Paylaş
DUBAİ- Beni Dubai’ye taşıyan uçağın rotasına bakıyorum önümdeki koltuğun üzerinden aşağıya sarkan ekranda ve Suriye üzerinden geçip, Irak’ın güneyinden kıvrılarak ‘körfez’e inen yeşil bir çizgi görüyorum. (Rota, sonra değişti; Suriye’ye girmeden İran üzerinden ‘körfez’e indik…)
Zaten kendime sormuştum: Hangi Suriye? Türk Hava Yolları’nın üzerinden geçeceği hangi Suriye hava sahası? Bütün bunlar kaldı mı?
Tam da o esnada International Herald Tribune gazetesinde Michael Meyer’in ‘Standing against the warlords’ (Savaş ağalarına karşı koymak) başlıklı yazısını okumaya dalmıştım. Meyer, BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon’un İletişim Direktörü imiş. Darfur’da aynı görevde bulunmuş, şu sırada da Kenya’da Nairobi Üniversitesi’nde lisans üstü bölümünün dekanı.
Yazısı, Nairobi’nin bir alışveriş merkezini kana bulayan el-Kaide’nin Somali kolu olarak bilinen Şebab’ın (Arapça ‘Gençler’ anlamına gelir) eyleminden yola çıkarak, Somali, Güney Sudan, Sudan ve Mali’yi içine alan, hatta Libya’da kendini gösteren ‘savaş ağalığı sistemlerinin oluşumu’na ilişkin.
Bu ismi sayılan ülkelerde –Somali hariç, orası Afrika ülkelerinin desteğiyle görece bir toparlanma sürecinde ve İslamcı güçlerin gelir kaynağı olan Hint Okyanusu’ndaki korsanlığın önlenmeye başlamasıyla da Şebab gibi örgütler mali bakımdan zora girmiş haldeler- ‘devlet’ ortadan kalkıyor; ‘devlet otoritesi’nin yerini ‘savaş ağalığı’ alıyor. Söz konusu yazının şu bölümünü ilgiyle okudum:
“Güçlü bir merkeziyetçi devletin, kendisinden önceki Lübnan gibi, hızla nasıl içeri doğru infilak edeceğini (to implode) görebilmemiz için Suriye’ye bakmamız yeterli. Başkan Beşşar Esad iktidarda kalsa da kalmasa da artık ülkesi yok. Şayet on yıllar boyunca değilse, yıllar boyu gelecek belli: Birbirleriyle savaş ganimeti ve ideoloji üzerinden çekişecek, giderek fakirleşen ve terörize olmuş halklarını haraca keserek varlıklarını sürdürecek olan savaş ağalarının yönetimi…”
Bu bölüm, benim içerde-dışarda sürekli muhatap olduğum “Suriye’de ne olacak? Nasıl bir Suriye” sorusuna yaklaşık bir yıldır verdiğim cevabın özeti gibi. Bundan 10 ay önce –sanırım daha önce de yazdım- Kanada’da Halifax Güvenlik Forumu’nda Suriye konulu panelin konuşmacılarından biriydim. Tam karşımda, forumun onur konuğu konumunda ABD’nin Suriye rejimine karşı harekete geçilmesinin en ateşli savunucusu olan Arizona Senatörü John Mc Cain oturuyordu. Sözlerime, “Haritaya baktığımızda sınırlarını değişmemiş görsek, uluslararası sınırları aynı kalsa bile, hepimize ders kitaplarında bunca yıldır öğretilmiş olan Suriye artık yok” diye girdim. John Mc Cain, onay babında başını sallıyordu.
“Bundan sonra Suriye, uluslararası sınırları içinde aynı kalsa da çok uzun yıllar, içten parçalanmış, her bir parçası başka bir gücün kontrolü altında bulunacak, sürekli bir iç savaş halindeki bir ülke olarak yaşayabilir. Lübnan, 15 yıl benzer bir durumdaydı. O Lübnan’ı gözünüzün önüne getirin ve Suriye ölçeğine yayın” diye devam ettim. Benim gördüğüm Suriye 2012 Kasım ayında böyleydi. Şimdi de öyle.
İç savaş içinde iç savaşlar yaşanan; muhalefet blokları arasında, hatta her bir muhalefet örgütünün kendi içinde daha da küçük ölçekte, iç savaşların yaşandığı ve yaşanacağı bir coğrafya.
ABD-Rusya arasında Cenevre-2 –şayet toplanabilirse- bir ‘bölgesel nüfuz alanları’ üzerinde tarihi bir ‘uzlaşma’ olabilsin ve bu Suriye’ye empoze edilebilirse, yukarıdaki ‘fotoğraf’ değişebilir. Ne var ki, 1) Böyle bir ‘uzlaşma’ kolay değil; 2) Olsa bile ‘saha’da yani çığrından çıkmış Suriye’de kolay kolay uygulanabilir değil.
Böyle bir durum, Suriye’de ‘sürdürülemez bir politika’da inat eden Türkiye’yi ‘yeni’ ve ‘gerçekçi’ bir Suriye politikası oluşturmaya zorluyor.
Suriye söz konusu olunca yanlış yapmayan hiç kimse yok. İktidarın Suriye politikasını ben de destekledim. Çünkü, yıkılması arzumda hâlâ bir değişiklik olmamakla birlikte, ben de Başşar Esad rejiminin ömrünün bu kadar uzayabileceğini ve Suriye’nin içinin bu kadar ‘kirlenebileceğini’ düşünmemiştim. Gelinen noktada, Türkiye’yi yalnızlaştıran ve artık etkisizleşmiş olan politikanın anlamı ve gereği kalmadı.
İlk başta haklı ve doğru görünen politika, zaman içinde ‘mezhepçiliğe’ kayınca ve gerek ABD’nin ve gerekse Rusya’nın –farklı gerekçelerle de olsa- Suriye pozisyonlarının ‘aşılamaz’ olduğu ortaya çıkınca, sadece ‘sürdürülemez’ olmaktan çıktı; ‘sürdürülmemesi gereken’ bir politika haline dönüştü.
En önemlisi, bu politikada ısrar, Türkiye’nin iç dokusunu perişan edecektir. Çünkü:
1. Türkiye sınırlarının dibinde an-Nusra ve IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) gibi el-Kaide örgütünün Kürtlere saldırmasına ‘yol veren ülke’ görüntüsünü, kendi Kürt halkıyla çatışmayı göze almadan sürdüremez;
2. İzlenen Suriye politikası, ısrar edildiği takdirde, Türkiye içinde Sünni-Alevi çatışmasını azdıracak bir ‘saatli bomba’ gibi infilak zamanını bekliyor. ‘Saatin tiktakları’ son birkaç ayda sayısız olayda kendisini gösteriyor, duyuruyor. Bunu, ne herhangi bir ‘paket’in içinde ‘cemevi tavizi’ ne de “Bizim Alevilerimiz, oradaki Nusayrilerle aynı şey değil” söylemi önleyebilir. Hiç kimse kendisini aldatmasın.
Türkiye, ‘mezhepçi’ Suriye politikasından tepeden tırnağa sıyrılmadan, milyonlarca Alevisinin ‘ruhi kopuşu’nu ve öfkesini önleyemez.
Neyse ki ‘tehlike’nin ‘idrakinde olduğunu’ gösterenler de var. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün New York’ta beraberindeki gazetecilere söyledikleri önemli. Türkiye sınırlarının dibine gelen ve Kürtlere karşı göz yumulan el-Kaide varlığı ve faaliyetinden şu cümlelerle söz etti:
“... Bizim için bu hayati bir konu ve büyük bir güvenlik tehdididir. Bizi birinci derecede ilgilendiriyor. Onun için biz daha çok gayret sarf ediyoruz.”
Tabii, bu cümleleri söyleyene kadar, ‘apolojetik’ sayılabilecek, bir bakıma o örgütleri ‘anlayışla karşılamak gerektiği’ şeklinde yorumlanmaya müsait şu cümleleri de sarf ettiğini not edelim:
“Bir tarafta haksızlık, zulüm, silah söz konusu olursa, ona karşı direnç söz konusu olur. Bu ortamlar olduğu süre içinde o ülkede bir grup mücadele ederken haksızlığa karşı, kurulu düzene karşı giderek radikalleşir, giderek ekstremleşir. Ondan sonra da onların arasından terörist diyebileceğimiz gruplar çıkar. Başında belki hiçbiri terörist ya da radikal değildi. Ama bu şartlar insanları o noktaya getirdi. Karıncayı ezmeyen insanlar öyle bir noktaya gelir ki karşılıklı vahşetin içine girerler. Bu, böyle bir süreçtir. Başında birkaç yüz kişiyken, binlere on binlere çıkar.”
Bu dedikleri ‘akademik’ anlamda yanlış değil ama ‘siyasi’ olarak bir şey ifade etmez. Nijerya’dan Yemen’e, Somali’den Türkiye sınırlarının dibine, Suriye’ye; peynir ekmek yer gibi insan öldüren, hasımlarının kafasını kesen, yüreklerini söküp yiyen, bunları videoya alacak kadar teknolojiyle haşir neşir bir ‘ideolojik örgüt’ün, el-Kaide’nin kolları var. Nijerya’dakinin adı Boko Haram. ‘Batı Eğitimi Günahtır’ anlamına geliyormuş!
Abdullah Gül, Avrupa Konseyi Kurucu üyesi, NATO üyesi, AB aday üyesi, yani Batı kurumlarına üye bir ülkenin devlet başkanı. Avrupa kıtasındaki Batı Balkanlar’ın (Ortadoğu’nun değil) devletin ‘heartland’i sayılan Osmanlı mirasçısı Türkiye’nin cumhurbaşkanı.
Türkiye’nin Suriye politikasını yeniden düzenlemesinin sorumluluğu, Ak Parti iktidarının başarılı döneminin başarılı Dışişleri Bakanı’nın da üzerinde…
Paylaş