23 Ocak 2007
BUGÜN içimde biraz olsun umut var.<br><br>İçimden; odamın camını açıp, aşağıdaki bulvardan geçen insanlara "Sağ olun..." diye bağırmak geliyor: "Sağ olun... Kadın erkek, okumuş okumamış, büyük küçük, herkes... Hepiniz sağ olun..."
Yıllardır söylemeyi çok istediğim ama söyleyemediğim o minik cümle dilimin ucunda:
"Sağ ol Türkiye..."
Birazdan türkü bile söylerim.
Ben ağlaya ağlaya türkü söylemeyi severim.
*
Farkında mısınız, çok önemli bir şey oldu:
Bu ülkenin insanları, öldürülen bir Ermeni vatandaşımızın ardından "Kurşun bize sıkıldı" diye ağlıyorlar.
Onu hiç tanımayan kadın "Sanki ben vuruldum" diyordu televizyonda.
Gazeteler istisnasız "Kurşun bize sıkıldı" başlıklarıyla çıktılar.
Televizyonlarda spikerler Hrant Dink’in vurulduğu haberini ağlayarak duyurdular.
Düşünebiliyor musunuz:
Bu ülke; Ermeni’yi "Çocuğumuz vuruldu" diye bağrına bastı da... Onu vuran milliyetçiyi (!) "vatan haini" ilan etti.
*
Sağ ol Türkiye...
Tüm ilkel tabulara karşın, "önce insan olmak" devrimini için için beyninde yapanlar, bunu ilk kez Taksim Meydanı’nda bir anda açıkladılar dünyaya.
Birbirini tanımayan insanlar bir anda pankart açtılar:
"Hepimiz Ermeni’yiz..."
İnsanları birbirine düşman kılıp birbirine öldürten fanatizme bundan daha iyi bir yanıt olabilir miydi?
Ve bugünkü cenaze kalabalık olacak.
Bir soykırım suçlaması altında; siyasiler, bürokratlar, diplomatlar, akademisyenler kıvranıp yanıt yetiştiremezken... Bir kanlı kaldırımda bir araya gelen Türkiye’nin sıradan insanları bir anda yanıt verdiler:
"Çocuğumuz vuruldu..."
*
Sağ ol Türkiye...
Sağ ol...
Bir cenazenin ardından atılsa da, yücelerden de yüce uygarlık adımıdır bu:
"İnsan..."
"Önce insan"a doğru bir adım...
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2007
İKLİM değişikliği yüzünden "Ayıların uykusu kaçtı" diyorlar. <br><br>Bilim adamları, ayıların bu sene "kış uykusuna" yatmadıklarını kanıtlarıyla tüm dünyaya duyurdular. Uykusu kaçmış bir ayıyı, doğrusu gözümün önüne getiremiyorum.
"Ayıların kış uykusu" dedikleri, ortalama dört ay kadar.
Belki erkek ayı, eşine "Uykum kaçtı, iki haftadır yatağın içinde oturuyorum" diyordur, bilemeyiz.
Her neyse, bu sene ayıların uykusu yok.
Bu yazıyı yazdığım 20 Ocak günü, camdan dışarı bakıyorum, bir bahar sabahı gibi.
Ne kar var, ne yağmur.
Dünyanın ısınma sürecine ve yerkürenin kuruma eğilimine bakılırsa, en çarpıcı uyarı bu.
Dünyanın dört bir yanından ısınmaya bağlı felaket haberleri geliyor, ayıların "uykularının kaçması" sadece bir tanesi.
*
Ama insanoğlunun uykusu ayı kadar kaçmıyor.
Ayı’nın uykusu kaçıyor, homurdanıp yatağına oturuyor...
Dünyayı yöneten devlet adamlarının da uykusu kaçmış değil.
Diyelim ki; ABD sanayisini korumak için küresel ısınmayı önleyen anlaşmaları imzalamayan Başkan Bush’un uykusunun kaçtığı haberleri duyulmuyor.
Uykusu kaçan ayı...
Bush rahat uyuyor, ayı uyuyamıyor.
Dünyayı kirleten sanayiciler, işadamları da mışıl mışıl uyuyorlardır, eminiz.
Ancak ayının gözüne uyku girmiyor.
Ayı’nın ölçüm aletleri, meteoroloji aygıtları, bilimsel araştırmaları da yok.
Ama o dünyanın yanmakta olduğunu görüyor.
Uykusu kaçıyor, kalkıp oturuyor.
Türkiye’nin tarımdan, sudan, çevreden, çevre kirliliğinden sorumlu yetkilileri... Ya da doğayı çalıp yok edenlere, çevreyi kirletenlere "olur" raporu veren bilim adamlarının da uykusu kaçmış değil.
Uykusu kaçan sadece ayı...
Peki, bu dünyadan ayılar mı sorumlu?..
Hangi kuşun, hangi sincabın, hangi balığın, hangi ayının günahı var bu tükenişten? Yeryüzünü kirleten ve toprağını-havasını zehirleyen tek yaratıktır insanoğlu.
Ama onun uykusu kaçmıyor.
Ayının uykusu kaçıyor...
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2007
BİR an bilmediğim, sadece uzaktan tanık olduğum bir yaşam geçti gözlerimin önünden: Malatya’da doğmuş, o sokaklarda henüz oynamaya vakit bulamadan yetimhanede büyümüş...
Kendisi gibi yetimhaneden bir kızla evlenmiş...
Urfa’da hakkında üç yıldan beri davalar süren... İstanbul’da yargılanıp altı aya mahkûm olmuş bir gazeteci.
Son yazısında taciz ve tehditlerin artık ailesine, hatta yakınlarına kadar ulaştığını söyleyip kendini "ürkek güvercine" benzeten bir yaralı insan...
Dün vuruldu...
*
Şimdi o ebedi bilirkişi-yorumcu (!) koca çeneli adam, televizyonlara çıkacak ve bunun "provokasyon" olduğunu anlatacak.
Öbürleri "dış mihrak", "yabancı parmağı", "tahrik" diyeceklerdir, yine koca çeneleriyle.
Benim ise kafamın içinde yanıtını vermekten korktuğum kendi sorularım var:
Tüm bu süreç, bir tetikçinin işi miydi?..
Peki:
Bu cinayetten sonra... Bir tek Ermeni vatandaşımıza yapılan bunca eziyetten sonra... Bizler dünya kamuoyunun önüne çıkıp "Ermeni soykırımı doğru değildir" diyerek nasıl kendimizi savunacağız?..
Son zamanlarda dozu iyice artmış toplumsal histeriye, akıl almaz çıldırışlara, el ele verip yarattığımız sevgisizliğe ve merhametsizliğe, insani değerlerin bir bir yok oluşuna bakıp yukarıdaki sorunun yanıtlarını nasıl vereceğiz?..
Nasıl?..
*
Hrant Dink’in son yazısında bir paragraf var:
"Güvercinler dahi kentlerin en içlerindeki kalabalıklarda yaşamlarını sürdürüyorlar. Ürkek, ama bir o kadar da özgür..."
Bu satırlar canımı yaktı.
Bu duyguları taşıyan ve kentin meydanlarındaki ürkek güvercinlerin dahi özgürlüğünü özleyen bir gazeteci-yazar dün vuruldu.
"Katil kim?" sorusu çok önemli değil.
Bizler bu ülkeyi bu hale getirdik.
"Asil duygularımız" yüzümüzün karası oluverdi.
Durmadan suç işliyoruz.
Dün yine kötü bir şey oldu.
Güvercini vurdular...
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2007
MAÇTA bir futbolcu yere düşüp ölümcül debelendiğinde telaşlanır, "Çocuk gitti..." derim.<br><br>O yerde adeta can çekişir. İlkyardım ekibi sedye ile koşarak gelir.
Yerdeki oyuncunun artık futbol oynamak bir yana, asla bir daha ayakları üzerinde duramayacağına ve belki de biraz sonra yaşama gözlerini yumacağına ben de inanırım, siz de.
"Durup dururken bir yaşam söndü..." diye canım sıkılır...
Ama yerdeki, hakemin karşı oyuncuya ceza kartı gösterip göstermediğini, belki de penaltı verip vermediğini parmak arasından kontrol ettikten sonra, bir anda dimdik ayaktadır...
Ve birazdan başkasına tekme atmak üzere yerinden fırlar...
*
Başbakan futbolcudur.
Futbolcuların abartılı düşme, kalkma, sakatlanma, sevinç, tepki, hiddet gösterileri Başbakan’da vardır.
Ama artık bizler biliriz.
Diyelim ki o hakeme bağırdığında, aslında topa ayağı yerine eliyle müdahale ettiğini anlarız.
Ya da topa kafayla çıkıp, top yerine arkadaşına kafayı geçirdiğinde, burkulma numarası yapmasını bekleriz.
Futbolcudur...
(........)
Türkiye’nin tüm dış politikaları bir bir iflas ediyor.
Her yerde kaybediyor Türkiye; AB’de, Kıbrıs’ta, Ortadoğu’da, Ermeni meselesinde, Kuzey Irak’ta...
Kerkük’e 600 bin Kürt yerleştirdiler.
Türkmenler her gün biraz daha yok ediliyorlar. Daha önceki gün uçurulan Türkmen karakolunda 32 kişi öldü, yüzlerce yaralı var.
ABD, peşmergelerin bu yok ediş planını destekliyor, gazetelerde okuyorsunuzdur.
Oysa Türkiye’nin "Ben de İncirlik Üssü’nü kapatıyorum" demesinin bile yaratacağı bomba etkisini bir düşünün.
Ama ne yapacaksınız...
Bu arkadaşlar ABD’nin eteğine yapışmışken, Başbakan’ın "Sabrımızı taşırmayın" gibi serti çıkışları ne peki?..
Futbolcu numarası:
Rol...
Yapmacık...
Kandırmaca...
Show...
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2007
TEYPLE bıldırcın avını sizler bilmezsiniz. Mevsimi gelip de göçmen kuşlar alay alay Anadolu topraklarının üzerinden geçmeye başladıklarında, kötü niyetli avcılar yasak olan bir avlanma yoluna başvururlar:
Bir yalnız bıldırcının sesi kaydedilmiş teybi, sarı tarlalardaki otların arasına gizlerler.
Teyp eş-dost arayan bıldırcının sesini tüm ovaya yaymaya başlar.
Yalnız bıldırcınlar bu sesi duyup o yana yönelirler.
Mutludurlar...
İçten, yürekten bir davet vardır.
Koşarlar ona doğru.
Yaklaştıklarında, bir kutu görürler. Alışık olmadıkları bir cisim... Üzerinde dönen bir yuvarlak başka şey...
Bir anda korkup kaçarlar.
Ancak çağrı devam etmektedir.
Yeniden o çağrıya yönelirler, yaklaşırlar, otları yara yara koşarlar, bir kutu, bir dönen yuvarlak.
Bütün bir şafak boyu böyle sürer.
Kaçarlar, ama tekrar dönerler.
Sonunda bir silah patlar...
*
Bir büyük tarlanın bıldırcınlarıyız.
Dinleyin çağrıları:
Bir ses duyarız; siyasi mi, ekonomik mi?.. Kendi dünyamıza, özel yaşamlarımıza dair mi?...
İktidar mı çıkarıyor o sesi?
Yine o adamlar mı konuşuyorlar?
Umutla koştuğumuz bir iş mi, bir sevda mı, bir beraberlik mi?
Uydurulmuş kimi tabuların akıl almaz çekiminin kulaklara hoş gelen müthiş çağrısı mıdır?
Ya da; bu tükeniş, bu yok oluş, bu çürüyüş ortasında, yüreğimizdeki duygulara seslenen bir davet midir?..
Koşarız...
Umutla, sevinçle koşarız.
*
Bu hikáyelerin sonu hep aynıdır:
Bir teyp kurmuştur avcı.
Bir sarı bereketli tarlanın ortasında, yapmacık-suni-aldatıcı seslere koşarken...
Yaralı, ya da ayakta kalmak, fark etmez.
Vuruluruz...
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2007
HUKUKU arayanlar elleri boş dönüyorlar.<br><br>Oysa hukuk; gökten hukuksuzluk yağan memlekette, mağdurların-güçsüzlerin sığınabileceği tek saçak altıdır. Cumhuriyet’in dahi tek güvencesidir hukuk.
İstanbul’un siluetinden, Tuz Gölü’ne kadar... Canlı-cansız tüm varlığımızın teminatıdır.
Hukuk bittiğinde, biz biteriz...
Ama hukuku arayanlar elleri boş dönüyorlar.
*
Ve ben mağdurum.
Bu köşede "tekzip" adı altında bir tarikat şeyhinin fetvası yayınlanmıştı, hatırlarsınız.
Sakarya’da beş bin müridi olan tarikat şeyhinin fetvasını tabii ki ben isteyerek köşemde yayınlamadım.
Mahkeme kararı ile yayınlandı.
Cumhuriyet tarihimizde belki de ilk defa; bir tarikat şeyhinin içine hadisler konulmuş fetvası, mahkeme kararı ile bir ulusal gazetede yayınlanıyordu.
Canım sıkılmıştı.
Kendimce hukuku aramaya çıkmıştım.
Ama o yoktu.
Geçen günlerde Yargıtay 7. Ceza Dairesi, Sakarya Sulh Ceza Mahkemesi’nin tekzip kararını bozdu. Yargıtay yargıçları; hukukun yüceliğinin ışığı altında, cevap hakkının içeriğine bakılmasına ve bu hakkın kötüye kullanılmamasına hükmettiler.
Ama o "tekzip" haksız ve hukuksuz olarak benim köşemde yayınlanmış, üç-dört milyon insan şeyh efendinin saçma-sapan fetvasını, Hürriyet gibi bir büyük gazetede okumuşlardı.
Canım yanmıştı bir kere.
*
Geç gelen hukuk hukuk değildir.
Dün gazetelerde yer alan "Bilgisayarcıyı soyanlar, on dakikada serbest kaldılar" haberinden... Anayasa Mahkemesi’nin geriye işlemeyen ama iki-üç yıl sonra gelen kararlarına... Ya da; hiçbir zaman ortaya çıkmayan hukuka kadar.
Bizlerin sığınacağı başka bir saçak altı yok.
Bizler mahkeme kapılarından, yargıçlarımızdan başka kimseye sığınamayız, sığınmamalıyız.
Düşeriz yollara, hukuku ararız.
Ama çoğu zaman canımız yanar.
Bakın; hukuk arayanlar elleri boş dönüyorlar.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2007
ANLADIĞIM kadarıyla Başbakan’ın düşüne düşüne İstanbul için bulduğu çözüm şöyle:<br><br>Bir; İstanbul’a girişte vize uygulanacak. İki; araba sayısı dondurulacak.
İki buluş birbirinden iyi.
Şimdi sormaz mısınız:
"Siz Anadolu halkını İstanbul’a sokmak istemezken, AB’ye nasıl bizi alın dersiniz?.."
Devlet adamlığı başka bir şey..
İstanbul’a girenlere parola da sorabilir bunlar:
"Parola?..."
"Ampul..."
*
Bence Başbakan bu açıklamasıyla; dinci yaklaşımlar ile devlet yönetiminin birbirinden uzak tutulmasının elzemliğini anlattı bize.
Bu arkadaşlar "nüfus kontrolüne, aile planlamasına" karşılar.
Onlar "bakabildiğiniz kadar" değil "doğurabildiğiniz kadar doğurun" diyorlar.
Ve çok çocuğu teşvik eden yasalar yaptılar.
Çocuk başına para veriliyor ve çocuk çoğaldıkça vergi indirimi artıyor. Diyelim ki Güneydoğu ve Doğu’da altı çocuğu olan bir aileye 240 YTL nakit ödeniyor, her ay... Yılda neredeyse 3 bin YTL eder ki, bölge için iyi bir gelirdir.
Kadınların doğurma yeteneği geçim kaynağı oldu mu size?..
Anadolu’da hızla artan nüfusa tarla-bağ-bahçe de yetmediği için, elbette yorganını alan vatandaşlarımız İstanbul’a koşuyorlar.
İşte o zaman İstanbul’a insanların ve araçların sığmadığını gören Başbakan işin içinden çıkamıyor ve canı sıkılıyor.
"Dincilik" ile "çağdaşlık" arasında sıkışıp kalıyor.
İstanbul’da düzeni sağlayamadığı için sinirleniyor.
Ve aklına gele gele kente insanların ve arabaların girişini yasaklamak geliyor.
Sorarlar gelenlere:
"Parola?..."
".........?"
*
Devlet adamlığı kolay değil.
Beceri ister...
Tutarlılık ister...
Çağdaşlık ister...
Mantık ister...
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2007
AVRUPA Birliği, doğayı ve çevreyi koruyan derneklere para vermeye başlayınca "çevreciler" çoğaldı. Birçok dernek kurdular.
Üniversiteyi bitirmiş, dil bilen, şık giyimli gençler, kendileri gibi açıkgözlerle "doğayı korumaya" karar verdiler. Ve diyelim Büyükelçi Süha Umar’ın Milliyet’te yazdığı gibi "Anadolu kaplanını koruma projesi" hazırlayıp AB’ye koştular.
Anadolu’da kaplan kaldı mı?..
Yok...
Ama AB’nin verdiği para büyük...
Bu "sulak alanları koruma projesi" de olur, "nesli tükenmekte olan kuşları koruma projesi" de...
Sulak alanlar yağmalanırken bir tepkisi oldu mu bu insanların?.. Ya da korumaya kalktıkları kuşu hiç havada gördüler mi derseniz?..
Hayır...
*
AB’den "proje" bazında para almak için, projeyi onaylayacak bir-iki bürokratı da ortak etmeniz gerekli.
Sulak alanla, kuşla ilgilenmeniz gerekmiyor.
Kaplan, olmasa da olur...
Tavşanı da keçi sanabilirsiniz...
En basit projeye AB fonlarından 100 bin Euro veriliyor.
Bu ülkenin yetiştirdiği; iyi giyimli, dil bilen, ağzı laf yapan, eş-dost-ahbapla bir "dernek" kurmuş bulunan... Ama doğa-çevre yağmalanırken bir gün bile tepki göstermemiş gençler bu işi yapıyorlar şimdi.
Böylece "kuşları dahi dolandıran" yeryüzünün ilk toplumuyuz.
*
Zaman zaman onların göstermelik elamanlarını, kent yakınlarındaki mesire yerlerinde dürbünle havaya bakarken görebilirsiniz.
"Ne yapıyorsunuz?" diye sorduğunuzda, size şöyle yanıt vereceklerdir:
"Kuş sayımı..."
İnsan nüfusunu sayamamış bu memlekette (şu anda Türkiye’nin nüfusu belli değildir) kuş sayımıdır bu...
Sonra o kuşların nereye konacakları konusunda "proje" hazırlarlar...
AB para verir...
*
AB Türkiye Temsilciliği’nin; bu derneklerin hangi projelerine, ne kadar para verildiğini açıklaması gerekiyor.
Tükenmiş doğanın, bitmiş çevrenin, yok olmuş hayvanların sırtından para kazanmak...
Nasıl olur, nasıl?..
Yazının Devamını Oku