İlk kez 1969 yılına girerken birlikte kutlamıştık yeni yılı Özer’le. Şeffaf bir kutu içinde tek bir kımızı gül hediye etmişti bana. Gülün yaprakları arasında küçücük bir kırmızı kutu, kutunun içinde de inci bir kolye vardı. On altı yaşında bir genç kız için inanılmaz bir hediye idi. O gün, yalnızca on beş dakika görüşebilmiştik. Hayatım boyunca hiç unutmayacağım bir on beş dakika…
Sonraki yıllarda, hep birlikte karşıladık yeni yılı, ta ki bu yıla kadar... 2012 yılına yanımda Özer olmadan girdim. Yaşadığım sürece, bundan sonraki yıllara da hep yanımda O olmadan gireceğim. Keşke bu durum değişebilecek olsa… Ama değişmeyecek… Belki ben alışacağım bu duruma, hepsi o kadar.
Özlemek güzel bir duygu aslında. Ama hiç gelmeyeceğini, daha doğrusu gelemeyeceğini bildiğiniz birini özlemek acı veriyor insana. İşte bu acıya sığınarak özür diliyorum sizlerden bugün, istediğim gibi bir yazı yazamadığım için.
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile, MUTLU YILLAR…
Ancak bazı hakikatler var ki, onları da göz ardı edemeyiz. Örneğin, bir müzisyenin duymaz oluşu onun müzikle olan tüm bağlarını kopartabilir; zira müzik “duymak ve hissetmek” üzerine kurgulanmış bir sanattır. Bir ressamın görmez oluşu da “görmek ve resmetmek” diyerek özetleyebileceğimiz resim sanatına tamamen aykırı bir durumdur.
KARANLIKLA GÖZ GÖZE - FOTO GALERİ
Bu açıdan bakıldığında, sizlere daha önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim ünlü Alman besteci Ludwig van Beethoven’in duymaz oluşu anlaşılması zor bir durumdur. Gerçi Beethoven müziğe erken yaşlarda başlamış ve duyma yetisini tamamen kaybetmeden önce de çok kıymetli eserler bestelemiştir. Ancak, en mükemmel ve dünya sanat müziğinin şaheserleri kabul edilen bestelerini tamamen duymaz olduktan sonra bestelemiştir. Düşünün ki, Beethoven bu birbirinden kıymetli ve güzel eserlerini asla dinleme mutluluğunu tadamamıştır. Onun duymaz oluşu, zamanının çok ötesinde ve tüm dünya tarafından kabul gören eserler bestelemesine engel olmamıştır.
Bugün Sizlere tanıtmaya çalışacağım ressamın, Lisa Fittipaldi’nin, ise daha farklı ve inanılmaz bir öyküsü var...
1948’de Amerika Birleşik Devletleri’nin Michigan eyaletinde doğan Lisa, 1993 yılına değin bir finans şirketinde tipik bir üst düzey yöneticidir. Bir gün işine giderken yol işaretlerini ve etrafındaki trafiği net olarak göremediğini fark eder. Bunu takip eden altı ay içinde çoğu insanın en fazla korktuğu o kahredici hakikatle tanışır: Görme yetisini kaybetmiştir. Tıbbi önlemler araştırır ve bir göz operasyonu geçirir; ancak durumunun değişmeyeceği ve görmezliğinin kalıcı olacağı anlaşılır.
Lisa, bundan sonraki iki yıl boyunca, günlük hayatın ana aktivitelerini yeniden öğrenme savaşı verir. Bu savaş, doğal olarak, büyük bir stres ve depresyona neden olur. Üstelik, aynı yıllarda eşi kalp krizi geçirir ve by-pass ameliyatı olur. Hayatı bir kaosa dönmüştür. Bu arada işini de kaybeder. Bütün bunları yaşarken, hayatını asıl sınırlandıran şeyin toplumun engelliler ve özellikle körler için koyduğu klişeler olduğunu keşfeder. Lisa, artık, bağımsızlığını yeniden kazanmak için bu klişeleri görmezden gelmek ve yeteneklerini kanıtlamak zorunda olduğunu anlamış bulunmaktadır.
Karamsarlığının had safhaya vardığı bir gün eşi eve elinde çocuklar için üretilmiş basit bir suluboya seti ve bir resim defteri ile gelir. Lisa, önceleri bunları bir kenara atıp ilgilenmediyse de bir süre sonra etrafındakilerin inanmaz bakışları altında resim yapmaya başlar. Daha önce sanatla, resimle, suluboya ile ilgili hiçbir eğitim almamıştır. Etrafındakiler ona görmez insanların resim yapamayacağını söylemektedirler. Lisa o günleri şöyle hatırlıyor: “Sadece görme yetimi değil, bağımsızlığımı da kaybetmiştim. Ne zaman bir işe girişmek istesem, etrafımdakiler bana göremediğimi hatırlatarak bu işin bana uygun olmadığını söylüyorlardı. Uzaklık, renk, boyut gibi ana unsurları görmekten mahrum oluşum, hayatı keşfetmeme engel olmamalıydı.”
Lisa, önceleri, işe çiçek, natürmort, manzara gibi hareketsiz ve/veya “elle hissedilebilen” nesnelerin resimlerini yaparak başlar. Zaman içinde, resimleri aranır ve satın alınır duruma gelir. Müşterilerinin büyük kısmı, Lisa’nın kendi resimlerini hiçbir zaman görmediğinin farkına bile varmazlar.
Benim gördüklerimi siz de görebilseydiniz…” diyerek başlıyor Ayşe Arman bu haftanın Pazar yazısına. Ve “şaşırma”, “hüzün”, “coşku” sıfatları ile tanımlıyor Düşler Akademisi dansçılarının ona yaşattıklarını.
Ayşe Arman, eşimi kaybettiğim güne kadar onun hem sevdiği hem de beğenip takdir ettiği genç bir meslektaşı idi benim gözümde. Yazıları ile pek ilgilenmez, duygularıma dokunabileceğini ise aklıma bile getirmezdim. Aklımın en başında olmadığı günlerde beni aradı ve çoğunuzun okumuş olduğu o röportajı yapmak üzere evime geldi. Bizi karşı karşıya getiren neydi, hâlâ tam olarak bildiğimi söyleyemem. Belki benim hastalığım, belki hastalığı kabulleniş biçimim, belki eşimin çevresindeki çoğu kişinin bu hastalıktan habersiz oluşu, belki tüm olumsuz koşullara karşın kırk bir yıl süren bir evlilik, belki bunların hepsi, belki de hiçbiri…
Onu gördüğüm anda sevdim. Hem alabildiğine cesurca, hem de beni incitmekten korkarmış gibi yumuşakça sorduğu soruları içtenlikle cevapladım. Sanki bir gazetecinin karşısında değildim de, yakın bir arkadaşımla dertleşiyordum. Şimdi, aradan geçen yedi aydan sonra, düşünüyorum da; aklım başımda olsaydı eğer sanıyorum kabul etmezdim bu röportajı. Ama, “iyi ki aklım başımda değilmiş” diyorum. Çünkü Ayşe Arman’ı tanımış olmak, büyük kaybımın bana kazandırdığı tek şey belki de.
Ayşe Arman’ın Düşler Akademisi ve dansçıları ile ilgili Pazar yazısını büyük bir ilgi ve sevinçle okudum. Ama sakın yanlış anlaşılmasın, bu yazının amacı “tavsiye” değil. Ayşe Arman’ın yazdıklarını tavsiye etmek benim haddime düşmez. O bana iki konuda söz vermişti: Engelliler ile ilgili çalışmalarıma destek olacaktı ve beni kızı Alya ile tanıştıracaktı. Sözünü unuttuğunu hiç düşünmedim. Doğru zamanı beklediğinden emindim. Bu Pazar yazısı yanılmadığımı gösterdi bana…
Düşler Akademisi, Ayşe Arman’ın da ifade ettiği gibi, bir sosyal sorumluluk projesi. Ben, ne yazık ki, çok arzu etmiş olmama karşın hâlâ ziyaret edemedim bu akademiyi. Web sayfalarında kendilerini tanıtırlarken, önce şu dizeye yer vermişler:
“…Körler düş görür mü? Görürler… Asıl düşlerini yitirenler körleşir!..”
Ne mutlu onlara ki, düşlerini gerçeğe dönüştürebiliyorlar öğrencilerinin. Düşler Akademisi’nin yaratıcısı Sayın Ercan Tutal’ın dizeleri ile;
“Düşlerin bittiği yerde yaşam yok demektir artık…Var olma nedeni biter insanoğlunun…Ve yaşam, düşten gerçeğe kimimiz için karanlık, kimimiz için aydınlık bir akış olur…Hızlı, karşı konulmaz..”
Antalya Havalimanı artık ‘engelsiz’…
Türkiye’nin en önemli uluslararası havalimanlarından biri olan ICF Airports Antalya Havalimanı’na, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na bağlı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü tarafından ‘Engelsiz Havalimanı’ belgesi verilmiş bulunuyor.
Antalya Havalimanı, engelli yolcuların diğer yolcularla eşit şartlarda seyahat edebilmelerine yönelik imkânların sağlanması için gerekli tüm çalışmaları tamamlamış. Bu çerçevede havalimanına gelen ve kısa sürede terminale ulaşmayı hedefleyen engelli yolcular için bir otopark kurulmuş. Uyarıcı ve yönlendirici levhaların yansıra görme engelliler için yürüme yolları yapılmış. Engelliler için ayrıca standartlara uygun eğimdeki rampalar, indirme-bindirme platformu, engelli danışma masası, telefon sistemi kurulmuş, oturma yerleri ve engelli WC hazırlanmış. Havalimanı içinde engelsiz ulaşım imkânları sağlanmış. Asansörler ile yürüyen merdivenler sesli uyarı ve Braille alfabesi ile engellilere uygun hale getirilmiş. Terminal binası iç yönlendirmeleri tamamlanmış, hizmet veren personel de bu konuda eğitimden geçirilmiş.
10-25 milyon yolcu kategorisinde ACI Europe tarafından ‘Avrupa’nın En İyi Havalimanı’ seçilen ICF Airports’un, ‘Engelsiz Havalimanı Projesi’ ve diğer çalışmalarıyla hizmet kalitesinde mükemmelliği sürekli kılmayı hedefliyor oluşu, biz engelliler için olduğu kadar, ülkemiz için de çok memnun edici bir durum.
Türk Mühendis ve Mimarlar Odalar Birliği’nce düzenlenen Engelli Mühendis, Mimar, Şehir Plancıları Çalıştayı, 24 Aralık Cumartesi günü Ankara’da gerçekleştirilecek. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapılacak olan Çalıştay’ın ilk oturumunun konusu, “Engelli Yaşama Toplu Bakış”. Bu bölümde engelliler ile ilgili mevcut yasa ve yönetmelikler, engelliler için ulaşılabilirlik, BM Uluslararası Engelli Hakları Sözleşmesi’nin getirdiği yükümlülükler gibi konular tartışmaya açılacak. Son oturumda gerçekleştirilecek olan forumda ise “Engelli Mühendis, Mimar, Şehir Plancısı Olmak” konusu masaya yatırılacak.
Ankara’ya gidebilmem kolay olsaydı eğer, kesinlikle katılmak isterdim bu çalıştaya. Ancak, her ne kadar katılamıyorsam da aralarına, bir ricam var mimarlarımız ve mühendislerimizden. Tekerlekli sandalye kullanan bir engelli herhangi bir banka şubesine gittiğinde, oturduğu yerden yüz yüze görüşme yapabileceği bir banko bulamıyor, imza atmak için kolunu yukarıya kaldıramıyor. Tabii eğer bankaya girebildiyse… Çoğu bankanın girişi merdivenli. Ben evvelsi gün para çekmek için bankaya gitmek zorunda kaldım. Ne memur beni görebildi, ne de ben memuru. Bankamatikler ise, hiçbir şekilde bize uygun değil. Neyse ki internet var ve çoğu bankacılık işini oradan yapabiliyoruz. Ama yine de, para çekmek için bankaya gitmek gerekiyor. Kızıltoprak Postanesi’nde engellilere özel bir vezne yapılmış. Memuru görebiliyor, yüz yüze görüşebiliyor, imzanızı rahatlıkla atabiliyorsunuz. Bence bu uygulama banka şubelerinde de yaygınlaşmalı.
6. Uluslar arası Katılımlı Özürlüler Kongresi’nde konuşan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürü Aylin Çiftçi, ulaşılabilirlik alanında şu ana kadar yapılan çalışmaların ne yazık ki çok memnun edici olmadığını, bu kadar uzun zaman geçmiş olmasına rağmen çok az mesafe kat edildiğini ifade etmiş; ancak, 2012 yılı Temmuz ayına kadar bir seferberlik ilan edilmesi durumunda 7 yılda yapılamayanların 7 ayda yapılması fırsatının bulunabileceğini söylemişti.
“Haydi!” diyorum ben de, “Hep beraber koşalım bu seferberliğe…”
Sevgi Bulut ülkesine daha iyi hizmet edebilmek için çırpınan idealist bir genç. Hukuk Fakültesi’ni derece ile bitirmiş olmasına karşın avukatlık yapamıyor. Sayın Bulut geçtiğimiz hafta bir e-posta daha gönderdi bana. Yazdıklarının bir bölümünü sizlere aktarmak, sonra da hem ona hem de sizlere güzel haberler vermek istiyorum.
“Bu gün yazınızda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın sürekli engeli olanların raporları konusunda düzeltme yapacağını belirtmişsiniz. Bu güzel bir gelişme.” diyerek başlıyor ve şöyle devam ediyor Sevgi Bulut: “Ancak bunun yanında şu konularda da düzenlemeler yapılsa: Örneğin, biz engelli olduğumuza dair rapor almak istediğimizde eski özür derecelerimize göre rapor alamamaktayız. Önceden ben 2 gözüm görmediği için yüzde yüz engelli raporu alabilmekteyken, şimdi Dünya Sağlık Örgütü’nce benimsenen ‘balthazard’ yöntemine göre 2 gözümün görmemesine göre değil de, tüm vücut fonksiyonlarımın sağlıklı olup olmadığına ve gözlerimin bu vücut fonksiyonları arasında ne kadar engel teşkil ettiğine bakılmaktadır. Bu durumda da, önceden yüzde yüz engelli raporu alabilmekteyken şimdi ise yüzde 80 gibi oranlarda rapor alabilmekteyim. Bu durum da çoğu engelli haklarımızı kullanamamaya yol açmaktadır.”
16.12.2010 ve 27787 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelik”, Sevgi Hanım’ın söz ettiği sorunu ortadan kaldırmış bulunuyor. Yeni yönetmelikte “tüm vücut fonksiyon kaybı oranı” yerine “özür oranı” kavramı getirilmiş. “Ağır özürlü” kavramı: Önceki yönetmelikte, “özür durumuna göre tüm vücut fonksiyon kayıp oranları %50 nin üzerinde olduğu tespit edilen özürlülerden; beslenme, giyinme, yıkanma, ve tuvalet ihtiyacını giderme gibi öz bakım becerilerini yerine getirmede kendi başına hareket etmede veya iletişim kurmada zorluk ya da yoksunluk yaşadığına ve bu becerileri başkalarının yardımı olmaksızın gerçekleştirilemeyeceğine tıbbi olarak karar verilen kişileri ifade eder” biçiminde tanımlanmakta iken; yürürlüğe giren yönetmelikte, “Özür durumuna göre özür oranı %50 ve üzerinde olduğu tespit edilenlerden günlük yaşam aktivitelerini başkalarının yardımı olmaksızın yerine getiremeyeceğine özürlü sağlık kurulu tarafından karar verilen kişileri ifade eder” biçiminde değiştirilmiş. Böylece %50 oranında özür oranı olan kişilerin de ağır özürlü olarak kabul edilmeleri sağlanmış. Ayrıca, sağlık kurulu raporlarının başvuru tarihinden itibaren en geç 20 iş günü içerisinde sonuçlandırılması hükme bağlanarak özürlülerin sağlık kurulu raporu alma süreci hızlandırılmış. Yeni yönetmelikte özel eğitim için daha önce belirtilen %40 sınırı kaldırılmış, böylece %20 özür oranına sahip çocuklara özel eğitim imkânını sağlayan Kanun ile uyum sağlanmış.
Yönetmelikte yer alan ve benim için özellikle sevindirici olan diğer bir nokta ise, özürlü sağlık kurulu raporlarında yer alan özürlülerle ilgili bilgilerin elektronik ortamda Ulusal Özürlüler Veritabanı’na aktarılmasına ilişkin sistem geliştirilmesi çalışmalarının hükme bağlanmış olması. Böylece özürlü sağlık kurulu raporları ile sağlanan bilgilerin ulusal özürlü veri tabanında doğru biçimde yer alması ve ülkemizde doğru istatistikî verilerin oluşması sağlanmış olacak.
Sevgi Bulut’un yazdıkları burada bitmiyor; şöyle devam ediyor yazmaya:
“İkinci bir sorunsa şudur: Bilindiği gibi kamuya kontenjanlara göre çok sayıda engelli personel alınıyor ya da alınacak. Ancak, alınan personelin kullanabileceği gerekli araç ve gereç temin edilmediğinden çoğu engelli personel mesaiyi boş oturarak bitiriyor. Örneğin ben, çalışmalarımda kolaylık sağlayacak okuma makinesi gibi cihazların alınması için kurumumdan talepte bulundum. Kurumum da Gelir İdaresi’nden ödenek istiyor yıllardır; ancak, ödenek yok diye göndermiyorlar. Oysa ki devletimiz kurumların ödenek istemesine gerek kalmadan tüm engelli personeli tespit etse de gerekli cihazları gönderse, hem biz engelliler işimizi yapacağız hem de engelli ne iş yapar ki anlayışını kıracağız.
Bir diğer sorun: Engelli personelin kendi mesleklerini yapabilmelerine olanak tanınmalıdır.
Bir çok Hukuk Fakültesi mezunu engelli personel santral memurluğu yapmakta. Telefon santralliği bölümü doluysa personel boş oturtulmakta. Oysa ki bizler o okulları ne zorluklarla bitirdik. O yaşanan zorlukların güzelliğini de kendi mesleklerimizi yaparak yaşamalıyız.
Konseri düzenleyen Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı (ZİÇEV), 1982 yılında kendisi de zihinsel engelli bir çocuk sahibi olan Sayın Makbule Ölçen başkanlığında, bir grup gönüllü ve engelli çocuk ailesi tarafından kurulmuş. ZİÇEV’in temel hedefi; Türkiye’de zihinsel yetersiz çocukların yeterli eğitim, rehabilitasyon ve bakım şartlarına kavuşabilmeleri için gerekli olanak ve ortamları yaratmak, meslek kazanmalarına yardımcı olmak, uzun vadede bu şartların kalıcılığını güvence altına almak ve kimsesiz zihinsel yetersizlere yaşamları boyu sahip çıkmak.
Genel merkezi Ankara’da bulunan ZİÇEV’in, Adana, Antalya, Bolu, Elazığ, İskenderun, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya, Manisa, Mersin, Niksar, Samsun, Tarsus ve Tekirdağ’da şubeleri var. Bu vakıf, ülkemizde zihinsel engelli çocukların eğitimiyle ilgilenen ilk sivil toplum örgütü. Kuruluşunda iki temel amaç bulunuyor:
1. Zihinsel açıdan yetersiz çocuklara alabilecekleri eğitimi en üst seviyede, konusunda uzman eğitmenlerle, en uygun fiziki mekânlarda, en modern ve gelişmiş araç gereç kullanımıyla, ulusal ve uluslararası programlar uygulanarak vermek ve bu konuda uluslararası standartları yakalamak.
2. Zihinsel açıdan yetersiz bireylerin tıbbi, fiziksel, ruhsal ve sosyal tüm ihtiyaçları göz önüne alınarak düzenlenmiş alt yapıları mükemmel mekânlarda, kişilerin merhametine muhtaç olmadan, kurumsal güvencelerle yaşantılarını devam ettirebilecekleri “Yaşam Merkezleri” hayata geçirebilmek.
ZİÇEV, Genel Merkezi ve on beş şubesi ile, iki bine yakın zihinsel engelliye eğitim hizmeti veriyor; ailelerine umut ışığı oluyor.
Devlet-toplum el ele ilkesi ile çalışan Vakıf Yönetim Kurulu, eğitimin niteliğini yüksek tutabileceği yeterli geliri sağlamak, Vakfın tanıtımını yapmak ve zihinsel yetersizlerin de toplumun bir bireyi olarak kabul görmesi amacıyla kamuoyu oluşturmak için, gönüllülerinin katkılarıyla çeşitli etkinlikler düzenliyor. Benim katılma şansı bulduğum keman-piyano resitali de işte bu etkinliklerden biriydi.
Yazımın başında da söylediğim gibi, resital harikaydı. Ama bu etkinliği unutulmaz kılan, ZİÇEV kurumlarında eğitim görmüş olan Seçkin Akurgal’ın resital öncesi verdiği mini konserdi. İki yaşında iken otistik tanısı konulan Seçkin’in başarısı, eğitimin önemini bir kez daha gözler önüne serdi.