Paylaş
DUBAİ - Burj Khalifa’yı hayranlıkla seyretmemek mümkün değil. 829.8 metre yükseklikle dünyanın en yüksek binası. Adı Burj Dubai olacakmış ama paralar tükenince, imdadına Abu Dabi’den Birleşik Arap Emirlikleri Devlet Başkanı Şeyh Khalifa Bin Zayed yetişmiş. Onun şerefine adı Burj Khalifa yani Khalifa Kulesi olmuş.
19. yüzyılın son çeyreğinde, Paris’e her gelen Eifel Kulesi’ni nasıl hayranlıkla seyrediyorsa, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Dubai’ye her gelen de Burj Khalifa’yı öylesine hayranlıkla seyrediyor olmalı. Burj Khalifa, yaklaşık üç tane Eifel Kulesi yüksekliğinde. 160’tan fazla katı var. 30 bin evi içermesi tasarlanan bir projeymiş; kendi alanında kırmadığı rekor yok; içinde oteller, işyerleri, restoranlar, 900 rezidans, yani yok yok.
Burj Khalifa, gerçekten de, bir dizayn, mühendislik ve mimaride uluslararası işbirliğinin bir ‘estetik zaferi’ olarak Dubai’nin orta yerinde, Körfez sularının dibinden göğe doğru yükseliyor. Mısır’daki Büyük Piramid’in (Keops) 1311’e yılına kadar, yaklaşık 3900 yıl boyunca sahip olduğu ‘dünyanın en yüksek binası’ unvanını ikinci kez Ortadoğu topraklarına getirmiş olağanüstü bir yapıt Burj Khalifa.
Ona yakın bir noktada, 355 metrelik yüksekliği ve 72 katıyla ‘Dünyanın En Yüksek Otel Binası’ unvanına sahip olmakla övünen JW Marriott Marquis Dubai’de, aralarında Ortadoğu ekonomisine yön verme gücüne sahip çok sayıda insanın bulunduğu 250 kişi dolayında bir topluluk, HSBC’nin öncülüğünde düzenlenmiş olan ‘Bringing a world of ideas to the Middle East-MENA Leadership Forum’da akla gelebilecek ve Türkiye’de çoğumuzun aklına hiç gelmeyebilecek birçok şeyi tartışıyor.
MENA yani ‘Ortadoğu-Kuzey Afrika Liderlik Forumu’nun başlığı başlı başına ilginç; ‘Ortadoğu’ya bir dünya dolusu düşünce getirmek’ şeklinde tercüme edilebilir.
Türkiye, tabii ki, toplantının en ilgi çeken panellerinden birinin konusuydu. Türkiye’yi Türkiye’den gelen iki kişiye, bana ve Uluslararası Kriz Grubu’ndan Hugh Pope’a tartıştırdılar ve sorular yönelttiler.
Toplantıyı izleyen herkesin eline bir i-Pad verilmişti. i-Pad’ler, bu tür toplantılarda dağıtılan dosyaların yerine geçiyor, bir yandan da çeşitli konulara ilişkin anketlerde oy kullanmaya yarıyordu. Ortadoğu’nun ekonomisinin bugününde söz sahibi, yarınını da etkileyecek katılımcılara “Bugünkü şartlarda Türkiye’ye yatırım yapar mısınız?” sorusu yöneltildi. Yüzde 66 ‘evet’, yüzde 34 ‘hayır’ çıktı. Körfez’de tanık olduğumuz üzre, Tayyip Erdoğan’ın, son aylarda, bölgedeki hemen her çevrede sarsılmış itibarına karşılık, bu sonucu, Türkiye’ye güvenin her şeye rağmen kaybolmadığı, çok olumlu bir işaret olarak görmek mümkün.
Bana çok ilginç gelen bir başka anket sorusu ise şöyleydi: “Yatırım adresi olarak ‘Arap Baharı’ ülkelerinin hangisi en büyük potansiyeli ifade ediyor?”
Değişik sektörlerde çalışan şirketlerin CEO’larından banka yöneticilerine, yatırımcılara, ekonomi ve finans uzmanlarına, 250 dolayında kişinin yüzde 74’ü Mısır dedi. Libya yüzde 13, Tunus ve Yemen yüzde 5 elde etti. Suriye diyenler yüzde 3’te kaldı.
Buradan çıkarılması gereken sonuç, anlaşılması gereken ‘mesaj’ şu: Ortadoğu’nun geleceğinde, Mısır’ı yok farz ederek iş görülmez.
Buradan hareketle şu ‘konvansiyonel tespiti’ bir kez daha yapabiliriz: Ortadoğu, üç ‘başaktörü’ yani Türkiye, Mısır, İran olmadan ‘tasarlanamaz’.
İran demişken, Ortadoğu’nın yanı sıra özellikle Körfez’de hiçbir denklem, İran’ı göz önüne almadan kurulmaz, kurulamaz. Dubai’de ‘bir dünya dolusu düşünce getirerek’ Ortadoğu tartışıldığı sırada, New York’ta BM Genel Kurulu’nda İran’ın yeni cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile ABD Başkanı Barack Obama konuşuyordu.
ABD-İran ilişkilerinin düzeleceğine ilişkin iyimserlik, İran kıyılarının hemen karşısında, Körfez’in Arap kıyısında da hissediliyor olmalıydı ki “ABD ile İran arasında buzların çözüleceğine inanıyor musunuz?” sorusuna yüzde 58’lik bir ‘evet’ cevabı geldi.
ABD-İran ilişkilerinde yeni bir sayfa açılması, Ortadoğu’da tüm dengeleri değiştirme kapasitesine sahip çok önemli bir gelişme olur. Bölgesel aktörler, ‘hesaplarını’ gözden geçirmek ve yenilemek zorunda kalırlar.
Bölgesel gerilimin böyle bir gelişme yoluyla azalması, kuşkusuz, Türkiye’nin yararınadır. Türkiye’nin, öncelikle ‘Suriye sahası’, bir süredir Ortadoğu’nun her köşesinde İran’la ilan edilmemiş, adı konmamış bir çekişme içinde bulunduğu bir sır değil. ABD-İran ilişkilerinin önünde, uluslararası ve bölgesel gerilimi azaltacak şekilde, yepyeni bir sayfa açılması, izdüşümünü, Türkiye-İran bölgesel rekabeti üzerine de –bir şekilde- düşürecektir.
Hasan Ruhani ile yeni bir üslup kazanacağı sezilen İran politikasından Türkiye’ye gönderilen ‘mesaj’, rejimin ‘Batı dünyası’na en yakın isimlerinden biri olan Seyyid Hüseyin Musaviyan’ın geçen cumartesi günü Suudi denetimindeki Şark el-Awsat (Ortadoğu) gazetesinde yer alan bir yazısında ifadesini buldu.
Musaviyan, 2000’li yılların başında İran nükleer müzakere heyetinin sözcüsüydü. Uzun yıllar İran’ın Almanya büyükelçisiydi. Şu ara ABD’de Princeton Üniversitesi’nde ders veriyor. Ruhani yönetiminde rol alacağa benziyor.
İlk bakışta ağır eleştiriler yöneltiyor izlenimi vermekle birlikte, Türkiye’ye yazı, aslında Türkiye’nin bölgede ‘eski rolüne dönmesi’ni talep ediyor ve bir tür ‘rol paylaşımı’ öneriyor.
Musaviyan, “Ankara, bölgeyle topyekûn bir ihtilafın eşiğinde. İran, Rusya, Sudan, Suriye, İsrail, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Filistin Yönetimi, Ermenistan, Kıbrıs, Hizbullah ve Lübnan ile ilişkiler kötüleşti. Dahası, Yunanistan, Kıbrıs, Ermenistan ve İsrail’e yönelik politikaları, Batı ile ilişkilerini de bozdu” tespitinde bulunduktan sonra, “Ortadoğu yanıyor ve Türkiye’nin yapıcı rolü şarttır. Ankara, komşularıyla sıfır sorun politikasını canlandırmalıdır” diyor. Bu amaçla 7 öneri sıralıyor. İlki, Türkiye’nin Mısır Müslüman Kardeşleri’nin peşine takılarak, gücünü ve itibarını yok yere heba etmesine bir uyarı niteliğinde.
“Türkiye, yanlış bir varsayımla, bölgenin geleceği olarak gördüğü Müslüman Kardeşler’in arkasına bütün gücünü koymamalıdır.”
Sıraladığı 7 tespit ve öneri maddesinin dördüncüsü çok ilginç ve ilginç olmanın da ötesinde ‘ironik’. Şöyle diyor: “Türkiye, dış politikasının ne yöne gideceğini belirlemelidir. İran dış politikası, 1979 devriminden sonra ideoloji ve ulusal çıkara dayanmıştı. Laik bir devlet olarak Türkiye, dış politikasında, İran’dan daha ideolojik davranıyor.”
7. yani son madde ise şöyle: ‘Türkiye, bölgesel güçlerle, başta İran, Suudi Arabistan, Irak ve Mısır ile Arap Uyanışı’nın ortaya çıkarttığı krizi yönetmek için işbirliği yapmaya çalışmalıdır. Böyle bir politika, içişlerine karışmama, karşılıklı saygı ve barışçıl çözüm (ilkelerine) dayanmalıdır.”
Hüseyin Musaviyan’ın tespit ve önerilerinin ardında yatan gerekçeler ikna edici olmayabilir ve tartışılabilir. Gelgelelim, özellikle 4. maddedeki tespiti üzerinde durmaya değer. Türkiye’nin ‘laik bir devlet’ olarak davranmadığından şikâyetçi bir İranlı yetkili, ‘durum’u yeterince ‘ironik’ yapıyor. Musaviyan, Türkiye’nin dış politikası ‘Sünni mezhepçi’ demeye getiriyor.
Yine de, dış politikası İran’ınkinden bile ‘daha ideolojik’ görüntü veren bir Türkiye üzerinde düşünmek zorundayız.
‘Yanan’ Ortadoğu’nun Türkiye’yi de yakmaması için...
Paylaş