Bekir Coşkun

Kaçaklar...

23 Temmuz 2008
ANKARA’da ODTÜ ile Belediye arasındaki "kaçak bina" tartışmalarında sıraladıkça sıraladılar:<br><br>Başbakanlık kaçak, bakanlıklar kaçak, kamu binaları kaçak, Hazine kaçak, Planlama kaçak, kaçaklara bakan bilirkişilerin binası kaçak... Kaçakları kaçırtmaması gereken Belediye’nin kendisi kaçak...

Doğal alanlardaki yapılaşmaların tümü kaçak... Çevre Bakanlığı bunlara bakmalı ama Çevre Bakanlığı kaçak...

Keza bizim kentlerimiz kaçak kentlerdir...

Mahalleler kaçak...

Semtler kaçak...

Apartmanların yüzde 60’ı kaçak...

Su kaçak...

Elektrik kaçak...

Bahçe kaçak, balkon kaçak...

*

Ve bir kaçak ekonominin üzerinde durur Türkiye:

Gelir kaçak.
..

Gider kaçak...

Yüzde 75 vergi kaçak...

Tüketim malları kaçak...

İşçi kaçak...

Arada bir bakarsınız patron tüymüş; kaçak...

*

Başbakan’ın, bakanların, milletvekillerinin dokunulmazlık kalkanları var, haklarında suç iddiaları olduğu halde hesap sorulamıyor.

Kaçak...

Cumhurbaşkanı hakkında "evrakta sahtecilik" iddiası var. Aynı suçtan yargılanan Necmettin Erbakan kaçamadı, ev hapsinde...

Ama Cumhurbaşkanı sorgulanamıyor.

(.......)

Zaten muhalefet de kaçak...

Tepeden tırnağa kaçak memlekettir burası...

Her şey kaçak...

*

Tüm bunlar aziz halkımızı ilgilendirmez gerçi, medyada onların en çok ilgisini çeken şey nedir bilirsiniz:

Kaçak ilişkiler...

Böyle kaçak yaşarız biz:

Tepkiler kaçak, tavırlar kaçak...

Duygular kaçak, aşklar kaçak, sözler kaçak...

Biz kaçak...
Yazının Devamını Oku

Kulaklarım...

22 Temmuz 2008
BÜLENT Arınç’ı dinlerken kulaklarımın ucu kıvrılıyor.<br><br>Eş-dost, "Doğrusu ’Tüylerim diken diken oluyor’ diyeni duymuştuk... Hani ’Kalbim sıkışıyor’ diyen de olur kimi zaman... Ama böyle kulağı kıvrılanı ilk kez duyuyoruz" diyor. Zaten ben de duymamıştım.

Arınç televizyona çıktı mı, o mayhoş sesi kulağıma çalındı mı, muhterem karıma koşarım:

"Bak ne oldu?..."

"Ne?..."

"Kulağım..."


Kimi zaman da o uyarır:

"Valla sen yine Arınç’ı dinlemişsindir..."

*

Gazeteciler, aydınlar, generaller gözaltına alındığında "Türkiye bağırsaklarını temizliyor" diyen AKP’nin bu eşi bulunmaz hem düşünürü, hem konuşuru, dün SKY Türk’te bu sefer AKP’nin kapatılamayacağını, çünkü parti olarak yüzde 47 oy aldıklarını anlatıyordu.

Demek ki hukukçu(!) olduğu için oy oranı yükseldikçe, suç işleme haklarının arttığını biliyor.

Ya da; kendileri nasıl dokunulmazlık zırhlarının arkasına sığınmışlarsa, partilerinin de öyle dokunulmazlığı olduğunu sanıyordur hem düşünür, hem konuşur...

*

Bence kimse ne olacağını bilmiyor, AKP kapatılır ya da kapatılmaz...

Benim emin olduğum; eğer Anayasa Mahkemesi tüm bu yaptıklarından sonra AKP’yi aklarsa, artık kimse onları tutamaz.

AKP yandaşı olmayan bir tek medya grubu ayakta bırakmazlar...

Bir tek yandaş olmayan sermaye grubunu ve işadamını yaşatmazlar...

Bir tek aydın, bir tek Cumhuriyetçi-Atatürkçü ağzını açamaz...

Türkiye asıl "travmayı" o zaman yaşar ki, laik çağdaş cumhuriyet yerine, ılımlı İslam devletinin tescili olur bu...

Ve artık dönüşü olmayan noktadır orası...

*

Bizler Arınç gibi "bağırsak temizlemek" deyimini hiç kimse için kullanamayız, çocuklarımızdan utanırız.

Sadece Türkiye’nin bu çağın dışına kaymayı hazmetmemesini dileriz.

Ederse...

Ve beklentiler "boş" çıkarsa, o zaman gidip "Türkiye bağırsağını temizliyor" diyen işin uzmanı Arınç’a sorarsınız:

"Beyefendi, peki şimdi Türkiye ne yaptı?..."
Yazının Devamını Oku

Çevreci bir başkan...

20 Temmuz 2008
İLÇE Belediye Başkanı, AB’den çevreci konuklarına şöyle dedi: "Çevre, çevre, çevre..."

Konukları onu mutlulukla alkışladılar. Başkan, görkemli göbeğinin altına düşmüş pantolonunu çekerken, "Yani bizim için çevre kadar önemli bir şey yoktur. Çevre olmadan hiçbir şey olur mu, olmaz..." diye ekledi.

AB heyetinin bayan başkanı, öbür konuklara doğru başını sallayarak onayladı.

Açık alandaki tanışma ve dayanışma toplantısı başladı.

(.........)

Konuklar ortalıkta dolanan sırtı kırmızı boyalı, boynuzlarına boncuk bağlı, kendi kendine oynayan kuzuyu, çevreci anlayışın sembolü sanarak sevgi ve memnuniyet ile izlediler.

Belediye Başkanı her lafın arasına girip tekrarladı:

"Çevre olmadan olmaz... Suyu kirletmeyeceksin, ağacı kesmeyeceksin, hayvanı seveceksin... Her bir şey çevre ile olur..."

*

Yandaki yeşil alanda konuklar için sofra hazırlandığında ve mangallar yakıldığında başkan, zabıtalara şöyle dedi:

"Yakalayın..."

Dört zabıta memuru, kuzuyu kovalamaya başladılar. Kuzu heyetin çevresinde üç tur attı. O arada başkan, lacivert ceketini çıkartıp gömleğinin kollarını sıvadı.

Konuklar neler olduğunu tam anlamamakla birlikte, onun kuzuyu seveceğine hükmedip hafiften gülümseyerek baktılar.

Ve başkan özel kalemdeki şişman kızın getirdiği iki tepsinin içindeki koca bıçağı eline aldı, parmağının ucu ile keskinliğini kontrol etti, elinin tersiyle boyalı bıyıklarını düzeltti ve "Yatırın" dedi...

*

Bu kesinlikle olmuş bir olaydır.

Başkan; Türk misafirperverliğinin, "misafire kuzu kesme" hassasiyetini gösteriyordu aslında AB’li konuklara.

Kuzunun başını geriye doğru çekip bıçağı havaya kaldırarak bağırdı:

"Allahu ekberrrrr....."

Kuzuyu direğe asıp soyma aşamasında zabıta müdürü, "Heyet başkanı hanım bayıldı..." haberini getirdi.

Ve bunalıma girip bir daha asla konuşmayan konuklar yarı baygın giderken başkan arkalarından seslendi:

"Çevre, çevre, çevre..."
Yazının Devamını Oku

Askerler...

19 Temmuz 2008
DOKTORUNA "doktor", mühendisine "mühendis", polise "memur bey", müdüre "sayın müdür", öğretmene "hoca" der halkımız. Ama asker gördü mü...

Tüm rütbelilere "komutanım" derler Anadolu’da.

Çünkü Türkler askerlerini severler.

*

Ama yobaz sevmez...

İslam ülkeleri arasında, Batı uygarlığına yakın tek devlet asker eliyle kurulduğu için... Ve yobazın karanlık-ilkel dünyası o devrim yasaları ile engellendiği için...

Şimdi dahi; devrim yasalarını silip yerine getirmek istedikleri "dinci devlet"e en büyük engeldir askerler.

Bu yüzden hedeflerinde askerler var.

Kravatlı mollalar, askerleri ürkütüp sindirebilirlerse, kendi özlemlerindeki rejimlerini kurabilecekler.

Yoksa, yok...

*

Ve bunu yapıyorlar şimdi...

Üç yöntemleri var:

Birincisi; iktidara yalakalık yapıp bir avanta peşinde olan ikiyüzlü "aydın"ları... Ya da dinciden demokrasi bekleyecek kadar aptal olan "demokrat"ları bulup bulup Allah’ın günü askerlere saldırtmak...

İkincisi; suça karışmış kimi eski-yeni, rütbeli-rütbesiz askerleri cımbızla seçip tüm askerleri karalamak...

Üçüncüsü; cumhuriyetin başına gelenleri görüp sessiz kalmayan yürekli askerlerden emekli olanları yargının karşısına çıkartarak tüm askerleri korkutmak...

(........)

İşte:

Bizler askerlerin darbe yapmasını ya da kendi yapılarında olmayan demokrasiyi ikide birde "rayına oturtmaya" kalkmasını istemeyiz.

Ama, Türk ordusu, her zaman varlığımızın ve bağımsızlığımızın güvencesidir.

O bizim ordumuz...

Bu linçler, bu hakaretler, bu saldırılar haksızlık.

Günah...

Türkiye geceleri derin uykudayken, uzaktaki dağlarda ulusuna o huzurlu uykuyu vermek için ölenlere haksızlık...

Ve siz o ordunun, ömrü boyunca terörle savaşmış generalini "terörist" diye, bir hırsızmış gibi içeri attınız...

Öyle mi?..
Yazının Devamını Oku

Dingil...

18 Temmuz 2008
BEN sadece "dingil"i yazmıştım:<br><br>Genelde kamyonlarda iki tekerleği birleştiren, borumsu, içi boş demir... Dingil...

İki türlü dingil vardır:

Tek dingil, çift dingil...

(.........)

Yazımda isim yoktu.

Yani "Dingil" kim, belli değildi.

Ama AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat "Dingil benim" diye beni mahkemeye verdi.

Nerden çıkarttı?..

Nasıl anladı, bilemeyiz...

Hem de iki dava birden; birisi tazminat davası, para talep ediyor... İkincisi ceza davası, yani hapis...

Avukatım Şehnaz Yüzer’in bildirdiğine göre, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı geçen gün ceza istemi davasında "Kovuşturmaya yer olmadığına" karar verdi.

Kararda, "Basının görevi, toplumu ilgilendiren tüm olaylar hakkında, halkı objektif ve gerçekleri yansıtacak biçimde aydınlatmak, düşünmeye çağıracak yolda tartışmalar açmak, yöneticileri eleştirmek ve uyarmak, bireyleri içinde yaşadığı toplumun ve yaşadığı ülke sorunları yönünden bilinçlendirmek olduğuna göre. (...) Kovuşturmaya yer olmadığına..." deniliyor.

Bence ders niteliğinde bir karar.

*

Dingile
gelince...

Beni, kamu düzenine karşı suç işlemekle suçladığı günlerde, yabancı medyaya Cumhuriyet’in bir "travma" olduğunu söylemesi geliyor aklıma.

Bunun adı nedir bilemem...

Bu Cumhuriyet’in okullarında okuyup diploma alan, şirketler kurup zengin olan, ayda 15 milyar maaşla milletvekili koltuğuna oturan...

O Cumhuriyet’e bağlı kalacağına namusu ve şerefi üzerine yemin eden...

Ama Cumhuriyet’i kuranlara hakaret edip "travma" diyen bir insana ne denir?..

Adı nedir?..

Neye benzer?..

Ne gibidir?..

Artık siz bilirsiniz.

*

Sözlüklerde dingilin bir diğer anlamı; cambazların yürüdükleri telin üzerinden düşmemek için ellerinde tuttukları uzun sırık:

Dingil...
Yazının Devamını Oku

Mübaşir...

17 Temmuz 2008
BENCE Başbakan’ın hukuk bilgisi de fena değil. "Hu..." zaten zihninde vardı... ABD ile irtibata geçince de "Kuk..." eklenmiştir, işte etti mi size:

"Hukuk..."

Nitekim kendisine "savcı" sıfatı yakıştırıldığında, grup konuşmasında "Bu da güzel bir şey" diyerek sevindiğini izlemişsinizdir.

Sonra da zaten savcının açılımını yapıverdi:

"Savcı millet adına oradadır..."

Ki başbakanlarının bu sefer de başarıyla "savcı" olduğunu duyan milletvekilleri onu ayakta alkışladılar.

Sevinmişlerdi...

Ne yazık ki Erdoğan o diploma ile savcı-mavcı olamaz.

O diploma ile olsa olsa mübaşir olur.

Kafasını uzatıp uzatıp, sanıkları mahkemeye çağıran:

"Ergenekon davası sanıklaaaarrııı.... Hurşit, Sinan, İlhan, Mustafa, Doğu, İlker, Neriman, Hasan, Şener, Osman......."

*

Böyle diyor mübaşir.

Ve sanıklar yerlerini alıyorlar.

(.........)

Dün televizyonda cumhuriyet mitinglerine katılan yürekli kadınlardan birisi konuşuyordu:

"Bir korku sindi sanki bizim kesime... Artık telefonlarla konuşmaktan bile korkuyor arkadaşlar... Hepimizi izliyorlarmış gibi bir his var içimizde... Herkes birbirine -dikkatli ol- demeye başladı... Sanki peşimizdelermiş gibi..."

Cumhuriyet mitingleri eski havasında olur mu sizce?..

Biraz zor...

Çünkü korkmak-sinmek bir yana, insanların yüreğine "darbeci damgası yeme" evhamın koyuverdi mi mübaşir...

*

"Demokrat"
kesilip, demokrasi ile cumhuriyeti vurduktan sonra... Bu sefer de "hukukçu" kesilip hukukla demokrasiyi vuruyorlar.

Böylece hem cumhuriyetten kurtuluyorlar, hem demokrasiden...

Bakın demokrasi eriyor...

Demokratik örgütler, sivil topluluklar sindiler...

Korkuttular insanları...

Yok eğer ağzını açan, meydana çıkan, sesini yükselten olursa, bizim mübaşir uzatır kafasını:

"Sanıklarrr... Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin..."
Yazının Devamını Oku

Demokrasinin şansı yok...

16 Temmuz 2008
DEMOKRASİNİN hiç şansı yok...<br><br>Çünkü, ona sahip çıkmaya kalkanlar dinciler, onu kurtarmaya çalışanlar ise söylenene göre darbeciler... Her iki kesimde de demokrasi olmaz.

(........)

Önce dinciler:

Demokrasi; değişebilen seçenekler rejimidir.

Yasaları insanlar yaparlar, kurallar tartışılır, çağ dışında kalan kavramlar ve kurallar değiştirilebilir.

Oysa dincinin dünyasında kanunlar-kurallar-kavramlar gökten iner.

Asla tartışılamaz.

Asla değiştirilemez.

Ve dinci buna izin vermez.

Diyelim siz gidip namaz vaktinin mesai saatine göre ayarlanmasını, abdest yerine duş almanın da geçerli olmasının iyi olabileceğini söyleseniz, "Bunu tartışmalıyız" deseniz...

Bu demokrasi olur...

Ama siz de káfir oldunuz...

*

Keza askerlik...

Askerlikte demokrasi yoktur.

Tartışma olmaz, emir kesindir...

O kadar...

Yine diyelim ki komutan "Yaattt..." dedi ve siz kafanızı kaldırıp "Ben buna katılmıyorum" dediniz...

Ya da komutan "Karşı tepeye marş marş..." dedi... Ve siz "Komutanım bunu bir tartışalım" açılımında bulundunuz...

Demokratik bir girişimcisiniz, tamam...

Ama, emre itaatsizlikten katıksız hapis cezası hak etmiş bir demokratik girişimci...

*

İşte Türk demokrasisinin, bu ikisinden hangisinin elinde kalacağı söz konusudur.

Ve bu kavgalar-kıyametler bunun içindir.

Demokrasinin gerçek sahibi bilinçli insanlar ise "dinci" ya da "darbeci" olmak korkusu içinde sindiler...

Sustular...

Dinciler ile askerler arasında gidip geliyor demokrasimiz.

Ve hiç şansı yok...

Hiç...
Yazının Devamını Oku

Bizi kim öpüyor?..

15 Temmuz 2008
TÜM Türkiye’nin bir yıl bir ay merakla beklediği iddianame yerine, Başsavcı iddianamenin cisim olarak boyutlarını açıkladı en azından; 2455 sayfa, 441 klasör... Kütüphanedeki "Risale-i Nur", "Yalan Rüzgárı", "Kuşatılan Türkiye", "Hayaletler Şatosu" kitaplarını üst üste koydum, "İşte böyle bir şey" dedim kendi kendime.

Daha da ileride açıklanacak ek iddianame olarak "Salata Tarifleri" kitabını da koydum en üste...

Aşağı yukarı iddianamenin hacmi bu kadar olmalı...

Ya içi?..

İşte bir tek o yok...

*

Neyse ki Başsavcı, "İddianamede ifade edilen terör örgütü, hepimizin bildiği anlamda klasik terör örgütü değildir" diyerek, henüz bilmediğimiz şeyin, öyle fazla da şey olmadığını şetti...

Ki ben zaten bu Ergenekon örgütünün, bildiğimiz klasik örgütlerden olmadığını taa başından anlamıştım. Çünkü; bizim İlhan Abi ile Mustafa darbe yapmaya kalkıyorlar. Bombayı kendi gazetelerine atıyorlar...

Kiminle işbirliği yaparak:

Tercüman Gazetesi...

Örgütün "kasası" olduğu ileri sürülen Kuddusi Okkır öldüğünde ise hastane parası bulunamadı.

Bildiğimiz klasik örgütlerden değil bu örgüt.

Misal; bildiğimiz klasik örgütler devleti, anayasal düzeni yıkmak istemezler mi?..

Başsavcı’nın açıklamamasına göre bu "Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni yıkmak ve görev yapmasını engellemek" suçunu işleyen bir örgüt.

Hükümet kim?..

AKP...

Bu durumda Türkiye’de her iki kişiden birisi bu örgüt kapsamındadır. İşte burada işin boyutu ve hacmi yine değişiyor ve ben kütüphaneden "Oyma Sanatı" kitabını da alıp koyuyorum muhtemel iddianame kalınlığının üzerine.

Eh işte, bu kalınlıkta bir şeydir...

*

Ben size söyleyeyim; Başsavcı dünkü açıklamama açıklaması ile bize önemli bir şeyi açıkladı aslında:

Türkiye’nin hukuk devleti olmadığını, bu gidişle olamayacağını...

Hacim tahmini için bir kitap daha ilave ediyorum muhtemel kalınlığın üzerine:

"Bizi kim öpüyor?.."
Yazının Devamını Oku