Paylaş
Suriye’de başkanlık seçimleri, Türkiye’dekinden daha hızlı, daha erken oldu. Tabii ki çok büyük fark söz konusu. Seçimleri ciddiye alan yok.
Başşar Esad’ın, sözde iki rakibine karşı seçimleri ezici bir zaferle kazanacağı biliniyordu. Sözde seçimler, sözde zaferle noktalanacaktı.
The Guardian’ın dünkü 'Yıkıntılar arasında oy verme' başlıklı başyazısında isabetli biçimde belirttiği gibi, 'Suriyelilerin büyük çoğunluğu oy pusulasının üzerinde yazmayan bir şey için oy vermek ister idiler: Barış.'
Üçüncü yılını geçmiş olan Suriye’deki iç savaş, 160 bin insanın canını aldı. Milyonlarca insan ya ülke dışında mülteci durumuna düştü ya ülke içinde yerini yurdunu terk etti. Ocaklar söndü. Ülke mahvoldu.
Suriye, artık büyük bir insanlık dramının adıdır.
Suriye’nin sınırları gerçi değişmedi ama bilinen sınırları içinde paramparça bir ülke söz konusu olan ve eski tür rejim ve toprak bütünlüğüne sahip olabilmesi büyük ölçüde hayal gibi görünüyor.
Birkaç gün önce, kuliste konuşurken Bilderberg toplantısındaki Suriye ile ilgili değerlendirmemi ilginç bulduğunu söyleyen İspanya Dışişleri Bakanı Jose Manuel Garcia Margallo, bana, bölgedeki 'güvenilir kaynaklar'ın kendisine Suriye’deki savaşın birkaç yıl daha sürebileceğini söylediklerini aktarmıştı. "Iskonto yapmış olabilirler" cevabını verdim; "Lübnan Savaşı 15 yıl sürmüştü!"
Suriye’nin 'Lübnanlaşması' ya da 'Afganistanizasyon'u sıkça üzerinde durulan bir konu. Suriye, bir yanıyla Başşar’ın ülkesinin mahvolması pahasına, İran ve Rusya desteği altında ustaca dönüştürdüğü bir 'mezhep savaşı', o boyutuyla bir tür 'iç savaş' ve bir yandan da çeşitli ülkelerin 'Suriye sahası' üzerinde karşılıklı birbirleriyle karşılıklı hesaplarını gördükleri, bilinen İngilizce deyiş ile 'proxy war'; yani 'vekâlet usulü savaş'…
The Guardian başyazısı, Suriye’de 'herkesin başarısız' olduğunu belirttikten sonra, yazının sonunda "Ülkenin başarısızlığı bunların arkasından geldi" diye başlayan paragraf ile son buluyordu:
"Suriyeliler, Fransızların 1946’da terk etmesinden sonra milletlerinin içine düştüğü kargaşayı hatırladılar. Lübnan’ın iç savaşa kaydığını görmüşlerdi ve hem o çatışmayı manipüle etmiş hem de yönetmeye çalışmışlardı. Dolayısıyla aynı tehlikenin onları da tehdit ettiğini daha iyi bilmeleri gerekirdi ama o dersler öğrenilmedi. Bunun ardından, Tunus ve Mısır’da geri kalmış olmalarından ötürü, çizginin önüne geçmek için aceleye kapılan ve Suriye rejimini çok erkenden silerek, böylece oynayabilecekleri herhangi bir arabuluculuk rolünü diskalifiye eden Batılı ülkelerin başarısızlığı geldi. Bunun arkasından ise Suriye’deki mücadeleyi birbirlerini tecrit etmek ve birbirlerine zarar vermek için Suriye’deki mücadeleyi bir vekâlet usulü savaşa dönüştüren bölge ülkelerinin, özellikle İran ve Suudi Arabistan’ın başarısızlığı geldi…"
'Bölge ülkeleri'nin arasında, elbette ki Türkiye de var. Türkiye’nin Suriye politikası da büyük bir başarısızlık. 'Mezhepçi iç savaş'ta 'taraf' konumuna geldiği, 'vekâlet yoluyla savaş' yürüten bölgesel aktörlerden biri haline kendini getirdiği için.
Türkiye, yukarıda ifade edilen 'başarısızlık gerekçeleri'nde Batılı ülkeler ile bölge ülkeleri arasında bir yere düşüyor. Başşar Esad rejiminin kısa süre içinde düşeceği hatasına o da düştü. Zarlarını ona göre attı. Olmayınca, Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte, Suriye’de İran’a (ve Rusya’ya) karşı taraf oldu ve 'mezhep savaşı'nın 'taraf'ı olarak, kendi iç politikasına da bunun izdüşümünü bıraktı.
Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ı Sünni-Alevi kutuplaşması üzerinden politika yapmaya yönelten gelişmelerin arkasında, Suriye’deki tutmayan yanlış hesapların önemli etkisi bulunuyor.
Gezi’yi 'Alevi isyanı' gibi görüp, arkasında 'Suriye’nin bulunduğunu' öne süren görüşlerle Gezi’den bu yana ölen gençlere ilişkin duyarsızlıklarla Yavuz Sultan Selim’i (ecdadımız söylemi içinde) hatırlayarak ortaya konulan 'zalim olabilme kapasitesi'yle bütün bunlarla Suriye’de duvara toslayan politikanın önemli ölçüde ilişkisi mevcut.
Tayyip Erdoğan’ın önceki günkü konuşmasının şu bölümü dikkatlerden kaçmamalı:
"MHP seçmeni gönül verdikleri partinin kimlerin yedeği haline getirildiğini görmelidir diye düşünüyorum. MHP’ye gönül vermiş kardeşlerime hatırlatmak isterim, CHP içinde sadece bir kanat yok, Suriye’nin eli kanlı rejimine destek veren bir CHP var, mezhep farklılıklarını körüklemek için tahriki yapan CHP var. Öbür tarafta kalkıp şöyle Suriye’nin batısına doğru gittikçe Türkmen kardeşlerimiz var. Bunların yanında yer alan AK Parti iktidarı var, onların karşısında yer alan CHP anlayışı var. Ey MHP sen de mi yoksa Türkmen kardeşlerimin yanında yer alıyorsun?"
Bu sözlerin ardında, CHP’yi 'Alevi' kavramı ile buluşturma ve oradan yola çıkıp, Suriye’deki Başşar Esad rejiminin kitle tabanı ile özdeş kılma hesabı seçilmiyor mu? MHP’nin 'Sünni ve Türk' veçhesine vurgu yaparak, Suriye üzerinden MHP ile CHP’nin kendisine karşı muhtemel bir cumhurbaşkanlığı seçim ittifakını bozma amacı sezilmiyor mu? MHP için anlamlı olacağını düşündüğü 'Türkmen' kartını masaya koyuyor.
Başşar Esad’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayan üç Kürt kantonunu, Suriye Kürtlerinin Türkiye Kürtlerinin devamı olduğunu hatırlatmıyor ama. 'Kürt kardeşlerim'den söz etmiyor. Zira, oradaki Kürtler, Erdoğan’ın müttefiki olan Kürtler değiller.
Yani, anlatmak istediğimiz, Suriye’nin Türkiye’nin sadece dış politikasında değil, giderek iç politikasında tehlikeli bir enstrüman haline gelmesi. Suriye’deki 'mezhep bölünmesi' aynen Türkiye’de yansıyor ve yansıtılıyor.
Başşar Esad rejiminin kısa süre içinde yıkılacağı yanılgısına ben de düştüm. İlk dönem, Türkiye’nin Suriye politikasını bu yanılgı üzerinden destekledim. Ancak, Başşar Esad rejimi, Suriye’nin mahvolması pahasına da olsa 'ayakta kalınca' ve Suriye’deki savaş, 'kirli' bir 'mezhep savaşı'na dönüşünce, Türkiye’nin 'mezhep savaşında taraf olma' tuzağına düşmesini destekleyemezdim. Ülkemizde de Sünni-Alevi bölünmesi ve çatışmasına davetiye çıkartan böyle bir politikaya sempati gösteremezdim.
Bir yıldır, Türkiye’nin Suriye politikasına da itirazım var. Türkiye, S.Arabistan ve Katar ile birlikte, 'Sünni eksen'de yer aldı. Bu iki ülkenin kimisi Selefi, kimisi El-Kaide olan Sünni silahlı güçlere desteğinde önemli rol oynadı. Mısır konusunda S. Arabistan ile ters düşünce, bölgede 'Türkiye-Katar ekseni' ya da bir başka deyişle 'Müslüman Kardeşler yanlısı eksen' olarak kaldı ve konumunu daha da küçültmüş oldu.
Türkiye, Suriye’de radikal bir politika değişikliğine gitmek zorunda. Bu zorunluluğun, Başşar Esad’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ve iktidarını tahkim etmesiyle doğrudan bir ilişkisi yok.
Başşar Esad’ın 'halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı' olmasının Suriye’yi 'demokrasi' yapmayacağını herkes biliyor.
Konu bu değil.
Ne peki?
Türkiye’nin Suriye’deki 'mezhep savaşı'nda 'taraf' olacak kadar küçülmemesi. Kendi 'iç dengeleri'ni ve 'iç barışı'nı koruyabilmesi…
Paylaş