Son üç haftadır iki gün iyi üç gün hasta olarak sürdürüyorum hayatımı. Geçtiğimiz Cuma günkü yazımın konusu olan toplantıya gidene kadar yine hastaydım. “Ne bitmez bir gripmiş bu böyle” diyordum kendi kendime. O gün toplantıya gitmek için erkenden kalktım, hazırlandım, kendimi gayet iyi hissediyordum. Ancak yola çıktıktan sonra durum değişti. Ani bir öksürük nöbetine tutuldum ve sesim gitti. Toplantıdan sonra güçlükle eve gelebildim. Bir çorba içip hemen uyudum. Akşamüzeri kalktığımda başım feci şekilde ağrıyordu. Bir ağrı kesici aldım, yazımı yazmaya koyuldum ve bildiğiniz gibi Ayağa Kalk Hemen başlıklı yazımı kaleme aldım. Yazı tamamlandığında ben bitap düşmüştüm. Hemen gazeteye gönderip yattım.
Ertesi sabah kalkamadım. Baygın gibiydim. Ne bir şey yiyebiliyor ne de içebiliyordum. Yerimden kalkmam mümkün değildi. Benimle konuşamayan kız kardeşim eve doktor göndermiş. Teşhisi hemen koydu doktorum: zatürre. Derhal bir serum takıldı, tahlil için kanlar alındı, ardından bir teknisyen gelip evde akciğer röntgenimi çekti. Kız kardeşim ve kızım akşam gelip de beni hala yarı baygın bulduklarında hastaneye gitmem gerektiğini söylediler, hatta bildirdiler. Aslında gündüz gelen doktorum da benden aynı şeyi istemişti. Ertesi sabah ambulans çağrıldı, Başkent Üniversitesi Hastanesi’ne götürüldüm. Aynı tetkikler bir kez de orada tekrarlandı. Teşhis değişmedi: zatürre. Bir gün önce başladığım ilaçlara devam etmem uygun bulundu. Bir hafta mutlak istirahat ve ardından kontrole gelmem şartıyla eve gitmeme izin çıktı. Buna çok sevindim ve yine ambulansla evime döndüm.
Ateşli hastalıkları atlatmak herkes için zor, ama engelliler için çok daha zor. Mesela biz kas hastaları her ateşli hastalıkla biraz daha kas kaybediyoruz ve hareketlerimiz biraz daha kısıtlanıyor. Bu yüzden özellikle engelliler en küçük rahatsızlıklarda bile doktora gitmeli ve rahatsızlığın nedeni her ne ise baştan teşhis edilmeli. Ben bu sefer, biraz da kardeşimin kaybından duyduğum üzüntüyle, bunu ihmal ettim ve kendi kendimi tedavi etmeye çalışarak iyi olacağımı sandım. Lütfen benimle aynı hatayı yapmayın ve kendinize çok iyi bakın.
Bu “özür” yazısını yattığım yerden ben söyledim, kızım yazdı. Belki Cuma günkü köşemi yazamayabilirim. Bunun için beni hoş görmenizi rica ediyorum. Ama bir önceki yazımda söz verdiğim gibi “ayağa kalk”acağım, sözüm söz…
Güldünya’yı aramızdan kaç kişi hatırlıyor bilmiyorum. 10 Aralık Dünya İnsan Hakları gününün ardından belki de onu hatırlamakta yarar var. Kadına şiddet insan hakları ihlâllerinin başında yer alıyor. Güldünya ise bu ihlâlin Türkiye’deki sembolü. Güldünya bir akrabasının tecavüzüne uğrayıp hamile kaldı. Ailesinin onun hakkında verdiği infaz kararının ardından İstanbul’a kaçtı. Ancak orada da bu zulümden kurtulamadı. Ağabeyi onu buldu ve sokak ortasında vurdu. Güldünya ölmedi ve hastaneye kaldırıldı. Ama ağabeyi kendisini orada da bularak hayatını sonlandırdı.
Güldünya ilk değildi ve son da olmadı ne yazık ki. Güldünya’yı başka şiddet mağduru kadınlar takip ettti ve ediyor. Dün Sabancı Vakfı’nın Dünya İnsan Hakları haftasında sivil toplum alanındaki yeni yaklaşımları tartışmaya açtığı -bu yıl sekizincisi yapılan- Filantropi Semineri’ne dünyada kadına şiddet olgusu damga vurdu: “Başrolde ödüllü kadınlar var”dı…
Önce Sertap Erener sahne aldı. Sözleri Sezen Aksu’ya ait, bestesini beraber yaptıkları “Kız Çocukları” adlı şarkıyı seslendirdi.
Seminerin açılış konuşmasını yapan bir diğer ödüllü kadın Güler Sabancı şiddetin aslında en temel insan hakları ihlâli olduğunu söylerken, bu ihlâlin ne yazık ki en çok kız çocuklarını ve kadınları etkilediğini vurguladı. Ülkemizde kadın hakları alanında çözülmesi gereken ciddi sorunlar olduğunu hatırlatan Sabancı’nın Dünya Ekonomik Forumu’nun 2014 yılı ‘Küresel Cinsiyet Uçurumu’ raporundan aktardığı figürler sarsıcıydı. Türkiye kadın erkek eşitliği konusunda 142 ülke arasında 125’inci sırada yer alıyormuş. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 2014 yılı ‘Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi’ raporunda ise Türkiye 148 ülke arasında 118’inci olmuş. Güler Sabancı bu sıralamaların gündemde tutulması ve tekrarlanması gereğine ve bu yolda daha çok çalışmaya ihtiyacımız olduğunu sürekli birbirimize hatırlatabileceğimize inanıyor. Diyor ki: “Yapılan her katkıya, yapılan her çalışmaya ihtiyacımız var. Sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına, diğer teşkilâtların çalışmalarına, hepsine ihtiyacımız var; hepsi bir damla da olsa bu farkı yaratabilir.” Ben de kendisine yürekten katılıyorum…
Seminerin ödüllü kadınlarından bir diğeri, Gökyüzünün Yarısı (Half The Sky) ve Bir Yol Göründü (A Path Appears) kitaplarının yazarı, Pulitzer ödüllü Sheryl WuDunn konuşmasında her birimizin bir fark yaratabileceğinin altını çizdi. Seminerin diğer konuşmacısı, Saving Face (Bir Yüzü Kurtarmak) belgeselinin Oscar ve Emmy ödüllü yönetmeni Sharmeen Obaid Chinoy idi. Chinoy kadın olarak doğmuş olmanın, sınırlı seçenekler ve vazgeçilen hayallerle doğmuş olmak anlamına geldiğini düşünmemizin teşvik edildiğini anlattı ve dedi ki: “Dünyada pek çok kadının en temel insan haklarından mahrum edildiğini görmek beni alarma geçiriyor. Ancak daha çok araştırdıkça, olağanüstü cesaret ve kararlılık gösteren çok sayıda kadın buluyorum. Bunlar uzun süre devam eden adaletsizliklere karşı mücadele için seslerini yükselterek kalıpları yıkan, klişeleri yerle bir eden kadınlar.”
Bu yazıyı dünkü yazımda ortaya çıkan bazı yanlış anlamaları düzeltmek amacı ile kaleme alıyorum.
Dünkü yazıma ilk yorum değerli okuyucum Hasan Kuyucak’tan gelmiş. Hasan Bey yazımın altına öncelikle şunları yazmış: “Ayşegül hanım burada verdiğiniz bilgiler baştan sona kadar yanlış... Bahsettiğiniz dernek Türkiye Sakatlar Derneği'dir. Genel başkanı da Şükrü Boyraz'dır. Kendisine kişisel olarak ne kadar muhalefet etsem de geçmişte ve şu anda Türkiye'de sakatların/engellilerin yasal haklarına kavuşma mücadelesinde Amiral Gemisi T. Sakatlar Derneği'dir...”
Ben bu yorumu dün sabah gördüm. Bir hayli şaşırdım, zira ben yazımda Türkiye Sakatlar Derneği’nden söz etmemiştim. Verdiğim bilgiler Anadolu Sakatlar Derneği’ne dairdi vehttp://www.anadolusakatlardernegi.org.tr/ adresinde dernek hakkında sunulan bilgilerdi.
Anadolu Sakatlar Derneği Kayseri Şubesi Başkanı Osman Kılıç’ın geçtiğimiz günlerde Kayseri’de bir gazeteye verdiği özel röportaj içeriğinde söyledikleri, okuyanları yürekten yaraladı.
Osman Kılıç, söz konusu röpotajda; “Engelli vatandaşlar, günah işlediği için Allah tarafından cezalandırılıyor. Engelli vatandaşların bu Allah’ın vergisi, ben bir hata yaptım bu cezayı çekiyorum demesi gerekiyor.” diyor.
Osman Kılıç açıklamalarına şöyle devam ediyor: “Diyelim ki bir kazada bir insanın kolu, bacağı, parmağı kayboldu. Bu insanı hayata kazandırmak lazım. Biz öncelikle sağlıklı insanları sağlıklı yaşatmak için çalışmalıyız. Kazalara önlem almalıyız. Ama ne yazık ki sağlıklı insanları sağlıksız yaşam hareketinde devam ettiriyoruz. Kazadan sonra bir yerini kaybeden insanın psikolojisi bozuluyor. Biz bu noktada devreye girmeliyiz. Bu Allah’ın vergisi, ben bir hata yaptım bu cezayı çekiyorum demesi gerekiyor. Bu noktada görev müftülüklere düşüyor. İnsanlar yaşarken hatalarını görürler. Bu hatalara karşılıkta Allah tarafından bazı cezalar verilir. Bir kere yaşarken bunu görmek lazım. Allah kulunu çok sever. Kulunun yaptığı hatalara bir aldırmaz, iki aldırmaz, beş aldırmaz. Derki! “Ey kulum sen hala niye kendine gelmiyorsun.” Bu hadisi şerifte de var. İşte burada müftülüğümüz devreye girecek. Bu insanı alacak, iyi niyetle arkadaşıyla anlaşmasını sağlayacak. Çünkü bu insanlar eksikliklerinden utanıyorlar. Bu insanın psikolojik yapısını düzenleyecek. Ben bu cezayı çekiyorum, buna alışmalıyım, bunda da vardır bir hayır diyerek hayatını idame ettirmesi geriyor.”
Bu açıklamaları okuduktan sonra, Anadolu Sakatlar Derneği üzerinde biraz araştırma yaptım. Zira, bu derneği daha önceden hiç tanımıyordum. Ama öğrendim ki; bu dernek, ülkemizin en eski ve köklü engelli örgütlerinden birisi. Anadolu Sakatlar Derneği’nin 1958 yılında İstanbul Tıp Fakültesi bünyesinde başlayan kuruluş çalışmaları 1960 yılında tamamlanmış. Dernek, 1963 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla kamuya yararlı dernek statüsü kazanmış. Ülkenin hemen her köşesine yayılmış 68 şubesi bulunuyor.
Derneğin ana amacı; hareket organlarından kol, bacak, omurgalarından sakat olan kişilerin toplum yaşamına özgür, üretken bireyler olarak katılıp katkıda bulunmalarını sağlamak. Bu ana amaca erişmek üzere;
1- Engellilerin hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi, bu hakların kullanılabilir hale
getirilmesi,
06/02/2014 tarihinde kabul edilen 6518 Sayılı Kanun ile engelliler için kullanılan “bakıma muhtaç” ibaresi, “bakıma ihtiyacı olan” şeklinde değiştirilmiş bulunuyor.
Bildiğiniz gibi, çoğu haktan yararlanmak için yapılan başvurularda engellinin bakıma ihtiyacının bulunduğunun belgelenmesi istenmekte. Örneğin engelli çocuğu olan annelere erken emeklilik şartı için çocuğun “bakıma ihtiyacı olması” gerekiyor. Keza, evde bakım maaşı bağlanma şartlarından biri de çocuğun “bakıma ihtiyacının olması”. Aynı şekilde, TSK personelinden nöbetten muaf tutulacaklar arasında ''bakıma ihtiyacı bulunan yakını olanlar'' ibaresi geçmekte. 30 0cak 2010 tarihli Başbakanlık Genelgesi’nin 3.Maddesi’nde de ''bakıma ihtiyacı bulunan yakını olanlara günlük izinlerinde kolaylık sağlanacağı'' ifade edilmekte.
Uygulamaya gelince; engelli yakınları evde bakım maaşı için başvurduklarında ''ağır engelli'' ibareli rapor ile işlem yapılmakta. Okurlarımdan gelen mesajlara göre; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kendi işleyişinde ailelere bu kolaylığı sağlarken, kurumlardaki yetkililer ailelere sıkıntı yaşatmakta. Bir amir %92 ağır engelli çocuğu olan TSK personelini nöbetten muaf tutmayıp, çocuğuna ait ''bakıma ihtiyacı var'' ibareli rapor getirmesini isteyebiliyor. SGK; %76 ağır engelli Down Sendromlu 6 yaşındaki çocuğu, raporda ''bakıma ihtiyacı var'' ibaresi bulunmadığından, bakıma muhtaç görmeyip anneye erken emeklilik hakkı vermeyebiliyor.
Okurlarım haklı olarak şunu soruyorlar: “Neden SGK aynı teşhis ve aynı engel oranına sahip ağır engelli çocuklardan birinin annesine erken emeklilik hakkı verirken bir diğerine vermeyebiliyor?”
Cuma günü Melekler Dünyası’na yolcu ettik sevgili kardeşimi. E-posta mesajları ve köşemdeki yorumları ile acımı paylaşan tüm okurlarıma yürekten teşekkür ediyorum. Bana verilen bu desteğin değeri hiçbir şeyle ölçülemez.
Yine Cuma günü, Gazetemiz manşetlerinde “Görme engelli yoluna 'dur' tabelası” başlıklı bir haber yer alıyordu. Haber içeriğinde, Zonguldak’ın Ereğli İlçesi’nde, kaldırımda görme engelliler için kabartma taşlarla yapılan yürüyüş yolunun ortasına sürücüleri uyarmak amacıyla konulan tabelânın yarattığı şaşkınlıktan söz ediliyordu.
Görme engelli yollarına bilinçsizce konulan bu gibi tebelâlar, kabartmalı taşları takip ederek yürüyen bir engellenin çarparak yaralanmasına neden olabilir. Ancak, ne yazık ki, bu yolların ne için yapıldığı ve nasıl kullanıldığı henüz tam olarak bilinmiyor ülkemizde.
Hissedilebilir yüzey uygulaması ilk olarak 1965'te Seiichi Miyake tarafından geliştirilerek 1967'de Japonya'da uygulanmış. Oradan da dünyaya yayılmış. Bu uygulamada, şerit halindeki kabartmalar tehlikesiz yürüme yolunu belirliyor. Yuvarlak kabartmalar ise uyarı niteliğinde olup herhangi bir yol ayrımına veya engele işaret ediyor.
Biz üç kardeştik; bu Çarşamba sabahına kadar… Siz bugün bu satırları okurken , ben kardeşlerimden birini toprağa veriyor olacağım.
Biz Neşe ile ikiz gibi büyüdük. Aramızda yalnızca yirmibir ay vardı. O benim küçüğümdü. Çok kıskandık birbirimizi çocukluğumuzda, sonra herşey değişti. Birbirinin kıymetini çok iyi bilen, birbirlerini koşulsuz seven ve koruyup kollayan kardeşler olduk.
O da benim gibi kas hastasıydı. Ama hiçbir zaman bunu bir engel olarak görmedi kendisine. Hep çalıştı, ayakta kalabilmek ve ayakta tutabilmek için..
Solcuydu benim kardeşim. Yaşamı boyunca hep işçinin, fakirin, güçsüzün yanında oldu. Başarılı olamasa da, hep onların leyhine birşeyleri değiştirmek için uğraştı. Görüşleri yüzünden mesleğinde yükselmesi engellendi. Bu engellenme herzaman bedensel engelinden daha ağır geldi ona. Ancak hiçbir kuvvet düşüncelerini ve görüşlerini değiştirmesini sağlayamadı. Sandalyede oturan ama herzaman dimdik duran kardeşimle hep gurur duydum.