Paylaş
Dünyadaki yüzmilyonlarca insan gibi, benim için de bundan daha önemli hiçbir olay yok bugün.
Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kimin ne dediğinin, hangi adayın ne söylediğinin, bugün için –belki de “bugüne özgü” değildir- ilginç bir yanı göze çarpmıyor.
Tekrarlar tekrarlar… Oysa her Dünya Kupası finali tektir ve özgündür. Her biri tarihte unutulmaz biçimde yer alır.
Rio de Janeiro’nun efsanevi Maracana Stadı, daha önce bir kez dehe unutulmaz bir Dünya Kupası finali görmüştü. 1950 yılında.
Unutulmaz idi, çünkü tüm dünya, Brezilya’da yapılan ve savaş sonrasının (İkinci Dünya Savaşı) ilk dünya kupasında, Brezilya’nın şampiyonluğu bekleniyordu (2014’te olduğu gibi). Ama, 1-0 önce geçmesine rağmen ve o gün bugündür kırılamamış olan rekor seyirci önünde (200 bin) Brezilya, Uruguay karşısında 2-1 kaybetmişti.
Maracana, ikinci kez bir “Brezilya felaketi” yaşamayacak, çünkü stadın çimlerine, Brezilyalıların görmeye tahammül edemeyecekleri, Güney Amerika’daki baş rakipleri Arjantin ile onlara “Belo Horizonte katliamı”nı yaşatmış olan Almanya çıkıyor. Almanya malûm Brezilya’yı yarı-finalde eledi ve “ikinci bir Maracana faciası” ihtimalini Brezilyalılar için oradan kaldırmış oldu.
ALMANYA MI, ARJANTİN Mİ?
Bazı meslektaşlarımızın hangi cumhurbaşkanı adayına oy vereceklerini haftalar öncesinden açıklamış olmaları gibi, ben de, Dünya Kupası şampiyonluğu için gönlümden geçen takımı geçen hafta ilân etmiştim: Almanya.
Final gecesi de Berlin’de olacağımı yazıda belirtmiştim. Berlin’in simgesi ünlü Brandenburg Kapısı’ndan (Branderburger Tor) Zafer Anıtı’na kadar olan Tiergarten’daki büyük alan 500 bin kişinin maç seyredeceği şekilde hazırlanmış vaziyette. Almanya’nın şampiyonluğu halinde kutlamaların merkezi orası olacak.
Hafta içinde, İstanbul’da bir arkadaşım, “Torunun Berlin’de doğduğu için Almanya’yı tutuyorsundur herhalde” dedi, benim finalde Almanya’dan olmamın başka bir gerekçesi olmadığını ima edercesine ve üstü kapalı biçimde Almanya tercihimi onaylamayarak.
Bizim kuşağın ve geldiğimiz arka planın tuhaf bir yanı vardır; .buna göre, herhangi bir karşılaşmada bir Batı ülkesinden yana olmamak, ya da bir Batı ülkesi kime karşıysa, karşısında olandan yana olmak adeta uyulması gereken bir “vazgeçilmez kural” halindedir.
Oysa bunun doğrudan, adaletten, haktan yana olmakla pek ilgisi yoktur. Aslında, altını biraz eşeleseniz, bir tür aşağılık kompleksinin dışa vurumu olduğunu farkedebilirsiniz de.
Arkadaşımın söz konusu yakıştırması üzerine, “Berlin’li bir torunum var. Almanya’yı tutmam için elbette ki yeterli bir sebep bu” diye karşılık verdim ve ekledim: “İki sebebi daha var: Biri Almanya Milli Takımı’nın başında Joachim Löw bulunuyor. 1998-99’da Fenerbahçe’nin başındaydı ve çok iyi bir insan ve hoca idi. Bir de Mesut Özil oynuyor. Almanya Milli Takımı’nın en önemli yıldızlarının başında geliyor. Üstelik, o da koyu bir Fenerbahçeli… Yetmez mi bu kadar sebep!”
Tabii, bütün bunların dışında eğer gerçekten futbolun adaletinden ve jogo bonito yani “güzel oyun” sevdalısı iseniz de, Almanya’nın yanında olmak gerektiği kanısındayım. Nedenlerini bir önceki yazımızda bol alıntı yaptığım Simon Kuper’in “Hızlı pasın ustaları büyük galipler olacaklarını kanıtlayacaklar” başlıklı dünkü yazısında buldum. O yazıdan, özellikle futbol meraklıları için çarpıcı gelecek olan bölümler:
“Her Dünya Kupası’nda kazanan bir takım ve kazanma stili vardır. Bu kez, kazanma stili hızlı pas futbolu. Almanya da şu ana kadar bu turnuvada bunu en iyi yapan takım. Eğer finalde Arjantin’i yenerlerse, son Dünya Kupası ve son iki Avrupa Şampiyonası’nda olduğu gibi, kazanan hızlı paslaşmayı en iyi yapan takım olmuş olacak…
İki değişik hızlı pas yapan takım tipi var. Almanya, Şili gibi, Bayern Münih Teknik Direktörü Josep Guardiola’nın esprisine uygun olarak oynayanlar: topa hükmet ve hücum et. Burada temsil edilen diğer tür, Hollanda, Chelsea Teknik Direktörü José Mourinho’yu izliyor: rakip takım topu bırak ama hızlı pas ile fırla ve ideal olarak topa sahip olduktan üç saniye içinde galibiyeti getirecek golü kaydet.
Hızlı pas basit görünüyor ama derin çalışma gerektiriyor. Hızlı pasın babası Johann Cruyff hızlı pas nasıl verilir konusunda saatlerce konuşabilir. Yan pas yapmayın (Breziya’nın savunma oyuncularının yaptığı gibi), sadece ileri doğru pas yapın. Pasınızı takım arkadaşınızın bir metre önüne atın ve onu koşmaya zorlayın. Pası verdiğiniz anda koşmaya başlayın çünkü iyi pas oyuncuların boş alana hareketlenmesine dayanır.
İleriye doğru İngiltere’nin ya da Brezilya’nın Şili karşısında yaptığı gibi dikine pas yapmayın. Bunu rakipler kolayca okurlar. Bunun yerine çapraz pas atın ve üçgenler kurun. Topu yükseğe dikerek spekülatif ortalar yapmayın. Daha ziyade, Almanlar gibi ceza sahası içine alçak ortalar yapın. Topu kaybettiğiniz anda, önde bulunan bütün oyuncularınız kompakt bir blok oluşturacak şekilde biraraya gelmeli ve rakibe alanı kapatmalılar. Arjantin bunu çok iyi yapıyor. Futbolun büyük bölümü pozisyon almak üzerinedir zira bir oyuncunun topla ortalama oynama süresi oyun başına bir dakikanın altındadır. İyi çalım atan bir futbocu, iyi pas yapan takımın iyi bir tamamlayıcısıdır, Lionel Messi’nin Barcelona’da yaptığı gibi. Çalım, futbolun nanoteknoloji versiyonudur; bazen kompakt bir savunmayı açabilecek bir gedik yaratmanın tek yolu, çalım atmaktır. 1970’in büyük Brezilya’sı, çalım atabiliyor ve pas yapabiliyordu. Günümüzün en iyi çalımcıları olan Neymar ve Messi, takımlarının en yaratıcı pasörleridir. Ama çalımla birini geçmek çok zordur ve her takımda böyle yapabilecek bir ya da iki uzman gereklidir. Onlar da ancak topu kaybettikleri vakit, arkalarını tutacak birkaç takım arkadaşları varsa, çalım atabilirler…
Brezilya ve İngiltere’nin hızlı pas yapmayı öğrenmeleri gerekiyor… Sorunları yapısal… Pas yapmayı öğrenemeyen takımlar genellikle yenilgilerini psikolojik faktörlere bağlarlar. İngilizler elenmelerine gerekçe olarak, kendilerine gereğinden fazla para ödenen ama ruhsuz oyuncuları gerekçe gösteriyorlar. Ama, örneğin, Kolombiya’nın İngiltere’den daha fazla ruha sahip bulunduğu tartışma götürür. Kolombiyalılar, hızlı pasa dayanan ve boş alana kaçarak enerjilerini o şekilde koruyup harcamalarını sağlayan bir oyun tarzı ortaya koydular. İngilizler ise istekli ama statik idiler...
Futbolun merkezi unsuru dışındaki her gevezelik saptırmadır. Futbolun merkezi unsuru ise: pastır.”
Eğer, “futbol sadece futbol değildir” düsturunu kabul ediyorsanız bu yazıyı da farklı bir gözle okuyup, değerlendirebilirsiniz.
Neyse… futbolun da adaletinden yanayım; öyleyse Almanya!
Paylaş