Barış insanlığın başta açlık, sağlık, eğitim vb. olmak üzere birçok sorununun çözümü için en acil zorunluluk. Müzik ise kültürler, dinler, ülkeler arasında siyasi olmayan köprüler kurarak barış, adalet, özgürlük gibi fikirleri en iyi ifade edebilme ve kitlelere ulaştırma yolu. Müziğin sınırları yok... Mucizeler yaratabiliyor...
Barış İçin Müzik girişimi, barışın zorunluluğuna ve müziğin gücüne olan inançtan yola çıkan Mimar Mehmet Selim Baki tarafından 2005 yılında başlatıldı. Mehmet Selim Baki, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ nin temel insan haklarından birini vurgulayan ancak unutulan 27. maddesinin önemini hatırlatmayı görev edinmişti. Söz konusu maddede, “Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir.” deniliyordu.
Bu temel ilke, ne yazık ki, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de göz ardı ediliyordu. Mehmet Selim Baki, “müzik eğitimi” konusunda küçük bir adım atabileceğini düşledi. Çevreden herhangi bir yardım beklemeden, sponsor arayışına girişmeden kendi sınırlı bütçesiyle hayalini gerçekleştirmek için çalışmaya başladı. Öncelikle müzik eğitimi alma olanağı bulamayan çocuklara ulaşmalıydı…
Müzik eğitiminin yaygınlaşmasının evrensel barışa katkısı yadsınamazdı. “Barış İçin Müzik” ismi işte bu görüşten doğdu. Adını bulan girişim, ilk çalışmalarına Fatih’ te Ulubatlı Hasan İlkokulu’ nda başladı. Okulun müdürü, öğrencilerin gelişimini samimiyetle isteyen açık fikirli bir insandı. Bu benzersiz girişimi sonuna kadar destekledi. Ve okulun depo olarak kullanılan bodrum katı kısa sürede bir müzik okuluna dönüştürüldü.
Amaç yetenek sınavlarıyla hiçbir çocuğu elememekti. Rekabetçi olmayan, birlikte öğrenmeyi esas alan, ayrımcılık yapmayan, sürdürülebilir, ücretsiz, kaliteli, çok sesli müzik eğitimi yapılmak isteniyordu. Kendi kendini geliştiren ve besleyen bir sistem kurulmalıydı. Burada eğitim gören çocuklar ileride müzik eğitmeni olabilirler, öğrendiklerini yeni katılanlara aktarabilirlerdi. “Barış İçin Müzik” in önünde heyecanlı ama zor bir yol vardı…
Mehmet Selim Baki’ nin eşi Dr. Yeliz Baki de üniversitedeki görevinden ayrılarak zamanının tamamını bu çalışmalara ayırdı. Tüm olanaklar seferber edilerek geç saatlere kadar emek verildi. Yetenek seçmesinin yapılmadığı, istekli olan her çocuğun katılabildiği, devam etmek isteyenin kaldığı, gönüllülük esasına dayalı bir eğitim modeli denemek istiyorlardı. Çocuğa inisiyatif veren bir sistem kurulmalı, müzik konusunda temel bilgileri alan çocukların öğretmenler moderatörlüğünde kendi kendilerini eğitmelerine olanak tanınmalıydı.
Öncelikle çok sesli eğitime olanak veren, eve götürülüp okula getirilebilen bir enstrüman seçilmesi gerekiyordu. Ve neticede akordeonla başlanmasına karar verildi. Zaman geçtikçe çok doğru seçimler yapıldığı ortaya çıktı. Daha önce hiçbir müzik aletiyle karşılaşmamış çocuklar kısa sürede müzik eğitimini benimsemişler, çok sesli müziğin temel bilgilerini “not” kaygısı olmadan sadece müzik sevgisiyle öğrenmeye başlamışlardı. Akordeonları istedikleri zaman evlerine götürebiliyor, çalışmalarına oradan da devam edebiliyorlardı. Enstrüman çalmayı hızla öğreniyor, notaları kolaylıkla okuyup tuşlara aktarabiliyorlardı.
İşin en heyecanlı yanı, çocukların okulun bodrum katına indiklerinde farklı bir eğitimle karşılaştıklarının bilincinde olmalarıydı. Bodrum kat sadece bir eğitim kurumu değil kendilerine ait bir yaşam alanı, bir özgürlük vahasıydı. Orada enstrüman çalmanın ya da müzik öğrenmenin getirdiği, alışık olmadıkları ama sevdikleri bir disiplin vardı. Pür dikkat solfej derslerini dinliyor, kimse onları zorlamadığı halde saatlerce akordeon çalışıyorlardı. Müzik çocukların arasındaki sosyal ilişkileri de zenginleştirmiş, onlara bireysel olarak gelişme olanağı tanımıştı. Hepsi birer müzisyen adayı olan çocuklar birbirlerine saygıyla davranıyor, bir parçayı birlikte çalmanın gururunu paylaşıyorlardı.
Hepimizin bildiği gibi engelli bireyler istihdam, eğitim, sağlık gibi temel konularda ciddi hak ihlâlleri ile karşı karşıya kalıyorlar. Mal ve hizmetlerin, çevrenin, bilgi ve teknolojinin kolaylıkla erişilebilir olmaması hem sorun yaratıyor hem de yaşanan sorunları ve hak ihlâllerini ağırlaştırıyor.
Tüketici hakları konusu da engellilerin önemli hak ihlâlleri yaşadıkları bir alan. Tüketici; ‘iktisadi mal ve hizmetleri belirli bir bedel karşılığında satın alarak kullanan kişi’ olarak tanımlanıyor. Tüketici tarafından tüketilen nesneler daha ziyade maddi şeyler olarak algılanmakla birlikte aslında maddi olmayan kültür, eğlence, spor, paylaşılan bilgi, mal ve hizmetlerin tüketiciye ulaşma şekli ve süreçlerinin hepsi tüketim öğeleri. Bu tanıma göre de gündelik yaşamımızın bütün faaliyetleri tüketici haklarını ilgilendiriyor.
Engellilerin tüketici hakları dediğimizde ilk sıraya yazılması gereken hak, ‘engellilerin ihtiyaç duydukları mal ve hizmetlere herkesle beraber ulaşma hakkına sahip olmaları’. Bu hakkı takip eden diğer bir hak ise çevrenin, mekânların, bilgi ve teknolojinin engelliler için erişilebilir kılınması. Gündelik hayatımızın engellileri de gözeterek erişilebilir şekilde planlanması, engellilerin toplumsal yaşama katılabilmesi için şart. Bu şart aynı zamanda engelliler için bir tüketici hakkı.
Engellilerin tüketici hakları konusu engelli olmayanların haklarını da kapsamakla beraber, engellilere özgülenmiş politikalar ve uygulamalar gerektiriyor. Örneğin; tekerlekli sandalye ile hareket eden bir engelli oturduğu sandalyeden raflardaki bütün ürünlere erişebilmeli veya görme engelli bir birey istediği bir ürünün marketin hangi bölümünde kaç liraya satıldığı ve ürünün markasını, içeriğini başkalarından destek almadan bilebilmeli. Diğer bir örnek de Çölyak hastaları. Bu bireylerin de tüm restoran ve kafelerde glütensiz ürünlere ulaşabilme hakları olmalı.
Bunların tümü engelliler için yaşamsal önemi olan haklar. Bu öneme karşın, 5378 sayılı Engelliler Kanunu’ nda engellilerin tüketici hakları konusunda yeterli bir düzenleme bulunmuyor. 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Kanunu’ nda ise yalnızca ‘ticari reklamların engellileri rencide edici olamayacağı’ şeklinde bir düzenleme mevcut.
Engelliler Konfederasyonu ve Tüketici Hakları Derneği ile Bulgaristan'dan Bulgar Ulusal Aktif Tüketiciler Derneği ve Bulgaristan Görme Engelliler Spor Federasyonu arasında kurulan iş birliği ağı ile engellilere özgülenmiş tüketici hakları politikaları oluşturuluyor. Avrupa Birliği’nin desteği ve Merkezi Finans ve İhale Birimi Başkanlığı’ nın koordinatörlüğünde gerçekleştirilen ‘Engellilerin Tüketici Hakları Çalışması’, gerek mevzuatta gerekse uygulamalarda var olan boşluğun ortadan kaldırılması için bir başlangıç olarak hayata geçiriliyor. Ağın önümüzdeki günlerde Türkiye’den ve Avrupa’dan engelli ve tüketici hakları alanında çalışan diğer sivil toplum örgütlerinin katılımıyla güçlendirilmesi hedefleniyor.
Proje kapsamında kurulacak ağ, sivil toplum örgütleri arasında bilgi alışverişine ve iyi uygulamaların yaygınlaşmasına yol açacak. Böylece hem Türkiye’de hem de diğer Avrupa ülkelerinde engellilerin tüketici hakları konusunda yeni politika ve uygulamaların oluşturulması sağlanacak.
Engellilere diğer bireylerle eşit tüketici hakları sağlanması amacıyla oluşturulan bu uluslararası iş birliğinin istenen ve beklenen sonucu doğurmasını diliyorum.
9 Eylül Üniversitesi; sağlıktan ekonomiye, sanattan mühendisliğe geniş bir yelpazede yetiştirdiği ve yetiştireceği beyin gücünü ülkemize kazandırarak toplumsal kalkınmaya katkıda bulunmayı amaç edinmiş eğitim kurumlarımızdan biri.
9 Eylül Gönüllüler Topluluğu ise; yetersiz olan gönüllülük bilincini uyandırmak, gönüllülük temelli toplumsal farkındalık yaratmak amacıyla 9 Eylül Üniversitesi bünyesinde kurulmuş olan bir öğrenci topluluğu. Topluluğun üyeleri, başta engelliler olmak üzere, ihtiyaç duyulan her alanda gönüllülük faaliyetleri yapmayı hedefliyorlar. Gönüllüler; ‘Kıvılcım’, ‘Kültür-Sanat’, ‘Gökkuşağı’, ‘Kitap’ ve ‘Doğa’ olarak adlandırdıkları projeler ile hayallerini gerçeğe dönüştürmek için çalışıyorlar.
Topluluğun çıkış projesi olan ‘Kıvılcım Projesi ’nin ilk adımı, 2013 yılı nisan ayında, görme engelli bir bireyin topluluk kurucularından birine sorulan ‘Bana kitap okur musun?’ sorusu ile atılmış. Bu soru gençlere eğitim hayatında yeterli desteği alamayan birçok öğrencinin var olduğunu hatırlatmış ve onları yardım etmek amacıyla neler yapılabileceklerini düşünmeye yöneltmiş.
‘Kıvılcım Projesi’ ile amaçlanan; maddi durumu yetersiz olan ailelerin çocuklarına, engelli ailelerin çocuklarına, özel durumu olan çocuklara derslerinde yardımcı olmak, çocukların geleceğe umutla ve farklı bakış açılarıyla bakmalarını sağlamak, hayallerini süslemek. Küçük bir çocuğun gülüşünde mutluluğu yakalamak adına bir araya gelerek hem gülümseyip hem gülümsetmek…
‘Kültür-Sanat Projesi’ kapsamında ise Gönüllüler, kültürü ve sanatı bir araya getirerek düzenledikleri etkinlikler çerçevesinde tüm yaş gruplarına ulaşmaya çalışıyorlar. Bu doğrultuda bazen hiç müzeye gitmemiş olan çocukları müzeye götürüyorlar; bazen de ülkemizin geleceği olan gençlerin farkındalıklarını arttırmak üzere birbirinden değerli isimleri üniversitelerinde ağırlıyorlar. Tüm yaş gruplarına ulaşarak, özellikle çocukların yüzünde bir tebessüm oluşturup, kültür ve sanat bilincini yaygınlaştırmayı hedefliyorlar.
‘Gökkuşağı Projesi’ nin amacı günümüzde toplum tarafından ötekileştirilmiş bireylerin yanında olmak ve onların eksik kalmış yanlarını tamamlayabilmek; çalışmak zorunda kalmış, maddi durumu yetersiz çocuklara hayatın zorluklarını biraz olsun unutturabilmek. Yaşamın zorlu karmaşasını bir kenara bırakmış yaşlı amca ve teyzelerine yalnız olmadıklarını hissettirebilmek ve onların hayata dair tecrübelerinden bir nebze de olsa yararlanabilmek. Down sendromu veya otizme sahip bireyleri topluma kazandırmak ve farklılıkların dostluğa engel olmadığını, bu farklılıkların sevgiyi daha da güçlendirebileceğini göstermek. Doğuştan veya sonradan bedensel yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybeden kişilerle empati kurarak onların hayatta karşılaştıkları engelleri ortadan kaldırmaya çalışmak.
‘Kitap Projesi’ ile de toplumun farklı hobilere yönelerek unuttuğu kitap okuma zevkinin ‘Ağaç yaş iken eğilir’ düşüncesi ile miniklere aşılanması, kitap okumanın verdiği huzurun hatırlatılması, kitapların sevdirilmesi, bilginin paylaşılarak çoğaltılması ve topluca kitap okuma aktivitelerinin düzenlenmesi amaçlanıyor.
‘Doğa Projesi’ 9 Eylül Gönüllüler Topluluğu’ nun yeşil projesi. Bu projenin amacı doğa ile kaynaşmak, kurak topraklara can verip yeşertmek, soğuk havalarda sokak hayvanlarının mama ve barınak ihtiyacını karşılamak, barınaktaki hayvanları ziyaret etmek, doğanın her alanında var olmak ve ulaşabildikleri her insanı bu konuda bilinçlendirmeye çalışmak.
Her yıl 10-16 Mayıs tarihleri, Birleşmiş Milletler’e üye 156 ülkede, Engelliler Haftası olarak anılıyor. Hafta boyunca, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de engelli hakları ile ilgili konularda farkındalık yaratmak üzere çeşitli etkinlikler düzenleniyor.
Halk arasında felç ya da beyin felci olarak bilinen ‘inme’, Türkiye’de kalıcı engellilik nedenleri arasında birinci sırada yer alıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımıyla ise inme; damarsal neden dışında görünürde başka bir sebep olmadan ani gelişen, bölgesel veya beyni ilgilendiren işlev bozukluğu. Vücut fonksiyonlarında kalıcı hasarlara neden olabildiği gibi ölümle de sonuçlanabiliyor. İnme dünya genelinde kalp hastalığı ve kanserden sonra üçüncü sıradaki en sık karşılaşılan ölüm nedeni.
Avrupa İnme Birliği raporunda her yıl inme geçiren 780 bin yeni tanıya dikkat çekiliyor. Bu sayının 2036 yılında 4 milyon 630 bin civarında olacağı öngörülüyor. Oysa ki inme zamanında müdahale ile hem önlenebilir hem de yenilebilir bir hastalık. Dünya genelinde
10 Mayıs tarihi itibariyle tüm mayıs ayı inmeden korunma yollarının ve tedavisi hakkında yapmamız gerekenlerin etkin olarak duyurulduğu bir dönem. Ülkemizde bu bilinçlendirme çalışmaları Türk Beyin Damar Hastalıkları Derneği (TBDHD) tarafından dünya ile eş zamanlı olarak sürdürülüyor. TBDHD ülkemizde inme üzerine çalışan çok önemli bir akademik otorite. Dernek 1994 yılından beri inme alanında faaliyet gösteriyor. Dünya İnme Organizasyonu (World Stroke Organization-WSO), Avrupa İnme Organizasyonu (European Stroke Organization-ESO) ve Avrupa İnme Birliği (Stroke Alliance for Europe-SAFE) üyesi olan sivil toplum kuruluşu, çalışmalarını büyük bir sorumlulukla gerçekleştiriyor.
Bu yıl ülkemizde yürütülen farkındalık çalışmaları pandemi koşulları dikkate alınarak düzenlenmiş ve yoğunluklu olarak sosyal medya bilgilendirmeleri ve basın desteği ile sağlanması planlanmış durumda. Bu sene, önceki yıllardan farklı olarak, yapılacak etkinlikler içerisine bir kısa film yarışması ilave edilmiş bulunuyor.
‘Farkında mısınız?’ kısa film yarışması, toplum sağlığını ilgilendiren inme gibi çok önemli bir konunun sinema sanatı aracılığı ile ele alınarak aktarılmasını desteklemek amacıyla gerçekleştiriliyor. Yarışmada kazanan filmler birincilik, ikincilik ve üçüncülük dışında ‘ben seçtim’ halk beğenisiyle de ödüllendirilecek. Böylece hedef kitlenin yalnızca izleyici olarak kalmaması, bizzat sürecin yöneticisi ve karar vericisi olması sağlanmış olacak. Bu sayede hem filmi çeken hem de izleyenlerin ‘inme’ ve ‘inme anında yapılması gerekenler’ hakkında doğru bilgi ve bilinç düzeyine ulaşmaları hedefleniyor.
Söz konusu yarışmanın jüri üyeleri TBDHD Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Özcan Özdemir, Yönetmen Çağrı Vila Lostuvalı, Oyuncu Merve Dizdar, Oyuncu Oktay Kaynarca, Öğretim Üyesi Doç. Dr. Serhat Serter ve Gazeteci Şebnem Bursalı. Yarışma, Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yaşayan 18 yaş üstü herkesin katılımına açık. Yarışma ile ilgili tüm detaylara (www.farkindamisinizkisafilm.com) adresinden ulaşılabiliyor. Son başvuru tarihi 10 Eylül 2021. Yarışmanın birincisi 9.000 TL, ikincisi, 4.500 TL, üçüncüsü ise 3.500 TL ile ödüllendirilecek. Halk oylaması sonucunda kazananın ödülü ise GoPro Aksiyon Kamerası olacak.
Ben sevgili eşimin ablasını inme nedeni ile kaybettim. Onu tanıdığımda 16 yaşındaydım. Zaman içinde sanki eşimin değil de benim ablam olmuştu. Son derece akıllı, çok okuyan ve derin düşünen bir kadındı. Geçirdiği ilk inmeyi atlatmayı başardı. Ama ikinci inmede onu kurtarmamız mümkün olmadı.
Merhabalar sevgili okurlar...
Son birkaç gündür atama bekleyen engelli öğretmen adaylarından yüzlerce mektup aldım. Gençler daha önce şubat ve haziran ayında iki atama verildiğini, ancak bu yıl haziran ayında gerçekleşmesi gereken ikinci atamanın yapılmayacağını öğrendiklerini ve çok büyük hayal kırıklığı yaşadıklarını ifade ediyorlardı.
Kendileri için ayrılan 500 kontenjanın yetersiz olduğunu düşünen 2511 engelli öğretmen adayı hala ümitlerini kaybetmiş değil. Çaresizlikleri onları bu durumu değiştirmek için daha güçlü çabalamaya devam etmeye yöneltiyor. Benden de kendilerinin sesi olmamı, onların çığlıklarını duyurmamı istediler. Konu hakkında doğru bilgi alabilmek amacıyla Millî Eğitim Bakanlığı’nın ilgili birimini aradım ve gerçekten de haziran ayı için öğretmen ataması konusunda herhangi bir çalışmaları olmadığını öğrendim.
Onların mektupları, bir anne olarak, beni çok etkiledi. Zira anneler evlatlarının üzüntülerini katlanarak yaşıyorlar. Hele bir de çocukları engelli olursa, acıları büyük bir dağ oluyor içlerinde. Yüzlerini güldürmek istiyorlar çocuklarının, ama bu kez bunu başarabilmek ne yazık ki mümkün değil onlar için.
Önümüzdeki pazar Anneler Günü. Hepimizin bildiği gibi sevginin en güzeli ve değerlisi olan anne sevgisi başka hiçbir sevgiyle karşılaştırılamaz. Annelerimiz bizi dünyadaki tüm kötülüklerden canları pahasına korurlar, hatalarımızı affederler. Kelimelerle anlatılamayan fedakârlık ve karşılıksız sevginin karşılığıdır ‘anne’.
Ben de bir anneyim. Kendi annesini oldukça erken kaybetmiş bir anne... Belki de bu yüzden kendi annemle yaşayamadığım ne varsa hepsini kızımla birlikte gerçekleştirmeye çalıştım. Onunla güldüm, onunla ağladım. Gözündeki bir damla yaş beni tarifsiz acılara boğdu. Başarıları ise gururlandırdı ve mutlandırdı.
Anneler günü ile ilgili ilk resmi kutlama önerisi Amerika’da 1872 yılında Julia Ward Howe tarafından barışa adanan bir gün olarak tasarlandı. Ve Boston’da bir yürüyüş düzenlenerek kutlandı.1907 yılında Philadelphia’da Anna Jarvis annesinin ölüm yıldönümü olan mayıs ayının ikinci pazarının ‘Anneler Günü’ olarak anılması için bir kampanya başlattı. İlk etapta böyle bir uygulamanın anayasada yeri yoktur denilerek hukuksal olarak engellenmeye çalışılsa da Anna’nın mücadelesi başarıyla sonuçlandı. Bir sene sonra Philadelphia’da gerçekleştirilen Anneler Günü Anna Jarvis’in izleyenleri tarafından büyük kitlelere ulaştırıldı. 1911 yılına gelindiğinde hemen hemen her ülkede Anneler Günü kutlanıyordu. 1914 yılında ABD Başkanı Wilson resmi bir açıklamayla mayıs ayının ikinci pazarının ‘Anneler Günü’ olarak anılacağını duyurdu. Türkiye’de de Türk Kadınlar Birliğinin girişimleriyle 5 Mayıs 1955 tarihinde mayıs ayının ikinci pazar gününün tüm dünyada olduğu gibi ‘Anneler Günü’ olarak kutlanmasına karar verildi. Ve o yıl, yılın annesi olarak 93 Harbinin meşhur kahramanlarından 98 yaşındaki Erzurumlu Nene Hatun seçildi.
Mine Ekinci 1990 yılında İstanbul’da doğuyor. Doğumundan kısa bir süre sonra Yalova’ya taşınıyorlar. 1999 Marmara Depremi’nde şehir merkezindeki evleri büyük zarar gördüğünden, yine Yalova’da babaannesinin doğduğu ve büyüdüğü köy olan Soğucak’ a geçiyorlar. Çocukluğunun önemli bir kısmını köylerde geçiren Mine, şehir merkezinde tamamladığı ilköğreniminin ardından Robert Koleji kazanıyor ve İstanbul’a geliyor. Yatılı olarak öğrenim gördüğü lisede aynı sıraları paylaştığı hepsi birbirinden zeki ve yetenekli arkadaşlarından ve idealist öğretmenlerinden ilham alıyor ve birçok farklı deneyim ediniyor. Robert Kolej’ e girdiği ilk yıldan itibaren okuldaki farklı farklı aktivitelere katılan Mine, yaz tatillerinde de yurtdışı gençlik kamplarına katılarak deneyimlerini artırıyor.
9-10 yaşından beri başbakan olmayı hayal eden Mine, 2009’da liseden mezun olup ÖSS’ den iyi bir derece de elde edince hiç tereddüt etmeden Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ nü tercih ediyor. Bu arada AB Gençlik Programları dahilindeki Avrupa Gönüllü Hizmeti Programı’na başvuruyor ve Fransa’da bir kuruluş tarafından kabul ediliyor. Üniversite kaydını donduran Mine, Aralık 2009’da yedi ay gönüllü çalışmak üzere Fransa’ya gidiyor.
Mine Limoges-Fransa’ da, şehirden uzak kırsal bir bölgede, sakatlandıkları ya da ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaştıkları için artık eski mesleklerinde çalışamayan kişilere yeni meslek edindirme amaçlı açılmış bir mesleki eğitim merkezinde görev yapıyor. Burada daha çok ofis işleri ve kütüphaneden sorumlu olan Mine, ilgilenen kişilere gönüllü İngilizce dersleri veriyor. Daha önce hiç engelli bir arkadaşı olmayan Mine için, Limoges’ da çalışmak ve yaşamak çok öğretici bir deneyim oluyor. Ayrımcılığa uğramanın, adaletsizliğin, sakatlık ve ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşmanın ne kadar zor ancak mümkün olduğunu orada görüyor. Aynı zamanda da hem engelli gruplarla beraber yaşama hem de Fransa'nın taşrasında bir yabancı olma deneyimi sayesinde, toplumdan dışlanmışlığı da güçlü bir şekilde hissedebiliyor.
Mine Fransa’daki gönüllü çalışması sırasında fırsat buldukça Avrupa şehirlerine, Fas ve Balkanlar’a seyahat ediyor. Otostop çekmeyi, “Couchsurfing” * ile kalacak yer bulmayı ve böylece kendi kendine çok küçük bütçelerle uzun mesafeler kat edebilmeyi öğreniyor. Ve Mine 2010 sonbaharında Türkiye’ye döndüğünde, kendini olduğundan en az beş-altı yaş daha büyük hissediyor.
Üniversiteye büyük bir motivasyonla başlayan Mine, Türk Eğitim Vakfı tarafından Üstün Başarı Bursiyeri seçiliyor. Üniversite dışında da bir buçuk yıl boyunca, 20 akademisyen ve aktivist ile beraber başlattıkları online Sakatlık Çalışmaları İnisiyatifi Projesi’ni yürütüyor. Bir yandan da para kazanmak için 4-12 yaş arasındaki çocuklara kendi hazırladığı program ve materyallerle İngilizce özel ders veriyor. Dört yıl boyunca bu derslere devam eden Mine, bu süreçte kendini öğrenci olduğu kadar biraz da öğretmen olarak hissediyor.
Mine yaz tatillerinden birini Barış Çalışmaları alanında çalışan ünlü Profesör Galtung’un Almanya’daki araştırma merkezi Galtung-Institute’da geçiriyor. Ardından Erasmus programı dahilinde bir dönem okuduğu Sciences Po Paris’te adalet, özgürlük ve demokrasi teorileri üzerinde birçok ders alıyor; makaleler yazıyor.
Mine üniversite mezuniyetinin ardından, yüksek lisansa başlamadan önce, öğrenimine bir yıl ara veriyor. Bu süreçte iki buçuk ayını Güney Amerika’da geçiren Mine, Türkiye’ ye döndükten sonra bir buçuk ay boyunca bir Montessori okulunda gözlem yapıyor ve konu ile ilgili eğitimlere katılıyor. Bu arada Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nda da gönüllü olarak çalışıyor.
Mine yüksek lisansını adalet, özgürlük ve demokrasi konularında yapmaya karar veriyor. Ancak toplumda adaletin nasıl tesis edilebileceğine dair araştırmalar yapmak, akademik makaleler yazmak ve kürsülerde ders vermekten ziyade iyi bir düşünsel arka plana sahip bir -belki yüzlerce- projeyle dünyayı bir parça daha adil, insanları bir parça daha özgür, ülkesini bir parça daha demokratik kılmayı düşlüyor. Ve kendi adına bunu yapabileceği en iyi alanın “eğitim” olduğuna karar veriyor. Bu karar doğrultusunda bir sonraki yıl için eğitim alanında birkaç yüksek lisans programına başvuruyor. İlk tercihi olan Harvard Üniversitesi’nden kabul alan Mine, okulun verdiği bursun yanı sıra Türkiye’den de dört farklı kişi ve kurumdan sağladığı destekle yüksek lisansını tamamlıyor.
Bugün 30 Nisan… Benim için çok önemli bir gün… Bundan 45 yıl önce kaybettiğim annemin doğum günü ve bundan 5 yıl önce kaybettiğim çok sevgili kuzenimin ölüm yıldönümü… Onların birbirlerine olan sevgileri dışındaki ortak noktaları, her ikisinin de meme kanserinden vefat etmiş olmaları.
Meme kanseri kadın kanserleri arasında en fazla görülen ve akciğer kanserinden sonra en sık ölüm nedeni olan kanser türü. Tüm kadın kanserlerinin %24’ünü ve kanserden ölümlerin %14’ünü oluşturuyor. Her 8 kadından 1’inin hayatının belirli bir zamanında meme kanserine yakalanma olasılığı bulunuyor. Meme kanseri nadir olarak erkeklerde de görülebiliyor. Her 100 kadına karşın 1 erkek meme kanseri tanısı alıyor.
Kanser, vücut hücrelerinin kontrol edilemez bir şekilde sürekli çoğalması neticesinde oluşuyor. Meme kanseri de meme dokusundaki süt kanallarında yer alan ve süt üretiminden sorumlu bulunan hücrelerin kontrolsüz şekilde çoğalmasına bağlı olarak gelişiyor. Meme kanseri varlığında, kanser hücreleri zaman içinde çoğalarak kitle oluşturuyor. Diğer kanser türlerine kıyasla daha yavaş gerçekleşen bu durumun ardından kanser hücreleri lenf nodlarına sonra da kan dolaşımı aracılığıyla vücudun farklı bölgelerine sıçrayabiliyor. Çoğunlukla
50-70 yaşları arasında ortaya çıkan meme kanseri, 1. derece akrabalarında meme kanseri olanlarda daha sık görülüyor. Bu yüzden meme kanseri taraması büyük önem taşıyor. Meme kanseri belirtisi göstermese bile, 40 yaşına gelen tüm kadınların düzenli aralıklarla mamografi yaptırmaları öneriliyor.
Meme kanseri belirtileri arasında meme ucundan akıntı gelmesi, şekil bozukluğu, meme ve koltuk altı bölgesinde şişlik ve/veya kitle varlığı gibi semptomlar yer alıyor. Meme kanseri tedavi yöntemleri ise meme kanserinin teşhis edildiği evreye göre farklılık gösteriyor. Meme kanserinin tanısı ne kadar erken konulursa tedavi şansı da o kadar yüksek oluyor. Bu nedenle meme kanseri riskine karşı 20 yaşından sonra her kadının adet döneminin sona ermesinin ardından gelen ilk haftada elle meme muayenesi yapması gerekiyor.
Meme kanseri genetik ve çevresel faktörlere bağlı olarak oluşuyor. Ailede meme kanseri öyküsünün bulunması kişinin meme kanserine yakalanma riskini arttırıyor. Ayrıca;
* Radyasyona maruz kalmak
* Meyve ve sebze bakımından fakir diyet uygulamak
KODA, kırsal kesimde çocuklardan başlayarak tüm topluma yayılacak ve kırsal kalkınmayı destekleyecek yenilikçi bir eğitim anlayışını hayata geçirmek için bir araya gelmiş bir topluluk. Amacı köy okullarının eğitim potansiyelinde sahici, kalıcı bir değişim ve dönüşüm yaratabilmek olan dernek; bunu yapmanın yolunun çocuğun eğitiminde yer alan yetişkinleri – yani öğretmenleri, aileleri, köy halkından gönüllü yetişkinleri – güçlendirmekten, kırsalın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun nitelikli eğitim programları ve materyallerinden geçtiğini düşünüyor.
KODA’nın kurucusu Mine Ekinci köyde büyümüş ama hiç köy okulunda okumamış. Ailesi halen köyde yaşıyor. Başarılı bir öğrenci olarak liseyi İstanbul’da Robert Kolej’de yatılı olarak okuyan Mine üniversite eğitimini Boğaziçi Üniversitesinde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamlamış. Lisansını tamamladığında, eğitimde fırsat eşitliğine odaklanmak istediğini biliyormuş. Bunun üzerine Harvard Üniversitesinde Eğitim Politikaları alanında yüksek lisans yaparak kırsalda eğitim alanına odaklanmış. Henüz 30 yaşında olan bu genç hanımın sivil toplum macerasını başka bir yazıda sizlerle paylaşmak istiyorum, zira genç yaşına rağmen dokunmadığı hayat kalmamış.
KODA, Mine’nin kafasını kurcalayan bir soruyla başlamış: “Bu kadar fırsat eşitsizliği var. Peki köy okullarındaki eğitimin niteliği artırılabilir mi?” Türkiye’ye geri döndüğünde bu soruya cevap arayan birkaç kişiyle beraber yollara dökülmüşler. Köy köy dolaşmış, bolca araştırma yapmışlar. Köylerde öğretmenlerle tanışmışlar; ailelerle, çocuklarla konuşmuşlar. Zaman içinde gönüllü bir ekip toplanmış, mekân sahipleri onlara evlerini açmış, arama toplantıları yapılmış. Bunların sonunda ilk çocuk atölyeleri etkinliğini geliştirdiklerinde, KODA 2016 yılında fiilen işe başlamış.
KODA; pek çok projenin yansıra, şu anda COVID-19 Bilgi ve İletişim Ağı projesini yürütüyor. Proje kapsamında 3.000 köy muhtarına ulaşarak bir ağ oluşturulmuş ve çeşitli materyaller hazırlanmış. Bu materyaller bilgilendirici ve yol gösterici olduğu kadar eğlenceli de. Örneğin, herhangi bir köy evinde kolaylıkla bulunabilecek malzemeler ile oynanabilecek yaratıcı oyunlar var: Eski Çoraplardan Top Yapalım, Mandallı Matematik, Kuru Yapraklardan Hayvan Figürleri, Dal Parçalarından Oyuncak Yapalım gibi.
COVID-19 Bilgi ve İletişim Ağı projesinin içerikleri (https://www.koda.org.tr/bia-icerikler/) arasında uzaktan eğitim sürecinde internetin olmadığı ya da kısıtlı olduğu durumlarda velilere çözüm önerileri, köy yaşamı ve koronavirüs, öğretmenlerin salgın sürecinde çocuklarla iletişim kurmaları hakkında öneriler, kaygı düzeyi yüksek çocuklarla konuşmanın yolları gibi konularda yalın ve etkili öneriler bulunuyor. Ben özellikle çocuklara mektup yazma önerisini çok sevdim. İçerikler içinde özel gereksinimli çocuklara yönelik öneriler bulunduğunu görmek de beni ayrıca sevindirdi.
Her zaman söylediğim gibi, sivil toplum kuruluşları bir toplumun olmazsa olmazları. Ülkemizin daha ileri gidebilmesi için büyük görev düşüyor onlara…
Engellerimizi hissettirmeyecek engelsiz bir yaşam dileği ile…