Bekir Coşkun

Sıfırdan başlamak...

29 Ağustos 2008
KİMSENİN görmediği-bilmediği, kendi beyninizin içindeki uçurumun dibine yuvarlandığınızda bu iyi bir karardır: "Sıfırdan başlamak..."

Sadece parayla-pulla ilgili değildir bu.

Kimi zaman hiçbir şey yoksa yapacağınız... Kimi zaman yuvarlandığınız uçurumu kendiniz kazmışsanız...

Belki de durup dururken mutsuzsanız...

Yüreğinizdeki bağlar, eski bir bıçağın sapı gibi lak-luk oynamışsa yerinden... Deneyimliyim ben, bilirim...

Bir de sabahların alacakaranlıklarında uyanıp, camdan boş sokağa bakıp ağlamışsanız...

*

Kimi zaman böyle olur insan.

Sebep var ya da yok...

Renkler parlaklıklarını yitirdiğinde... Sözler anlamsızlaştığında... Sesler bizi korkuttuğunda... Yüzler yabancılaştığında...

Kısacası; size göre yaşanmazlığın tam ortasındaysanız sanki...

Suyu bitmiş bir çaydanlık gibi...

En iyi karardır:

"Sıfırdan başlamak..."

*

Sokaklarda rastladığım insanlar keyifsiz.

Güvendikleri kurumlara, umutla baktıkları önderlere kırgınlar. Çoğu çocuklarının endişesini taşıyor.

Kimisi yılgın...

Kimisi aldatıldığını düşünüyor, kızgın...

O okurum endişeli gözlerle, "Yani biz çağdaşlığı kaybettik, öyle mi?" diye sorduğunda ve ben yanıtsız kalıp utanarak yere baktığımda, çocuğunun elini tutup giderken kendi kendine fısıldamıştı:

"Biz de sıfırdan başlarız..."

Bu doğruydu...

Çağdaş-uygar bir ülkenin bireyi olmak, çocuklarına aydınlık bir dünya bırakmak isteyenler, her şeyini, ama her şeyini kaptırdıysa bile...

Ülkenin tüm medeni kavramları ve kurumları gittiyse dahi...

Biz de sıfırdan başlarız.

Mustafa Kemal gibi...

*

Yakınmalar anlamsızlaşmışsa, dövünmelerin faydası kalmamışsa, dize vurmalar işe yaramıyorsa artık...

En iyi karardır:

"Sıfırdan başlamak..."
Yazının Devamını Oku

Tek parti dayağı...

28 Ağustos 2008
1950’den bu yana Türkiye’yi tek parti yönetir.<br><br>Demirel; Menderes’in genel müdürüdür... Özal; Demirel’in müsteşarıdır... Erbakan; Özal’ın ilk genel başkanıdır... Tansu Çiller; Demirel’in, Mesut Yılmaz; Özal’ın bakanlarıdır... Tayyip Erdoğan; Türkeş’in MC ortağı Erbakan’ın belediye başkanıdır... 58 yıldır tek parti vardır başta...

Siz seçimlerde parti değişti sanırsınız, ama aynı partidir gelen... Amblemler değişir, binalar değişir, liderler değişir, söylemler değişir, yüzler değişir...

Ama tek parti hiç değişmez.

Diyelim ki seçim-meçim oldu, birbirlerine girdiler, kavga-dövüş arasında sandığa gittiniz... Siz sanırsınız ki farklı bir şey seçtiniz.

Oysa o tek partidir seçtiğiniz.

*

AKP ile MHP tek partidir...


Devlet Bahçeli’nin AKP’ye yaptığı çağrıları dinlerken bunları düşündüm:

AKP’ye, "Gelin birlikte yapalım yapamadıklarınızı, size engel olan Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini birlikte kısalım" diyordu dün.

İşte böyle AKP’nin her çukura düşüşünde MHP çekme ve kurtarma aracı tarafından çekilip yola koyulması tek parti oluşlarındandır.

AKP’nin çağdaşlık karşıtlığının "odağı" olduğunun yargı kararına bağlanmış olması, Devlet Bahçeli için önemli değildir...

Tersine; kızmaktadır yüce mahkemeye...

Bu ikisi tek partidir.

Türbandan dinin referans alınmasına... Muhafazakar eğitimden tarikatlara hoşgörüye kadar aynı yerdedir ikisi.

Misal; Keçiören’deki büfecinin dövülmesi meselesinde AKP ile MHP hemfikirdir...

Büfeciyi AKP’liler dövmeseydi zaten MHP’liler gelip döveceklerdi... Ki göreceksiniz üç güne kadar, orucunu yiyenleri MHP’liler dövecekler, ya da AKP’liler, fark etmez.

*

1950’den bu yana Türkiye’yi tek parti yönetir.


Bu yüzden yarım asırdan fazla zamandır; 14 milyon yoksulu ve aç insanı vardır Türkiye’nin... Tek partinin "din-iman" söylemlerinin arkasında mutluluğu çalınmıştır milletin... Bir milyon üniversiteli genci işsiz, kırgın, sefildir...

2008’de hálá iki torba nohuda, 500 kilo kömüre muhtaçtır insanlar...

Ve büfeci, içki sattığı için dayak yer bu çağda, tek partiden...
Yazının Devamını Oku

Nasıl AK olunur?..

27 Ağustos 2008
BU arkadaşların iyi bir huyu var; birbirlerini affediyorlar.<br><br>Cumhurbaşkanı Erbakan’ı affediyor, Maliye Bakanı Cumhurbaşkanı’nı affediyor, Başbakan Maliye Bakanı’nı affediyor... Gensoru veriliyor, bu sefer Meclis, Başbakan’ı affediyor...

Milletvekillerinin 79 suç dosyası var, Başbakan dokunulmazlıkları kaldırmayarak dönüp milletvekillerini affediyor...

Böylece herkes herkesi affettiği için partinin adı ne oluyor:

AK Parti...

Görülmüş bir şey yok.

Diyelim ki Ankara Adliyesi’ndeki iki sanık koridordaki bankta oturmuş yargılanmayı beklerken, içlerinden birisi "Sana bir şey söyleyeyim mi, gel ben seni affedeyim" diyor.

Öbürü seviniyor:

"Olur mu?.."

"Tabii ki olur, işte affettim gitti... Şimdi sen de beni affet..."

O da affediyor...

Ve birlikte çıkıp gidiyorlar ak-pak...

Olabilir mi?..

*

Yoksul-güçsüz insanların dünyasında olmaz...


Değil resmi evrakta sahtecilik, zimmet, dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırmak... Trafik cezası olanlar sürüm sürüm sürünürler.

Devlet yakalarına yapışır da bırakmaz.

Ama devleti yöneten, iktidarı eline geçirmiş, güçlü ve egemen devlet adamları yaptıklarında bal gibi oluyor.

İşin daha ilginç yanı; birbirlerini affettikleri gibi, kendi kendilerini affetme yetenekleri de var:

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
aynı suçu işlediği için Erbakan’ı affederken otomatik olarak kendi kendini de affediyor... Cumhurbaşkanı’nı kurtaran Maliye Bakanı otomatikman kendisi de kurtulmuş oluyor...

Başbakan dokunulmazlıkları muhafaza ederek milletvekillerini kurtarırken, kendisi de ne oluyor?..

Kurtuluyor...

*

Pekiiii...

Seçim geldiğinde tüm bu rezaleti affeden kim?..

Nohutçu ile kömürcü...

Nohutla kömürü alıp, hepsini kökten affediyorlar ve bu döngü sürüp gidiyor. Öbürleri trilyonları alıyor, bunlara da nohut ile kömür düşüyor...

Böylece her şeyimiz ne oluyor?..

AK oluyor...
Yazının Devamını Oku

’Yeni Türkiye...’

26 Ağustos 2008
DOĞRUSUNU isterseniz tam da yanıt bulamıyordum ve açıkçası çoktandır kendi kendime sorup duruyordum:<br><br>"Bu ne?.." Başta kırmızı saten türban, altta dar etek... Saçın ucunu gözükmüyor ama kalça hatları öyle iyi gözüküyor ki, zaten insan kafaya bakmaya vakit bulamıyor.

Öyle gidiyordu.

Ve ben sormuştum:

"Bu nedir?.."

Onun erkek olanını bizim plajda görmüştüm; haşemalı... Dizin altına kadar uzanan beyaz haşema denizden çıktığında ve suyu yiyip vücuda yapıştığında manzara inanılmazdı ve ben yine kendi kendime soruyordum:

"Bu nedir?.."

Sonunda dünkü Hürriyet’in manşeti aradığım yanıtı verdi:

"Yeni Türkiye..."

*

"Yeni Türkiye"
böyle a dostlar...

Baba; imam hatip mezunu, emlak işleri yapıyor, çok zengin, ipek gömleği ve ipek kravatı İtalyan... Anne; pembe farlar ile tepeden tırnağa daracık beyaz tesettür tuvaleti giymiş, abla narçiçeği gümüş işlemeli sıkmabaşın altında narçiçeği tuvaletle...

Düğüne helikopterle iniyorlar.

Altınlar, pırlantalar, dolarlar uçuşuyor...

Daha çok imara açılmamış yerleri alıp imar geçtikten sonra satarak geçinip giden baba "Hamdolsun" diyor:

"Hamdolsun, Cenab-ı Hakk’ın izniyle yaptık, Allah herkesten razı olsun..."

Baba ayrıca, evlenirken oğlunu F-16’ya bindireceğini, kendisinin de milletvekili olacağını (ya da tersi, ne bilelim biz) söylüyor...

*

İşte size:

"Yeni Türkiye..."

AKP
ile birlikte değişen Türkiye’nin yeni yüzüdür bu; türban ile pembe farların, tesettür ile sallanan kalçaların, haşema ile plajın, din ile ticaretin, ibadet ile arsa işlerinin, iman ile siyasetin birbirine karıştığı... Dinci iktidarın kendi sınıfını belirginleştirdiği... Giderek daha çok Arabistan’a benzeyen Yeni Türkiye...

Ben ise türbanlı kızın sallanan görkemli kalçasına ve plajdaki haşemalının belirginleşen edevatına bakarken soruyordum:

"Bu nedir?.."

Yanıt geldi:

"Yeni Türkiye..."
Yazının Devamını Oku

Bir kedi yavrusu olsaydım...

24 Ağustos 2008
BENCE bizler boşu boşuna onlara hayvanları anlatıp duruyoruz, insanlar hayvanları yeterince tanıyorlar aslında. Koyunun kopyasını çıkartan insanoğlunun zekásı, evinin saçağındaki kuşun yavrularına yiyecek taşırken sahip olduğu anne duygusunun boyutlarını nasıl bilemez?

Ya da önceki gün izledi insanlar:

Almanya’nın Münster Hayvanat Bahçesi’ndeki goril, ölen yavrusunu uyandırmak için onu kucağından bırakmadı, okşadı, sevdi, ağladı... Ertesi gün insanoğluna bir başka haber ulaşıyordu televizyonlardan, gazetelerden:

Avustralya’da Sydney açıklarında bir balina yavrusu, annesi zannettiği bir tekneyi emmek istiyordu. Millerce teknenin altında yol aldı, annesine (!) sokulmak istedi, ona seslendi, karnı acıkınca emmeyi denedi, ama olmadı.

Tüm dünya izledi bunu.

Her gün medyada yayınlanan bu tür haberler-görüntüler, kendi sağlığı söz konusu olunca gözle görülmeyen virüslerin-mikropların dünyasını çözen insanoğluna, bahçesindeki hayvanların da duyguları olduğunu anlatmaya yetmez mi sizce?

Bal gibi yeter...

*

Ama genelde ahlaki değerlerden yoksundur insan.

Merhametsiz...

Sevgisiz...

Ve çıkarcıdır...

Toplumun içinde kalma zorunluluğu, öğretiler, kurallar, yasalar, onu öyle düzgün tutsa da bir kedi yavrusu ile baş başa kaldığında onun gerçek kimliği ortaya çıkar. Fok yavrularının kürkleri için diri diri yüzülmelerinde ya da boğa güreşlerinde, o baskılar ortadan kalktığında, gerçek yüzünü görürsünüz insanın.

Kürk mağazalarına koşarken ya da arenalarda zavallı bir dananın kılıçla delinmesini çılgınca alkışlarken... Böyledir insanoğlu...

Acımasız, merhametsiz, çıkarcı...

*

Çevrenizdeki insanlara iyi bakın.

Savunması olmayan, güçsüz, korunmasız, kimsesiz, dilsiz canlılara merhamet göstermeyenlerden korkmalısınız.

Bir gün sizin gücünüz tükendiğinde, o insanlara muhtaç olduğunuzda, savunmasız kaldığınızda, bir parça kuru ekmeği esirgediği kediden hiç farkınız olmayacaktır.

Bir kedi yavrusu olsaydım...

Size dostlarınızı saysaydım...
Yazının Devamını Oku

’Bay Gizli...’

23 Ağustos 2008
O adamları biz hiç görmeyiz. Ne adlarını biliriz, ne kimliklerini tanırız, ne suratlarını görürüz, ne de varlıklarından haberimiz vardır.

Ama onlar bizim tüm yaşamımızı etkileyen insanlardır.

Evlerimizin içine kadar girerler.

Kötü kentin, berbat ve çekilmez günlük yaşamın azabından kaçıp sinir küpü eve gelen baba, "Allah kahretsin bunları..." dediğinde, aslında o adamları kasteder, ama bunu bilmez... Anne; bozuk-hileli malzemelerden bunalıp, mutfak penceresini açıp çirkin beton yığınına bakarak "İnsana huzur yok..." dediğinde, aslında bunu bilmeden o adamlara söyler.

O adamlar "Bay Gizli"dir...

Bilmeyiz, tanımayız, görmeyiz...

İşin en enteresan yanı; onlara yaşamımızı düzenleme, yuvamızı etkileme, bizimle ilgilenme hakkını biz veririz, yine bilmeden, tanımadan...

*

"Bay Gizli"
belediye meclisi üyesidir.

Onun eli kalkmadan hiçbir karar alınamaz, hiçbir uygulama yapılamaz, hiçbir yeşil alan holdinge verilemez, sit alanına fabrika kurulamaz, kaçak yapılar yükselemez, hırsızlıklar gerçekleştirilemez, yağma-talan olmaz, olamaz...

İsmini bildiğiniz, yüzünü gördüğünüz bir tek belediye meclis üyesi var mı?..

Yok...

Ama yaşamımızla ilgili tüm kararları onlar alırlar.

Sokakların isminin değiştirilmesinden, kaldırımın genişliğine... Elektrik direğinin yerinden, çocuk bahçesindeki kaykaya... Köşedeki inşaatın yüksekliğinden, penceremizden gözüken manzaraya kadar...

*

İşte Bay Gizli burada yapacağını yapar.

Bir de bakarsınız ki AKP’lisi, CHP’lisi, MHP’lisi, Bağımsız’ı el ele vermişler, kendi avantaları için bizim yaşamımızın bir parçasını "el kaldırarak" satıvermişler.

Elbette çok az sayıda düzgün olanları tenzih ederim, ama belediyelerin çoğunda bu böyledir, tüm kirli işlerin altında "Bay Gizli"nin eli vardır.

Kirli sistemin işlemesini sağlayan en uçtaki bilinmeyen, ortada gözükmeyen, sesi-soluğu çıkmayan, gizli mekanizmasıdır o.

Bence medya kuruluşları yayınlamalı ve dört bir yana resimleri-isimleri asılmalı "Bay Gizli"lerin...

Tanımalıyız "Bay Gizli"yi...
Yazının Devamını Oku

Cin...

22 Ağustos 2008
ADAM bara gidip oturdu, yanında bir devekuşu vardı. İçkisini içtikten sonra garsona "Hesap ne kadar dedi" ve garson "Üç dolar yirmi sent" deyince tam o kadar parayı çıkartıp verdi.

İkinci gün yine gitti, yanında devekuşu vardı.

İçkisini içtikten sonra garsona borcunu sordu. Garson "Dört dolar on sent" dedi ve adam yine bakmadan cebinden dört dolar on senti çıkartıp tam istenen kadar parayı tezgáha bıraktı.

Üçüncü gün:

Adamın yanında devekuşu vardı, hesabını sordu, tamı tamına hesap kadar parayı çıkartıp ödediğinde barmen sordu:

"Hep hesabınız kadar para var cebinizde...

"Doğru..."

"Bunun sırrı nedir?.."

Adam anlattı:

"Ben bir cinle tanıştım, benim üç dilekte bulunmamı, tamamen yerine getireceğini söyledi. Ben de üç şey istedim; birincisi sağlıklı ve her zaman yakışıklı olmayı, ikincisi her zaman ihtiyacım kadar cebimde para bulunmasını... Ki sen ne kadar hesap istesen biliyorum ki cebimde o kadar para var, çıkartıp veriyorum..."

Garson yine sordu:

"Tamam anladım... Peki bu devekuşu ne?.."

Adam:

"Cine üçüncü dileğim olarak ’Yanımda her zaman uzun bacaklı bir piliç olsun’ demiştim, cin yanlış anladı..."

*

Biz toplum olarak her zaman genç, dinamik, halkın içinden gelen, bizlere benzeyen devlet adamlarımız olsun istemiştik.

Şunlara bakın:

Cumhurbaşkanı; halkın cebinden çıkan ve kaybolan bir trilyon lira davasında "evrakta sahtecilikten" sanık...

Başbakan:

Hakkındaki iddialar "dokunulmazlık" zırhı nedeniyle soruşturulamıyor ve dosyalar tozlu raflarda bekliyor.

Ve memleketin en yüce mahkemesinin verdiği karara göre, her ikisi birden:

"Laiklik karşıtı eylemlerin odağı..."

(.........)

Bizler yorgun, eski, toplumdan uzak devlet adamlarından sonra, idealist gençlerin ülkemizi yöneltmesini istemiştik istemesine...

Olmadı...

Yanlış anladı cin...
Yazının Devamını Oku

Sevgili kardeşim Pakistan...

21 Ağustos 2008
GAZETELERDE-televizyonlarda yayınlanan o "oynayan Pakistanlılar" görüntülerine acıma ile kızma arasında bir duyguyla bakarken hatırladım:<br><br>Lise-üniversite yıllarında ne zaman bir Pakistanlı görsek, iki elimizin işaret parmağını fayton beygiri gibi yan yana getirip sürterdik ve şöyle derdik:<br><br>"Biz-siz kardeş..." Onlara da birisi öğretmişti, onlar da parmaklarını sürtüştürüp yanıtlardı:

"Yeeesss... Biz-siz kardeş..."

O baştaki "Yes" aslında komünizme karşı ön karakollar olarak bizi "kardeş" kılan ABD’yi temsilen cümlenin içinde bulunan şeydi...

Sonra...

Sonrasını iki gün önce gazetelerde-televizyonlarda yer alan o oynayan Pakistanlılar görüntüsü anlatır bize:

Zavallılık...

*

1970’lerde iktidara gelen aydınlıkçı Zülfikar Ali Butto’yu, bir darbe ile indirip tüm dünyanın tepkisine rağmen asarak öldürdüler.

Önceki gün gördüğünüz külahlı, sakallı, altın dişli Pakistanlılar, o zaman da böyle sarılıp oynadılar.

Ama darbelerin, suikastların, bombaların, kanın, kargaşanın sonu gelmedi. Butto’nun kızı Benazir Butto, çağdaşlık mücadelesini sürdürdü, birkaç ay önce onu da bombayla havaya uçurdular.

O iki Pakistanlı yine zıplayıp oynadı.

(.........)

Pakistan’ın nüfusu 170 milyon...

En az üç-beş-on-on beş çocukla, sokaklar çocuk dolu.

Hem sosyal, hem siyasal yapıya şeriatçılar, şıhlar, medreseler hákim. Tarikatlar ülkeyi on binlerce cami ve tarikat okulu ile donatıyor ama çağdaş eğitimi engelliyorlar.

İşte böyle yetişen, eğitimsiz-cahil-hurafelerle yaşayan bir toplum, kendi kendini ancak bu kadar yönetebiliyor.

Demokrat-laik bir sistem için çırpınan aydınlar azınlıkta...

*

Zavallı bir ülke Pakistan.

O oynayan Pakistanlılara bakıp acırken, Batılı birisinin de benim üzerimdeki acıyan bakışlarını hissediyorum.

Parmaklarımı sürttürüyorum:

"Biz-siz kardeş..."

"Yes mi?.."

"Yes..."
Yazının Devamını Oku