent Arınç’ı boşa düşüren o unutulmaz sözleri sarf etmişti. Günlerdir Başbakan’ın Helsinki’den gönderdiği meşru hayat-gayri meşru hayat ayrımı üzerinden ve ‘gayri meşru hayata izin vermeyeceğiz’ şeklindeki salvolarıyla tırmanan tartışma, Belgrad’dan Bülent Arınç’ın gönderdiği karşı-salvo ile yeni bir boyut kazandı.
Medya ise Bülent Arınç’ın TRT-Türk’e açıklamasının ‘en can alıcı’ bulduğu şu bölümünü özellikle vurguladı:
‘Zina tartışması’ ortaya atıldığında, Türkiye, ‘tam üyelik müzakereleri’nin başlaması için AB’den gün almaya uğraşıyordu. Başbakan’ın ‘muhafazakâr’ zihninden üreyen tartışmanın AB çevrelerinde sıkıntı yarattığı gözlendi ve pragmatizminde sınır tanımadığı izlenimini veren Tayyip Erdoğan geri basmış, ‘zina tartışması’ da kendiliğinden son bulmuştu.
O dönem, Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık koltuğuna tam yerleşemediği, iğreti oturduğu ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin ‘askeri vesayet’ten kurtarılabilmesi ve AK Parti iktidarının meşruiyet alanını sağlamlaştırabilmesi için ‘AB garanti belgesi’ne ihtiyaç duyulan günlerdi.
Yani, ‘iktidar dürtüsü’, Tayyip Erdoğan’ın fikrini değiştirtmedi ama geri bastırdı. Geri adım attırdı.
Şu andaki tartışma farklı. Tayyip Erdoğan’ın seçime doğru ilerlediği, seçime giderken, ‘şahsi iktidarı’nın güvencesini ülkenin kutuplaşmasında ve böylece kamuoyunun bölünerek, kendi altını sağlamlaştırmakta bulduğu bir dönemdeyiz. Haziran 2011 seçimlerinde elde edilen yüzde 50’lik destek, Tayyip Erdoğan’a yaramadı. Tam tersine, ‘siyasi oyunu’nu yüzde 50-yüzde 50 üzerinden kurgulamayı benimsemesine yol açtı. Yüzde 50 kendine, geri kalan yüzde 50, her renkten geri kalan herkese.
Bu kafa yapısı nedeniyle, Gezi gibi mükemmel bir Türkiye’yi daha geliştirecek bir demokratikleşme fırsatını heba etti. Gezi’ye birlikte sertleşti. Sertleşikçe, dış ve iç politikada ‘mezhepçilik’ten iç politikada ‘kendisi ve diğerleri’ ayrımını yapacak kadar keyfileşti ve otoriterleşti.
Nitekim, son tartışmada, pek özel bir marifeti olmayan danışmanını ve ‘muhafazakâr-dindar’ dünyanın ‘Bülent Abi’si’ni bile açığa düşürmeyi dert edinmedi.
Yıllar öncesiyle bugün arasındaki çok ‘temel fark’, Tayyip Erdoğan’ın ‘muhafazakârlık’ ya da ‘muhafazakâr demokrat’ pozisyon üzerinden hareket etmekten ziyade, şahsi bakış açısını ve yaklaşımını ‘devlet gücü’yle yürürlüğe koyma eğiliminin yansımasıdır.
Yani,
İktidarın yazılı basına ve ekranlara geniş bir yelpazeye yayarak yerleştirdikleri ya da zaten yerleşik iktidar yanlıları, benzer argümanlarla ‘yaylım ateşi’ne herhalde girişecekler. Ama ABD’nin iki eski Ankara büyükelçisinin yönetiminde hazırlanmış olan ‘From Rhetoric to Reality- Reframing U.S. Turkey Policy’ başlıklı yaklaşık 60 sayfalık raporun dikkatle ve özellikle Ak Partililer tarafından sakin bir kafayla okunmasında yarar var.
Zira, bu rapor, Türkiye politikasının ne, nasıl ve niçin öyle olması gerektiğine ilişkin olarak ABD yönetimine sunulmak amacıyla kaleme alınmış ve kaleme alanların özel ağırlığı bulunan bir rapor. Dolayısıyla Washington’da bu rapora çok özel önem atfedildiğini kestirebilmek için uzman olmak gerekmiyor. Eğer, Ak Parti iktidarı, “Washington’ın bana bakış açısı beni ırgalamaz. Ben, bu dünyada bildiğim gibi ve istediğim şekilde cirit atarım” diye bir düşünceye kapılmamışsa, iktidara gelmelerinde ve iktidarlarını sürdürmelerinde ABD’nin Türkiye politikasının bayağı esaslı bir payı olduğu kanısındaysalar; söz konusu raporu ciddiye almak durumunda.
Eğer, iktidara gelmelerini ve iktidarlarını sürdürmelerini sadece Türkiye’deki ‘sandık’ zannediyorlar ve Washington’daki ‘Beyaz Saray unsuru’nu dışlıyorlarsa somut ve kronolojik olarak kendilerine hatırlatacağımız şeyler olur. Umarız, böyle anlamsız bir polemiğe girişmezler.
Sözünü ettiğimiz rapora dönelim. Adını çevirmek için fazla zorlanmaya gerek yok; ‘Retorikten Realite’ye– ABD’nin Türkiye Politikasını Yeri Düzenlemek’ diye çevrilebilir. (Ya da yorumlu ama özünde yanlış olmayan bir çeviri ile: ‘Gevezelikten İşin Gerçeğine’...‘Retorik’ten kastedilen, Washington’ın Türkiye ile ilgili olarak dış politikada birçok gerçeği olanca çıplaklığı ile görmesine ve aradaki ‘uyumsuzluk’un farkında olmasına rağmen, işi ‘retorik’le idare etmeyi sürdürmesi. Zaten, rapor, ‘retorik’ten ‘realite’ye geçilmesi yani ABD’nin Türkiye politikasının ‘yeniden düzenlenmesi’ gerektiğini vurguluyor ve bu amaçla bir dizi ‘uyarı’da bulunuyor ve ‘öneri’ getiriyor.
Tersten ‘okuyarak’, şu da söylenebilir: Washington, Türkiye’ye belli bir bakış açısına sahip oldu. Yeni bir Türkiye politikası düzenlemesi için, bir ‘düşünce kuruluşu’nun düğmeye basmasını beklemekteydi.
Böyle bir ‘düşünce kuruluşu’nun iki partiden birine meyletmemesi, ABD’ye ilişkin ‘ortak çıkar’ algısından hareket etmesi söz konusu olursa, ağırlığı da o şekilde olur ki, sözünü ettiğimiz Türkiye’ye ilişkin rapor, 2007 yılında Senato’daki Demokrat ve Cumhuriyetçi grup liderleri tarafından kurulmuş olan Bipartisan Policy Center adlı düşünce kuruluşunun eseri.
Her iki partiye birden hitap edecek çalışmaları öngören –adı üzerinde- Bipartisan Policy Center’ın ‘Ulusal Güvenlik Programı’ çerçevesinde ‘Dış Politika Projesi’ var. ‘Retorikten Realiteye’ adlı çalışma bunun bir parçası. Bu amaçla, bir görev gücü (Task Force) oluşturulmuş, başına iki eski Ankara büyükelçisi Morton Abramowitz ile Eric Edelman yerleşmiş.
Yıllardır, ulusal ve uluslararası her platformda Ak Parti iktidarının ‘Kürt sorununu çözmek istediğini’ söyledim. Özellikle buna inanmayan Kürt kitleleri ya da siyasi unsurlarının önünde. Bununla birlikte, AK Parti iktidarının Kürt sorununu doğru kavradığından ve doğru bir çözüm sunacağından hiçbir vakit de emin olamadım.
Bununla birlikte, Türkiye’yi ‘çözüm’e yaklaştıracak her adımını desteklemekten geri de durmadım. Bundan sonra da böyle olacak. Kimden gelirse gelsin, buna AK Parti iktidarı da dahil, Türkiye’yi, bu en ağır sorununun çözümüne yaklaştıracak her adımı destekleyeceğim.
Böyle olmakla birlikte, iktidarın ‘Kürt sorunu’nun ‘özü’nü anlamamaktan ya da anlamak istememekten kaynaklanan ‘çözüm yaklaşımı’nın gediklerine de işaret etmek zorundayız. Zira, söz konusu gedikler, zaman içinde genişler, derinleşir ve ‘Süreç’i rayından çıkarırlar. Bu ‘risk’ var. Gerçekten çözüm ve barış yanlısı olanlar, buna dikkat ederek, gözlemde bulunmak, değerlendirme yapmak ve öneri getirmek durumundadırlar.
Ne yazık ki, yine öyle bir döneme giriliyor. ‘Süreç’, bir süredir ilerlemiyor. ‘Çözüm süreci’ olmaktan ziyade, ‘dayanıklı bir ateşkes’ görüntüsü veriyor. Ki, ilerlemediği ve ‘Süreç’ olmaktan çıkıp ‘ateşkes’ çerçevesi içine sığmaya başladığı takdirde, kırılganlığı da artar ve silahlı çatışma ve şiddet ortamına dönüş ihtimalleri belirir.
Cemil Bayık’ın önceki gün Reuters’e yaptığı açıklamada, tehditkâr bir dille ‘silahlı mücadeleye geri dönüş’ ve ‘iç savaş’ sözcüklerini telaffuz etmiş olması bu bakımdan can sıkıcıdır.
Can sıkıcıdır ama üzerinde durmayı da gerektiriyor. Özellikle, iktidarın Kandil ve BDP’den ayrı tutmaya, ayırmaya özen gösterdiği ve izlediği ve izlemeyi tasarladığı politikası bakımından temel dayanak olarak, ‘makul’ bir taraf olarak sunduğu Abdullah Öcalan’ın da son ‘mesajları’ndan sonra. Zira Öcalan, iktidar ve sözcülerinin durumu çarpıtmalarının aksine, ‘Süreç’in can kayıplarını durdurmuş olmasından öteye –ki elbette bu çok değerli- bulunan noktadan hiç memnun gözükmüyor.
Gelinen noktanın barındırdığı tehlikelerin farkında olarak, Eyüp Can da, dün ve önceki gün, üst üste iki yazısını bu konuya ayırdı. Dünkü yazısının şu bölümü özellikle çok önemli:
Bu karar daha önce alınacaktı ama kimilerine göre, Angela Merkel, Tayyip Erdoğan’a “Gezi’deki hoyratlıktan ötürü ödül” vermek istemediği için ertelendi ve dün Lüksemburg’da AB Dışişleri Bakanları, Hollanda’nın da vetosunu geri çekmesi sonucunda, 5 Kasım’da karar kıldı.
Bu, tabii ki, gerçeği yansıtmıyor. The Guardian gazetesi daha tarih netleşmeden dünkü sayısına “AB Türkiye’nin üyelik görüşmelerini reformları teşvik etmek için tekrar başlatıyor” başlığını koymuştu bile. Haber-yorumun giriş cümleleri ise şöyleydi:
“Avrupa Birliği, Başbakanı Tayyip Erdoğan yönetimi altında ülkenin otoriterliğe kaymakta olduğu korkularından geçen Türkiye’de, demokratik reform ufuklarını canlandırmak amacıyla, üç yıldır dondurduğu görüşmeleri, yeniden başlatıyor.”
AB çıpası tarandığı takdirde, “Kopenhag Kriterleri” adı verilen demokrasi ölçütlerinin yerine aynı anlamda “Ankara Kriterleri” ikame edilerek, yol alınabileceğine ihtimal vermemiştik. Nitekim, bu “tahminimiz”de yanılmadık. AB Süreci’nin “demokratik mekanizmaları”ndan kendini azade hissetmesi halinde, bu hükümetin nasıl “insan hakları ihlalleri”ne ve “zorbalığa” savrulabileceğini, Gezi olayları vesilesiyle gördük. Bütün demokratik dünya ve demokratik güçler gibi.
Dolayısıyla, AB ile görüşmelerin “üç yıllık dondurucudan indirilerek çözülmesini” Türkiye’de demokrasinin selameti bakımından iyi görüyoruz.
Uzun yıllar Tayyip Erdoğan ile “vesayet rejimi”ne karşı “demokratikleşme süreci”nde aynı dalga boyunda göründük. AB ile yeniden başlayacak süreçte, demokratikleşme yönünde ilerlerse, yine aynı boyunda buluşuruz. Aksi halde, “demokratikleşme mücadelesi” onun iktidarına karşı da yürür.
Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin, adeta içiçe girdiği ve kopamayacağı bir alan varsa, o da “Kürt sorununun çözüm mücadelesi” bir başka deyimle “barış süreci”dir. Ne yazık ki, AB ile görüşmelerin yeniden başlayacağına dair yüreklendireci sinyallerin geldiği gün, dün, o konuyla ilgili “düşündürücü” mesajlar geldi.
Ama Seattle’da Suriye’ye ilişkin entelektüel ve insani duyarlılık var. Seattle’da Yahudi balıkçı Harry de var, Filistinli ‘akademik efsane’ Ferhat Ziadeh de.
SEATTLE - Prof. Reşat Kasaba ile ‘eski Seattle’ diyebileceğim, ilk geldiğimde çok hoşuma gittiğini hatırladığım Pike Park Market’ta dolaşıyorum. Bizdeki halin Seattle muadili denebilir. Okyanusa bir dil gibi uzanan deniz kıyısına Puget Sound deniliyor ve Pike Park Market, Puget Sound’un başladığı yerde. 1907’den beri var.
Balıkçılarıyla ünlü. Biri “Bu sabah Alaska’dan geldi” diyerek tezgâhların üzerinde diğer ve bildiğimiz somonlarla kıyaslanmayacak büyüklükteki Alaska somonları pazarlamaya çalışıyor. Diğer somonların pound’u (900 gram dolayında bir ağırlık ölçüsü) 10-13 dolar arasında değişirken Alaska somonu 22 dolar.
Kalın bıyıklı balıkçı pek tanıdık bir tip gibi. Sanki öve öve bitiremediği tazeliğinden dem vurduğu Alaska somonunu satmak için ‘derya kuzusu bunlar’ diye Türkçe bağırmasını bekler bir psikolojiye kapılıyorum. Reşat, ben ve balıkçı hararetli bir somon sohbetine dalıyoruz.
Balıkçı, nereli olduğumuzu soruyor. Reşat Kasaba, 25 yıldır Seattle’da yaşadığını söylüyor. Ben de İstanbul’da yaşadığımı. “Babam Çanakkaleliydi” diyor heyecanla. 1920’lerde gelmiş Seattle’a Çanakkale’den kalkıp. ‘Biz’den bir şeyler vardı balıkçıda besbelli. Boşuna takılıp kalmadık ona.
“Yahudi misiniz?” diye soruyorum. “Evet” cevabını veriyor. “Çanakkale ve Gelibolu’da bir zamanlar bayağı bir Yahudi cemaati bulunduğunu biliyorum” diyorum. Başını sallayarak onaylıyor. “Babam 1906’da Çanakkale’de doğmuş” diye ekliyor. ‘Hemşerimiz’ Harry ile ‘hatıra fotoğrafı’ çektirmek istiyoruz. Bir Alaska somonunu alıp ‘dörtlü’ poz verdiriyor.
Çanakkale nere, Seattle nere?
En önemli akademik çalışmaları, Osmanlı son dönemi göçmenleri, güçler ve kimlikler üzerine olan Prof. Reşat Kasaba’yla Seattle kozmopolizmi sohbetine dalıyoruz. O vesileyle, University of Washington’un Boeing’den sonra Seattle’ın istihdam açısından en büyük kurumu olduğunu öğreniyorum. 60 bin öğrencisi varmış üniversitenin dile kolay. Öğrencilerin yarısından çoğu ise ya Uzakdoğulu imiş (Çin, Kore başta olmak üzere) ya da Uzakdoğu kökenli Amerikan vatandaşları.
SEATTLE - Konuşma başlığım ‘Türkiye ve Değişen Ortadoğu’ olunca, Seattle ile aramdaki ‘kendi hikâyem’ ile başladım konuşmaya. Yaklaşık 14 yıl önce geldiğim vakit, kimdim; Türkiye neredeydi, Ortadoğu ne âlemdeydi? Ve, bütün bunlar bugün ne durumda? Gelecek ne gösteriyor?
Tabii, bir de ‘sabit’ yani ‘değişmeden’ kalanlar söz konusu. Örneğin, Seattle’ın simgesi sayılan Space Needle yerli yerinde duruyor. Space Needle yani ‘Uzay İğnesi’, kentin en yüksek yapısı. Gözlem kulesi olarak 1962’de inşa edilmiş. Modern mimari estetiğinin özelliklerini taşıyor, 50 yaşını geçmiş durumda ve doğum tarihinden bu yana Seattle’ın simgesi o oldu. Öyle de kalacak herhalde.
Aslında şehirlerin de kendi öyküleri vardır ve şehirler de doğarlar ve canlı organizmalar gibi değişikliğe uğrayarak yaşarlar. Ama onlara ait de ‘değişmeyen’ ve onların ‘kimliğini belirleyen’ unsurlar mevcuttur. Seattle, 1850’lere kadar Kızılderililerin yaşadığı mekânlardan biri. Şehir denecek bir hali yok. Alaska’ya doğru başlayan ve Amerikan tarihinde ‘Altına Hücum’ diye başlayan dönemin eseri. Seattle, maceraperest altın arayıcılarının Alaska yolundaki son durağı imiş.
‘Altına Hücum’ sırasında var olmuş ve Pasifik Okyanusu’na açılan bir kıstak üzerinde, masmavi sularıyla iki küçük ve güzel gölün (Lake Washington ve Lake Union adları verilmiş olan) yanı başına yerleşmiş olduğu, doğanın cömertçe sunduğu yeşilden ötürü o gün bugündür ‘Emerald City’ yani ‘Zümrüt Şehir’ ya da ‘Gateway to Alaska’ (Alaska’nın Geçidi) gibi sıfatlarla anılır olmuş.
Şehir yaşam süresi içinde nasıl değişmiş, 1962’de ‘Space Needle’ ile simgesini kazanmış ve daha sonra ismi dünya çapındaki Boeing, Starbucks, Amazon.com ve Microsoft gibi şirketlerle anılır olmuşsa, güneyindeki ‘beyaz giysili volkan’ yani Mount Rainier gibi ‘sabit’ değerleri de var.
Seattle’a kimliğini veren, bir de, kuruluş tarihi 1861’e giden University of Washington. University of Washington da Seattle’ın ‘değişmez’ bir ‘sabit değeri’.
Seattle için doğanın sunduğu Mount Rainier ve insan elinden 1962’de çıkan Space Needle gibi kazandığı özelliklere benzer biçimde, şehrin, seçtiği mor rengiyle bir başka ‘sabit değeri’ sayılan University of Washington’un da yaşam süresinin bir noktasında ‘insan eliyle’ kazandığı özellikleri bulunuyor. Örneğin, bu üniversite, dünyada ‘Osmanlı ve Türkiye araştırmaları’ bakımından önemli bir yer haline gelmişse –ki öyle- bu büyük ölçüde son 25 yıldır bu üniversitede ders veren ve şu sırada üniversitenin itibarlı Henry Jackson Uluslararası İlişkiler Okulu’nun Direktörü sıfatını taşıyan Prof. Reşat Kasaba’nın eseri.
SEATTLE - Benimki uzun Kurban Bayramı tatili kaçışı sayılmaz. Gerçi, İstanbul’u ve Türkiye’yi uzun tatil gerekçesiyle boşaltanlarla aşağı yukarı aynı sıralarda ayrıldım ama yine de tatil kaçışı sayılmaz. Dünyanın adeta öte ucuna, ‘Türkiye ve Ortadoğu’ konuşmak üzere gideceğimi çok önceden biliyordum ama Seattle’da bulunacağım tarihlerin Kurban Bayramı’na denk düşeceğini fark etmemiştim.
Bu Seattle’a ilk gelişim de değil. Tam 13 buçuk yıl önce gelmiştim. O sıralarda ABD başkentinde yaşıyordum. ABD’de iki Washington var. Biri başkent yani bir şehir ve kendi District of Columbia adıyla kendi başına bir eyalet sayıldığı için resmi adı Washington D.C.’dir; bir de eyalet olarak Washington mevcut. Ülkenin en kuzeybatı köşesinde, Kanada’nın en batı eyaleti British Columbia’ya bitişik. Alaska’ya giden yolda son durak sayılır. Seattle, Washington eyaletinin merkezi.
Washington D.C.’den Seattle, Washington’a gitmek, aynı ülke sınırları içinde bile heyecan yaratmıştı bende. Uçarak bile git git bitmeyen bir yolculuk. Önce Minneapolis, Minnesota’ya inmek, sonra oradan havalanıp Seattle’a uçmak gerekiyordu; Atlantik kenarından Pasifik’in kuzeylerinde bir yere ulaşmak için.
Hani ilk temasta içinizin kaynadığı insanlar vardır ya, onlarla sık görüşmeseniz bile ömür boyu dost olur, ne zaman karşılaşsanız kaldığınız yerden devam edersiniz; öyle şehirler de vardır. Seattle benim için öyle bir şehir olmuştu. Böyle olmasının çok da rasyonalize edilmesi gereken sebepleri olmaz. Kendiliğinden olur. Seattle’la öyle oldu.
Onunla ilk beraberliğimizden bu yana yaklaşık 14 yıl daha yaşlanmış olmama rağmen, Seattle’a gitme düşüncesi, fiziki yıpranmaya ek olarak coğrafi uzaklık çok daha artmış olmasına karşın bende yine heyecan yarattı. Ne de olsa Seattle’a gidecektim.
İstanbul’dan Chicago’ya varmak için yarım gün havadasınız; oradan Seattle’a uçmak ise Türkiye’den Avrupa’nın diğer ucuna uçmak kadar neredeyse. Yaklaşık 11 bin 500 kilometre göklerde bulunmak gerekiyor, İstanbul-Seattle arasında.
Mount Rainier’e kavuşmak için de mükemmel bir fırsat diye aklımdan geçirmiştim. Mount Rainier, yaklaşık 4400 metrelik yüksekliği ve galiba her daim bembeyaz örtüsü altında göz kamaştırıcı bir görkemle yükselir Seattle’ın 87 kilometre güney ufkunda. İstanbul’dan bakınca İzmit kadar uzaklıkta, en son 1850’de patlamış olsa da, hâlâ dünyanın en tehlikeli 16 volkanından biri sayılan bembeyaz bir ihtişamın göz ufkunuzda göğe tırmandığını düşünün; öyle bir duyguya kapılıyor insan.
Seattle’a ilk geldiğimde öğrenmiştim; Seattle’da yaşayanlar, şehrin havası güneşli ve açık ise, Mount Rainier’ı kasteder,