26 Eylül 2008
"7’nci dalga...""8’inci dalga...""9’uncu dalga..." Daha dün Ankara’daki arkadaşları arayıp sordum:
"Bir şey oldu sanki, bu 10’uncu dalga mı?.."
"Öyle normal zamanda olmaz" dediler, "Dalga vakti şafakla..."
Olsun...
Biz türkümüzü söylemeliyiz bir ağızdan:
"Dışarda deli dalgalar
Gelir duvarları yalar
Beni bu dertler oyalar
Aldırma gönül aldırma..."
*
İki dava var:
Birinci davada; gurbetteki saf insanlardan "yoksul din kardeşlerimize yardım" adına para toplayıp bavullarla Türkiye’ye getirmişler. Alman mahkemeleri bunun "Ucu Türkiye’de olan, Alman hukuk tarihinin en büyük dolandırıcılık" davası olduğunu karara bağladılar. İşin içinde Başbakan’ın adamları var.
İkinci davada; laik cumhuriyetin tehlikede olduğunu düşünen insanların (ki Anayasa Mahkemesi, iktidarın, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunu karara bağlamıştır) çeşitli zaman ve ortamlardaki tepkileri...
Birinci davada; dolandırıcılar ellerini kollarını sallayarak dolanıyorlar. Üstelik Türkiye’yi yönetiyorlar...
İkincisinde?..
*
Üzerimize geliyor dalgalar...
Henüz ortalık ağarmadan...
Genelde sabaha karşıymış vakti dalganın.
O saatlerde yumruklanan ve bir hengameden sonra kapanan kapıların arkasında kalır; korku içinde çocuklar, sehpanın üzerinde dünkü gazete-gözlük, bir ağlayan kadın...
Olsun...
Susmak yok...
Bin canımız varsa, bini de çocuklarımıza feda olsun...
Biz türkümüzü söylemeliyiz, böyle zamanlarda:
"Dışarda deli dalgalar
Gelir duvarları yalar
Beni bu dertler oyalar
Aldırma gönül aldırma..."
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2008
MERAK ettim; Başbakan "Bu gazeteleri almayın, evinize bile sokmayın" dedikten sonra tirajımız çok mu düştü?.. Önceki gün korka korka Hürriyet’in satış-pazarlama koordinatörü Ufuk Utkusoy’u arayıp usulca sordum:
"Herkes Başbakan’ı dinledi, Hürriyet almaktan vazgeçti de tirajımız da diplere kadar çok düştü mü?.."
Ufuk yanıtladı:
"Arttı..."
Artış, üç-beş promosyon getirisi kadar.
Niçin?..
*
Çünkü Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin sevilen-sayılan, toplumu etkileyip sürükleyen bir lideri değildir.
Sadece zorunlu nedenlerle "Başbakan"dır.
Yerine koyacak bir şey bulamadığı için bu koca memleket, mecburiyetten orada "Başbakan" olarak oturmaktadır.
O kadar..
Ona hayran ve onun gibi bir kesim elbette var olmasına var.
Ama onlar zaten gazete okumazlar.
Okumak-yazmak gibi bir dertleri yok onların.
Başbakan, "En az üç çocuk yapın" dediğinde "Hay hay..." diye bunu hemen yerine getirdikleri ve o hemen gece talimata uydukları olasıdır.
Ama "Bu gazeteleri okumayın" talimatı?..
Yok ki gazete-okumak-mokumak...
*
Bu kadar kir-pas, yolsuzluk, vurgun, avanta iddiasından, gökten yağan şaibeden sonra, kimse Tayyip Erdoğan’a güvenmiyor, ondan...
İnananı yok.
Beğenenleri azaldı.
Ona oy verenler dahi artık gitmesi gerektiğini açık açık söylüyorlar. Patronlar çıkarları için tanıdıkları toleransı geri aldılar. Medyada yalakaları bile umutlarını kestiler, her Allah’ın günü eleştiriyorlar ve döndüler.
Orada hálá duruyorsa, o tek şansındandır:
Yerine koyacak bir şey yok...
(.........)
Yerine koyacak bir şey çıkana kadar öyle oturacak arkadaş orada. Güven vermeyen, inandırıcı olmayan, sevilmeyen, istenmeyen, şüphe ve endişe ile bakılan...
"Bu gazeteleri okumayın, eve de sokmayın" dediğinde tirajların artması bu yüzden...
Öylesine Başbakan...
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2008
"Sayın şeyim, durumumuz kötü..."<br><br>"Sen kimsin?.." "Çiftçi..."
"Bak kardeşim, senin durumun iyi..."
"Valla iyi değil..."
"Yani iyi olmazsa iyi olur mu?.. Şurada açık açık söylüyoruz... Nerden çıkartıyorsun iyi olmadığını..."
"Durumumdan çıkartıyorum..."
"Neyi?.."
"Durumumu..."
"Eeee... Bakınız en çok büyüyen on ekonomi arasındadır Türkiye... Bir başka noktadan buraya gelinmiştir... Artık kriz korkusu var mı, yok... Vatandaşımız huzur içinde... Ama felaket tellallığı yapıp diyorlar ki durum kötü... Sen kim oluyorsun?..."
"Çiftçi..."
"Ne diyorsun?..."
"Durum kötü..."
"Bakınız kalkınma itibarıyla ileri bir seviyede bulunuyoruz. Yabancı yatırımcı koşarak geliyor... Niye?... Çünkü aradığı güven zemini ve ileriye dönük istikbal burda mevcut da onun için... Ama kafaları basmaz... Tutturmuşlar kriz... Kim diyor bunu?... Anlamayanlar diyor... Şimdi ben sorarım adama..."
"Sorun sayın..."
"Sen kimsin?..."
"Çiftçi..."
"Biz ne yaptık, hortumları kestik... Allah’ın izni ile oradan aldık buraya verdik... Sen ne diyorsun hálá orada, çirkef at izi kalsın... Ahlaksızlığın daniskasıdır bu yapılan... Soralım bakalım vatandaşımız Ahmet efendiye, Mehmet efendiye..."
"Buyrun..."
"Sen kimsin?.."
"Çiftçi..."
"Ne konuşuyorsun?..."
"Durumumuz iyi değil..."
"Taa senin durumuna... Terbiyesiz... Ben ne diyorum, sen ne diyorsun... Ahlaksız... Utanmazlığın dik alası bu kadar olur... Nankör... Makul vatandaşlara sesleniyorum..."
"Efendim..."
"Sen kimsin?.."
"Çiftçi..."
"Hastttt...."
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2008
BENCE Erbakan’ın o "Kanlı mı olacak, kansız mı?" sorusu doğru bir soruydu. Evet, kanlı oluyor.
O içerde kendini asan bilim adamları, son nefesini cezaevinde verenler, hakkındaki iddiayı dahi bilmeden hapishanelerde çürüyenler, ancak ölümcül hale gelince bir sedye ile salınanlar...
(.........)
Koğuşunda düşüp beyin kanaması geçiren Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı, emekli Orgeneral Şener Eruygur’un durumu iyi değil diyorlar.
Sadece bu son birkaç yıl içinde canından olanlara bir bakıverin.
Kanlı mı oluyor?..
Kansız mı?..
*
Konumları-durumları ne olursa olsun, inandıkları idealler uğruna direnenleri, gururları rahat bırakmaz.
Duygusallıkları onları çabuk yaralar.
Acı çekerler.
Ve çabuk ölürler.
(.........)
Öbürleri gibi kayıp trilyonu cebe atıp, sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi utanmadan toplumun karşısına çıkamazlar...
Ya da:
Öbür o arsızlar gibi inançlı insanların parasını alıp, yoksullara yardım edeceğim diye safları dolandırıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi sırıtarak ortalıkta dolanamazlar.
Ya da, ya da:
Suçlandıkları kirli dosyaları yasal dokunulmazlıkların arkasına saklayıp, bir ulusun gözünün içine baka baka gerinemezler.
(.........)
Konumları-durumları ne olursa olsun...
Yüreğinde yurt sevgisi olduğu için başı derde girenler... Kendi çıkarları için değil, ülkenin çıkarları için üzerine çullanılanlar...
Öyle arsızca gülüp geçemezler.
Endişeleri vardır.
İçlerindeki gurur yer-bitirir onları.
Ve çabuk ölürler.
*
Kaçıncı kişidir bu cezaevinden sedyeyle çıkıyor.
Bence o doğru bir soruydu.
Evet...
Kanlı oluyor...
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2008
ŞU gökkubbe altındaki tüm anneler aynı. Elinde file ile evine koşan anneyle, ağzında yiyecek kırıntısıyla yuvasına dönen serçenin, o gizemli annelik duyguları arasında hiç fark olmamalı.
Ceylanlar yalayarak yavrularının saçlarını tararlar.
Bir kedinin yavrularını yemeğe çağırırken çıkarttığı ses ile bizim annelerimizin camı açıp "Çocuklar yemek hazır..." diye sokağa seslenmeleri nasıl da benziyor.
*
Anne kangal, o gün son kez altı yavrusu ile kumsalda oynadı.
Kimi zaman Andree ile oyunlarına biz de katıldık, burnumuzu çeke çeke...
Anneye, "Sen bebeklerini sütünle büyüttün, ama onları besleyemezsin... Yazlıkçılar gittiğinde, panjurlar kapatıldığında, buralar ıssız ve sessiz olacak... Sizlere yemek veren kimse kalmayacak mahallede... Yavrularını elinden alıyoruz sanma, ama onların mutlu yaşamaları için bize ve sana ağlamak düşüyor" dedim.
Bütün anneler gibi bunu anlamadı...
(.........)
Sonunda....
Sarımsaklı’da bahçeli bir evleri olan, belki binlerce çocuğumuza fazilet dersi vermiş öğretmen Şükran Hanım ile eşi Sebahaddin Kıymetli "Leydi"yi aldılar, haftaya onu görmeye gideceğiz.
Dostlarımız Naci-Gülgün Tuncay, iki bebeği Yalova’daki çiftliklerine istediler. Komşularımız Birsel-Necati-Seda Kutlu ailesi arabaları ile götürdüler bebekleri. Sevgili Naci tekne tasarımı-yapımı ile uğraşırken, bebeklerin aletlerin sapını yiyerek ona yardım ettikleri haberleri geliyor.
İki bebeği; genç mühendis çift, Canan ile Süleyman Hacımusaoğlu gelip aldılar, Antalya-Demre’de işlettikleri Hoyran Köy Evleri’nde iki kardeş oynarken ilk görüntüleri geldi bilgisayardan.
Birisi kaldı, biraz çaresiziz.
Ayakları büyük olduğu için adını "Postal" koyduk.
Onu Ankara’ya götürüyoruz, bizim oğlumuz oldu.
Gününün bir kısmını kimsesiz ve hasta hayvanlara ayıran Veteriner Hekim Furkan Kamburoğlu annenin bakımını üstlendi.
Daha şimdiden, İstanbul’a dönen komşularımız Ali-Şükran Hoca’lardan ilk koli mama ulaştı bile anneye.
(.........)
Anne, Postal ile aşağıda oynuyor. Ben yukarıda yazımı yazarken, káinatın en anlamlı yapıtının, bu annelik duygusu olduğunu düşünüyorum.
Bir ucunda aşk, öbür ucunda gözyaşı olan annelik...
Ve anneler geçiyor gözümün önünden.
Yanaklarımı silerek selamlıyorum tüm anneleri...
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2008
KAYSERİLİ vatandaşlar, Kayseri Kalesi’nde Bizans bayrağı görünce koştular. Toplananlar, bir dizinin çekimi için temsili asılan Bizans bayrağının indirilmesini isteyip "Vatan bölünmez" dediler.
Duyan yetişti...
Dizinin yönetmeni, "Arkadaşlar dizi çekiyoruz, yani sahici Bizans değil..." bu dediyse de, kalabalık bir ağızdan bağırdı:
"Bizans defol..."
Bu Bizans tehdidi karşısında kalabalık giderek büyüdü.
Bu tek eksik vardı:
Bizans diye bir devlet yoktu.
(.........)
Olsun...
Ben de bu durumlara çok kızarım.
Yurtdışında ne zaman duvara asılı bir Türkiye haritası görsem, bir koşu gidip sağ alt köşesine bakarım:
Hatay duruyor mu?..
Bu; varlıklarımızı sahiplenemediğimiz için, her an aklımızda bulunan "Bir şeyimiz elden gidiyordur..." düşüncesinin normal refleksidir.
Vatan elden gidiyor, din elden gidiyor, bayrak elden gidiyor, laiklik elden gidiyor gibi...
*
Kayserililer "Bizans defol" dediler.
Eğer Kayserililer bunu yapmasaydı, insanlık tarihinde ilk kez olmayan bir devlet, bir yeri ele geçirecekti.
Bizans yok çünkü...
(.........)
Ama Ermenistan var.
Ve Ermenistan, Kayseri’ye kadar olan vatan parçasını ister.
Kayseri’nin yetiştirdiği ve en yoğun oyla desteklediği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen gün istem ve iddialarını asla geri almayan Ermenistan’a gidip ellerini sıktı mı?
Sıktı...
Kayserililer, "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye karşıladılar mı?..
Karşıladılar...
Peki bu olmayan Bizans’a "Bizans defol!" ne oluyor?..
(.........)
Kimi Kayserili vatandaşlar, "Hücuma geçip Bizans bayrağını oradan indirelim" dediler. Polis geldi...
Ve yönetmen, Bizans’ı katlayıp çantasına koyup gitti.
Vatan kurtuldu...
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2008
BEN size altı sene önce söylemiştim; biz Erbakan’dan kurtulduk derken, iki Erbakan’ımız oldu diye. Giderek bu kadar mı benzer insan.
Kapatın gözünüzü...
O...
Koyun Erbakan’ın ilk çalıştığında patlayan "Gümüş motor"unun karşısına bunun tek projesi virajı alamayıp devrilen hızlı trenini...
"Kanlı mı olacak, kansız mı" vecizesinin yanına getirin "minareler süngümüz"ü...
Balgat yerine Keçiören...
"Milli kalkınma hamlesi" eşittir; "Muasır medeniyet seviyesinin bile üstüne çıkma noktası" lafı...
"İnşallah yüz milyonluk vatan evladı"nın paralelidir; "En az üç çocuk"...
Şevki Yılmaz, bunun Bülent Arınç’ı...
Öbürünün Recai Kutan’ı, bunun Abdullah Gül’ü...
İlkinin Mercümek’i, bunun Deniz Feneri...
Torba altınların, kayıp trilyonların yerine koyun; Gıda Dağıtım A.Ş.’yi, sünnet altınlarını, gemicikleri...
*
Ve Başbakan olduğu günlerde, yolsuzlukları-üçkáğıtçılıkları yazan gazeteler için "montajcı basın" diyordu, 1’incisi.
Bu 2’ncisi gibi...
O zamanlar Türkiye gırtlağına kadar yolsuzluğa, çetelere, hırsızlıklara boğulmuştu da, kürsüye çıkıp gözleri havada iki tur fır fır döndükten sonra anlatıyordu yandaşlarına:
"Şu montajcı basının yaptığı şey gulu gulu dansıdır..."
(.........)
Bu da keza...
Dönüp kendi çevresinde peş peşe patlayan yolsuzluklara, soyguna, suiistimallere, avantalara bakmıyor da medyayı suçluyor.
Ben bunu daha önce görmüştüm; iddialara hiç değinmiyor, yolsuzluk-hırsızlıkları ağzına bile almıyor, dönüp kendi haline bakmıyor...
Sanki bu rezaletler hiç olmamış gibi...
Alakasız iddialar ortaya atıp medyayı suçluyor.
Bu kadar mı benzer insan.
*
Ve sonları...
Bu yolsuzluklara göz yummanın, bu ihalelerin, bu kamu bankalarından alınan paraların, bu kadar çok dosyanın er-geç hesabı sorulur.
Kim affedecek bu 2’ncisini?..
Göreceğiz...
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2008
DENİZ Feneri rezaletinin iki ucunda da göbeğini kaşıyan adam vardı.<br><br>Almanya’da; cennete gitmek için götürüp bu düzenbazlara para veren oydu... Türkiye’de ise; o düzenbazların topladıkları paranın bir kısmı ile dağıtılan makarnayı-nohudu alıp, AKP’ye oy veren... Her iki ucunda da o vardı rezaletin...
Almanya’da para vererek...
Türkiye’de nohut-mohut alarak...
İşin ortasında da işte o bildiğiniz; göbeğini kaşıyan adamı kullanıp parasal ve siyasal güç elde eden düzenbazlar...
*
Tüm sorunlarımızda olduğu gibi, Deniz Feneri rezaletinin asıl sebebidir; göbeğini kaşıyan adam.
Asla aymaz...
Asla uyanmaz...
Asla gözü görmez, kulağı duymaz, kafası çalışmaz.
Şu an dahi Alman savcıya içerlediğinin, soygunu yazan medyaya kızdığının, Alman hukuk tarihinin bu en büyük dolandırıcılık olayını (Alman yargıç Johann Müller’in dünkü açıklamasıdır) laikçilerin tezgáhladığını düşündüğünün, kendisini aptal yerine koyanlara değil bana küfrettiğinin en yakın tanığıyım.
Ve ilk seçimde yine AKP’ye oy verecektir.
Göreceksiniz...
Tüm kirli düzenlerin, yağma sistemlerinin, ahlaksız yönetimlerin, soygun ve vurgunların besleyicisidir o...
Eğer Almanya’ya tarihinin en büyük dolandırıcılık skandalını Türkler yaşattılarsa, bu ancak onun sayesinde olmuştur. Demek ki Almanların fazla göbeğini kaşıyan adamları yok.
Düzenbazlar ondan güç alırlar.
Din-iman istismarcılarına, insanların saflığından ve ahmaklığından yararlanıp iktidar olanlara o bu olanağı sağlar.
*
Kimi zaman kendi kendime, "Soyulan, aldatılan, yolunan o... Yoksullaşan da o... Senin her şeyin var... Sana ne oluyor, durup dururken küfür yiyorsun" derim.
Ama çocuklar gelir gözümün önüne.
Genelde ve çoğunlukla çocukları onlar doğurmuş olsalar bile, o çocuklar bizim çocuklarımızdır.
İşte bu sefer de böyle yaptı; Almanların ortaya çıkarttıkları Deniz Feneri rezilliği onun sayesinde bir utanç olarak düşmeyecek yakamızdan.
Odur sebep; göbeğini kaşıyan adam...
Yazının Devamını Oku