Bekir Coşkun

Anne... (1)

7 Eylül 2008
CUNDA’da onu evin önünde ilk gördüğümde ağzında çöplükten aldığı bir ekmek parçası vardı. Kimse ekmeğini elinden almasın diye etrafa bakınarak, adeta küçülerek ve sinerek gitti. Arka sokakta bir inşaatta yavrularının olduğunu söylediler.

Sonra göz göze geldik; bir kangal.

Buralara nasıl gelmişse, kulaklarını kesmişlerdi, yüzünde inanılmaz bir korku ve hüzün vardı. Alttan alttan bakarak "Yavrularım var, bana dokunmayın" der gibi kuyruğunu salladı.

(Bu durumlarda nedense ben de bir yerimi sallamam gerektiğini düşünürüm sanki.)

Bir süre sonra arkasında yuvarlana yuvarlana yol alan altı kişilik minik ordusu ile çıkageldi:

Altı tane uzun kulaklı av köpeği...

Andree, "Bak nelerimiz oldu?" diye müjde verdi. Baktığımda, buzluğumun kapağının yarısını paylaşıyorlardı.

*

Ben hiç böyle "anne" görmedim.

Acından geberse, yavruları yesin diye verilen yemekleri yemedi, kenara çekildi ve onlar doyduktan sonra kalanlarla yetindi. Geceleri el-ayak çekildiğinde bebeklerini boş arsaya çıkartıp nasıl eğittiğini uzaktan izledik. Anne, yavrularının sokakta kalacağını biliyormuş gibi, önce onlara çöp bidonundan yiyecek bulmayı öğretti.

Birisi bebeklerini sevdiğinde mutlu mutlu kuyruğunu salladı, hayvan sevmeyen birisini hissettiğinde, bebeklerini alıp gitti.

İnsan ya da başka bir canlı...

Bir annenin yüreğindeki şefkat, sevgi, korku, endişe ve koruma duygusu, bu kadar mı akıl almaz olurmuş?..

*

Şu an itibarıyla bebekler biraz daha büyüdüler...

Eşya taşımayı sevdikleri için, sabah kalkanlar kapılarının önünde değişik ayakkabılar bulabiliyorlar. Plajdakiler terlikleri ceplerinde dolanıyorlar. Önceki sabah bizim bahçede yarımşardan iki adet gözlük kılıfı vardı.

Sabahları yandaki arsa kalabalık oluyor. Herkes selamlaşıyor ve terliklerini aramaya devam ediyorlar.

Ama bizim mahalle onları sevdi.

Hepimizde "Panjurlar kapatıldığında ve herkes gittiğinde ne olacaklar?" burukluğu var. Sokaklarda aç kalacaklarını, ya belediyenin gelip onları öldürmesi olasılığını "insan" olarak bizler biliyoruz.

Haftaya size devamını yazarım.

Onlar bir aile.

Şimdilik her şeyden habersizler.
Yazının Devamını Oku

Göbeğini kaşıyan adama...

6 Eylül 2008
NE düşünüyorsun?..<br><br>Sence nedir bu olanlar?.. Farkına vardın mı?..

Biraz olsun çalışır gibi oldu mu kafan, göbeğini kaşıyan adam?..

(.........)

Bak:

Almanya’da camilerin avlusunda insanlardan "yoksullara yardım" diye para toplamışlar. O paraları bavullara doldurup doldurup kaçak-gizli yollarla Türkiye’ye getirmişler.

Kayıt-kuyut yok...

Bir Alman savcı, sen git yakala düzenbazları.

Yargılamanın ikinci duruşması yapıldı, kimi sanıklar var ki; o paraların Başbakan’a kadar gönderildiğini söylüyorlar, bu Almanların soruşturma kayıtlarında mevcut.

İşin içinde AKP’nin RTÜK Başkanı da var.

RTÜK ne işe yarar sence?

O televizyonların "ahlaki" yayın yapmasını sağlamak için kurulmuş, geçen seneden bu yana da filmlerde bile içki bardağı gözükmesini "dinen haram" diyerek yasaklamış bir yerdir...

Ama oranın AKP yandaşı başkanı, "Müslümanları kandırıp paralarını alarak bavulla Türkiye’ye getirip cebe atmaktan" sanık.

Almanya’ya gitse yargılanacak.

Ve Başbakan olsun, Adalet Bakanı olsun (tıpkı geçen gün AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın belgeli rüşvet rezaletinde olduğu gibi) tüm bunları görmezlikten geliyorlar.

Alman savcı harekete geçiyor da Türk savcılar oralı değil.

Ve Alman savcı, Türk hükümetinin soruşturmanın durdurulması için baskı yaptığını söylüyor...

*

İşte böyle; göbeğini kaşıyan adam.

Bilmiyorum bir şey anladın mı?..

Bence bir an için göbeğini kaşımayı bırakıp kafanı kaşısan, ben diyorum ki bir ihtimal anlarsın.

Ama bu çok düşük bir olasılıktır.

Çünkü ne okursun, ne izlersin, ne görürsün...

Ne anlarsın...

Ve tüm bu rezillikleri, vurgunları, soygunları, düzenbazlıkları sana güvenerek yaparlar...

Senden aldıkları oyla aslında seni soyarlar da anlamazsın sen...

Sen göbeğini kaşımaya devam et istersen...
Yazının Devamını Oku

Denk getirememek...

5 Eylül 2008
UYGARLIK; denk getirme sanatıdır.<br><br>İş ile işsizi, hasta ile ilacı, aç ile ekmeği, musluk ile suyu, çocuk ile okulu, tekerlek ile yolu denk getirmektir uygarlık. Yaya var, kaldırım da var...

Ama ikisi denk gelmiyorsa uygarlık yoktur orada.

Yine misal:

Hukuk ile demokrasiyi...

Demokrasi ile laikliği...

Laiklik ile hukuku denk getiremeyen uluslar, uygarlığa denk düşmezler.

(..........)

Yaşamın kendisi denk getirmektir.

Duyguların duygulara, gözlerin gözlere, sözlerin sözlere, ellerin ellere, dudakların dudaklara...

Sonra...

Sonra bir denk getirmenin ürünüdür insan...

*

Ama ne yapacaksınız...

Görüyorsunuz:

Din ile ahlak denk gelmiyor.

Adam dindar (!) gibi.

Oruç tutuyor, cumaya gidiyor, Allah sözcüğü dilinden düşmüyor, kadınlarını örtüyor, din-iman diye diye dolanıyor dört bir yanda.

Ama ahlaksız...

Hırsız...

Avantacı, fırsatçı, üçkáğıtçı...

Nasıl kıydınız ülkesinden uzakta, köyüne-mahallesine-ailesine hasret yaşayan, yalnızlık duygusu içindeki insanları kandırıp paralarını "hayır işi için" diye ellerinden alarak onları dolandırmaya...

Üstelik din-iman adına...

Alman savcılar el attılar, tüm bu kirli işleri Türkiye’nin önüne koydular.

"Deniz Feneri" davasını iyi izleyin, din-iman adına yapılan dolandırıcılıklardan sadece bir tanesidir o.

*

Elbette düzgün ve samimi dindarlar ayrıdır...

Ama dini-imanı günlük çıkarında, makam-mevki uğruna, ticarette ya da siyasette kullananlara iyi bakmalısınız.

Din-iman var...

Ahlak yok...

Demek ki denk gelmedi...
Yazının Devamını Oku

Çadırdaki memleket...

4 Eylül 2008
RAMAZAN çadırlarına iyi bakın.<br><br>O çadırlar size bir milletin ne halde olduğunu anlatır. Türkiye’nin en zengin kenti İstanbul’da 26 ilçe belediyesinin 50 çadırında her gün 180 bin kişi karnını doyuruyor...

Ülkenin başkenti Ankara’da 30 ayrı yerde, belediyeye muhtaç 18 bin kişi her gün iftarını açıyor.

İzmir’de günde 6 bin kişi...

(.........)

Muhtaç ailelere, belediyeler ile kurumların paket olarak dağıttığı iftarlıklar bunun dışındadır.

Ulaşılıp da bilgi alınabilen sadece on ilde (Vatan Gazetesi’nin araştırmasıdır) yardıma muhtaçların toplam sayısı 11 milyondur...

Tüm yurtta ise bir tahmine göre 20 milyonun üzerinde.

*

İktidar, çoğalan çadır sayısını iyi bir şeymiş gibi başarı sayarken, aslında o çadırlar bize Türkiye’nin halini anlatır.

20 milyon muhtaç...

Holdingler büyürken, yabancı sermaye gelip kárını katlayıp giderken, iktidar şürekası zenginleşirken ve iktidar ile yalakaları ekonominin iyi olduğunu papağan gibi tekrarlayıp dururken...

Gerçek ramazan çadırlarındadır.

Ve çoğaldıkça çoğalıyor çadırlar...

Görmüyor...

Gözüm kör, gözüm...

(.........)

O çadırların önünde kuyruğa girenlerin ya da yardım alanların sayısı, AKP’yi iktidar yapan 16 milyon oydan en az 5 milyon daha fazladır.

En büyük partidir o...

O yoksul-muhtaç insanların gözü görüp de bir an için yoksulluklarını sorgulayabilselerdi... Bir an için "Madem Türkiye iyi yönetiliyor ve işler yolunda, o zaman ben niçin bu çadıra muhtacım?" diye sorabilselerdi...

"En büyük parti" çoktan kendi iktidarını kurmuştu...

*

Ama olmuyor işte...

O çadırlar o insanlara yoksul ve açlıklarını hatırlatıp gerçeği anlatacağına, onlar çadırları iktidarın başarısı sayıyorlar.

Ve eminim tümüne yakını AKP’ye oy veriyordur.

Çadırlar hatırına...

Kör gözüm...

Kör...
Yazının Devamını Oku

Dış politikanın içi...

3 Eylül 2008
BU arkadaşların dış politikası netice itibarıyla üçe ayrılır:<br><br>- Düş politika. - Duş politika.

- Tuş politika.

Artık duruma göre...

Misal Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erivan’a gidip gitmemesi konusu:

Ben oturup iki hafta bir yere gidip gitmeyeceğini düşünen, ama karar veremediği için müşterek bahis konusu olan Cumhurbaşkanı hiç görmemiştim.

Üstelik Başbakan "Gidecek, gidecek..." dedikten birkaç saat sonra, çok net ve kararlı bir açıklama da yaptı:

"Giderim de, gitmem de..."

Aklınca Erivan’a maça gidecek, Ermeniler soykırım ve tarihsel iddialardan vazgeçip Türkiye ile dost olacaklar...

Düş bu...

Ben biliyorum; bu düşü hayal edip tarihe geçeceğini gülücükler içinde düşünürken, aklına Ermenilerin "Türkiye dize geldi" tezi geliyordur ve somurtarak telefona sarılıp Başbakan’ı arıyordur:

"En iyisi ben gitmeyeyim..."

*

Duş politikaya
geçiyoruz:

Genelde mayo ile suyun içinde gördüğünüz bakanları Kürşad Tüzmen, misilleme olarak Rus mallarına yaptırım uygulanacağını balıklama stili ile açıkladı.

Birkaç saat geçti-geçmedi...

Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, medyanın karşısına geçerek "Yok öyle bir şey" anlamında kendi bakanlarını yalanladı.

Kürşad Tüzmen, bu aceleciliği ile Kürşad Tezmen olurken, muhtemelen beden aynasının karşısında, omuzdan eğilmiş yeni aldığı kırmızı mayosunun arkadan görünüşüne bakmakta...

*

Tuş politika:

Başbakan
arkadaş Kafkaslar’da yeni bir pakt kurmaya kalktı.

Bu iyi bir fikirdi.

"İyi fikrin" tek eksiği vardı; herkese kötü fikir gibi geldi...

Kötü karşılanan bu iyi fikir; Gürcistan’ın güvenliği içindi. Ama ilk önce Gürcistan kaytarıp AB’nin devreye girmesini istedi.

Ve tüm muhataplar burun kıvırdılar.

Olduk mu tuş...

*

Dış politika ciddi devlet adamlarının işidir.

Üçe ayrılır...
Yazının Devamını Oku

Ramazan...

2 Eylül 2008
RAMAZAN gelince böyle olur.<br><br>Ve her gün gazetelerin tepesinde yer alan bikiniler, bacaklar, kalçalar, g-stringler yok olur, onların yerinde ramazan kampanyaları başlar: "Herkese dua kitabı..."

"Ayetler ve manaları..."

"Renkli namaz rehberi..."

"Açıklamalı hadis..."

"Peygamber Efendimizin hayatı..."

"Herkese Kuran-ı Kerim ve meali..."

Bana sanki editörler yedi kat göklere uçtular da, ramazanın birinci günü yazı işleri masasına birer evliya olarak iniverdiler gibi gelir.

Ben her ramazan başında bizim medyayı, gerektiğinde külah takıp boynunu bükerek mevlit okuyan bar şarkıcısına benzetirim.

*

Beterin beteri var, keza siyasetçilerin, bürokratların, işadamlarının dünyasındaki Ramazan’ı bir bilseniz...

Herkesin en iyi duyacağı şekilde "İftar davetleri" başlar. Büyük otellerin salonlarında görkemli iftar sofraları kurulur.

Oruç tutmayanların bu davetlere koşup, ezanın okunmasını huşu içinde bekleyişleri... Ve zeytinle bir oruçlarını açışları vardır ki...

Bir de "Allah kabul etsin" diyenlere utanmadan "Cümlemizinkini..." deyişleri...

*

Ben ramazan etkinliklerine bakıp, bu kadar inançlı bir toplumda işlerin daha iyi gitmesi gerektiğini düşünürüm.

Misal; bu kadar çok rüşvet olmaması gerekir...

Bu kadar çok hırsızlık-avanta-gasp da olmamalı...

Yalan...

Dolan...

Sahtekárlık...

Bozuk-hileli gıda maddelerinden, fahiş kárlarla yoksulların dolandırılmasına... Demiri-çimentosu çalınmış binalardan, yağmalanan kentlere... 300 liraya çalıştırılan gençlerden, ecnebi ülkelerdekinin beş katı yüz kızartıcı suçlara kadar...

Bakarım; biraz fazla...

*

Olsun...

Bu ramazan günlerinde, tertemiz yüreğiyle görkemsiz iftar sofrasına oturan, alnının teri ile kazandığı ekmeğini bölen, aklı ile inancını yoğurmuş, vicdanı rahat insanlarımıza seslenmek istedim sadece:

Allah kabul etsin...
Yazının Devamını Oku

Maazallah çevreci...

31 Ağustos 2008
BEN biliyorum; Başbakan "Ben çevrecinin daniskasıyım" dediğinde, o çevreciliği bir uğraş alanı ya da meslek sanıyordu. Boyacı, marangoz, karpuzcu gibi...

Ve çevrecilere destek vermeye karar verdi.

Bunu nereden anlıyoruz?... Hemen ertesi gün polisin Karadeniz’de çevrecileri evire çevire dövmesinden...

Karadeniz’in yeryüzünde asla eşi olmayan doğası için eylem yapan çevreciler dövüldüğünde ve özellikle bir çevreci kardeşimiz başı yerde, ayakları havada güvenlik güçlerimiz tarafından götürüldüğünde, muhterem karım televizyona bakıp sormuştu:

"Niye bunu yapıyorlar?.."

Yanıtlamıştım:

"Başbakan çevreci oldu..."

*

Çevrecilik,
bir meslek ya da uğraş alanı değildir...

Çevrecilik kimliktir:

"İnsan" gibi...

"Adam" gibi...

Çevreciler; bir güzel doğa parçasını, asla ve asla parayla pulla değiştirmezler.

Ne 2-B ormanlarını satmaya kalkarlar, ne "Turizmi Teşvik Yasası" adı altında, koyları beton yığınına çevirsinler diye holdinglere satarlar...

Çevrecilik duygudur...

Yani "vicdan" gibi...

Çevreciler yeri, vasfı, kalitesi, getirisi ne olursa olsun bir ağacın yeşil dalı için canlarını verebilirler.

"O kızılağaç ormanıdır" diye bir yasayla kızılağaç ormanlarını orman vasfından çıkartıp peşkeş çekmezler.

Çevreci; bir çevre parçası kirletildiğinde ya da yok edildiğinde öyle bakıp seyirci kalmazlar, kalamazlar...

TBMM’de TCK değiştirilirken, "Çevreyi kasten kirletenlerin suç işleme tarihi iki sene sonra başlasın" diyerek, kendi iktidarlarının suçlularına biraz daha suç işleme vakti-zamanı yaratmazlar...

Çevreciler; Bursa Ovası gibi gözbebeğimizi rezil etmiş ABD şirketine, doğayı bir özel yasayla peşkeş çekmezler...

Çevrecilik...

Yani "dürüstlük" gibi...

*

Yok eğer Başbakan, "Çevrecinin daniskası benim" diyorsa...

Maazallah...

Ben bunu çevreciler dayak yediğinde anlamıştım.
Yazının Devamını Oku

Sulukule, Sulukule...

30 Ağustos 2008
DÜN Sulukule’yi yıktılar. Biraz daha eksildi İstanbul.

Bendeki İstanbul’da sanki yaşlı kemancı kemanını alıp gitti, şişman kadın udunu bıraktı, kızlar oynamaktan vazgeçip kanepelere oturdular...

"Sıla"nın aslında "ekmek" olduğunu anladığım bir akşamın anısındaki repertuvardan bir şarkı eksildi:

"Vardar ovası, Vardar ovası

Kazanamadım ekmek parası..."

*

Şimdi siz ne yaptınız?..

Neyini düzelttiniz İstanbul’un?..

Sulukule;
dünyanın her yerinde olan o aynalı, kuleli, camlı, çelik, beton gökdelenlerden çok daha fazla İstanbul’du.

O üzerinden geçmek için yaptığınız, ama üzerinden bir türlü geçemediğiniz Boğaz köprülerinden bile daha çok İstanbul’du Sulukule...

Nasıl kıydınız?..

*

Üniversite sınavlarına hazırlandığım sene, İstanbul’da Sulukule müzisyenleriyle birlikte çalışmıştım kanunumla. Salacak Gazinosu’nda, Kedi Bar’da, Açıkhava Tiyatrosu’nde... Adımı bilmez, bana sadece "talebe" derlerdi Sulukule’nin müzisyenleri.

Çok sevmiştim onları...

Türkiye, konservatuvarlarında hiçbir zaman öyle müzisyenler yetiştiremedi.

Ben eğitim almamış, geleceği olmayan, parasız-pulsuz insanların ne kadar "zengin" olabileceklerini o zaman görmüştüm.

Operada yoktu o dans...

O zaman "Endülüs’te raks"ı gören kültürün, Sulukule’deki dansı görmeyişine kızmıştım.

Ne yaptınız şimdi siz?..

*

Aslında sizi anlıyorum...

Yatırımlar, kárlar, arsalar, rantlar, kuleler, gökdelenler, dolarlar, holdingler, betonlar, demirler, camlar arasında Sulukule’nin bir anlamı yoktur sizin için...

Gözünüz dönmüş bir kere...

Anıların, vefanın, tarihe saygının, kültürün önemi yok sizde... Duygular size göre değil... Dans eden kızın, ud çalan şişman kadının, yaşlı kemancının sizin için yok anlamı.

O şarkı da sizin değildir zaten:

"Vardar ovası, Vardar ovası

Kazanamadım ekmek parası..."
Yazının Devamını Oku