20 Ağustos 2008
EN sağ şeritte seyreden AKP İtikat Turizm ve Seyahat AŞ’nin trafikten men edilme olasılığı ortadan kalktıktan sonra yol açık.<br><br>Ve bizim politika otobanındaki kısmi tıkanıklık normale döndü sayılır. Geri geri gittiği belli olmasın diye yolcuların ters oturtulduğu AKP İtikat Turizm ve Seyahat AŞ’nin şoförü Tayyip Kaptan ile çıkıp yukarı yazıhanede oturan Abdullah Gül Usta sizi götürebildikleri kadar götürecekler artık.
Cümleten hayırlı yolculuklar...
*
Mazot parasını yediği için trafikten men edilen ve düne kadar garaj hapsinde bulunan Cennet Nakliyat Kargo’nun kaptanı Necmettin Usta’yı saymazsak... Kaporta boyada olan ANAVATAN Turizm, ya da Ağar yükten dolayı şanzıman dağıtan Doğru Yol Sevkıyat’ı hesaba katmazsak...
Sağ şeritte geriye MHP Çekme ve Kurtarma Servisi kalıyor.
Ki AKP İtikat Turizm ve Seyahat AŞ yolda kaldıkça çekip kurtarsın.
Sol şerit?...
Sol şerit boş...
Burada da Murat Karayalçın’ın kaykayını ya da Ufuk Uras’ın tek kişilik pizza-hut motosikletini hesaba katmazsak, ne kalıyor geriye...
Ce Ha Pe körüklü halk otobüsü...
Ancak iktidara varma açısından Ce Ha Pe Halk körüklüsünün içindekiler ile Deniz Kaptan arasında vites sorunu var.
Yolcular, "Hep düşük vites yarım gaz gidiyor, yani aşağı inip koşsak daha hızlı gideriz" görüşündeler.
Kaptan ise farkı, "Sivas’ın yollarında" kasedini koyarak kapatmayı deniyor.
*
Bence "balans ayarı" için tankların bizim politika otobanına çıkma olasılığı da ortadan kalktı sayılır.
İlk kez irticai nedenlerle tank personelinden kimsenin atılmadığı YAŞ toplantılarında, sanki tankların da iman kuvvetiyle gidebileceği inancının yerleşmekte olduğu izlenimi...
Ve Yaşar Paşa’nın tankı değil de, gri Audi’yi tercih etmesi...
Ne bilelim biz...
*
Kısacası AKP İtikat Turizm ve Seyahat AŞ ile yola devam...
Her ne kadar politika otobanındaki Yargıtay Başsavcısı’nın radarına yakalanıp da, Anayasa Mahkemesi’ndeki trafik davasında "otobanda ters istikamette tehlikeli seyirden" mahkûm olsa da...
Ne yapabiliriz?
Geri geri, iyi yolculuklar...
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2008
BAŞBAKAN çocuklara balon dağıttığında öyle bir "baloooonnn" deyişleri var ki, balon ağır bir şeymiş gibi geliyor insana. Ki bu durumlarda ben her zaman uzak dururum, üzerime "baloooonnn" düşmesin sonra...
Keza "köööömüürr"de öyle.
Yarım ton kömürün ağırlığının ne kadar büyük olduğunu, bizzat Başbakan’ın valilere "Kamyonun önüne binip bizzat siz dağıtacaksınız" demesi de artırıyor. Kamyonun önünde oturmuş bir koca vali ile seyahat eden yarım ton kömür, kaymakamla seyahat eden yarım ton kömürden daha ağırdır:
"Kööömürrr..."
Ya koca gemi?...
O küçük:
"Gemicik..."
*
Bu sefer de ortada "onbir milyon dolarcık" var.
Silivri’de köylülerin, üzerine ahır bile yapamadıkları tarlacığını 3.4 milyon dolara alıyorlar ellerinden. Üç günde imar planı değişikliği yapılarak, arsacığın üzerine ne istenirse yapılabilir hale getiriyorlar.
Tarlacık oluyor arsa...
Ve üç gün sonra 14.3 milyon dolara büyük alışveriş merkezine satıyorlar, şu anda inşaat sürüyor.
Kárları ne kadar?
11 milyon dolarcık...
(.........)
Buraya kadarı Türkiye’de süregelen vurgun-yağma-hırsızlık düzeninin her zaman görülen bir versiyonudur.
Ama bunu yapan Şabancık, Başbakan Tayyip Erdoğan’cığın yardımcısı.
AKP Genel Başkan Yardımcısı...
Bu işleri 1 milyon dolar karşılığında yaptığına ilişkin elde belge var, yani rüşvet ilk kez böylesine belgeleniyor.
*
Başbakan küçümsedi bu rezaleti.
Bir şeyi görmezlikten gelip de küçümsediği zaman, yüz hatlarından anlarım ben; burnunun ucu havaya kalkıyor.
Önemsemedi...
"Hortumlarını biz kestik" diye diye insanları uyuturken, yardımcısının rüşveti belgelerle kanıtlandı. Köylünün ahır yapamadığı araziyi onların elinden alıp, rüşvet karşılığı holdinglere peşkeş çektikleri ortada.
Yoksullara kööömüür, çocuklara balooonnn vere vere üzeri örtülüyor milyon milyon dolarcıkların...
Niçin sessiz Başbakancık?..
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2008
PAÇALARI kesilmiş şalvara benzeyen bir büzmeli mayosu vardı. Arkasını dönünce fark ettim; poposunda Japon bayrağındaki gibi tepsi büyüklüğünde bir kırmızı güneş yer almıştı.
Denize var gücü ile koştu.
Su dizine kadar gelince durdu. Biraz düşündü ve öylesine ağzını havaya doğru açıp kuvvetlice bağırdı.
Arkadaşına "Niye bağırıyor?" dedim.
"Yüzme bilmiyor" dedi.
Sonra sığ yere oturup iki eliyle ördek gibi suya vurmaya başladı, yine avazı çıktığı kadar "Uuuuuuuyyyyyygggggg" dedi.
Arkadaşına sordum:
"Şimdi niye bağırıyor?.."
Arkadaşı yanıtladı:
"Su şetti de..."
*
Onun düğünde şiir patlatamayınca çekip tabancasını patlatan adam olduğunu anladım. Şimdi de denize giriyordu ve yüzme bilmediği için bağırıyordu.
Trafikten de hatırladım onu.
Denizde çıkarttığı sesi; kasedi sonuna kadar açarak, egzozu patlatarak, lastikleri öttürerek, camdan bağırarak, bir şekilde çıkartıyordu.
Bir ara kendince suyun derinlerine daldı.
Kumsaldakiler suyun üzerinde öyle duran, koca yuvarlak cismin üzerindeki Japon güneşini seyrettiler bir süre.
Bu oydu; televizyonda haberler başlayınca kanalı kapatıp, Mehmet Ali Erbil’in programına geçen adam...
Dalması bitince kafasını çıkartıp derine daldığı yere oturarak etrafa bakındı, ilgi ve takdir var mı?
Ve bağırdı...
*
Uzun uzun onu düşündüm:
O bizim insanımız...
Çok çocuklu bir ailede, babası onun elinden tutup tatile-denize götürmediği için yüzme bilmiyor.
Bağırmayı biliyor...
Yaşamın derinliklerine dalıp, serin ve keyifli sularda yüzmeyi öğrenemediği için, hayatın kıyısına oturmuş.
Aydınlıkla ilgisi yok, güneşi kıçında...
Çıkıp kuma oturdu.
Ve bağırdı.
Arkadaşına "Peki şimdi niye bağırdı?" dedim.
"Bu da öylesine yani..." dedi.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2008
ERGENEKON iddianamesinde Sabah Gazetesi’nde çalıştığı yazılı olan bizim sevgili Enis Berberoğlu’na dün sordum:<br><br>"Sen Sabah’ta çalışmışsındır..." Yemin etti:
"Bir saat bile çalışmadım..."
Olsun...
Benim asıl merak ettiğim; iddianamede yer alan, ama aslında olmayan kişilerin yarın mahkemeye nasıl gelecekleri. Ki Doğan Grubu "Veli Dural" diye bir yönetim kurulu üyesinin hiçbir zaman olmadığını açıklarken, BDDK da "Ali Vural" diye bir başkan yardımcısının bulunmadığını bildirdi.
Oysa belgelerde bu ikisi konuşuyorlardı...
Darbe silahları arasında "bir adet muşta"nın da bulunması... Ya da Şener Paşa’nın hem örgütün öldüreceği kişi, hem örgütün lideri olması da sorun değil...
*
Benim kafama asıl takılan:
Türkiye suç örgütlerinin cennetidir.
Böyle hukukun işlemediği, vurgun-yağma ve hırsızlığın işe yaradığı, devletin ise ortada olmadığı her yer gibi...
Bir cennettir burası...
Ve suç örgütleri yaptıkları kirli işleri gizlemek için kimi zaman "komünizmle mücadele", kimi zaman "ASALA’yı silme", kimi zaman "milliyetçilik", kimi zaman "devletin bekası" maskelerini kullandılar. Bu suç örgütleri hiçbir zaman enselenemediler. Maskeleri onları her zaman korudu ve kurtardı. Tam tersine çoğu kez korundular ve "kahraman" sayıldılar.
Bu sefer...
Bu sefer yine kurtuluyorlar, kurtulacaklar...
Çünkü; UFO’lardan sonra, dün de alnı-yüreği ak sevgili Kadir İnanır’ı da soktular iddianamenin içine... Gerçeklerle uydurmalar bu kadar iç içe konursa, nasıl çıkılır içinden?..
İşte benim karışan kafam; UFO’ların alakasını değil de, bizim Mustafa Balbay’ın nasıl darbe yapacağını düşünüp dururum haftalardır.
*
Küfürbazım ise bana "Ergenekoncu" diyor.
Salak...
İddianamenin içinde yer aldığım elbette doğrudur. Ama Ergenekon’un "hedefinde olan" öldürecekleri listesinde...
(Sayfa 412)
Yine olsun...
Okurlarımızdan başka kimsemiz yoktur bizim...
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2008
SUYA batınca çıkıp çıkmayacağı belli olmayan deneme filikasına, tersanedeki yüzme bilmeyen insanları doldurup, yukarıdan denize atma, aslında bir Türk geleneğidir. Tarihimiz böyle filikalarla doludur:
Kırım Harbi, Balkanlar, Kafkasya...
Yemen Harbi’nde filika batmıştır, Sakarya’da çıkmıştır.
Tarihimizin en dramatik sayfası; Sarıkamış... Bir iddiaya göre 90 bin, bir hesaba göre 45 bin ince çöl giysili askeri, kar denizine yukarıdan attıktan sonra baktılar ki battı...
Keza Kore...
*
Filikalardayız...
Bizim Hilmi Bey, otomobiline çoluk çocuğu doldurup da Antalya’ya doğru yola çıktığında, bu aynı şeydir.
Ya gider, ya gitmez...
Tümümüzün bir yere gidince evi arayıp "geldim" dememiz bu nedenledir.
Biz filikalarda yaşarız.
Eksik malzemeyle yapılmış, sakat, kaçak, yangın merdivensiz, depreme dayanıksız apartmanlarında oturanlar da, bu filika deneme işine çok şaşırdılar ve söylene söylene çok kızdılar.
Oturdukları apartman da bir filikadır aslında.
Deprem olsa?
Ya çıkar, ya çıkmaz...
*
Ekonomiden siyasete kadar...
Evde ne var ne yok satıp bankerlere para yatırarak zengin olma umutları... Bankaların görülmemiş gecelik faizlerine dalmak... Borsa oyunları, kısa yoldan zengin olma cingözlükleri...
Deneme filikalarıydı, ters döndü...
Siyasette keza; her seçimde kurtarma filikalarına doluşmaz mıyız, deneme niyetine?..
Battı battı, batmadı...
*
Bir Türk geleneğidir; yüzme bilmeden deneme filikalarına doluşup denize atılmak ve batıp batmadığına bakmak.
Plansız üremenin filikaları sayılan sokaklara salınıp büyütülür, sonra yaşam denizine yüzmeyi bilmeden atarlar çocukları.
Aşklar, evlilikler, işe girişler...
Tarihimiz, ekonomimiz, siyasetimiz, yaşamlarımız...
Filikalarımız...
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2008
ERTUĞRUL Özkök’ün Başbakan’ın hanımını da yanına alarak bir gün bir restorana gidip yan masadakilere "Sağlığınıza..." diye kadeh kaldırmasını öneren "Lütfen bir kadeh" başlıklı yazısını durmadan okuyorum. Tam gözümü ayırıyorum ki "Okudun mu?" diye bir telefon geliyor.
Başlıyorum okumaya...
(.........)
İyi fikir aslında.
Ertuğrul Özkök, içki yerine portakal suyu önerse de, bence Başbakan’ın "tesettür gettolarından" daha iyi çıkması için, içine biraz bir şey de koymalı.
Maksat memleket kurtulsun.
Düşünebiliyor musunuz; Başbakan şef garsona "yanına kavun-peynir" dedikten bir süre sonra, supaplı şişenin dibine vururken "Minareler süngümüz, camiler kışla..." şiiri yerine Neyzen’den okuyor:
"İç bade, sev güzeli
Var ise aklı şuurun..."
Ve garsonlar ona uzun uzun; solistin "Lütfen bir kadeh..." şarkısını bilmediğini, aslında öyle bir şarkının da olmadığını, zaten şarkı istediği kişinin de solist değil şef garson olduğunu anlatırlar.
*
Ama yine de kafama takılanlar var:
Birincisi:
Bu arkadaşların Meclis’e büyük çoğunlukla girdikleri gün yaptıkları ilk iş, "rakı bardağına benziyor" diye su bardaklarını değiştirmek değil miydi? Yerine dibi kalın, kovamsı su bardakları koydulardı.
(Ki ben o gün bu gündür ne zaman rakı bardağına benzeyen su bardağı görsem beni "hık..." tutar, muhterem karım "Bardağa öyle bakıp durma" diye uyarır...)
Bu zihniyette olanların Başbakanı restorana gidip kadeh kaldıracak...
Olabilir mi?..
İkincisi:
İçki yasağını getiren AKP... Televizyonlarda bardaklar buzlanma yöntemi ile örtülürken, Anadolu’da bira içilecek yer kalmadı... Ankara’dan yapamadıklarını, yerel yönetimler eliyle fazlasıyla yapıyor, bunu bilmeyen var mı?..
Üçüncüsü:
Önüne bardak koymak iyi fikir, ama onu ayık kafayla tutamadığınız da...
Dört:
"Tesettür gettoları" sardı dört bir yanı... Tepeden tırnağa kendilerine benzettiler Türkiye’yi, geçmiş olsun...
Boşuna bekleyecek Ertuğrul Özkök...
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2008
O uzak yabancı şehirde, apartmanların arasından gözüken taa uzaktaki kırmızı noktadan gözlerimizi ayırmadan öyle baktık. Oysa her renk vardır Roma’da.
Ama o kırmızı noktaya takılmıştı gözümüz.
Büyülenmiş gibi öyle kalakaldık.
Can dostum Muammer Yaşar Ağabey ile göz göze geldik bir ara, ikimizin de gözleri dolmuştu.
Neydi o?..
Uzakta bir Türk bayrağı...
*
Uzak ülkelerde o özlemi bilemezsiniz.
Bir cılız türkü sesi, garda bir çocuğun "anne" diye seslenişi, bir sokaktan geçerken insanın burnuna gelen mantı kokusu, hatta sevmediğim pala bıyık, ya da apartmanların arasından gözüken uzaktaki bir küçük kırmızı nokta....
Bayrağımız...
Her yönü bırakıp onun altına gitme duygusu sarar sizi.
Bir de biraz yaralıysanız, biraz yakılmışsa canınız, bir de uzaktaki kentlerde yalnız kalmışsanız.
Bizim yaptığımızı yaparsınız.
Bir kırmızı noktaya bakıp bakıp ağlarsınız...
*
Yanımızda savaş var, büyük güçler fareyle oynar gibi oynuyorlar hepimizle. Yorumcular savaşın er geç bir gün Türkiye’ye de sıçrama olasılığından söz ediyorlar. Kan ırmakları, kadın çığlıkları arasında, bir anda haritalar değişebiliyor.
İşte benim küfür yiye yiye anlatmak isteğim buydu; güçlü olmalı insan...
Çağdaş...
Akıllı...
Bilgili...
Donanımlı...
Yobazlık-gericilik-hurafeler-ilkellikler bizi ortaçağa sürüklememeli... Avanta-beleş-cingözlük-yağmacılık-hırsızlık-üçkáğıtçılık bize göre olmamalı...
Günlük çıkarlar aydınlık umutlarımızı yıkmamalı...
Çocuklarımızı modern okullarda okutup, kadın-erkek el ele yürümeliyiz...
Adam olmalıyız...
Başımız dik, saygın...
Yoksa...
Yoksa; güçsüz, zavallı, gelişmemiş bir ulusun yaralı insanları... İşte öyle bir kırmızı nokta ağlatır sizi...
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2008
GENELDE ilk haber şöyle:<br><br>"Başbakan kayboldu..." Peşinden gazetelere-televizyonlara vatandaşlardan "Buradan bir şey geçti, Başbakan’dı sanki" şeklinde ihbar yağmaya başlıyor.
Sonraki haber:
"Başbakan bulundu..."
O zaman aklı başında değerli okurlardan, medyaya ikinci dalga mesajlar gelmeye başlıyor:
"Size bulun diyen oldu mu?.."
(.........)
Keza Cumhurbaşkanı... Fethullahçı işadamının Moonstar isimli mega yatının denize inen merdivenini tutmuş, mavi tesettür tulumu ile suda gözüken kafanın Hayrünnisa Hanım’a ait olup olmadığı Köşk açıklamalarına konu olabildi:
"Medyada yer alan kişinin o olmadığı... Bu türlü asılsız ve gerçek dışı haberlerin....."
Ki ikinci gün, izini kaybettirmek için mega yattan süper yata geçen Cumhurbaşkanı ile ilgili ilk haber ise şöyleydi:
"Cumhurbaşkanı da kayboldu..."
*
Niçin kayboluyorlar?..
"Özel yaşam" derseniz, ramazan geldi iftar çadırına giderken medyayı özel bültenle çağırıyorlar da... Ya da daha da gizli olması gereken; bir yoksulun evine giderken medya ordusunu peşlerine takıp "Başkasının özel yaşamı" demeden poz veriyorlar da...
Tatil niye gizli?..
Bence "Devletin parası ile tatil yapıyorlar" gibi klasik ama haklı bir eleştirinin ezikliğinden daha başka bir şey bu:
Utanıyorlar...
Çünkü; Arap şeyhleri gibi tatilleri gözükürse, bu onların millete yutturdukları "vatandaş gibi", "milletin içinden", "halk çocukları" tezlerine uymuyor. Altlarında geyik derili özel uçaklar, konvoy konvoy zırhlı araçlar, Rixos otellerinde sultan daireleri, zenginlerin mega yatları, süper yatları...
Tüm bunlar "mümin yaşamına" aykırı.
Seçildikleri gün ilk iş "millet gibi, milletin içinde olalım" diyerek Meclis lojmanlarında oturmama kararı almalarına ters... Dillerindeki din-iman-maneviyat-İslami yaşam-tesettür-helal-haram sözlerine uygun değil.
Bu yüzden kayboluyorlar.
Tam "Başbakan bulundu" derken, Cumhurbaşkanı kayboluyor...
Aslında gizleniyorlar...
Yazının Devamını Oku