Paylaş
“Eskiler”in gayet iyi bildiği bir özdeyiştir; “Ayinesi iştir kişinin, lafza bakılmaz”...
Kişinin sözüne değil, yaptığı işe bakılır anlamında. Tam da bu nedenle –ve özellikle- 11 yılı aşkın süredir iktidarda olan ve daha bir o kadar yıl daha ve üstelik yetkilerini daha da arttırarak bir tür “Tek Adam iktidarı” kurmak isteyen kişinin “sözü”ne değil, “yaptığı işe” bakılır.
Tayyip Erdoğan’ın beş yıl aradan sonra gittiği Brüksel’de Avrupa Birliği (AB) yetkililerine “kuvvetler ayrılığına saygı” göstereceğine ilişkin “söz vermiş” olmasının bir değeri yoktur. İşe bakalım. İş şudur:
Tayyip Erdoğan Brüksel’de olduğu sırada, kış ortasında 2000 polisin yer değiştirmesine –bir kısmı atandıktan on on beş gün sonra tekrar yer değiştirdi- yol açan atamalarının üzerine bir de HSYK kararı ile akşam saatlerinde 96 hakim ve savcının yeri değiştirildi. Bunların arasında, Adalet Bakanı’nın müsteşarının telefonla arayıp “yolsuzluk soruşturmasını durdurmasını” istediği İzmir Başsavcısı da var.
HSYK’nın başkanlığını yapan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ olalı beri, HSYK, iktidarın “disiplin kurulu” gibi çalışmaya başladı. Buna rağmen, 2010’da referandumdan geçmiş olan HSYK’nın yapısı değiştirilmek ve “Tek Adam” ve “Tek Parti”ye bağlanmak isteniyor.
Bütün bunlardan daha önemlisi ve daha çarpıcısı, “TSK’yı Başbakan’a bağlamak” anlamına gelecek yeni yasa tasarısının hazırlanmış olması. Başbakan’ın danışmanının, “milli orduya kumpas kuruldu” iddiasıyla açtığı çığırın sonunda, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, tıpkı MİT personelinde olduğu gibi Başbakan’ın izniyle soruşturulabilecek. Hükümet, ordu komutanlarının görev sürelerini yaş haddine kadar birer yıl uzatabilecek.
Böylece; “Tayyip Erdoğan’ın genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları”na geçilmiş olacak.
Böyle bir rejim, ancak Ortadoğu’da –örneğin baba Hafız Esad dönemindeki Suriye’de, Saddam döneminde Irak’ta- görülebilirdi. Bu rejimlere “Muhaberat rejimi” denilirdi. Zira, istihbarat örgütü doğrudan “güçlü adam”a, lidere bağlıydı. İstihbarat örgütün başı ve yetkilileri, Hafız Esad’dan, Saddam Hüseyin’den, Mısır’da Hüsnü Mübarek’ten sonra “en önemli” ve rejimin “en etkili” kişisiydi. Bakanlardan ve genelkurmay başkanlarından ve kuvvet komutanlarından daha işlevsel ve etkiliydi.
Tayyip Erdoğan’ın 2011’den itibaren başlayan son iktidar döneminde MİT de böyle oldu. Türkiye’nin bir numaralı sorunu olan “Kürt sorunu”nun “çözüm süreci” mi söz konusu; görev MİT’e “ihale” ediliyor. Abdullah Öcalan’ın “diyalog muhatabı”, birkaç yıldır MİT Müsteşarı.
Başbakan Tayyip Erdoğan, dünyanın bir numaralı ülkesinin yani ABD’nin Başkanı Barack Obama ile Beyaz Saray’da özel ve baş başa niteliğinde bir akşam yemeğinde mi buluşacak? Yanına, esas olarak, MİT Müsteşarı’nı, bir de fazladan Dışişleri Bakanı’nı alıyor.
Türkiye, dünyanın bir numaralı uluslararası sorunu olan “Suriye konusu”nda izleyeceği siyaseti de MİT’e “ihale” etmiş durumda. O yüzden, sınıra doğru içlerinde silah ve cephaneyle hareket halinde bulunan TIR’lara MİT’e ait çıkıyor. Konu sorgulanamıyor. Yapılanın MİT Kanunu’na uygunluğu tartışılamıyor bile. Hangi savcı ve emniyet görevlisi ya da jandarma, TIR’ları aramaya kalksa ışınlanıyor. Konunun gündeme getirilmesini Başbakan, “ihanetle” damgalıyor. MİT personeli ona bağlı olduğu için izin vermiyor.
Bu görüntüler, Türkiye’nin tedricen bir tür “muhaberat rejimi”ne geçiş yapmakta olduğu ihtimaline işaret ediyor zaten. Vesayet, askeri olmayıp “sivil” olunca, ülke; “Tek Adam” yönetimine geçirilmek istendiğinde, “Tek Adam”ın adı Tayyip Erdoğan olunca, mesele hallolmuş olmuyor. “Sivil yönetim” bu haliyle bir “demokrasi güvencesi” ifade etmiyor.
Silahlı Kuvvetler’in de üst kademesi üzerinden “Başbakan’ın paşaları” haline dönüştürülecek bir yasal yapıya kavuşturulmasını, “askerlerin sivillere tabi olması” şeklinde mi görmeliyiz?
Yapılmak istenen bu değil. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının Başbakan’a bağlanması da değil. Tayyip Erdoğan’a bağlanması. Başbakan, Tayyip Erdoğan olmasa, Tayyip Erdoğan, iktidarda 2024’e kadar “güçlü irade” olarak kalma ihtirasını taşımasa, böyle bir uygulamaya gidilebilir mi?
Ergenekon ve Balyoz davaları üzerinden yapılmış haksızlıkların, Silahlı Kuvvetler bünyesine yol açtığı sıkıntılardan yararlanarak, Tayyip Erdoğan, günahı hemen her konuda olduğu gibi Cemaat’in sırtına yıkıp, “yeni ittifaklar” geliştirmek isteniyor. TSK’nın üst kademesi, “Roboski katliamı” nedeniyle de Tayyip Erdoğan’a muhtaç durumda.
Bütün bu “ihtiyaçlar”ın kesiştiği noktada yani Ergenekon, Balyoz ve hatta Fenerbahçe davasında “yeniden yargılanma”dan “Roboski katliamı”nın üstünün örtülmesine, sorumlularının teslim edilmemesine kadar uzanan alanda, “Tayyip Erdoğan’a sığınmak ve sarılmak” adeta bir “ehveni şer” haline getiriliyor ve öyle sunuluyor.
Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları ona bağlanınca, “Roboski katliamı”nın soruşturulmasını unutun. Zaten bir şey çıktığı yok ama tümden unutun. “Roboski katliamı”nın sorumluluğu yani “bombardıman emri”nin nasıl ve kim tarafından verildiğini Genelkurmay Başsavcılığı, “kovuşturmaya gerek yok” kararı vermiş olsa bile, ortaya koymuştu. Sorumluların kim olduğunu biliyoruz. Başbakan’a bağlı olmaları halinde, hiçbir şey yapılamaz onlara. Soruşturulamazlar.
Tayyip Erdoğan, “yolsuzluklar” konusunda “oğlum olsa, evlatlıktan reddederim” diyor, güzel de Türkiye’de “yolsuzlukların soruşturulması”nın imkanı kaldı mı? Sözcüğü ağzına alan, telaffuz eden emniyet mensubu veya savcı ya da hakimse, derhal görevden alınıyor.
Bu ülkede Tayyip Erdoğan yönetiminde bir AKP iktidarı bulundukça, ciddi bir “yolsuzluk soruşturması” yapılamaz. Unutun. Tabii ki, bu, “yolsuzluklar” ortaya çıkartılamaz değil. Çıkartılır. Ama, bunun önüne geçmek için ise, Türkiye’nin, o alanda, Çin ve K. Kore’ye kıyaslanmasına yol açan bir “internet yasası” çıkartılmak isteniyor.
“Yolsuzluk soruşturması”ndan kurtulma ihtiyacının, Tayyip Erdoğan’ı savurduğu yere, ne tür “ittifak arayışları”na ittiğini görmek gerekiyor. Ama en tehlikelisi, ülkenin zaten sorunlu hukuki yapısını, bir “Tek Adam” rejimine dönüştürecek şekilde değiştirmek sonucunu verecek yasal değişikliklerin yapılması.
İş, artık, “AKP-Cemaat” çatışması boyutlarını aşmış, “anti-demokratik Türkiye”ye doğru adım adım ilerliyor.
“Turkey Analyst” adlı bir sitede 15 Ocak 2014 tarihinde yayımlanan “Turkey’s Regime Crisis: Are Erdoğan’s Days Numbered?” (Türkiye’nin Rejim Krizi: Erdoğan’ın Günleri Sayılı mı?) başlıklı tahlil yazısı şöyle bitiyordu:
“Son tahlilde, Gülen hareketi Erdoğan’ın tek adam yönetimine dair ihtiraslarını zaten boşa çıkartmış durumda. Türkiye, çok olaylı olacağı kesin bir şekilde, bir halefiyet mücadelesine şimdiden giriyor. Bu noktadaki temel soru, Erdoğan’ın sahneden ayrılmadan önce Türkiye’ye ne kadar zarar vereceğidir. Türkiye’nin uluslararası itibarına, devlet kurumlarına ve ekonomisine hatırı sayılır ölçüde zararı zaten verdi. Bunun sonucunda, Türkiye, artık, istikrarsız bir bölgenin istikrarlı mevzii değil, kendisi bir sorun. Daha iyi hale gelmeden önce daha kötü olacağa benziyor.”
Öyle mi dersiniz?
Paylaş