Bu işin hedefinde Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Erdoğan’sız AK Parti projesi yatıyor. ‘Satılmış Erdoğan’, ‘Firavun’, ‘Kalplerimizi kırdın bari param parça etme be usta’ şeklindeki kampanyanın stratejik bir hedefi var: Cemaatin tabanını Başbakan’dan uzaklaştırmak. Gönül köprüleri bunun için yıkılmak isteniyor. Önce, ‘Anti-Erdoğan’ duygusunu oluşturmak sonra Cumhurbaşkanlığı seçiminde, bunu Erdoğan karşıtı, ‘Ortak adaya’ taşımak.”
Bu satırlar, Yeni Şafak’ta Abdülkadir Selvi’nin dünkü yazısının son bölümü. Hükümetin medyadaki artık sayısı çok artmış olan sözcülerinin en önde gelenlerinden biri. Başbakan Tayyip Erdoğan ve yakın çevresine, miladı Gezi olayları olan dönemden bu yana egemen olan zihin kalıbını çok güzel yansıtıyor: Olan-biten her şeyi, Tayyip Erdoğan’a yönelik bir ‘komplo projesi’ ile açıklamak.
Bu, günü geliyor, bizzat Tayyip Erdoğan’ın kendi tespitiyle Gezi olaylarının arkasında ‘faiz lobisi’ni keşfetmek oluyor; kimi zaman Başbakan Yardımcısı’nın gözlemiyle –muhtemelen Başbakan da katılıyordur- ‘Yahudi diyasporası’ veya ‘telekinezi yöntemiyle Başbakan’ın canına kasteden dış dünya’ –ki, bu tezi geliştiren kişi çok geçmeden ‘Başdanışman’ sıfatıyla Başbakan tarafından ödüllendirildi-.
‘Dershaneler konusu’nun ‘Satılmış Erdoğan’, ‘Firavun’ vs. gibi hasmane etiketlerle ‘Erdoğan’sız AK Parti projesi’ ve ‘Cumhurbaşkanlığı seçimi’ ile ilgili bir tür ‘komplo’ ya da Selvi’nin deyimiyle bir ‘siyasi proje’nin ayağı olduğu iddiası da aynı zihin kalıbı ve yaklaşımının bir ürünü.
Yukarı aldığımız bu satırlar, Tayyip Erdoğan ve yakın çevresinin ‘Başbakan-Hocaefendi’ ya da Ak Parti-Cemaat arasında patlak vermiş olan son çatışmada ilkinin yaklaşımını ve algısını veya iddiasını en açık biçimde yansıtmış olması bakımından anlamlı. Ve de çok ilginç, zira dün Taraf’ın manşetinde patlattığı haberden önce kaleme alınmış.
Malum, Taraf dün ‘Gülen’i bitirme kararı 2004’te alındı’ manşetiyle MGK’nın 481 karar sayılı, 25 Ağustos 2004 tarihli ‘Gülen’e ait okulların’ ve ‘öğrenci evlerinin izlenmesi’ne dair 15 maddelik kararının belgesini yayımladı. Kararın altında dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, kuvvet komutanları Aytaç Yalman, Özden Örnek, İbrahim Fırtına ve Şener Eruygur imzalarının yanında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da imzası var. Aytaç Yalman hariç, diğerlerinin Ergenekon’dan tutuklandıklarını, haklarında ağır cezaya hükmedildiğini hatırlatmaya gerek yok.
Taraf’ın manşeti dünün gündeminde patlayınca, bir başka Tayyip Erdoğan danışmanı Twitter’dan ortaya atıldı; Yalçın Akdoğan “2004’teki MGK kararı hükümet tarafından yok hükmünde kabul edilmiş, hiçbir bakanlar kurulu kararı alınmamış, hiçbir işlem yapılmamıştır” diye yazdı.
Cumartesi gecesi Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu’nun son gecesiydi. O gece dünyanın gidişatını sezmeye yarayan bir dizi toplantının yapıldığı otelin lobisinde dünyanın dört köşesinden gelmiş güvenlik uzmanları, kimi ülkelerin savunma bakanları, bazılarının dışişleri bakanları, kimi eski başbakanlardan oluşan rengârenk bir topluluğun aralarındaki sohbetten çıkan uğultudan yanınızda konuştuğunuz kişinin sesini duymak kolay olmuyordu. İki metreye yaklaşan uzun boyuyla Michael Werz, “Obama konuşacak” dedi, kolumdan çekiştirerek ve koşar adım lobinin bir bölümündeki televizyona doğru ilerlerken, “İran ile anlaşmaya varılmış!”
Michael Werz, Obama’yı desteklemek için kurulmuş olan Washington’un en genç düşünce kuruluşlarından Center for American Progress’in ‘Türkiye uzmanı’ olarak da tanınan isimlerinden biri. O sırada, bir yanımda, Cumhuriyetçi iktidar dönemlerinde Pentagon’un harcamalarından sorumlu müsteşarlık yapmış olan, Washington siyaset arenasının tanınmış isimlerinden Dov Zakheim, diğer yanımda Türkiye’nin en parlak yeni kuşak diplomatlarından, Ottawa Büyükelçisi Dr. Tuncay Babalı hararetli bir ‘strateji’ sohbetine dalmıştık. Tuncay Babalı’nın doktorası enerji alanında. Kaya petrolü ve gazın nasıl elde edildiğini bir jeoloji uzmanı gibi izah ediyor, siyaset ve enerji arasındaki mutlak bağı anlatıyordu.
Konu, İran ile anlaşma olunca, konuşmayı kestik. Obama’yı dinlemeye başladık. Demokrat Obama’yı dinlerken, arada bir başında gördüğüm kippasıyla dindar bir Yahudi olarak tanıdığım Cumhuriyetçi Dov Zakheim, “Bu, İsrail’in İran’a saldırısı ihtimalini arttırabilir” dedi.
“Netanyahu bunu bir ‘Münih’ olarak mı niteler yani?” diye sordum. Dov Zakheim onay anlamında kafasını salladı. Ama Obama’nın konuşması bittikten sonra, biraz daha serinkanlı düşündüğünde ve anlaşmanın teknik yönlerine bakarak, “İsrail’in bu içerikte bir anlaşmayı çiğnemesi ve İran’a saldırması da pek kolay değil açıkçası” diyerek bir şekilde Obama’nın ‘hakkını’ teslim etti.
ABD-İran uzlaşmasından hayal kırıklığı duyanlar elbette var. Başta İsrail ve Körfez’de ve tüm Ortadoğu’da İran’la ‘zero sum game’e tutuşmuş gözüken Suudi Arabistan. ‘Münih’ kavramı da ABD-İran uzlaşmasından rahatsız olan çevrelerde ortaya atılmış olmalı ki, Washington Post yorumcularından Eugene Robinson önceki günkü “İran Anlaşması bir diplomatik başarı öyküsüdür” başlıklı yazısında, anlaşmanın siyasi yönünün yanı sıra teknik ayrıntılarına dikkat çekerek “‘Münih’ referansı ile anlaşmaya saldıranlar var. Boş versenize” diyor ve bunun niçin bir ‘diplomatik başarı’ olduğunu somut argümanlarla sıralıyordu.
Gerçekten de, anlaşmanın Obama’nın tüm başkanlık dönemindeki en önemli başarı olduğunu bir yere kaydetmek gerekiyor.
Peki, Türkiye’den bakıldığında ya da bir başka deyişle Türkiye’nin çıkarları ve dış politika anlayışı açısından bakıldığında nasıl bir sonuca varmak gerekiyor?
“‘Reset’lenme”
Berlin’den selamı geldi ve bir de sitem. Sitem bana değil. ‘Barış süreci’ne sahip çıkılırken onu hatırlamayanlara, adını anmayanlara.
Celal Talabani’den söz ediyorum. Herkesin ona seslendiği sıfatı ve ismiyle ‘Mam Celal’den. Bir yıla yakın bir süre önce, Aralık 2012’de art arda iki beyin kanaması geçirmiş ve adeta mucize kabilinden hayatta kalıp, Berlin’e götürülmüş olan Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’den. Diğer sıfatıyla (Irak) Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin lideri Mam Celal’den.
Celal Talabani, Berlin’de bir hastanede yoğun bir fizyoterapi tedavisinden geçiyor. Durumunda görece ilerleme var ama henüz hastaneden çıkacak durumda değil. Onun faal bir konumda bulunamaması, Türkiye’deki ‘barış süreci’ açısından talihsizlik.
Geçen haftaki ‘Diyarbakır buluşması’ şayet ‘barış süreci’ üzerine düşen gölgenin kaldırılması, önündeki ‘tıkanıklık’ın aşılması idiyse Tayyip Erdoğan ve Mesut Barzani, en ziyadesiyle Abdullah Öcalan’ın ismini anmadıkları için ‘PKK-BDP hattı’nda yer alan çevrelerin eleştirisini üzerlerine çektiler. Bu ‘hat’ nezdinde, Türkiye’de bugün Kürt sorununa ilişkin bir ‘barış süreci’nden söz edilecekse bunun ‘mimarı’, bunu ‘mümkün kılan’, bunu ‘başlatan’ Abdullah Öcalan. Bu ‘tez’in temel dayanağı ise Diyarbakır’da bir milyonu aşkın kişinin önünde Kürtçe ve Türkçe okunmuş olan Öcalan’ın ‘tarihi’ olarak nitelenen 21 Mart Newroz mesajı.
Kürt olup, geçen hafta Diyarbakır’a gelip Abdullah Öcalan’dan söz etmeden Türkiye’den ayrılmanın kolay olmadığını sezmiş olmalılar ki gerek Şivan Perwer düzenlediği basın toplantısında gerekse Mesut Barzani, Diyarbakır Belediyesi’ni ziyaretinde Abdullah Öcalan’ı ‘serbest görmek’ isteklerini dile getirdiler.
Öyle ki Tayyip Erdoğan’ın yeni ‘jeopolitik partneri’ ile belki de ayrı düştüğünü ifade etmek zorunda hissettiği tek konu da bu oldu. Çarşamba gecesi iki televizyon kanalına konuşurken “Barzani böyle bir ifade kullanmışsa yanlış yapmıştır. Aramızda geçmedi. Bu onun da ilgi alanında değil, benim de ilgi alanımda değil. Yargı hükmünü vermiştir” dedi.
Bu sözlerin ‘barış süreci’nin yakın gelecekteki selameti açısından bir yararı elbette ki yok. Doğruluğu ve geçerliliği de şüpheli. Tayyip Erdoğan, kendisinin uygun gördüğü ‘zaman ve mekânda’, bir başka vesilede söylediklerinin yüz seksen derece tersini söylüyor, bu nedenle yukarıdaki cümlelerinden Abdullah Öcalan’ın ‘şartları’ ile ilgili hiçbir gelişmenin olmayacağını söylemek yersiz.
Türkiye’nin ‘merkez medyası’nda ‘Kürt’ sözcüğünü ilk kez kullanmış olan Mehmet Ali Birand’dır. Bırakın Türkiye’deki ‘vatandaşlarımız’ ve bugünün moda nitelemesiyle ‘Kürt kardeşlerimiz’i, Türkiye dışındakiler için bile ‘Kürt’ sözcüğünün ‘merkez medya’da yer alması söz konusu olamazdı.
1988’de Halepçe katliamı ve Saddam’ın ‘Kürt soykırımı’ niteliğindeki ‘Anfal Kampanyası’ sonucunda Türkiye’ye sığınanlara ‘Peşmerge’ adı verilirdi. Kürtler nezdinde gözünü kırpmadan ölüme giden savaşçılar için kullanılan ve büyük saygı içeren ‘Peşmerge’ sıfatı, Türkiye’de ‘Kürt’ sözcüğünü telaffuz etmekten kaçınmak amacıyla ama Kürtler için ve üstelik ‘aşağılayıcı’ bir vurguyla kullanılageldi.
Kürtlerin ‘modern çağ’da yetiştirdikleri üç büyük ulusal liderden biri olan Celal Talabani (diğerleri Mesut Barzani ile Abdullah Öcalan), cumhurbaşkanı sıfatının soğuk görüntüsündün kurtulmak istediği her vesilede, kendisine ‘artık cumhurbaşkanı olduğu’nun her hatırlatılışında, “Ben hâlâ peşmergeyim” derdi, sesinde belirgin bir kendi kendine övünme tonu, yüzünde gurur ifadesiyle. Oysa, Türkiye’nin yetkililerinin dilinde, çok yakın geçmişe dek, ‘peşmerge’ sözcüğü Kürt liderlerine tepeden bakma vurgusuyla sık sık kullanılageldi.
Kavramlar ve sözcükler, -işte bu tür ‘psikolojik’ nedenlerden de ötürü- Kürtler için olması gerektiğinden çok daha önemli olmuştur. O nedenle, Mehmet Ali Birand’ın Türk merkez medyasında ‘Kürt’ sözcüğünü kullanmış olması unutulamaz. M. Ali, nasıl ‘Kürt’ sözcüğünü kullanmış ise ‘merkez medya’da ‘Kürdistan’ sözcüğünü de ilk kez ve inat ve ısrarla kullanmış olan Türk benim. 1992 yılının Sabah gazetesi arşivlerine bakılabilir.
Kürdistan, Türkistan ve Makedonya gibi isimlerin kullanılmasında, o yıllarda ‘tabu yıkan’ bir Cumhurbaşkanı’nın, Turgut Özal’ın Çankaya’da oturuyor olmasının bu konularda son derece açık görüşlü ve hoşgörülü bir kişiliğe sahip bulunmasının ve birlikte çalışmamızın etkisi vardı. İki Kürt liderin, önce Celal Talabani, ardından Mesut Barzani’nin Türkiye’ye Kürt lideri olarak tanınarak, ilk kez gelmeleri, Turgut Özal’ın isteği ve onayıyla, benim kurduğum temasın sonucudur. Merak edenler için, bunun arka planı ve öyküsü, ‘Mezopotamya Ekspresi’ adlı kitapta ayrıntılı biçimde mevcuttur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan’ı içeren coğrafyanın adının Türkistan olduğunu da defalarca yazmıştım. ‘Türkistan’ sözcüğü, Türkiye’de ‘Turancılar’ın patent hakkı olarak kabul edildiği için Rusların koymuş olduğu ama Sovyetler Birliği döneminde adeta ‘tabu’ haline gelmiş ve unutturulmuş olan ‘Türkistan’ sözcüğüne de kimse ilişmez olmuştu. Oysa, ‘Kürdistan’ gibi ‘Türkistan’ adlı bir coğrafi alan da vardır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına paralel olarak Balkanlar’ın ve tabii en başta Yugoslavya’nın çözülmesi sonucunda Makedonya’nın bağımsız bir cumhuriyet olarak ortaya çıkması, Yunanistan’ı çıldırtmıştı. Makedonya’nın bir bölümü (merkezi Selanik) Yunanistan’daydı ve bağımsız Makedonya, Yunanistan’ın
Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, tüm Kürtler nezdinde ‘bir numaralı merkez’ saydıkları, ‘Kuzey Kürdistan’ diye niteledikleri coğrafyanın merkezinde, Türk anaakım televizyonlarının tümü tarafından naklen yayımlanan Kürtçe konuşmasının sonunda Türkçe olarak ‘Yaşasın Türk-Kürt kardeşliği; Yaşasın Barış; Yaşasın Özgürlük’ diye haykırdı mı?
Evet. Bu, bir ilk idi ve tarih kaydına geçti.
Uzun yıllar boyu kasetlerini barındıranın hapsi boylayacağı, kendisi 37 yıldır doğduğu topraklardan ayrı olan Şivan Perwer ile bundan 21 yıl önce Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın huzurunda Kürtçe şarkı söylediği için fırtınalar koparılan İbrahim Tatlıses, Diyarbakır’ın orta yerinde, neredeyse tüm televizyon kanallarının canlı yayınında Kürtçe ve Türkçe konuşup, ‘düet’ yaptılar mı?
Evet. ‘Anadilde eğitim’ gibi temel insan hakkının hâlâ tartışılır olduğu bu ülkede, Kürtçe ile Türkçenin bu doğal, barışçıl birlikteliği için böylesi, başlıbaşına ‘simgesel’ bir değer ifade etmiyor mu?
Türkiye halkının iki ana sütununun anadilleri arasında bu beraberlik, halkımızın ‘barışçıl geleceği’ ve Kürt sorununun ‘barışçıl çözümü’nün mümkün olacağına dair ‘simgesel’ bir ‘mesaj’ değil midir?
Bu arada Tayyip Erdoğan’ın ağzından ‘Kürdistan’ sözcüğü ilk kez, iki kez, dün Diyarbakır’da çıktı. Konuğu Mesut Barzani’nin sıfatını, ne ona konuk olduğu Erbil’de (Mart 2011) ne de Barzani’nin Ak Parti Büyük Kongresi’ne katılıp, Kürtçe konuşma yaptığı sırada (Eylül 2012) bile telaffuz etmemişti. Diyarbakır’da konuşurken önce ‘Kuzey Irak Kürdistan Bölgesi’ sözcüklerini kullandı; konuşmasının sonunda ise ‘Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı’ dedi. Bu da kim ne derse desin, ‘tarihi’ yeni bir adımdır. Önemlidir. Diyarbakır’da Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkmıştır. Geri dönüşü yoktur.
Tıpkı bir başka ilkin, Mesut Barzani’nin dün ayak basması vesilesiyle ‘Kürdistan’ bayraklarının Diyarbakır sokaklarında Türkiye bayraklarının yanında dalgalanması gibi. O bayrak, 1946’da Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani’nin iki numarası olduğu Mahabad Kürt Cumhuriyeti bayrağı idi. Şimdi, Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’nin bayrağı. O bayrağın dün Diyarbakır sokaklarına çıkmasının ‘simgesel anlamı’nı tartışmak bile gereksiz.
‘Mutluluk’ duyanların, bu duyguları farklı. Kimisi, PKK-BDP hattının karşıtı ya da bu hattın dışında kalmış olanlar, aralarında bazıları ise AK Parti seçmeni. Tüm dünyada, Kürdistan Bölge Yönetimi’nin statüsü ve ‘Barzani’ ismi nedeniyle, bir ‘ulusal Kürt lideri’ olarak tanınan Mesut Barzani’nin Diyarbakır’a törenli ve şenlikli bir şekilde ayak basacak olması, haliyle bu kesim Kürt ve Kürt kökenlileri çok mutlu ediyor.
‘Mutluluk’ duyanların bir bölümü ise dünkü yazımda nedenleriyle ayrıntısıyla işaret ettiğim gibi, Mesut Barzani’nin Diyarbakır’a bu gelişinin –ev sahiplerinin ve kendisinin saikleri ne olursa olsun- ifade ettiği ‘stratejik değer’in farkında olanlar. Bunun, ‘Türkiye-Kürdistan’ arasındaki ‘tarihi izdivaç’ta oynayacağı rol üzerinde düşünenler.
Böylelerinin arasında, önceki gün bu konuda yaptığı açıklamayla Leyla Zana’yı saymamız yanlış olmaz. Bu yönüyle, Mesut Barzani ziyareti, benim ‘Mezopotamya Ekspresi’ adlı kitabımın son bölümünde sloganlaştırmaya çalıştığım “Kürtler için iyi olan Türkiye için de iyidir” şeklindeki yaklaşıma denk düşüyor.
Bütün ömrünü Türkiye ile Kürtler arasında barış ve kardeşlik için harcamış benim gibi birisi açısından, Mesut Barzani’nin bu Diyarbakır ziyareti –üstelik dostum Şivan Perwer de 37 yıl ayrı kaldığı ülkesine bu vesileyle de olsa dönecek ise- çok sevinilecek bir gelişmedir.
Konunun bir yönü bu. Konunun bu yönü, Türkiye Kürtlerinin en güçlü temsilcisi ve aynı şekilde Suriye Kürtlerinin de en güçlü temsilcisinde, ziyaretle ilgili ‘kaygılar’ bulunduğu gerçeğini örtmüyor. Konunun ‘diğer’ yönü de böyle.
Bu kaygılar, çok büyük ölçüde, Mesut Barzani ziyaretinin Kürtlerarası ihtilafların –Irak KDP’si ile PKK ve PYD arasında- ön plana, ‘ulusal birlik iklimi’ne oranla daha fazla ortaya çıktığı bir döneme denk gelmesiyle ilgili.
Aslına bakılırsa, Ankara-Erbil ilişkilerinin ‘içeriği’, dönem farklı olsa bile, PKK nezdinde hep ‘özel dikkate’ yol açmıştır. Bakınız ta 2012 yılının mayıs ayı başında –‘Süreç’in başlamasından aylar önce- o sırada ‘KCK Yürütme Konseyi üyesi’ sıfatını taşıyan şimdiki ‘Eşbaşkan’ Cemil Bayık, Mesut Barzani’nin o dönemde gerçekleşen Türkiye ziyareti için neler demiş:
Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı sıfatını taşıyan ve üstelik adı ‘Barzani’ olan birisinin, yani Mesut Barzani’nin, Türkiye Başbakanı’nın konuğu olarak ve yanına alacağı çok sayıda bakanla birlikte görüşmeler yapmak üzere Diyarbakır’a gelecek olması, Türkiye’deki Kürtler açısından da ‘Kürt sorunu’ açısından da ‘tarihi’ değer taşıyan bir olaydır.
Hele, 300 kişilik toplu ‘evlenme töreni’nin Türkiye Başbakanı ile Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı’nın Diyarbakır’da birlikte oldukları bir vesile ile, onların ‘huzurları’nda yapılmasının bile ‘simgesel’ anlamı var. Aslında, Diyarbakır’da 300 çiftin Erdoğan ile Barzani’nin huzurlarında ‘hayatlarını birleştirmeleri’ bir bakıma da Diyarbakır’daki Kürtlerin hayatlarının ‘en mutlu’ anlarından birinde, Tayyip Erdoğan ile Mesut Barzani arasındaki ‘siyasi nikâh töreni’ne tanıklık etmeleri gibi bir çağrışım da yaptırabilir pekâlâ.
Cumartesi günü, Mesut Barzani’nin ne Türkiye’ye ne Diyarbakır’a ilk gelişi ne de bir Türk başbakanı ve Tayyip Erdoğan ile ilk görüşmesi olacak. Ama Diyarbakır’daki ve bol simge ile yüklü ilk buluşmaları olacak. Geçen yıl, Mesut Barzani’nin, AK Parti’nin Ankara’daki büyük kongresine katılmasını –Mısır’ın o zaman görevdeki cumhurbaşkanı Muhammed Mursi de oradaydı- ve birçok TV kanalından canlı yayımlanan Kürtçe konuşma yapmasını ne kadar önemli bulduğunu, bir ‘ulusalcı’ Kürt lider açısından ‘rüyada görülse inanılmayacak’ bir gelişme olarak değerlendirdiğini biliyorum.
Diyarbakır buluşması, bu ‘rüya âlemi’nin yeni bir istasyonu olacak; öyle ki, artık ‘Türkiye-Kürdistan izdivacı’, geri dönülmez biçimde yol alacak. Tarafların, Erdoğan-Barzani arasındaki Diyarbakır buluşmasına yükledikleri anlam ve bu adımın ardındaki ‘taktik hesaplar’ ne olursa olsun, söz konusu gelişmenin önüne geçilmez ‘stratejik değer’i budur.
Zira, taraflardan biri Türkiye’nin şu an itibariyle, görünürdeki en güçlü şahsiyetidir, diğeri ise Türk muhataplarının telaffuz zorluğu çekmeleri, dillerinin dönmemesi bir yana, resmi sıfatının yanı sıra tarihi-ulusal kimliği ‘Kürdistan Başkanı’ olmasıdır. Buluşma mekânı olarak, söz gelimi, Antalya ya da Rize’nin değil de Diyarbakır’ın seçilmiş olması, zaten, Türkiye’deki mevcut iktidarın, zımnen, Kürdistan olgusunu ve onun başı olarak Mesut Barzani’yi tanımasını ifade ediyor.
Türkiye ve Kürdistan liderleri, aynı zamanda Ortadoğu bölgesinin önemli siyasi aktörleridir ve aralarında önemli çıkar kesişmeleri söz konusudur. Bunun başında, Irak Kürdistanı’nın en büyük zenginliği ve gelecekteki bir ‘bağımsız Kürdistan’ın ekonomik altyapısını oluşturacak olan doğal ve gaz zenginliğinin paylaşımı geliyor.
Kürdistan doğalgazı ve petrolünü, Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden dünya pazarlarına taşıyacak boru hatları inşa halinde. Bunlardan biri, Türkiye-Irak Kürdistanı sınırında Kerkük-Yumurtalık hattına bağlanırken, bundan bağımsız bir boru hattı inşası projesi de bulunuyor. Her iki ülke arasında, bilenlerin Bağdat’ın kabulüne imkân olmayacak kadar ileri giden ve tam içeriği kamuoyuna açıklanmamış anlaşmalar imzalanmış durumda.
Ortadoğu’yla ilgili gelişmeler, hiçbir zaman ‘sabit’ kalmaz. Yeni ‘denklemler’, yeni ve yeni olduğu kadar mutlaka ‘geçici’ koalisyonlar kurulur; yeni ittifaklara gidilir. Ortadoğu siyaset ortamını çöl kumlarına benzetenlerin bu tespiti doğrudur. Siyaset kaygan bir zemin üzerinde yapılır ve siyaset değişir ve her şey hızla yer değiştirebilir.
Bu genel durumun göstergelerinden biri, Türkiye’nin dış siyasetinde bir süredir yapılmasına çalışılan ‘yeni ayar’dır. Suriye’de doğru bir yönde ilerledikten sonra, kendisini Başşar Esad’ın tuzağına düşüren, bir ‘mezhepçi’ siyasetin batağına saplanan ve giderek bölgede ve uluslararası alanda ‘el-Kaide’nin lojistik destek üssü’ görüntüsü vermeye başlayan Türkiye, deneyimli diplomat Temel İskit’in deyimiyle dış politikasını ‘reset’lemeye girişti.
Bunun en belirgin görüntüsü, İran ve Irak ile yeni ‘arayışlar’ın başlaması oldu. S. Arabistan ve Katar ile bölgesel ama anlamsız ve hatalı bir ‘mezhepçi’ eksen üzerinde, Moskova’nın arkaladığı Tahran-Bağdat-Şam hattına karşı duruyor görüntüsü veren ve bu eksen vasıtasıyla el-Kaide ile bile tuhaf ilişkilere kapılan Türkiye, önce Tahran, daha sonra Bağdat ile ilişkilerini yoluna koymaya uğraştı. Bunu yaparken, el-Kaide konusunda gayet sert demeçler, bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ağzından işitilir oldu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da aynı konuda ‘şivesi’ni değiştirdi.
Cumhurbaşkanı –ve Dışişleri Bakanı sıfatıyla zihinlerde olumlu iz bırakmış olan- Abdullah Gül, bölge politikalarında ‘reset’ konusunda ağırlığını ortaya koyar oldu. İran’ın yeni devlet başkanı Hüccetülislam Hasan Ruhani’yi Türkiye’ye davet etti. Eşzamanlı olarak İstanbul’da yeni İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif ile Ahmet Davutoğlu yakınlaşma görüntüleri çizdiler.
Ardından epey uzun bir aradan sonra Irak Dışişleri Bakanı (Mesut Barzani’nin dayısı) Hoşyar Zebari Ankara’ya geldi. Birkaç gün önce, Ahmet Davutoğlu, ‘özlediğini söylediği’ ve 2012 yazında Maliki hükümetinden habersiz yaptığı Kerkük ziyaretinden itibaren kendisine kapatılmış olan Bağdat’a gitti. Bağdat’a gitmekle kalmadı. Necef ve Kerbela’yı ziyaret etti. Şii din adamları ve liderleriyle görüştü; Şii ‘kutsal yerleri’nde bulundu ve “Mezhepçi politika izlemeyeceğiz” mesajını çeşitli jestlerle vermek istedi.
Buna paralel biçimde, birdenbire el-Kaide’ye gittiği öne sürülen birtakım cephane, Türkiye’nin içinde ele geçirilir oldu. Yani, Türkiye, ‘el-Kaide’ye destek görüntüsü’nden onunla mücadele görüntüsüne kayar konuma geldi. Bu görüntüyü, gerek başta ABD, Batı’ya veriyor ama en önemlisi Tahran ve Bağdat’a vermek istiyor.
Bunca zamandır, Türkiye’nin Suriye politikasının el-Kaide’ye destek vererek, bir anti-Kürt bataklık yolda ilerlemesinden ötürü eleştirmekteydik. Bu politikanın değişiyor olması, iyidir, olumludur ve eleştirilerimizin ne kadar doğru ve isabetli olduğunun göstergesidir.