7 Aralık 2008
DANA kaçmadan önce etrafına bakar. Orada duvara dayanmış, elindeki sopa yere düşmüş, sakalı uzamış, dişleri sarı, uyuklayan birisi vardır. Dana kuyruğunu sallar...
Boynuna bağlı ipi hafif bir yoklar... Yan gözle orada uyuklayanı kontrol eder...
Ve bir anda başını yukarı doğru kaldırıp ipe asılır, ipi koparır ve çitten atlayıp koşmaya başlar...
Uyuklayan adam o an aniden bağırır:
"Dana kaçtı..."
*
Bu akşam sizin televizyonlarda seyredeceğiniz, daha sonra BBC’de AB ülkelerinin vatandaşlarına gösterilecek olan "dana kovalama", olayın başlama anıdır.
Dana kaçar...
Çünkü; köyünde, ahırında, evinde, merasında kaçma huyu olmayan dananın burada kaçmasının nedeni; o başına geleceği bilir...
Hayvanlar sezerler...
Yeni doğmuş bir kedi yavrusunu aşağı doğru itiverin, tırnakları ile yerine yapıştığını, çünkü düşeceğini anladığını göreceksiniz... Bir koyuna sopa ile yanaşın... Bir kuşa yakalamak niyetiyle sokulmaya kalkın... Bir sineğe dahi avucunuzu sallayın...
Tümü sizi anlayacaktır...
*
Dana kaçar...
Yeşil meralardan, annesinden doğduğu sıcak barakadan, sevdiği otlardan, aldığı nefesten olmak istemez...
Ama insanoğlu ilk çağlardan beri önce kendi çocuklarını, sonra başka kabilelerdeki insanları, daha sonra köleleri kesti... Şimdi de danayı keserek cennete gideceğine inanır...
Üstelik "Çocuklara göstermeyin" denilen, çocuklarından gizli bir ibadettir bu.
Dana kaçar...
Yarısı boynuna bağlı ip sallanır, duvarları atlar, bahçelere sığınmaya kalkar, otoyola çıkar, şaşkın ve çaresiz koşar... Peşindeki insanlar onu bir yere sıkıştırıp yakalarlar.
Öbür danaların, koyunların, kuzuların, hatta develerin arasında ertesi sabahı bekler...
Bilenen bıçak sesleri duyulur o sabah...
Ve ayağına inen darbelerle yere yatırıldığında, canı son kez yandığında... Gözüne gözüken bir yeşil meranın ortasında, bağlanmamış tek ayağı ile...
Dana koşar...
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2008
SEÇMEN sayısı bir anda 6 milyon artabilir mi?.. Ne bilelim biz?..
Darbe zamanlarında Atatürkçü sayısının bir anda arttığı, böyle dönemlerde dinci sayısının fazlalaştığı bilinir.
Vatandaş sabah kalkınca bir de bakabilir ki Atatürkçü oluvermiş, ya da dindar...
Kafalardaki gelgitler hadi neyse ama, hiç yoktan 6 milyon seçmenin ortaya çıkmış olması bir ilk.
*
Dünyanın en çarpıcı ve ani nüfus hareketidir bu.
Bu enteresan artış 301 milyonluk ABD’de ya da 498 milyonluk AB toplamında görülmüş değil.
Demek ki bir anda oldu...
Üstelik; Türkiye’nin genel nüfusunu 70 milyona düşürdüler; ama seçmen sayısı artıverdi...
Başbakan’ın "en az üç çocuk" önerisini ve ısrarını göz önüne alıp, doğanların tümünün seçmen olarak doğduklarını varsaysak bile 6 milyonu bulmuyor...
Son seçimlerde AKP’nin 16 milyon, CHP’nin 7.2 milyon, MHP’nin 4 milyon seçmeni bulunduğunu hesaba katarsak, yeni seçmenlerimiz Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olabilecek kadar...
Ve Çinliler duyunca geleceklerdir:
"Biz 1.3 milyar nüfusta bu kadar ani azalma yapamadık, siz nasıl artırma yapabildiniz?..."
*
Sırdır...
Bu bizim ulusal sırrımızdır, biz dahi bilmeyiz.
Türklerin en çok sordukları; ama sırrını çözemedikleri soru nedir bilir misiniz:
"Bu memleket nasıl batmıyor?.."
Her Türk bunu sorar:
"Nasıl batmıyor?.."
Çalına çalına sonu gelmeyen...
Soyula soyula tükenmeyen...
Sata sata bitmeyen ülkenin sırrı...
İşte:
Nasıl ki doğalgazdan ekmeğe kadar her şeyin fiyatı artarken enflasyon (önceki gün açıklandı) düştüyse... Nüfus azalırken de seçmen sayısı 6 milyon artıverdi...
Sırdır bu...
Akılsızlıkların, akıldan üstün oluşunun sırrı...
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2008
ERTUĞRUL Özkök kendi aile fotoğraflarındaki çarşaflıları duygusal bir yazı ile anlatıp Baykal’ın çarşaf açılımına destek verince, birçok yazar gibi ben de doğru aile albümüne koştum:<br><br>"Babaannem nerde?.." "Çoktan öldü..."
"Fotoğrafı nerde?.."
(.........)
Bu şu anlama geliyordu: Ertuğrul Özkök’ün teorisine göre; babaannem çarşaflıysa ben haksızım, Deniz Baykal haklı...
Yok eğer babaannem aile fotoğrafının en önünde mini etekle oturmuşsa, ben haklıyım demek ki.
Baktım:
Babaannem çarşaflı...
*
Ne yaptın babaanne?..
Peki bu benim; kara çarşafı oy kapma malzemesi olarak kullanmalarını hoş karşılamamı gerektirir mi nur yüzlüm?..
Dünya uygarlaşırken, siyasetçilerin, gazetecilerin, aydınların toplumu çağdaşlığa özendirmeleri gerekirken... Bu kara çarşaflı şovlar doğru mudur?..
Siyasetçi olsun, gazeteci olsun; toplumu pozitif yönde sürüklemesi gerekenler, çağdışı geleneklerin peşine takılıp gitmeli midir meleğim?..
*
Dahası; aile fotoğraflarına baktım, öğretmen kardeşim Emine dışında iki bacımın başı örtülü, annemin başı örtülü, Atiye ablamın hem başı örtülü, hem hacı...
Onlar benim canım...
Onların dualarının, belalı başımın üzerinde dolanıp durduğunu bilirim ben...
Bu kara çarşafı onaylamamı mı gerektirir?..
O zaman blucinli torunların, torunlarının cıvıl cıvıl torunları, beni affederler mi babaannem?..
Bak bir türkü var gramofonda:
"Bekle kar altında kalan buğday tanesi
Yine onun suları ile yeşereceksin
Gözyaşları çare değil ağlama büyü
Başını dik tutabilirsen boy vereceksin..."
(.........)
Bizler böyle olmalıyız işte.
Başımızı dik tutabilirsek...
Başımızı dik tutabilirsek boy vereceğiz babaanne...
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2008
ANLADIĞIM kadarıyla Ce Ha Pes, çarşaf açılımından sonra yeni bir açılıma adım attı:<br><br>Şalvar açılımı... Deniz Baykal’ın Alanyalıların kara şalvar giydiklerini fark edip "O şalvar çok güzeldir, rahattır..." demesi, sosyal demokrasinin evrensel değerleri ile birleştiğinde, kim tutar Ce Ha Pes’i...
O zaman sıra geldi:
Paçalı dona...
Bu muhtemel açılım, her ne kadar yanlış anlaşılmalara ve tehlikeli görüntülere neden olabilirse de denenebilir:
"Beyefendi bu ne?..."
"Açılım..."
*
Baykal’ın Atatürk dönemini hatırlatarak "Kılık kıyafeti uygun olmayanlar bulvarda yürüyemiyordu" sözleri ise sadece dinci medyayı mutlu etti.
Bu onların teziydi, şimdi en bulunmaz ağız doğruladı.
Oysa Atatürk’ün halk arasındaki fotoğraflarına bir baksaydı, onun çevresindeki insanların kıyafetinden rahatsız olmadığını, tam tersine onlarla birlikte olmaktan keyif aldığını, resim çektirdiğini bilirdi.
Ayrıca; yeni ve çağdaş bir ulus yaratmak isteyen o büyük devrimcinin kimi özendirici girişimlerini, 80 yıl sonra kara çarşafa Mustafa Kemal’in partisinin rozetini takan birisinin değerlendirmesi, olsa olsa ancak böyle olur...
*
Neyse...
Hiçbirimizin halkın kılık-kıyafetine itiraz ettiği yok.
İtirazımız AKP’lileşmeye...
Oysa sosyal demokratlık çalışmakla olur... Projelerle, planlarla, tasarılarla, yaratıcılıkla, emekle olur... Böyle dönemlerde gündüzler yetmez, geceleri gündüze katmakla olur...
Çalışkan insanların işidir sosyal demokratlık...
Mahallelerde, kahvehanelerde, sokaklarda, evlerde... Üniversitede gençlerin, mutfaklarda kadınların, tarlada çiftçinin, tezgáhta esnafın yanında olmakla olur...
Görmüyor musunuz; cumhuriyetimizi başımıza yıkmak istiyorlar...
Meydanlarda çığlık atmak ister, yürek ister sosyal demokratlık...
O uygarlıktır...
Sosyal demokratlık, toplumun önüne düşüp onu çağdaşlığa taşımaktır... Kara çarşafa rozet takarak sosyal demokratlık olmaz...
Olursa...
Böyle olur.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2008
BİR tek gün olsun başını kaşımazsın.<br><br>"Düşünmek" sana göre değil. (........)
Diyelim ki paran varsa; bak Deniz Feneri hálá sıkılmadan-utanmadan ilan verip kurban derilerini istiyor, sana güvenerek...
Çünkü "tepki" sende yok...
Paran yoksa; kapına bırakılan yeşil kömür çuvalına sevindirik gülücüklerle bakarken, bir an olsun "Ben neden 500 kilo kömüre muhtacım?" diye geçmedi aklından...
"Sorgulamak" da sende yok...
*
Geçen gün televizyonda gördüm; bedava dağıtılan bir koliyi almak için binlerce insan toplanmıştı meydana.
Ana-baba günü...
Bağırıyorlar, yumruk sallıyorlar, ortalığı yıkıyorlardı. Üstelik muhabir sorduğunda anlaşıldı ki, çoğu kolinin içinde ne olduğunu dahi bilmeden...
Ama hak arama mitinglerinde her zaman meydanlar boş...
İşte bu senin düzenin...
Bu kötü yönetimlere, bu yoksulluğa, bu vurguna-soyguna, bu bataklığa aydın-bilinçli insanlar tepki gösterip koştuklarında, sen ortalıkta yoksun...
Sende "yürek" yok...
*
İşte; din-iman tüccarları Türkiye’yi yönetiyorlar, kendi aileleri, oğulları, damatları kırk kez köşeyi döndüler... Ama on binlerce namuslu esnaf-işadamı battı, gençlerimiz işsiz kaldı...
Ama AKP’nin oyları arttı...
Deniz Baykal dahi yolunu şaşırdı; kara çarşaflılara rozet takıyor, sırf sana ulaşabilmek için...
Bu kötü kentler, bu pis yapılaşma, bu zevksizlik, bu görgüsüzlükler senin eserin aslında...
Televizyonlardaki o sulu-kalitesiz programlar senin için...
Dünyanın en güzel coğrafyasında ormanlar-göller-yaylalar dahi tükendi, sana tarla olarak peşkeş çekip oy ala ala...
Bu çocuklarımızın, gençlerimizin umutsuzluğu senin yüzünden...
Cennetin ortasında bu mağduriyet, bu sefalet, bu acz, bu eziklik, bu kadercilik senin eserin...
Asla bilmezsin...
Asla görmezsin...
Bence göbeğini kaşıdığın yeter...
Artık başını kaşımalısın...
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2008
DÜNYAYI sarsan ekonomik kriz karşısında herkes Başbakan’ın paketini merak ediyor. Başbakan’ın aynı zamanda büyük bir ekonomist olduğunu elbette bilirsiniz. Ki bu nedenle "Bizi etkilemez" diyerek, krizin neremizden geçeceğini de açıklamıştı:
"Teğet geçecek..."
Daha da beteri; Başbakan "krizi fırsata çevirme" gibi bir teori de ortaya atmıştı ki, dış ticaretten sorumlu Kürşad Tüzmen’in uykudan bir gözü küçük olarak uyanması o günlere denk gelir.
Ne zaman ki ihracat sektörü olsun, otomotiv sektörü olsun, tekstil sektörü olsun fabrikalara kilit vurmaya başladıklarında ve esnaf kepenkleri indirmeye koyulduğunda, Başbakan krizin neremizden geçtiği konusunda yeni bir değerlendirme yapıp "Bizi elbette ki etkiler" dedi.
Önceki gün itibarıyla da en önemli tespitini yaptı:
"Kriz tepe noktaya ulaşmış, inişe geçmiştir..."
*
Her gün on bin aileye ateş düşüyor. Çünkü her gün ortalama on bin kişi işsiz kalıyor.
Gazetelerin üçüncü sayfalarındaki intihar, cinnet, aile faciası haberlerinin içinde artık hep şu cümle yer almakta:
"İşten çıkarılmıştı..."
Orta gelirliler çocuklarını paralı okullardan almaya başladılar.
Çalışanlar işsiz kalırken, iş aramakta olan üniversite mezunu gençler bundan vazgeçtiler.
Değil dükkánlar, çarşılar kapanıyor...
Eskilerin satıldığı bitpazarlarına, yeni evlilerin mobilyaları, yatak odaları gelmeye başladı.
Bir yangın yeri ki...
Sormayın...
*
İşte Başbakan’ın paketi burada söz konusu.
"Krizi fırsata çevirme" adına; yurtdışındaki ya da evdeki gizli dolaplarında sakladıkları kara paralarını "aklama yasası" çıkartarak fırsatı değerlendirmek dışında hiçbir şey yapmadılar.
Devlet adamlarının; çapı, donanımı, yeteneği, zekásı böyle zamanlarda belli olur.
Böyle zamanlarda millet paketlerini görmek ister.
Şimdi göreceğiz...
Bakalım...
Paketleri nasıl?..
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2008
SEVGİLİ Zeynep Göğüş; dünkü köşende "Bekir Coşkun’a mektup" başlıklı yazını, tüm yazıların gibi özenle okudum. Bir fark vardı; her zaman yazın bittiğinde "Bu kız harika" derken, bu sefer şöyle dedim:<br><br>"Bu insanoğlu hasta..." İsviçre’de misafir gittiğin evde, kedi yavrularını su kovasında öldürmüş olduklarını görüp kapıldığın dehşeti, aynı dehşetle okudum.
Diyorsun ki:
"Kadınına ve hayvanına kötü davranan tek yer burası değil. Oraları cennet, buraları cehennem değil... Kendimize bu kadar haksızlık yapmayalım ve siz bu kadar üzülmeyesiniz istiyorum..."
*
Haklısın....
Ben iyi insanların ve kötü insanların yeryüzünün her yerine eşit dağıtıldığını düşünürüm.
Kimi yerlerde yasalarla, eğitimle, öğretilerle kötü insanlar engellenir, kimi yerlerde engellenmez.
O kadar...
*
Bilirsin; benim Batılılarla akrabalığım var.
Her evde mutlaka insan dışı bir canlının olduğunu, onun evin ferdi sayıldığını yıllardır izlerim.
Üstelik daha tanıştığımız ilk günlerde, küçük köpeğini kurtarmak için hayatını veren, kızının düğününü göremeyen bir baba ve kızı ile başlayan akrabalıktır bu.
Öte yandan dönüp baktığımda; benim ülkemdeki insanların yüreğindeki sevgi-merhamet de eksik değil.
Haklısın...
Geçen haftaki "bilezik" yazım bunu anlatıyordu; yurdun dört bir yanından yağan destek-yardım mesajlarıyla nasıl bir sevgi şöleni yaşadık bilemezsin.
İspanya’nın arenalarında şişlenen boğalara, Alaska’da kürkü bozulmasın diye diri diri derisi yüzülen fok yavrularına, elçiliklerin kapısına dayanıp tepki gösteren Türk hayvanseverler, bir ilki yapıyorlardı aslında:
Merhamet ihracını...
Sorun da bu; iyi insanlar gibi, kötü insanların da yeryüzünün her yerinde oluşları...
Ve işimiz zor Zeynep...
Bizde bu göz pınarları oldukça... Koca yeryüzünde bir avuç içi kadar yer vermediğimiz küçük kedi yavruları dolanır köşelerimizdeki harflerin arasında...
Böyle karşılıklı ağlaşırız...
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2008
BEN bu kadar yeteneklisini hiç görmedim: Televizyoncu, gazeteci, diplomat, polis, MİT’çi, MOSSAD, Fethullahçı, CIA ajanı, eşcinsel, dolandırıcı.
Bu kadar çok işi bir arada nasıl yapabiliyor?..
Lise 1’den terk, ama peş peşe üç büyük gazetede çalışabilmiş. Ergenekon davasının kilit ismi...
Ama kendisi burada değil.
Kanada’da bu sefer haham.
Dahası Ergenekon davasının kilit ismi ama, benim adım dahi 14 yerde geçtiği halde onun adı iddianamede hiç geçmiyor.
Enteresan bir arkadaş.
MİT bile sıra ona gelince bir tuhaf oluveriyor; onun, elemanları olmadığını açıkladılar... Ama aynı açıklamada bu değerli vatan evladına hangi kod adını verdikleri vardı:
"İpek..."
Demek ki kod orada...
Kendisi yok...
*
Ben televizyonda gördüm; anlında küçük kutsal kitap asılı, saçları ensesinde lüleli:
"Şimdi ne oldu?.."
"Haham..."
İnsana sanki Love Story’yi söyleyecekmiş gibi geliyor, ama o "Ergenekon’un sırlarını" anlatmaya başlıyor.
Ve Türkiye’de yer yerinden oynuyor...
*
Bizler devletin bir kısmını görürüz; parlamentosunu, mahkemelerini, hastanelerini, karayollarını, DSİ’sini, belediyelerini, binalarını, arabalarını...
Devletin bir kısmını göremeyiz; istihbaratını, savunma sistemlerini, gizli teşkilatlarını...
Genelde devletin gözükmeyen yanının düzgün olduğunu sanırız.
İşte bu haham arkadaş bize çok önemli bir şey öğretti:
Devletin görmediğimiz yanının da ne halde olduğunu...
Gözükenlerden bin beter...
Ve bizim haham yüzünden Türkiye’nin yarısı hapiste, iyi mi?.. Generaller, profesörler, yazarlar, hukukçular...
(.......)
Böyle devlet olur mu?...
Demek ki oluyor...
Yazının Devamını Oku