Cengiz Çandar

‘Rojava’yla sıfır noktasında (2)

20 Eylül 2013
Rojava’daki çatışmalar, Türkiye’nin Kürt gençlerini mıknatıs gibi kendine çeken bir etki doğuruyor. Sınırın delik deşikliğinin somut görüntülerine de Nusaybin’de tanık oldum.

DERBESİYE - Gece yarısı olmak üzere. Şenyurt sınır kapısı, hâlâ çok kalabalık. Kızıltepe Belediyesi, başta başkan Ferhan Türk, dört belediye başkan yardımcısının tümü, neredeyse tüm belediye kadrolarıyla orada.
30’u aşkın kamyonla ‘Rojava’ya iletilmekte olan yardım malzemelerini taşıyan araçlar arasında öncelik iki TIR’a verilmişti. İkinci TIR yükünü boşaltmayı tamamlamak üzereydi. Operasyonun sabah bitebileceği düşünülüyordu. ‘Rojava’ya yardımı koordine eden Nusaybin Belediyesi’nin başkanı Ayşe Gökkan’a, evrakları ertesi sabah imzalayabileceğini söylüyor Kızılay yetkilileri. Nusaybin’e dönme vakti. (Yardım işlemi tüm öğle vakti tamamlandı.)
‘Rojava’ya ‘insani yardım’ın gerçekleştirildiği, Türkiye-Suriye arasındaki şu sıra tek sınır kapısı olan Şenyurt, il merkezi Mardin’den daha büyük olan ilçe Kızıltepe’nin 14 kilometre daha güneyinde. Nüfusu 1500 imiş. Yanı başında, sınır çizgisini oluşturan demiryolunun öte yanındaki Derbesiye’nin nüfusu ise 70 bin. Şenyurtlular kendi beldelerine de Derbesiye diyorlar zaten. Çoğunun nüfus kâğıdında da öyle yazıyor. Biri, “Bu Şenyurt ismi 1965’te çıktı. Burası Derbesiye’dir” diyor. İsimlerini tekrar geri almaya kararlılar.
Birisi ‘karşı taraftaki’ Derbesiye’yi işaret ediyor: “Burası, Kürtler ve PYD için Rojava’daki en sağlam yerdir. 60 kilometre doğusu Kamışlı; 60 kilometre batısı Serekaniye. Arada Arap yok. Kürt bölgesinin, hiçbir tehdide açık olmayan en sağlam noktası…”Soluk ışıkların altından Nusaybin’e dönmek üzere arabaya ilerlerken aralarından biri kolumu yakalıyor, “Yarın gel buraya. Bir de gündüz gözüyle gör” diye davette bulunuyor. Takılıyorum ona, “Ben buraları iyi bilirim. Az ilerde bir yerden aşağıya geçmiştim” diyorum. Belleğimi, beni 40 yıl öncesinin ötesine götürmesi için zorluyorum. 42 yıl önce, o gece de sınırı geçip Suriye’ye girdiğimde böyle mehtap var mıydı acaba?
Muhatabım, naklettiğim anıya hiç takılmıyor: “E tamam gelin işte; yarın da geçeriz…”- Nasıl yani? Gündüz gözüyle mi?
- He. Geçeriz merak etme.
- Karşıda akrabalar var galiba.

Yazının Devamını Oku

‘Rojava’ya sıfır noktasında...

19 Eylül 2013
Ortadoğu’da bir Kürt-gayrimüslim ittifakının filizlenmekte olduğundan, bunun demokrasinin güvencesi olacağından söz edebilir miyiz acaba?

NUSAYBİN - Eski Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kaya, telefonda, “Şimdi eczacı kimliğimle konuşuyorum” diye söze başladı. “Rojava, ilaçsızlıktan kırılıyor. Bölge çapında kampanya başlattık. Dört kamyon dolusu ilaç ve tıbbi malzeme topladık. Ancak sınırın öbür tarafına geçiremiyoruz. Ne olur, şunu bir duyursanız...”
Ona, “Yarın Nusaybin’de olacağım. Orada durumu daha iyi anlar, yazarım” cevabını verdim. Ertesi gün (yani dün) Mardin’den İpekyolu’na doğru inerken, Rojava’nın Kürtlerin fiili yönetimine geçmiş yerleşim merkezleri gözümün önünde tespih taneleri gibi dizilmiş, gayet net bir görüntü veriyorlardı. En sağda, Şenyurt’un karşısındaki Derbesiye, sol çaprazda Amude. Suriye kuzeyinin en büyük şehri Kamışlı ise Nusaybin ile bitişik bir şehir.

İpekyolu’nda Nusaybin’e doğru ilerlerken, yolun sağ yanı dikenli teller, düzenli aralıklarla kontrol kuleleri... Direksiyondaki Nusaybin Belediyesi’nin Başkan Yardımcısı, “Bir kaza olsa, bir araba sağa doğru yuvarlansa, başına bir şey gelmeyeceği varsa bile mayın patlar; havaya uçar” diye işaret ediyor, dikenli teller ile az ötede Türkiye-Suriye sınırını oluşturan demiryolu arasındaki mayınlı toprakları.

Diyarbakır-Nusaybin arası yol boyunca, bana, tüm bölgenin nasıl sabah-akşam Rojava ile yatıp kalktığını anlatıyor. Kamışlı’da akrabaları var; birçok Nusaybinlinin olduğu gibi. Zaten, şu anda Nusaybin’de en az 10 bin Suriye vatandaşı da –Belediye Başkanı Ayşe Gökkan’ın söylediğine göre hamile kadınlar, çok yaşlılar ve çocuklar- Nusaybin’deki akrabalarının yanına sığınmış durumdalar.

Yazının Devamını Oku

Hrant Dink cinayeti: Bu dava böyle ‘yürümez’!

18 Eylül 2013
Bu haberi Erdoğan dikkatle okumalı. Ardından hafızasını zorlamalı; Hrant Dink’in evinde neler söylediğini hatırlamalı. Hadi, ‘yargıya karışamaz’dı, ‘yürütmeden de mi sorumlu sayılamaz?’

Altı yıldır yani Hrant’ın kahpece öldürüldüğü 2007 yılından bu yana Hrant Dink cinayeti davasını izliyorum. Beşiktaş’taki duruşmalara gidiyordum. Hatta, duruşma salonunun pejmürde halini, sanıklarla tanıkların, savunmanın ve izleyicilerin birbirine girmiş olduğu, sanıkların, mahkeme heyeti tarafından önlenmeyen laubali tavırlarını gözlediğim bir celsenin ardından yazdığım ‘Bu salondan adalet çıkmaz’ başlıklı bir yazıdan ötürü hakkımda dava da açılmıştı.
O salondan gerçekten de adalet çıkmadı. Karar celsenin ardından, iki yanımda Hrant’ın iki kardeşi, kırgın ve öfkeli bir topluluğun en arkasında yer alarak, Beşiktaş’tan Agos’a ‘izinsiz gösteri’de yürümüştük. Akaretler’den Valikonağı’na kadar akşam trafiğini aksattığımız için polis bize karşı biber gazı kullanmamıştı. Olaysız biçimde Agos’a varabilmiştik.
Karar, sadece o celsede hazır bulunanlarda değil, tüm kamuoyunda öyle bir infiale yol açmıştı ki hükümet çevreleri “Daha yargı süreci tamamlanmadı” açıklamasını yapmayı ve Yargıtay aşamasını hatırlatmayı gerekli görmüştü.
Nitekim, Yargıtay 9. Ceza Dairesi, mahkemenin sanıklar hakkında örgüt yönünden vermiş olduğu beraat kararını bozdu, Hrant Dink cinayeti davası böylece yeniden başlayacak oldu. Hem de Hrant’ın doğum gününden iki gün sonra, bu kez, Beşiktaş’ta da değil, Çağlayan’daki yeni görkemli adliye binasının büyük salonunda.
Bu ‘yeni salon’dan adalet çıkmasından umutlu olunabilir mi?
Yetvart Danzikyan, iki gün önce Radikal 2’deki mükemmel yazısında ‘Bu dava böyle başlamaz’ başlıklı yazısında, nedenleri sıraladı. Ve dün Çağlayan Adliyesi’nin önünde ‘Hrant’ın Arkadaşları’ adına Gülten Kaya, geleneksel açıklamayı okudu ve aynı şeyleri tekrarlayarak “Bu müsamere artık sona ermelidir” dedi.
Hrant Dink cinayeti davası öyle bir noktaya gelmiş durumda ki ‘adalet’in çıkabilmesi, yargıdan ziyade yürütmeye bağlı. Zaten, Yargıtay’ın bozma kararı sanıkların ‘silahlı terör örgütü üyesi’ olarak yargılanmış ve bu iddia karşılığında ‘beraat’ etmiş olmalarıyla ilgili. Yargıtay, “Örgüt var” diyor ve ama bunu ‘terör örgütü’ değil ‘suç örgütü’ olarak değerlendirerek, yargılamanın ve hükmün buna göre verilmesini ister durumda.

Yazının Devamını Oku

‘Paket’, ‘süreç’, ‘böl-yönet’, ‘çözüm’...

13 Eylül 2013
‘Paket’in Türkiye’nin demokratik güçlerini ne ölçüde tatmin edeceği meçhul. Etmeme ihtimali daha fazla. İdare’nin âdetidir; hep böyle yapar: Çok az, çok geç.

Hükümetin hazırladığı ‘Demokratikleşme Paketi’ne bugün son hali verilecek ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın verdiği bilgiye bakılırsa, uzun zamandır beklenen ‘Paket’, önümüzdeki hafta açıklanacak.

İçinde ‘iyi şeyler’ bulunacağına kuşku yok. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, ‘Paket’te zaten toplumun çok farklı kesimlerinin taleplerinin karşılanacağı bir içerikten söz etti. Bunların neler olabileceği şimdiden tahmin edilebiliyor; geçen yılki AK Parti Büyük Kongresi’nde dağıtılan kitapçıkta bunların ipuçları vardı.

Yani?

Yani, büyük ihtimalle, anadilde kamu hizmeti -belediyelerde, vergi dairelerinde vb.-, yerleşim yerlerinin isimlerinin orijinal haline göre değiştirilebilmesi, valilerin toplantı ve gösterileri erteleme ya da iptal yetkilerinin kaldırılması veya kısıtlanması ve belki TCK ve TMK’da bazı düzenlemeler.

Bunlar ‘iyi şeyler’ ama bu ‘Paket’in Türkiye’nin demokratik güçlerini, Kürtleri ve Alevileri ne ölçüde tatmin edeceği meçhul. Etmeme ihtimali, etme ihtimalinden daha fazla. Türkiye’de ‘idare’nin âdetidir; hep böyle yapar: ‘Çok az, çok geç.’

İngilizce ‘Too little, too late’ denilen hal, Türkiye’de olağan uygulamadır. Daha önce yapılsa çok değerli sayılabilecek olan bir düzenleme, olması gereken çıtanın altında kalacağı bir zamanlamada yapıldığı vakit, ‘çok az, çok geç’ yapılmış olacak, beklenen sonuçları sağlamayacaktır.

Gerçi, iktidar yanlıları şimdiden ‘Paket’in ne müthiş bir ‘demokratikleşme adımı’ olacağına dair hayli gürültü yapacaklardır ama Taksim-Gezi’den beri kimyası bozulmuş bu iktidarın, dört başı mamur bir ‘demokrasi paketi’ ortaya koyması pek gerçekçi değil.

Artan ölçülerde şehirli yeni kuşakları ve Alevi kitlesini sokaklara çeken, üç ay içinde 7 gencecik insanın ölümüne neden olan ve kullandığı

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin Suriye dosyası: ‘Yine hüsran’

12 Eylül 2013
Bütün istek ve iddialarımızın gerçekleşmesinin en önemli ‘sınav günü’ geldi çattı ve sınav kapısında ismini listede göremeyen öğrenci durumuna geldik.

Suriye’ye ilişkin yepyeni bir durum ortaya çıktı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un Moskova’da Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ile görüşmesi sırasında yaptığı “Kimyasal silahlarınızın tümünü bize devredin” önerisine, Velid Muallim’in ‘kabul’ demesiyle rota değişti.

Velid Muallim, önceki gün (salı) Şam’ın kimyasal silahlarını Rusya’ya, Birleşmiş Milletler’e ve ‘diğer ülkeler’e devredeceğini bildirdi. Bunun nasıl mümkün olabileceği ayrı bir sorun. Nitekim, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, ‘bir vakit kazanma taktiği’ olmaması gerektiği üzerinde durdu ve “Çabuk, gerçek ve doğrulanabilir olması gerekir” dedi. Yani, Suriye’ye yönelik ‘askeri cezalandırma seçeneği’ tümüyle ortadan kalkmış değil.

Ama ne olursa olsun, Suriye’ye askeri harekât ihtimali, geçen iki haftaya oranla, artık, pek zayıf.

Suriye’ye ‘sınırlı’ ve ‘dar kapsamlı’ bile olsa, askeri harekât yapmaya zaten pek teşne olmayan ABD Başkanı Barack Obama, bu gelişmenin üzerine atladı ve Kongre’den çok istemiş olduğu ‘askeri harekâta onay’ oylamasını geciktirmesi talebinde bulunduğu bir ‘ulusa sesleniş’ konuşması yaptı.

Obama’nın konuşmasının şu bölümünü aktarmayı anlamlı buluyorum:

“Birçoğunuz şu soruyu sordunuz: Bu (yani Suriye’ye karşı girişilecek askeri harekât) bizi bir başka savaşa doğru kaygan bir zemine sokmayacak mı?.. Bir savaş gazisi açıkça ortaya koydu: Bu ulus savaştan yorulmuş ve hasta düşmüştür. Cevabım basittir. Amerikan postallarını Suriye topraklarına bastırmayacağım. Irak ve Afganistan’da olduğu gibi açık uçlu bir eyleme girişmeyeceğim. Libya ve Kosova’da olduğu gibi uzun süreli bir hava harekâtı yolunu izlemeyeceğim. Bu, açık bir amacı elde etmeye yönelik belirli bir hedefe darbe indiren bir harekât olacaktır: Kimyasal silahların kullanımını caydırmak ve Esad’ın savaş yeteneklerini zayıflatmak.”

Buradan ne anlıyoruz?

ABD, Suriye’ye askeri harekâta girişse bile, bu, hiçbir şekilde Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi olmayacak. ‘Kosova türü hava harekâtı’nı Tayyip Erdoğan açıkça talep etmemiş miydi? Ardından da, Türkiye’nin, ABD’nin başını çekeceği ‘herhangi bir koalisyona katılmaya hazır olduğunu’ ilan etmişti.

Yazının Devamını Oku

Suriye-Çözüm süreci bağlantısı

8 Eylül 2013
Rusya’nın St.Petersburg şehrinde yapılan G20 Zirvesi’ne Suriye konusunun damgasını vuracağı biliniyordu.

Öyle de oldu. Ancak Suriye konusunda ters pozisyonlarda yer alan Obama ile Putin arasında herhangi bir orta yolda buluşma sağlanamadığı gibi, zirveden Suriye’ye müdahale yanlısı olan Obama’nın güçlü çıktığı hayli kuşkulu.
Zirve sonunda, Tayyip Erdoğan’ın da (yani Türkiye’nin) aralarında bulunduğu 11 ülke liderinin Suriye konusunda –askeri müdahaleden söz etmemekle birlikte- sert içerikli bir bildirinin altına imza atması, G20’nin Suriye konusundaki ‘konsansüsü’nü yansıtmaktan ziyade, uluslararası sistemde çok derin ayrılıkların mevcudiyetine işaret ediyor.
Obama’nın, Hollande’ın (Fransa) ve Tayyip Erdoğan’ın (Türkiye) yanı sıra, İngiltere, Kanada, Avustralya, S.Arabistan, İspanya, Japonya, Güney Kore gibi ülkeler ve İtalya silahlı mücadeleden söz edilmemiş olduğu için bildiriye imza attı.
İmza atmayanlar Putin’in (Rusya) yanı sıra Çin, Hindistan, Endonezya, Güney Afrika, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika ve Merkel (Almanya). Bu tablodan, Suriye’ye karşı ABD öncülüğündeki askeri müdahalenin yeterli uluslararası destek bulacağını söyleyebilmek kolay değil. Birçok ülke, elde edilmesi –Rusya ve Çin’in Güvenlik Konseyi’ndeki tavrından ötürü- imkânsız bir BM onayını şart görüyorlar.
Bu ‘manzara’, Obama’yı sıkıntıya sokmuş durumda. ABD Başkanı, zaten Kongre’ye gitmeye kendisini mecbur hissetmişti ve şimdi Kongre’de istediği sonucu alabilmesinin güçlüğü üzerinde duruluyor. Nitekim, Obama, salı gecesi bir önemli konuşma yaparak, Kongre desteğini almaya çalışacak.
Obama’nın kapsam ve süresini ‘sınırlı’ olarak zaten ilan etmiş olduğu Suriye’ye karşı Amerikan askeri harekâtı, bu gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde, olabilecek midir? Britanya parlamentosuna paralel bir karar Kongre’den çıktığı takdirde, Obama’nın ‘vur’ emri vermesi beklenemez.
Her şeye rağmen, Obama’nın Kongre’yi ve Amerikan kamuoyunu ikna edeceği varsayımından hareket edersek, harekâtın hedefleri hakkında -NYT’nin cuma günü verdiği habere dayanarak- söylenebilecek olan şudur: Pentagon, potansiyel seçenekler ve hedefleri arttırmıştır ve buna göre 50’nin üzerindeki hedef vurulacaktır.

Yazının Devamını Oku

PKK’nin çekilmesi durursa ‘süreç’ biter mi?

6 Eylül 2013
‘Çözüm süreci’ni sona erdirme kararı da açıklaması da iki şahsiyettten biri ya da ikisine (Erdoğan ve Öcalan) aittir. Cemil Bayık, ‘Bitti’ dese bile, bitmiş olmaz.

Hafta sonu Stockholm’deydim. 1 Eylül Pazar günü. Bundan on yıl önce bıçaklanarak bir suikast sonucu öldürülen Anna Lindh’in anısına düzenlenen toplantıda, Sosyal Demokratlar’ın parlamentodaki grup başkanı Mikael Damberg ve tanınmış gazeteci Bitte Hammargren ile birlikte konuşmacıydım. Toplantının moderatörü Anna Lindh’in özel danışmanı Mats Engström, konusu ‘Türkiye’de demokrasi ve insan hakları’ idi. Bu konu ile Anna Lindh çok ilgilenmiş ve defalarca Türkiye’ye gelmiş, her geldiğinde mutlaka Diyarbakır’a da uğramıştı.
Anna Lindh, Stockholm’de çoğunlukla Kürtler, Türkiyelilerden dostlar edinmişti. Anna Lindh’i anma toplantısının yeri olarak, çok sayıda Kürt ve Türk’ün yaşadığı Stockholm’ün dış mahallelerinden Tensta seçilmişti.
Üç saatlik toplantıda, en ilgi çeken konulardan biri, haliyle, ‘çözüm süreci’ idi. KCK’nın Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın 1 Eylül tarihine kadar, Türk hükümetinden ‘yeni yasal düzenlemeler’e ilişkin bir adım atılmadığı takdirde, ‘durumun gözden geçirileceği’ne dair yaptığı açıklamalara bakılarak, ‘süreç’in ‘tehlikede olup olmadığı’ soruluyordu.
Bu sorulara karşı benim cevabım, ‘süreci bozmakta hiçbir tarafın yararı olmadığı, ayrıca her iki tarafın da –hem Ak Parti hükümetinin hem PKK’nin- sürecin bozulması sorumluluğunu almak istemediği’ yolunda oldu.
Peki, 1 Eylül tarihinin belirtilmesi hiç mi bir şey ifade etmiyordu?
Cemil Bayık’ın 1 Eylül tarihini, hükümetin yasa değişiklikleri yani demokratikleşmede daha ileri adımlar atma niyetini ortaya koyması için ‘baskı amaçlı’ olarak dile getirmiş olabileceğini söyledim. Zaten gerek o, gerekse İmralı’daki Abdullah Öcalan, 1 Eylül’e kadar ‘niyet beyanı’ olsun; 15 Ekim’e kadar da adım atılsın diye iki tarih ortaya koymuşlardı.
Stockholm’de konuşurken ve bu yöndeki sorulara cevap verirken, ne 1 Eylül’e dek –ki, zaten o gün 1 Eylül idi- bir ‘niyet beyanı’nda bulunulacağını ve ne de 15 Ekim’e dek, Kürtleri ve Kürt siyasi hareketini tatmin edecek düzeyde bir yasal düzenleme yapılacağını sanmadığımı söyledim. Bununla birlikte, bu nedenlerle ‘çözüm süreci’ de ortadan kalkmayacaktı. ‘Çözüm süreci’nin ortadan kalkması zordu ve eğer ortadan kalkarsa, bu, muhtemelen Suriye’deki gelişmelerle ilgili olarak söz konusu olacaktı.

Yazının Devamını Oku

Suriye politikası: ‘Değerler’ ve ‘realpolitik’

5 Eylül 2013
Türkiye, ‘değerler’ ile ‘realpolitik’ arasındaki ilişkiyi ve dengeyi kuramadığı ve şaşırdığı için ABD’nin başını çekeceği ‘herhangi bir oyunun içinde’ yer almaya ‘hazır’ hale geldi.

Rusya’nın St. Petersburg (Sovyetler Birliği döneminin Leningrad’ı) şehri bugün G-20 Zirvesi’ne ev sahipliği yapıyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, adını ilk kez bu şehrin belediye başkanı olarak duyurmuştu. Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyerine İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan başlayarak, Türkiye’nin başbakanlığına tırmanışına geçmesine benzer bir durum…
St. Petersburg, Obama’nın Amerikan Kongresi’nin onayına başvurmaya karar vermesinden ötürü geciken ama gerçekleşme ihtimali de son derece yüksek olan, ABD’nin ‘Suriye’yi füze saldırısı ile cezalandırması’ eyleminden hemen önce dünyanın en üst düzeydeki liderleri arasında muhtemelen son ‘yüz yüze’ temas imkânını ifade edecek olmasından ötürü, bir ‘rutin’ G-20 zirvesi olmaktan çıktı.
Gözler tabii ki Obama-Putin görüşmesinde olacak (böyle bir görüşme olursa şayet). Türk medyası ise St. Petersburg’u, Taksim-Gezi eylemlerini yüzüne gözüne bulaştırmasından ve Mısır’daki gelişmeler karşısında Türkiye’yi uluslararası yalnızlığa sürükleyen dış politikasından ötürü Tayyip Erdoğan’ın içte ve dışta çok hırpalanmış olan ‘imajı’nı ne kadar düzeltebileceği ya da düzeltip düzeltmeyeceği açısından değerlendireceğe benziyor.
Tayyip Erdoğan’ın, Obama ve Putin ile ‘ayak üstü’nden öteye içerikli bir görüşmenin tarafı olup olmayacağını göreceğiz.
Ne var ki ‘Usta’nın, Suriye konusundaki son açıklamaları, St. Petersburg’da her kim ile ne kadar görüşürse görüşsün, Suriye konusunda ‘anlamlı’ bir katkının sahibi olamayacağını ortaya koyuyor.
ABD Başkanı Barack Obama’nın, Suriye’ye kimyasal silah kullanmasından ötürü girişme kararlılığını ifade ettiği ‘sınırlı askeri harekât’a bozuk atan ve Şam’daki ‘rejim yıkılana’ kadar ‘askeri harekât’ talep ederek, 1999’daki ‘Kosova örneği’nden yana olduğunu bildiren Tayyip Erdoğan, dün St. Petersburg’a giderken ‘her türlü koalisyonun içinde yer almaya hazır olduğunu’ bildirdi.
Erdoğan’ın ‘Kosova analojisi’nin yanlışlığına bir önceki yazımızda derinlemesine değinmiştik. En son ifade ettiği “Her koalisyonun içine girmeye hazırız” yaklaşımı da bir başka ‘savrulmayı’ ifade ediyor.

Yazının Devamını Oku