Bekir Coşkun

Kendimi vurmalı mıyım?..

1 Şubat 2007
NE diyorsunuz?.. Bu gece "Latin ırkı" diye vurmalı mıyım sevdiğim kadını?..

Evin içinde deli danalar gibi böğüre böğüre "Titre ve kendine dön..." diye bağırmalı mıyım?..

Çanak-çömlekleri kırmalı mıyım?..

"Tekbir" getirmeli miyim, avazım çıktığı kadar... Ki komşular "Hoca yine vakitsiz okudu ezanı" diye namaza dursunlar...

Ne yapmalıyım?..

"Besmele" getirip boğazını kesmeli miyim "Katolik"imin?..

*

Faşistliğe, ırkçılığa, kafatasçılığa karşı çıktığım için dün bilgisayarıma yağan ve ailemi dahi içine alan "Sen Türk değilsin, Müslüman değilsin" bombardımanı karşısında, yazarken dahi beni utandıran bu yazıyı yazmalı mıyım, yoksa yazmamalı mıyım?

Peki ben nasıl anlatmalıyım onlara "Türk ve Müslüman" olmayan birisini sevdiğimi, sevdamı nasıl anlatmalıyım?..

"Sevgi" olan yerde (bir vatan ya da yuva fark etmez) dostluğun, huzurun, bereketin, ortak sevdaların oluştuğunu... Tüm "iyi insanların" sevilmeye değer olduğunu...

"İnançlarımızı ve kimliğimizi" çöpe atmadan "insanlıkta" el ele verebileceğimizi...

Nasıl anlatmalıyım?..

*

Gelen mesajları "Türk ve Müslüman olmayan" kadınımdan saklıyorum.

O insan olmayan canlıları dahi korumaya çalışırken, bir kuş yavrusuna, bir kedinin bebeğine, evimize girmiş bir kertenkeleye, perdemize konmuş bir çekirgeye dahi kıyamazken, ona insanlar arasındaki bu nefreti nasıl anlatmalıyım?..

Nasıl?..

Yüreğinde yer etmek istediğim günlerde, ona Hazreti Mevláná’nın "Kim olursan ol gel" beytini okumuştum. Yüreklerimizde tüm insanlara sevgi olduğuna Mevláná’yı tanık göstermiştim.

Şimdi "Sadece biz üstünüz" nasıl diyebilirim?

O beyti okuduğum gün sevdalımın ıslanan gözlerine nasıl bakabilirim?

Nasıl?..

Nasıl?..

Bir "ötekini" sevmiş birisi olarak yanıt vermek istiyorum... "Önce insan" demeye çalışıyorum...

Ama kan isteyen çığlıklar arasında boğuluyor sesim.

Ne diyorsunuz?..

Bu gece gidip kendimi yüreğimden vurmalı mıyım?..
Yazının Devamını Oku

Abiler...

31 Ocak 2007
"DERİN devletin işi" olduğu söylenen Hrant Dink cinayetinin içinde bir "abi" var.<br><br>Bir de "büyük abi" çıktı, biliyorsunuzdur. Ankara’daki genel müdürlükte ise önemli bir makamda "bey abi" yer alıyor diyorlar.

Anladığım kadarıyla Hrant cinayetini "büyük abi" planlıyorsa da "bey abi" işin içinde.

"Abi" ile "büyük abi" birlikte "bey abi"ye başvuruyorlar.

"Bey abi"nin bir "ağabey"i var.

"Ağabey"den sonra "abuş" geliyor ki...

Onun da üstündeki emekli:

"Abişko".

Böylece "derin devlet"in şeması ortaya çıktı mı abisi:

Abi, büyük abi, bey abi, ağabey, abuş, abişko ve devamları...

*

"Derin devlet"i de soytarıya çevirdiler.

Oysa bunlar; kimisi devletin içinde görevli, kimisi sokakta, kimisi abi, kimisi büyük abi olan... Kendi kendilerine "vatanı koruma" görevi biçmiş... Kaba kuvvet ve silahla insanları sindirmeye çalışan... Gerektiğinde gözünü kırpmadan insan öldüren-öldürten ayak takımı...

Bu işte rant var...

Ne yazık ki toplumun büyük bölümü bunların "vatan sevgisi, bayrak aşkı" hikayelerine inandığı için...

Kahraman olmak var...

İşte bir anda taraftarlar tribünlerde alkışlıyor bu küçük abileri, büyük abileri.

Ün var...

Şöhret var...

*

Oysa bu abiler; asıl vatanı bölmek isteyen PKK dağlarda dolanıp dururken, silahsız tek başına bir masum insanı gidip arkasından, ensesine kurşun sıkarak öldürecek kadar korkaklar...

Bu zor günlerde "vatanı seviyorum" deyip Türkiye’yi uygar dünyaya karşı küçük düşürecek kadar akılsız...

"Milliyetçiliği" başka dinlerden ve ırklardan insanları düşman ilan etmek sanacak kadar bilgisiz...

Doğrusunu isterseniz; kişiliklerine ve niteliklerine bakıldığında aslında "yok"lar...

Ama siz...

Siz; alkışlarınızla onları "var" ediyorsunuz.

Biz ne yapabiliriz?..
Yazının Devamını Oku

Ne münasebet Ermeni’yiz?..

30 Ocak 2007
BUGÜNLERDE bir araya gelince "Ne münasebet Ermeni’yiz"i konuşuyoruz, hep bir ağızdan.<br><br>Hepimiz tek tek "dedelerimizin Yemen’de şehit olduğunu" anlatıyoruz birbirimize ve soruyoruz: "Ne münasebet Ermeni’yiz?.."

Kimi milliyetçi kardeşlerimiz, boyunlarını ortaya doğru uzatıp kafalarının şeklini gösteriyorlar ve soruyorlar:

"Bu kafa ne?.."

"Kel kafa..."

"Hayır, milliyetçilik şekli olarak ne kafa?.."

"Türk kafa..."

"Eeee... Ne münasebet Ermeni’yiz?.."


Gemiyi kaçıran milliyetçi kardeşimiz, kafanın dışını değil içini de gösteriyor; bir vapur dolusu insanı süründürerek ve korkutarak "ne münasebet Ermeni’yiz?"i kanıtlamaya kalkıyor.

(Milliyetçi, ama ordudan atılmış bu...)

Ve futbol karşılaşmalarında açılan büyük büyük "Biz Ermeni değil Türk’üz" pankartları, güzelim kafalarımızın bir araya gelince daha çok çalıştığını kanıtlıyor.

Amigolar şöyle bağırdılar:

"Oturan Ermeni olsun..."

Herkes ayağa kalktı ve "Ermeni" olmaktan kurtuldular.

*

Sonuçta milliyetçi kızdı.

Bence dünyaya verilmek istenen barış, sevgi, hoşgörü mesajı işine gelmiyordur.

Belki de o sanıyor ki, "Hepimiz Ermeni’yiz" diyen yüz bin kişi bir anda "Ermeni" oldu.

Peki nasıl anlatmalı?..

Diyelim ki "Kafam kazan gibi oldu" dediğinizde kafanız kazan, "Kuş gibi uçtum" dediğinizde kuş, "Eşek gibi çalıştım" dediğinizde eşek mi oluyorsunuz?

Ya da; adam başı milyon kez "...doğruyum, çalışkanım" demekle "doğru, çalışkan" olunmadı da, bir kez "Ermeni’yiz" deyince mi "Ermeni" olundu?

Nasıl anlatmalı, nasıl?..

Bu sadece bir ifade biçimidir; acıdaki içtenliği, insani duyguları paylaşmaktaki samimiyeti anlatır...

Irkçılığa, kafatasçılığa tepkiyi...

"Önce insan" olmanın yüceliğini...

Yoksa...

Ne münasebet Ermeni’yiz?..
Yazının Devamını Oku

Yağmur duası mı yağmur bombası mı?..

28 Ocak 2007
KURAKLIĞI yenmek için "yağmur bombası" atılması fikri AKP’lilerindi. <br><br>Oysa yağmur duası da olabilirdi. Şimdi tartışma şu: Yağmur duası mı, yağmur bombası mı?..

Yağmur duasında, önde imam olmak üzere tarla kenarına gidiliyor. Parmaklar yağmur misali aşağı gelecek şekilde sallandırılarak dua okunuyor.

Burada önemli olan doğru duanın okunmasıdır.

Yağmur bombasında ise imam yerine bir pilot, cemaat yerine de bir helikopter gerekiyor.

Bir de bir depo kimyasal çözücü.

Burada da doğru teknoloji önemlidir, yoksa tarlayı sel götürüyor.

Hoş bu yağmur duası için de geçerli:

Duadan sonra tarlayı sel götürünce, imama koşan köylüler sordular:

"Ne yaptın Hoca efendi..."

Hoca yanıtladı:

"Demek ki duanın dozu fazla kaçtı..."

*

Aslında bilim ile inancın karşılaştığı nokta değildir burası.

Çünkü inançlı insanlar; bilimin, Allah’ın verdiği aklın ürünü olduğunu bilirler, bilime inanıp saygı duyarlar.

Bu sadece bilim ile hurafenin karşılaştığı yerdir:

Hangisi daha iyi:

Yağmur bombası mı?..

Yağmur duası mı?..

*

Ya da şöyle yapacaksınız:

Bir yağmur bombası patlatacaksınız, bir yağmur duası... Bir yağmur bombası, bir yağmur duası.

Bulutların kaçacak yeri kalmasın... Şaşırıp kalsın bulut ve yanındakine sorsun:

"Kim bunlar, aşağıdan bir yağmur duası geliyor, bir yağmur bombası?.."

Öbürü yanıtlasın:

"Kesin Türklerdir..."

*

Çünkü; tam 72 gölü kurutup tarlaya çevirdikten, tüm nehirlere pislik borularını bağladıktan, sulak alanlara ve kuş cennetlerine kooperatif evleri yaptıktan, orman alanlarının satılması için Anayasa’ya madde koyduktan sonra "kuraklıktan" yakınan da Türklerdir...

Şu sırada biraz yağış alsa da, kurudu Türkiye...

Bundan böyle de yapılacak tek şey kalıyor:

Patlatacaksın; bir yağmur bombası, bir yağmur duası...bir yağmur bombası, bir yağmur duası...
Yazının Devamını Oku

Hürriyet’e nasıl gelinir?..

27 Ocak 2007
HÜRRİYET Ankara binasının dört bir yandan yolları kapalı, çünkü Kavaklıdere Meydanı’na altgeçit yapıyorlar. <br><br>Aylardır, derin kanallar, geniş hendekler, metrelerce çukurlar yüzünden Hürriyet’e gelip-gitmek zor. Ziyaretime gelmek isteyen üç okurum çukurlara düştüler.

Başarıp da ulaşanların genelde omuz hizalarında ya da enselerinde bir miktar çamur, kafalarının üzerinde de bir miktar çimento oluyor.

Ben onları "Nasıl da gelebildiniz" diye tebrik ediyorum.

Onlar ceplerine girmiş çakılları çıkartırken, ben manevi desteğimi sürdürüyorum:

"Tek ayakkabı ile kalmış olmanız ayrı bir özveri... Öbür teki bıraktığınız çukur, kavşağımızın kuzey çıkışı oluyor..."

Kısacası; kafasında çimento olan, arkadan görüntüsü çamura oturmuş da kalkmış gibi, tek ayakkabılı birisini görürseniz...

O benim ziyaretçimdir.

*

Sonra misafirlerimi terasa çıkartıp, kuşbakışı altgeçit inşaatı hakkında bilgi veririm:

"Şuradan girilecek, şuradan çıkılacak..."

Çankaya halkı da gruplar halinde gelip inşaatı seyrediyor. Onlara da bilgi vermek açısından terastan sarkıp sesleniyorum kimi zaman:

"Güzel oluyor, güzel..."

Sol elimin işaretparmağı ile başparmağımı halka yapıp, sağ elimin işaretparmağını halkanın içine soka çeke "Altgeçit oluyor... Oradan girilip şuradan çıkılacak" diye bilgi aktarıyorum.

Kimi zaman bizim arkadaşlar "Onlar meraklı değil, yolunu kaybetmiş inşaat çukurundan çıkış arayan Çankaya halkı" diyorlar.

Olsun...

*

İnşaat şekillendi, altgeçit ortaya çıktı sayılır.

Ben bu kadar zevksiz bir şey görmedim.

Dört bir yanında metrelerce genişliğinde tünel delikleriyle, çirkin beton duvarlarla, görgüsüzce bariyerlerle...

Kavaklıdere artık yok.

Her Ankaralının anılarını taşıyan, kent nostaljisinin merkezi, cumhuriyet yaşıtı ağaçlarla bezeli, güzelim Kavaklıdere Meydanı tarihe karıştı.

Londra’da, Paris’te, Roma’da trafik sorunu olan, ama asla el sürülemeyen eski meydanların hikmetini anlayamayan saygısızlık, Kavaklıdere Meydanı’nı yok etti.

Bu adamlar çok görgüsüz.

Ve tüketiyorlar bizi...
Yazının Devamını Oku

Bebeklerden katil yaratmak...

26 Ocak 2007
CNN Türk’te Nebil Özgentürk’ün "Bir Yudum İnsan"ını seyrediyorum. O acılı kadının zihnimize düşürdüğü "bebeklerden nasıl birer katil yaratıldığının" sanki yüreğimiz sızlayarak izlediğimiz "Ti-Vi dizisi" gibidir "Bir Yudum İnsan"lar.

Barış önerdiği için yok edilen sanatçılar...

Sevgi istediği için vurulan aydınlar...

Ölüme ve kana karşı çıktığı için öldürülen düşünürler, şairler, edebiyatçılar, ozanlar...

Ayakta kalanlar yaralı-bereli.

Önceki hafta "Bir Yudum İnsan"a bakıyorum; bu sefer vatan düşmanı (!) bir gözbebeğimiz sanatçı:

Halit Refiğ.

Yaptığı filmi yaktıklarında, bir sanatçının nasıl yaşarken vurulduğuna tanık oluyor insan izlerken.

"Yorgun Savaşçı"nın yazarı Kemal Tahir’in "vatanı sevmediği" için 14 yıl zindana atılışı... Yol arkadaşı Názım Hikmet’in kaçıp vatan toprağına hasret ölüşü... Ve 1983’te "Yorgun Savaşçı" filminin devlet heyeti önünde yakılışı...

Aslında tümü birbirinin parçaları.

"Bebeklerden katil yaratma" dizisinin sanki bölümleri.

*

Bu ülkede barıştan, sevgiden yana olmuş da vurulmamış, yüreği kanamayan bir tek olsun; aydın, sanatçı, şair, edebiyatçı, düşünür, kısacası "Bir Yudum İnsan" yok...

"Bebekten katil yaratan" sistemin, daha bu bebekler doğmadan çok önce uygulamaya koyduğu yöntemdir bu:

Önce bebeklerin katil olmasına karşı çıkanları yok etmek.

Ki bebekler, sistemin "katilleri" olabilsinler.

Bunun için bu ülkenin "bir yudum insan"ları; edebiyatçılar, şairler, aydınlar, sanatçılar ya kovalandılar el diyarlarına, ya vuruldular, ya zindanlara atıldılar.

Kalanlar yaralı-bereli.

Sonra kirli sistem yürüsün de yürüsün.

*

Sistemi sürdürebilmek için "bebeklerden katil yaratmak" gerekiyor a dostlar.

Elbette bilinçli, planlı, hesaplı...

Ve bir gün, aydınlığa koşan yol arkadaşı vurulmuş, ağlamakta olan bir kadın, sistemin utancını haykırarak soruyor:

"Bebeklerden nasıl bir katil yaratılıyor?.."

Nasıl?..
Yazının Devamını Oku

Bu tabutlar nereye gidiyor?

25 Ocak 2007
TABUTLAR o kadar sıklar ki, aralarında en masum gülücükler için boşluk yok.<br><br>Peş peşe tabutlar. Kimi zaman onların el ele tutuşup gittiklerini düşünüyorum. Hatta birbirlerine sarılıp, birbirlerinin koluna girip, birbirlerini yalnız bırakmadan.

Peş peşe...

Bizler farkına varmadan bir ulusal beceri kazandık:

En iyi cenaze kaldırma yeteneğini.

Artık biliyorum; güzergáhları biliyorum, sloganları biliyorum, protokolün yerini biliyorum, güvercinlerin nerede uçurulacağını biliyorum, kimin ne demesi gerektiğini biliyorum.

Hangi şarkı söylenecek, biliyorum...

Nasıl ağlayacağım, biliyorum...

*

Nereye gidiyor bu tabutlar?..


Peş peşe, aralıksız...

Sanki birbirlerine sokulurcasına, omuz omuza, el ele, ileride sisler içinde kaybolan bir halayın bayraklara sarılmış oyuncuları gibi birbirlerini izleyerek...

Dün Hürriyet’in internet sayfasındaki arkadaşlarımız bana İsmail Cem’in ölümünü sordular, birkaç satır orada yayınlandı:

İsmail Cem’in de aslında vurulması gerekiyordu.

O yıllarda onu "komünist" ilan etmiş, TRT Genel Müdürlüğü sırasında "vurulacaklar" listesine almış, linç işlemine başlamıştı milliyetçi (!) kardeşlerimiz.

Yine dün Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün 14’üncü yılıydı.

Her gün...

Her gün cenazemiz var.

*

Duyguları yüce, alınları ak, yurtseverlikleri ölçüsüz, düşünceleri ve eylemleri ile insanlık için çırpınan, birer paha biçilmez değer olanları vuruyorlar, beş para etmez çapulcular.

Bu böyle gidiyor...

Bizler ulus olarak sadece bir beceri kazandık:

Cenaze kaldırma yeteneği...

Tabutlar peş peşe gidiyor, sanki el ele, omuz omuza, birbirlerini izleyerek, birbirlerine sokularak.

Ve ben artık öğrendim:

Hangi güzergáh izlenmeli, protokolün yeri neresi, hangi şarkıyı söylemeli, güvercinler nerede salınır?..

Nasıl ağlanır arkalarından, nasıl?..
Yazının Devamını Oku

’İnsan’ olamamak...

24 Ocak 2007
HER şey onu "insan" yapmak içindi.<br><br>Devletleri, onu "insan" yapmak için kurdular. Devletin anayasası, toprağı, sınırları, kurumları, kavramları, o "insan" olsun diyeydi.

Ama o "devlete" takıldı, "insan" olamadı.

*

Bayrak, onu "insanı" yapmak içindi.

O bayrağın altında doğsun, yürüsün, büyüsün, öğrensin, gelişsin, düşünsün diye.

Bayrak, o "insan" olsun diye vardı.

Ama "bayrağa" takıldı.

"İnsan" olamadı...

*

Marşlar yaptılar o "insan" olsun diye.

Ona insan kimliğini ve yüce hedeflerini göstermek için destanlar, öyküler, efsaneler, tarihler yazıldı.

Türküler, şarkılar o "insan" olsun diyeydi.

Ama o marşlara, efsanelere, öykülere, destanlara takıldı.

"İnsan" olamadı...

*

Din o "insan" olsun diyeydi.

Kitaplar o "insan" olsun diye indi yere...

Ayetler, dualar, ibadetler, farzlar, sünnetler... İbadethaneler, minareler, ezanlar...

Onun "insan" olması içindi.

O "dinci" oldu.

Ama "insan" olamadı...

*

Dün Türkiye’yi ağlatan oydu:

Ezberinde; devlet...

Ağzında; bayrak, vatan...

Dilinde; tekbir...

Ama o "insan" değil.

Bu bayrak, bu devlet, bu vatan, bu marşlar, bu türküler, bu din, bu kitap, bu söylevler, bu dualar...

Tümü onu "insan" yapmak içindi...

Ama o her şey oldu da...

"İnsan" olamadı.

Dün sizi ağlatan oydu.

Hiçbir şey onu "insan" yapmaya yetmedi.

Yetmiyor...
Yazının Devamını Oku