Paylaş
“Faiz lobisi” nitelemesine de bozuluyorlar, “Türkiye’ye bunca yıldır milyarlarca dolar para akıtan, yatırım sağlayan da bizleriz” diyorlar.
Bu arada belirteyim, karşımdaki muhataplarımdan hiçbiri “Yahudi” değil. Amerikalı ya da Anglo-Sakson da bile değil.
Sohbetin bir yerinde, aralarından biri, “Dış dünya,” diyor, “daha doğru bir deyimle uluslararası piyasalar, Gezi sırasında ve sonrasında Tayyip Erdoğan’a ilişkin olarak onun ‘autocrat’ olduğuna hükmetti...”
O güne dek, “demokrat” algısı daha kuvvetle dışarıda yaygın olan Başbakan, bunu “otokrat” algısıyla değiştirmiş anlaşılan. Devam ediyor:
“Türkiye dışında, 17 Aralık sonrası gelişmeler üzerine ‘autocrat’ sıfatının önüne bir de ‘corrupt’ sıfatı eklendi. ‘Corrupt autocrat’ olarak görülüyor. Bunu bizden naklen, Batı dünyasında böyle bir algı bulunduğuna ilişkin olarak, yazabilirsiniz.”
Bir zahmet sözcüğe bakıp, “corrupt autocrat” sözcüklerinin nasıl bir anlam taşıdığını buluverin. Benim bildiğim, bu iki sözcüğün bir araya gelmesiyle oluşmuş olan “algı”nın -somut olaylar izlenerek ve gözlenerek oluşmuş olduğu için- kolay kolay silinmeyeceği ve bunun Tayyip Erdoğan’ın işgal ettiği konum nedeniyle “Türkiye’nin geleceği” açısından pek hayırlı olmayacağı.
17 Aralık’ın “seçilmiş hükümete karşı Cemaat’in bir darbe girişimi” olduğu iddiası, içinde doğruluk payı olsun ya da olmasın, Türkiye Başbakanı’nın Batı’da bir “corrupt autocrat” olduğu algısını önleyemiyor. Aslolan ve yakın ya da orta vadede sonuçlar üretecek olan “olgu”, bu “algı” olacak.
Değişmez mi? Değişemez mi?
Değişebilir. İmkansız değil. Tayyip Erdoğan, nasıl kendisine ilişkin “demokrat” ve “kimsesizlerin kimsesi” olduğu algısından “autocrat” ve “corrupt” algısına giden uzun yolu geçmişse, belki bu yolu geri döner ve söz konusu “algı”yı ortadan kaldırır. Veya, hakkındaki ilki gibi bu sonuncu “algı” da bir “yanılgı”dan ibarettir. “Yanılgı” ortaya çıkar; “algı” kalkar.
Ama kolay değil. Zaman alır. O da, üstelik, “yanılgı” ise.
Türkiye’de çirkinleşerek, ortalığa savrulan tapeler, medyaya saçılan “gizli belgeler” ile giderek tırmanan “devlet içi savaş” ya da “devlet iç savaşı”nın ekonomiyi giderek tahrip edeceği bir güzergaha girilmiş olması tehlikesi var. Ekonomi kötülerse, Başbakan’a ilişkin söz konusu “algı”nın ortadan kalkması çok daha zorlaşacak.
Daron Acemoğlu, dün, WSJ’de yayımlanan söyleşisinde “Türkiye’nin Ülkelerin Başarısızlığı”nda bahsedilen geniş çatıya tam uyduğunu düşünüyorum” diyor ve şu görüşü dillendiriyordu:
“Eğer 1990ların ekonomisi gibi, büyük anlaşmaların rekabet yerine bağlantılar ve yolsuzlukla verildiği, makroekonomik politikalar ve enflasyon hakkında ciddi belirsizlik olduğu, yargı sisteminin tarafsız olmadığı ve oyun sahasının ciddi derecede eğik olduğu döneme dönersek, Türkiye potansiyeline ulaşmakta başarısız olur.”
Söyleşinin son soru-cevabı, “durum”un daha iyi anlaşılabilmesi için daha güçlü bir ipucu sağlıyor:
“WSJ: Fed’in tahvil alımını azaltması ve lirada yaşanan değer kaybı ile Türkiye’nin kısa vadeli borçlarını ve cari açığını fonlaması ne kadar zor olacak?
Acemoğlu: Çok zor. Dediğim gibi, diğer gelişen ülkelere benzer şekilde Türkiye kısa vadeli sermaye akımlarına muhtaç. Daha az likidite, yatırım yapmak için daha az paranın fırsatları aradığı bir ortamda tüm gelişen ülke ekonomileri sıkıntıda olacak. Kısa dönemli yabancı yatırımcılar için daha çok kararsız yapacak. Buna bir de AKP içinde Erdoğan ve Gülen arasında yaşanan kavganın yarattığı politik istikrarsızlığı da eklersek, yanıcı bir karışım yaratmış olursunuz.”
Bugünkü “Türkiye fotoğrafı” tam da bu işte.
Daron Acemoğlu, çok kısa süre önce Abdullah Gül tarafından kendisine nişan verilmiş olan, adı sürekli olarak ekonomi alanında Nobel ödülü için adı geçen MIT (Massachusetts Instute of Technology) profesörü bir vatandaşımız. “Why Nations Fail – The Origins of Power, Prosperity, and Poverty” (Ülkeler Niçin Başarısızlığa Uğrar- Gücün, Refahın ve Yoksulluğun Kökenleri) isimli, James A. Robinson ile birlikte kaleme aldığı 2012 baskılı çok önemli kitabıyla uluslararası ün yaptı.
Dünya “küresel” bir sistem içinde bulunduğu ve Türkiye, bu “küresel sistem”in içinde, dahası önemli bir “jeopolitik eksen” üzerinde yer aldığı ve ekonomisi ile de önemli bir yer tuttuğu için, dış politikasının özenli ve “ince ayarlı” bir yaklaşımla yol alması, böylesine “devlet krizli” durumlar ve dönemler için özellikle zorunlu.
Gelgelelim, Türkiye’nin dış politikası da, Tayyip Erdoğan hükümetinin “aklını yitirmiş” görüntüsü veren, savruk, darmadağınık halinden nasibini alıyor. Paris’teki “Suriye’nin Dostları” toplantısı, bu durumun bir göstergesiydi. Paris’teki ortak basın toplantısında ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Davutoğlu’na dönüyor ve “Ahmet” diyor, “Aramızdaki görüşmede Türkiye-ABD ilişkileri ve iç politikada konuştuklarımıza dair kısaca bir şeyler söylemek ister misin, yoksa ben mi söyleyeyim?” ve söyleyeceğini söylüyor. Radikal, bu haberi şöyle noktalamıştı:
“Kerry’nin açıklamaları ABD tarafının kapalı kapılar ardında ağırlıklı olarak Türkiye’deki süreçle ilgili kendilerine yöneltilen iddialardan duyduğu rahatsızlığı aktardığını gösteriyor. Bu basın toplantısı, 17 Aralık’tan bu yana ABD’nin kamuoyu önünde Türkiye’ye yönelik en yüksek perdeden rahatsızlığını dile getirdiği platform oldu.”
Toplantının üzerinden üç gün geçti, WSJ ve BBC, “Batılı istihbarat örgütlerinin Şam’da el-Kaide’ye ilişkin görüşmeler yaptıklarını” yayımladı. Haberlere göre, yüzlerce Avrupalı, el-Kaide saflarında savaşmak için Türkiye üzerinden Suriye’ye geçmiş ve geçmekte. Bu, artık bir “genel bilgi” haline geldi.
Gerek Başbakan ve gerekse Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin Suriye’de el-Kaide’ye destek çıktığını “psikolojik savaş” olarak niteleyerek yalanlıyorlar. Tayyip Erdoğan dün bir kez daha bunu reddetti. Ama, Kilis Terörle Mücadele Şube Başkanı’nı “el-Kaide operasyonu” adı altındaki operasyondan 5 saat sonra görevden alıp, Çocuk Şube Müdürlüğü’ne vererek cezalandırırsanız, kimseyi inandıramazsınız.
Dış dünya, Van-Kilis merkezli gelişmeleri dün Los Angeles Times’da “Türkiye’deki skandal el-Kaide bağlantısıyla itham edilen İHH baskını ile derinleşiyor” ve Financial Times’da da “Türkiye’deki gerilimlere İHH baskını eklendi-AKP’ye gevşek bağlarla bağlı İHH baskını ihtilafı şiddetlendiriyor” başlıkları altında okudu. Ne denirse denilsin, Türkiye’nin “üstü kapalı biçimde Suriye’de el-Kaide’ye destek verdiği” algısı dağıtılamadı.
Böyle de dağıtılamaz. İktidar itidalini kaybetmiş görüntüsü veriyor.
Tayyip Erdoğan iktidarının “aklı başında” davrandığına kim inanıyorsa, Türkiye’ye çıkartılacak tüm faturaların üzerine “dış dünyanın yanılgısı” etiketini yapıştıracaktır. Ne de olsa “onlar”, Türkiye’nin dünyada yükselmesini istemezler!
Bu tür avuntular, ne Türkiye’nin dış politikasını düze çıkartır, ne de ekonominin kötüye gidişini önleyebilir.
Paylaş