5 Ağustos 2007
SARDUNYA kurudu. Ben onu susuz bırakarak ölüme mahkûm ettim.
Bir gece vakti vedalaştık.
Ona artık su veremeyeceğimizi bildirdim o gece.
Ve kestik suyunu sardunyanın.
Boynunu çabuk büktü.
Soldu...
Son bir nefes ortalık serinleyince gözlerini açmaya kalktı.
Can çekişti...
Ve öldü...
*
Bu şehirdeki tüm çiçekler, güller, sarmaşıklar, çimenler, ağaçlar bir emirle susuz bırakılmaya mahkûm edildiler.
Yeşil ne varsa sarardı kentte.
Peş peşe ölüyorlar cam çiçekleri, fulyalar, hanımelleri, yıldızlar, yaseminler, hercailer, güller, sardunyalar...
Ölüm emri verildi.
Çünkü sıra suyu paylaşmaya gelince, insanoğlu çiçeklere su vermemeye karar verdi. Her şeye rağmen suyunu çiçekleriyle paylaşmak isteyenler cezalandırıldılar, muslukları söküldü, hortumlarına el konuldu.
*
Bu kez aptallığın-ahmaklığın cezasını çiçekler de çekti.
Önce ormanları, nehirleri, gölleri, ırmakları, sulak alanları öldürmekle başlayan katliam, sonunda kuruyan bir yurdun çiçeklerini de ölüme mahkûm etti.
Bundan sonraki aşamada sıra insanda mıdır?..
Bir gün kaçınılmaz olarak daha beter gelecek olan susuzlukta, çocuklara mı su vermeyeceğiz?..
Hasta ve yaşlılara mı?..
İnsan ile insan arasındaki su kavgasında suyu kim alır?..
*
Şimdilik çiçek ile insan arasındaki su paylaşımında, çiçekler kaybettiler, yaseminler, hercailer, fulyalar, güller, sardunyalar öldüler.
Sardunya ile o gece vedalaştık.
Ona artık su vermeyeceğimi bildirdim.
Boynunu büktü sardunya.
Ve öldü...
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2007
GÖREBİLDİĞİM kadarıyla size yazın ortasında kömür verdiler.<br><br>Ama su veremiyorlar. Bu cehennem gibi sıcaklarda su bulamayıp ama kömür sahibi olmak nasıl bir duygu bilemiyorum.
İnsanın canı sıkılır.
Devlet yönetimi tarihine geçer mi, geçmez mi bilemem bu enteresan hizmet çeşidi. Ama dünya siyasi tarihine geçmeli.
Çünkü siz de yazın ortasında size su veremeyen, ama kömür verenleri takdir edip oy verdiniz.
*
Doğrusunu isterseniz bu yaptıkları yeni bir şey değil.
Çağdaş insanın kaçınılmaz gereksinimleri yerine, onları kandırmak, gözlerini boyamak için bu hep böyleydi.
Diyelim ki; her kasabayı il yapmak...
Her ile binasız-hocasız birer üniversite kondurmak...
Ve o üniversitelerden mezun olmuş ama sokakta kalmış on binlerce gence birer iş bulmak yerine "milletvekili olma hakkı" vermek...
Çağdaş eğitim yerine karanlık bodrum katlarındaki tarikat kursları...
Yaşadıkları bu dünyadaki tüm uygar olanaklardan yoksun saf insanlara atılan din-iman nutukları...
Yaz ortasında susuz kalmış insanlara kömür vermekti.
Ramazan çadırları...
Fak-Fuk-Fon’lar...
Çiftçinin ürününe pazar bulmak yerine, avanta krediler...
İnsan gibi yaşama koşulları yerine gecekondu afları...
Her işsiz-güçsüze bir cep telefonu, iki kredi kartı...
İnsanların alın teri döküp, gururla para kazandıkları bir dünya yerine; beleşçilik, avantacılık, hırsızlık...
Susuz insanların kömür torbalarıydı.
*
Anladığım kadarıyla şimdi bu sıcakta kömür verdiler.
Ama su veremiyorlar.
Olsun...
Siz bunlara oy verdiniz mi, verdiniz...
O zaman bu sıcaklarda kömürle idare edeceksiniz.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2007
TANIDIĞIM bir eski politikacıydı.<br><br>Politikadan istemeyerek çekildikten sonra, her sabah kalkıp tıraş oldu, giyindi, kravatını taktı, şoförü gelmiş mi diye camdan sokağa baktı, sonra karısına "Ben gidiyorum" dedi ama gitmedi. Evin içinde öylesine biraz dolandıktan sonra akşama kadar bir koltuğa oturdu...
Akşam oldu...
Bir gün "Ben gidiyorum..." dediğinde, o sakin karısı "Git... Git bakalım nereye gideceksin..." diye beklenmeyen bir yanıt verdi.
O, yine bir koltuğa oturdu...
Ve ağladı...
Çünkü gidecek hiçbir yeri yoktu.
Karısına, "Peki camdan baktığı araba öyle boşuna mı beklerdi?" diye sormuştum. Bana, "Araba zaten yoktu ki" demişti.
*
Özellikle böyle seçim sonrası günlerde, bir anda yalnız kalan tarafların hazin yalnızlık öyküleri başlar.
İnsanlar, kazanan tarafın etrafında toplanırlar.
Kaybedenler yalnızlaşır.
Arayan-soran azalır.
Telefonlar susar.
Kapı zilleri çalınmaz.
Eski dostlar gitmiştir birer birer.
Onlar kazanan tarafa doğru yola çıkmışlardır bile.
*
Bu hep böyle sürüp gider.
Kazananların sevinç dalgaları çevrelerinde bir baş döndürücü girdaba dönüşürken, kimi evlerde koltukta oturan birisi vardır.
Arada bir telefona bakar.
Gözü kapıya takılır.
Kendisini bekleyenler olduğunu ve acele gitmesi gerektiğini hayal eder. Ama hiçbir yere gidemez.
Ben onların böyle zamanlarda ancak insani duygularla buluştuklarını ve insanlaştıklarını düşünsem de, bu zalimce bir düşüncedir.
Çünkü...
Çünkü hepimizin bir gün susacak telefonumuz ve çalmayacak kapımız vardır.
Boş koltuk oradadır.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2007
BUGÜNLERDE "Atatürkçülük", "Cumhuriyet", "laiklik" gibi laflar etmek iyi değil.<br><br>Diyelim ki ben "laiklik" diyeceğim zaman, dört bir yana bakarım, etraf uygun mu?.. Uygunsa "Laiklik meselesine gelince..." diye başlarım. Uygun değilse, iki avucumu dizlerimin arasına sıkıştırıp, boynumu yana yatırarak sessizce otururum.
Kimi zaman kendimi tutamayıp da "Laiklik..." demek üzere ağzım açılmış, bir de "La..." hecesi çıkmışsa, ikinci heceden itibaren anında toparlarım:
"Laaa...havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim..."
Etrafıma bakarım, nasıl oldu?
Böylece durumum düzelmiş olur.
*
"Atatürkçülük" keza ağza alınmamalı.
O gece televizyonu açtığımda Cengiz Çandar ile Nazlı Ilıcak, bir adamı azarlıyorlardı CNN Türk’te...
Ben adamın, programa gelirken içinde Nazlı Ilıcak olduğu halde Cengiz Çandar’ın arabasına çarptığını, Cengiz’in ondan bir tampon ile arka kapının parasını istediğini sandım.
İkisi birden azarlayıp durdular adamı.
O bey de sanki bana "Tampon parasını versem olmaz mı?" der gibi geldi. Sonra suspus kesildi, ağzını açacak oldu azarlandı, yeniden sustu.
Öbür ikisi uzun uzun söylendiler.
O kadar çok aşağılarcasına azarladılar ki, dikkat kesilip anladım; o bey Ankara’daki stüdyodan bağlanmış Atatürkçü Düşünce Derneği Başkan Yardımcısı.
Azarlanma nedeni Atatürkçülükleri...
Zaten sonunda Cengiz Çandar, "Kapatın şunu, gecenin bu saatinde bununla mı uğraşacağız" gibi laflar etti.
ADD yöneticisi ağzını açamadan gitti.
*
Bugünlerde Atatürkçülere, laik cumhuriyetten söz edenlere iyi gözle bakılmıyor.
AKP’nin seçim zaferi, bir linç başlattı.
İslam áleminin son beş asırda kazandığı tek şanlı zaferle bu ülkeyi kuran, tüm dünyanın hayran olduğu... Bu ulusa bağımsızlık, çağdaşlık ve uygarlık ufuklarını açan o büyük insanın adını anmak ve onun düşüncelerini savunmak suç oluverdi bir anda...
Doğrusunu isterseniz böyle günlerin gelebileceği hiç aklıma gelmemişti.
Atatürkçülük suç, öyle mi?..
Bu topraklarda yaşayanların Mustafa Kemal’e duyguları böyle mi olacaktı?..
Böyle midir vefa?..
Böyle midir insan?..
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2007
MİLLETVEKİLLERİ "mazbatalarını" aldılar.<br><br>Mazbata sözcüğü Arapça’dan gelir. "Zabt" kökündendir.
"Mazbut" deseniz de olur.
Cümle içinde kullanmak gerekirse:
"Oğlan mazbut.."
Pardon...
"Sayın milletvekilimiz memlekete hizmet etmek üzere mazbatasını aldı" gibi.
Aşağı Arabistan’da develerin bağlandığı kazığa "mazbuta" denir. Ki bu devenin mazbut durumda olduğunu ifade eder:
Mazbuta...
Cümle içinde kullanalım:
"Deve el mazbuta..."
*
Milletvekilleri mazbatalarını aldılar.
Bense kimi seçtiğimi henüz bilmiş değilim.
Eminim siz de ya seçtikten sonra kimi seçtiğinizi öğrendiniz, ya da benim gibi henüz neyi seçtiğinizin farkında değilsiniz.
Sofranızdaki salatalığı görerek ve bilerek aldınız, marketteki tezgáhtan onu seçme hakkınız vardı.
Ama sizin ve çocuklarınızın kaderi ile ilgili, sizi parlamentoda temsil edecek, sizin adınıza kararlar verecek parlamenterleri seçtikten sonra bakıyorsunuz, neyi seçtiniz?..
Bu demokrasi falan değil.
Açıkçası demokrasinin soytarılaştırılmışıdır...
*
Böyle demokrasilerin aldatıcı kılıfı içinde, militarizm, faşizm, diktatörlük gibi bir başka rejim gizlidir.
Türk demokrasisinin aslı diktatörlüktür.
Milletvekilleri kendilerini halkın değil liderin seçtiğini, oy’u kendilerinin değil liderin aldığını bildikleri için, onlar halka değil lidere minnet duyup, ona hizmet ederler.
Halk yaptığı işin demokrasi olduğunu sanır, ama yaptığı iş bir dönem için bir diktatör seçmektir.
Kısacası işi zordur Türkiye’nin.
Salatalığını seçer de milletvekilini seçemez.
Bu büyük ulusal yalanın, herkes tarafından benimsenmiş, kabul edilmiş olması ise "soytarılaştırılmış demokrasinin" mazbut oluşundandır.
Şimdi geçiyoruz yemin törenine...
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2007
SİZİ yıllardan beri izleyen gazetecilerden birisiyim.<br><br>Dürüst, namuslu, kiri-pası olmayan ender tanıdığımız politikacılardan birisi olduğunuzu biliyorum. Ama bu halk sizi sevmedi.
Doğrusunu isterseniz çoğu zaman kendi kendime, bu insanların sizi niçin sevmediklerini düşünüp dururum.
Halkın bir politikacıyı sevmesi, ona oy vermesiyle ölçülür.
Oysa bu halk kimlere güvenip başbakan yapmadı ki?.. Tansu Çiller’i, Mesut Yılmaz’ı, hatta Erbakan’ı dahi...
*
Neden?..
Ben biliyorum:
Ailenizi birçok şeyden mahrum bıraktığınızın tanığıyım. Avantacılara-beleşçilere yüz vermediğinize tüm meslektaşlarım tanıktır. Koalisyona girip de "Bu pisliğin üzerine oturmam" diyerek iktidarda olmayı reddettiğinize ise tarih tanıklık eder.
Bence bunların tümü sizi sevimsizleştiriyor.
Oysa orman arazisine bir ev yaptırsaydınız, bu varoşlardakileri... Kuru maaşla çocuklarınıza gemi-memi alsaydınız bu dar gelirlileri... Şirket-mirket kurup holdinglerle iş yapsaydınız bu patronları... Deve yükü suç dosyanız olsaydı ve dokunulmazlıkların arkasına gizlenseydiniz, bu kaçak elektrik kullananlardan vergi kaçıranlara kadar, büyük bir çoğunluğu mutlu edecekti...
Bir de başınıza kenarı dantelli külah geçirseydiniz var ya...
Sizi seveceklerdi.
Başbakan olmuştunuz.
*
Bence şimdi yapmanız gereken bir şey var.
Yüksek bir yere çıkıp bu topluma şöyle seslenmelisiniz:
"Size yaranamadım, elveda..."
Ve niye çekip gittiğinizi en açık biçimde, herkesin anlayabileceği şekilde... İnsanların gözünün içine baka baka anlatmalısınız.
Korkmayın.
Halk dalkavukluğu, halkın hálá uyuklamasını isteyenlerin işidir. Halkını sevenler onun kusurlarını haykırırlar.
Dünyanın en güzel coğrafyasında... Ama dünyanın en güvensiz, en düzensiz, en gelişmemiş ülkelerinden birisi olmanın ağır günahını ve vebalini hatırlatın bu millete.
Yüreklice...
Yapın bunu...
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2007
CUNDA’da her şey değişmiş. Sarmaşıklar çatıya kadar istila etmiş duvarları. Dışarıda unuttuğum ayakkabılarımın bir teki yok, öbür tekin de yarısı duruyor.
Boyalar ağarmış.
Demirler paslı.
Hiç çalınmamış ve hiç açılmamış kapı, beklemekten bıkmış sevgililer gibi soluk.
Bir tek şey yine bıraktığımız gibi, tam tamına yerinde, arka kapının paspası üzerinde olduğu gibi duruyor:
Kedi Paspas...
Sanki daha dün onu orada bırakmışız gibi kalkıp gerildi. Küçücük bir "miyav"la orada olduğunu bize hatırlattı, merdivenlere sürünerek belki de okşanmayı çok özlediğini, bizi çok beklediğini anlatmaya çalıştı.
Tam bir yıl...
Tam bir yıl önce onu orada bıraktığımız gibi...
Bunun nasıl bir sadakat olduğunu anlamaya çalışsam da anlayamam.
*
Kedi bekleyişi farklı.
Bir duvarın eşiğinde, bir saksının arkasında, bir paspasın üzerinde, farklı bir bekleyiştir kedilerin bekleyişi.
Ayaklarını altlarına alıp yumulurlar.
Gözleri zaman zaman küçülür, bir çizgiye dönüşür. Kulaklardan birisi dururken, öbürü kendi ekseninde, bir istihbarat radarı gibi döner durur. En ufak bir seste umutla aralanan gözler birazdan yine süzülüp gider.
Hafif hafif sallanan kuyruk, boşa çıkan her sesten sonra, yüreğe taş basarcasına sineye dolanır.
*
Dün Ankara’dan "Faruk Hoca öldü" haberi geldi.
Ankara Veterinerlik Fakültesi’nin, cebinde kedileri için mama taşıyan, belki binlerce genç veteriner hekime hayvanlara yardım etmeyi ve onları sevmeyi öğretmiş hocası Prof. Dr. Faruk Akın’ı kaybetmiştik.
Paspas’ın başını okşarken, Akın Hoca’ya "Nur içinde yat hocam" dedim ve bu hayvanlara yardım etmenin, onlara yardım edecek insanlar yetiştirmenin ne denli yücelerden yüce bir kutsal görev olduğunu düşündüm.
Böyle insanların sayısı ne kadar az.
Ve bir gün tüm insanların merhamet denilen, bir türlü gözükmeyen erdeme ulaşmalarını beklemek üzere kıvrıldım kendi paspasımın üzerine...
Bir kedi bekleyişidir bu...
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2007
1950’den bu yana tek parti iktidardadır.<br><br>Parti isimleri değişti, bayrakları-amblemleri değişti, liderleri değişti, binaları değişti, ama tümü tek partiydi. Demirel Menderes’in su müdürüdür, Özal Demirel’in müsteşarıdır, Erbakan Özal’ın genel başkanıdır, Tayyip Erdoğan Erbakan’ın belediye başkanıdır...
Geçenlerde gazetelere tam sayfa verilen Menderes, Özal, Tayyip Erdoğan’ı bir arada gösteren ilan çok doğruydu.
Tek partidir bunlar.
Yaklaşımları, anlayışları, kafaları, yolları birdir.
Size arada bir iktidar değişiyormuş gibi gelir, ama değişmez.
Başka bir partiyi ya da kişiyi seçtiğinizi sanırsınız, ama aslında seçtiğiniz aynı partinin kenarda bekleyen parçasıdır.
Tansu Çiller Demirel’in, Mesut Yılmaz Özal’ın bakanlarıdır.
Bir seçim meydanına yaklaştığınızda, bayrakları yoksa, hangi partinin konuşmakta olduğunu anlayamazsınız.
AKP’nin farkı; öbürlerinin daha temkinli ve gizli gizli kullandığı dini-imanı, daha açık ve daha cüretkár kullanmasıdır. Ve öbürlerinin el altından, için için, gizli gizli tahrip ettikleri Mustafa Kemal devrimlerini, bunların açıkça tekmelemesidir.
Tek partidir bunlar...
*
Onun için MHP’nin önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’ye destek olmasını yadırgamamalıyız.
Peki... Erdoğan ile Bahçeli’nin meydanlarda Apo’yu asmak için birbirlerine ip ikram etmeleri neydi?..
Tiyatro...
(Yanlış anlaşılmasın, ben idama karşıyım.)
İşte kaderin cilvesidir; mademki cumhurbaşkanlığı seçiminde işbirliği yapacaklar, o zaman Apo’nun asılmasında da işbirliği yapabilirler, birbirlerine meydanlarda ip sunmalarının dürüst bir gereği olarak.
Ama bunu yapamazlar, çünkü tek partinin ilk özelliğidir ABD’ye bağımlılık...
*
Abdullah Gül, Devlet Bahçeli’nin Apo’yu asacak ip attığı zihniyetin ikinci adamı, Apo’nun asılmamasını garantileyen dış politikanın Dışişleri Bakanı değil mi?
Şimdi onu cumhurbaşkanı yapmak ne oluyor.
İp hani?..
Bu ne oyundur ağrıyan başım?..
Yazının Devamını Oku