Bekir Coşkun

Atatürk çok kırılmıştır...

14 Haziran 2008
ATATÜRK, Fatih Altaylı’nın "Teke Tek" programını öbür dünyadan seyrederken "Ben Atatürk’ü sevmiyorum, Humeyni’yi seviyorum" diyen türbanlılara çok kırılmıştır zaten. Uzaktan kumanda aletini İsmet Paşa’nın önüne atıp "Zapla İsmet..." demiştir:

"Peki bu ne?.."

"Hadi Gel Bizimle Ol..."

*

Bunlar tabii ki Atatürk’ü sevmezler. Çünkü Atatürk’ün rugan potinleri, fötr şapkaları, yakası kolalı gömlekleri vardı.

Yüzmeyi severdi Atatürk.

Dans ederdi.

Rakı içerdi.

Köpeği de vardı Atatürk’ün.

O Türkçe yazdı, Türkçe konuştu.

Ata binerdi adam gibi.

Savaşırken de, severken de koca bir yüreği vardı onun. O medeni kişiliği ve o koca yüreğiyle bu toprakları özgürleştirip uygarlığa doğru yol alsın diye, devrim yasaları ile donatarak bırakıp gitti.

Bunlar Atatürk’ü sevmezler.

*

Peki siz?..

Siz sevdiniz mi Atatürk’ü?..

Atatürk’ü sevmeyenleri başınıza taç yapıp Türkiye’yi onlara teslim ettiniz ya... Zenginler kasaları-cüzdanları hatırına, fakirler bir torba nohut karşılığında, orta halliler bir aymazlık pahasına sattınız ya koca Atatürk’ü.

Bakın Türkiye’nin haline.

Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın ve ülkeyi yöneten iktidar partisinin, o televizyona çıkıp "Atatürk’ü sevmiyorum" diyen türbanlı kızlarla aynı suç iddialarından yargılandıklarının farkında değil misiniz?..

Pekiiii...

O türbanlı kızların önüne düşüp Türkiye Cumhuriyeti’ni "dinci simgelere izin vermiyor diye" AİHM’ye şikáyet edene selam çakıp ne diyorsunuz:

"First Leydi..."

(.........)

İşte böyle sevenleri ile sevmeyenleri arasında bir yerdedir Atatürk...

Muhtemelen üzgün ve kırgın...
Yazının Devamını Oku

Futbolun iyi yanı...

13 Haziran 2008
FUTBOLUN iyi tarafı da bu: Evdeki üçlü koltukta öyle yayılmış otururken bir anda "zafer" kazanıyorsunuz.

Siz hiçbir şey yapmıyorsunuz.

Zaten bir şey yapmaya da niyetiniz yok ve her zamanki gibi aval aval bakınıyorsunuz televizyona.

İşte o anda "zafer" sizin oluyor.

Dünya umurunuzda değil, başarmak diye bir derdiniz bulunmuyor. Bir çabanız, bir sorumluluk duygunuz, bir gayretiniz, biraz olsun kazanma derdiniz yok...

Birden kazanıyorsunuz...

Hatta ayaklarınız duvara dayalı, uyukluyor da olabilirsiniz. Uyandığınızda bakarsınız ki, aaa kazanmışsınız...

Mesleğinizle ilgili bir beceriniz, çevrenizdeki kirlilikle ilgili bir tepkiniz, ülkemizin içine düştüğü bataklığa dair bir fikriniz, mutsuz yaşamlar karşısında bir sorgulamanız...

Bir fikriniz...

Bir düşünceniz...

Biraz olsun zihniniz de yok.

Ama o an "galip" geliyorsunuz...

*

Futbolun iyi tarafı bu.


İşte; daha iki gün önce medyada "Kaybettik", "Yıkıldık" başlıkları vardı. Ama dün her şey değişti:

"Zafer..."

"Çılgın Türkler..."

"Diriliş..."

"Duy bizi dünya..."

Bu ülke ve bu toplum hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey değişmeden... Bir meşin parçası iki tahtanın arasından geçti diye böyle oldu.

Kazandık...

*

Futbolun iyi yanı bu.


Bir şey yapmadan kazanıyorsunuz.

Çaba harcamadan yeniyorsunuz.

Yerinizden kıpırdamadan galip geliyorsunuz...

Başarmadan, becermeden, didinmeden, çalışmadan, düşünmeden, bilgi-görgü edinmeden, akıl etmeden, kafa yormadan...

Zafer sizin oluyor.

Tam bize göredir futbol, bize göredir...
Yazının Devamını Oku

İkili...

12 Haziran 2008
BENCE Başbakan’ın Hülya Avşar’lı konuşması, Hülya Avşar’sız konuşmalarından daha iyi. Özellikle, "Romantik anlamda en hoşunuza giden şey nedir, gül vermek mi, güneşin batışı mı?" sorusuna Başbakan’ın verdiği yanıt:

"Güneşin batışı ile doğuşu bizim için çok önemlidir... Onun felsefesini okumak çok önemli..."

Vay canına...

Eminim sizler güneşin batışına bakıp "Bu şimdi niye battı?" diye işin "felsefesini" hiçbir zaman düşünmediniz.

Battı, battı...

Ama Başbakan güneş batarken, karşısına oturup "Batmazsa doğmaz, doğduğu zaman batar... O zaman batmak doğmanın tersidir... Doğmanın peşinden batmak geliyorsa, batmanın peşinden de doğmak gelir..." gibisinden işin felsefesini düşünüyormuş.

Şimdi bu "romantik" oldu mu?..

Oldu...

Nitekim ben de romantikleştiğimde, her zaman güneşe bakar onun niye yuvarlak olduğunu "felsefi" olarak düşünürüm.

Ya iki ucu sivri olsaydı?..

*

İkilinin konuşmalarından, güneşin batışı ile doğuşunun "Başbakan için önemli" olduğunu da öğrenmiş olduk.

Çiçek vermek yerine eşinin elinden tutup güneşin karşısına oturtması ve felsefi bakımdan "güneşin batması ile doğmasının önemini" düşünmesi, ne kadar da etkileyici.

Bence siz, "Bu güneşin batışı ile doğuşu çok önemli" diye düşünmüş de değilsiniz.

Oysa Başbakan, güneşin doğuşuna bakıp "felsefesini" okuyor.

Ya doğmazsa?...

Başbakan ters oturmuştur.

Doğuya döner, olur...

*

Hülya Avşar
’lı olunca, Başbakan ilk kez bu denli ilgiyle izlendi, gördünüz.

O zaman Deniz Baykal’a ne söyleyecekse gidip Hülya Avşar’a söylemesi lazım. Ya da yargıya olsun, medyaya olsun, paşalara olsun, millete olsun, lafı mı var?

Doğru Hülya Avşar’a...

Yoksa kimse dinlemiyor.
Yazının Devamını Oku

Zor günler...

11 Haziran 2008
YİNE zor günler. Şimdi de Anayasa Mahkemesi’ne kızdılar.

Niçin?..

Çünkü "Artık Cumhurbaşkanı da bizden" demelerinden ve laikliğe ilk darbeyi vurmaya kalkmalarından hemen sonra, Anayasa Mahkemesi önlerine çıkıverdi.

Ve kızdılar...

*

Anayasa Mahkemesi
’nin ilk görevi; TBMM kararlarının Anayasa’ya uygunluğunu denetlemektir.

Üzerine "namus ve şerefleri" üzerine yemin ettikleri Anayasa’da böyle yazıyor.

Açıp bakın; madde 148...

Kıvırıp "Mahkeme ancak şekil yönünden bakar" tezi ise doğru değil:

Anayasa’nın "teklif dahi edilemez" hükmüne karşı hile yaparak, değişikliğin içine "türban" sözcüğünü koymayıp... Ama içinde "türban" sözcüğü geçmeyen değişikliğin daha ilk günü "türban serbestisini" ilan etmek, size "şekli değiştirilmiş suç" gelmiyor mu?..

Söyleyin:

Anayasa’nın "değiştirilmesi teklif dahi edilemez" hükümlerini hileyle değiştirmeye kalkmaktan daha çok "şekilsizce" ne olabilir?..

*

Ve Anayasa Mahkemesi’ne kızdılar.

Anayasa Mahkemesi; üzerine namusları ve şerefleri üzerine yemin ettikleri Anayasa’da eskiden de vardı.

Tam altı sene batmadı da...

Durup dururken Anayasa Mahkemesi kararlarının "askılı veto" ile askıya alınmasını da (sanki palto bu) öneriyorlar... "Redd-i hákim" yapmayı da... Yargıçlarımız sanki düşmanmış gibi "savaş" ilan etmeyi de...

Çünkü; Anayasa Mahkemesi’nin hukukçu, onurlu, şerefli ve yürekli üyeleri, laik cumhuriyete karşı oyunlarını bozdu.

Ondan...

*

Elbette hedefleri Mustafa Kemal’in cumhuriyeti.

Bunu bilmeyen var mı?

Önlerine çıkan herkese, amaçlarına engel olan her şeye kızıyorlar. Tehdit ediyorlar, yok etmeye çalışıyorlar... Saldırıyorlar...

Bu günler...

Zor günler...
Yazının Devamını Oku

Şaşırmam...

10 Haziran 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin kararına kızan AKP’ye şaşırmam.<br><br>O "Ne pahasına olursa olsun" amacına ulaşmak istiyor. Onun amacı, bir örtülü din devleti kurmak. Elbette bunu yapmak isterken kendisine engel olan her şeye kızıyor. (.........)

AKP’ye oy vermiş insanların tepki duymalarına da şaşırmam.

Doğaldır...

AKP’yi ülkesi için "yararlı" görmüş insanların saflığına veriyorum.

Onlar bir zamanlar Demirel’i, Tansu Çiller’i, Mesut Yılmaz’ı "memleket için çok yararlı" görmüşlerdi, şimdi de tümünü suçlayan AKP’yi görüyorlar, şaşırılacak bir şey yok.

(.........)

Televizyon televizyon dolanıp, AKP’ye şirin gözükmek isteyen akademisyenlere, bilim adamlarına da şaşırmam.

"Dinci" zihniyetin; müspet bilim, ilim, düşünce ve bilimsel özgürlük tanımadığını bile bile "dincilere" çanak tutmaları, akademik cinliklerindendir.

Keşfedilmeyi bekliyorlardır.

Bir projede görev, bir heyette yer, bir kurulda sandalye, bir fondan avanta...

(.........)

AKP yandaşı medyaya da şaşırmam.

Çünkü herkesin medyası kendine göredir.

O medyadaki insanların savundukları bir zihniyet, ilk kez devleti ele geçiriyor ve ilk kez arzu ettikleri sisteme bu kadar yakınlar.

Bu yüzden kalemlerini kılıç gibi kullanıp "savaş" çığlıkları atmalarına şaşırmam.

(.........)

Bizim dönek takımına da şaşırmam.

Onlar her dönemin adamı olmayı ne yapıp yapıp başardılar. Her dönem Başbakan’ın uçağına, Cumhurbaşkanı’nın sofrasına oturmayı becerdiler.

Şimdi darbe karşıtı üfürüklerine bakmayın, ben onları 12 Eylül’de Kenan Evren’in yanında yalakalık yaparken gözlerimle görmüştüm. Özal’ın da yanında yerlerini almışlardı, Demirel’in de, Tansu Çiller’in de, Mesut Yılmaz’ın da...

Şimdi AKP’nin yanındalar.

Ve televizyonlara çıkıp yargıyı, hukuku, laikliği, cumhuriyeti, hatta Atatürk’ü yerden yere vurabiliyorlar.

Asla utanmazlar.

Şaşırmam...

Şaşırmam...
Yazının Devamını Oku

Badem...

8 Haziran 2008
BATI’nın uygar ülkesi Kanada, kürkleri için fok yavrularını diri diri yüzerken, Türkiye bir tek fok balığını yaşatmak için neler yapıyor. Karışıyor kafam.

Badem’i Sahil Güvenlik minik bir yavruyken bulmuştu, hastaydı ve ölmek üzereydi.

Ona adını 6 yaşındaki Aylin vermişti:

"Badem..."

Foça’da onun için özel bir rehabilitasyon merkezi kurdular. Mustafa Koç fahri babası oldu. Yeterince tedavi edilip, büyütülüp, doğal ortamına alıştırıldıktan sonra Gökova’da ıssız bir koyda denize salındı Badem.

Sevimli yüzü, kara gözleri ile kıyıdakilerle vedalaştı.

Kıyıdakiler burunları çeke çeke döndüler ki, Badem onlardan önce gelmişti plaja...

Çünkü o insanlara alışmıştı bir kere.

*

Şimdi sorun şu:

Badem’e "git" diyorlar, gitmiyor.

İnsansız yapamıyor, insanlarla oynamak istiyor... Sorunun büyüğü de burada başlıyor; çünkü en güzel oyunlarını suyun altında yaptığı için, oyun arkadaşı olan insanların kafasına bastırıp "aşağı gelin" diyor, bu da tehlike yaratıyor.

Bir doğa sevdalısı Tansu Özkök telefonda bana, "Badem’e anlayış göstermek ve onu korumak için insanların ondan uzak durması gerekiyor" dedikten sonra ekliyor:

"Ama şimdi karşımda oturuyor..."

Badem, o kıyılarda kim ilgi gösterip severse, oraya yerleşiyor.

Sevgili Zafer Kızılkaya ile Cem Orkun Kıraç; kapı kapı dolaşıp bir kaza olmadan Badem’i, insan ilgisinden ve sevgisinden korumanın yollarını arıyorlar.

*

Ama Badem’e tepsiyle börek götüren de var, fırında balık yapan da...

Badem’i gören suya atılıyor.

Onunla fotoğraf çektirmek isteyenler, elinde makine olan birisini sürükleye sürükleye koşuyorlar.

Badem’e şiir yazmış, illa onu Badem’e okumak isteyen adamı zor tuttular.

Aklıma daha çok para ettiği için fok yavrularının kürklerini diri diri yüzen medeni Kanada geliyor.

Ve bir de dönüp bir tek fok balığına sevginin-ilginin dozunu kaçıran, hani o bildiğimiz Türkiye...

Kafam karışıyor...

Kafam...
Yazının Devamını Oku

Bu karar yeni değil...

7 Haziran 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin kararı, aslında eski bir karardır.<br><br>Tandoğan’da o kadın gözlerini silerek "Güzel günler göreceğiz çocuklar" diye ağladığı gün alınmıştı.

Çağlayan’da milyonlar karar vermişti.

İzmir’in aydınlık yüzlü insanlarının, o ikindi vakti meydandan yükselen sesi bu karardı işte:

"Güzel günler göreceğiz çocuklar..."*Bu bir siyasi mücadele, bir toplumsal çekişme, bir din-iman meselesi değildir.

Bu bir "çağdaş olup olmama" sorunudur.

Yazının Devamını Oku

Abdullah Gül’ün ’bulunmaz’ yanı...

6 Haziran 2008
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün dava dosyası bulunamıyor.<br><br>Benim ceza fişimi devlet kaybetsin diye ne kadar umutlanmıştım da, avuç içi kadar káğıt asla kaybolmadı. Hep peşimden geldi küçük káğıt. Alıp devlet adına ben kaybettiğim zaman "kurtuldum" dediğimde, küçük káğıdın aynısını yapıp göndermişti devlet.

Ama Cumhurbaşkanı’nın altı kilo ağırlığındaki dosyası kayboldu.

O dosya Erbakan’ın mahkûm olduğu "kayıp trilyon davası" dosyasıdır.

Abdullah Gül, "milletvekili dokunulmazlığı" kapsamından çıktığı için yasaya göre Cumhurbaşkanlığı’ndan önceki suçlarından sorgulanabilir.

Ama dosya kayıp.

*

Benim küçük ceza káğıdım hiçbir zaman kaybolmadan peşimden gelmişti.

O yıllarda tanınmamış sıradan bir ismi, zırt-pırt değişen adresimi nasıl da buluyordu devlet.

Yeni adrese portmantodan önce geliyordu benim küçük ceza káğıdım.

Ama Cumhurbaşkanı’nın dosyası yok oldu.

Ben biliyorum; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kim olduğunu bilememe olasılığı da var devletin. Ya da...

Çankaya Köşkü’nün adresini bulamama...

*

Dosyayı muhalefet adına kovalayanlardan Atilla Kart, önerge vererek "Dosyanın nerede olduğunu" soruyor; Başsavcılık TBMM’de diyor... TBMM, Adalet Bakanlığı’na iade edildiğini söylüyor... Adalet Bakanlığı uzun zamandır düşünüyor:

"Bu dosya nerde?.."

Sonuçta Erbakan’ı hapis cezasına mahkûm eden "kayıp trilyon davası"nın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile ilgili kısmı, 28 Ağustos 2007 tarihinden beri kayıp. Bulunamıyor...

Böylece Abdullah Gül’ün "bulunmaz" bir yanı da ortaya çıktı sayılır.

*

Biz sıradan insanlar; verilecek hesaplardan, zahmete değmez kuruşlardan, ceza makbuzlarından asla kurtulamayız.

Yakamıza yapışır küçük káğıtlar.

Ama söz konusu; iktidarın Cumhurbaşkanı olunca, koca dosyalar kayboluyor, görüyorsunuz...

Hem de; din adına...

İman adına...
Yazının Devamını Oku