Ayşe Özek Karasu

10. kattan atladı 9. katta vuruldu

12 Mayıs 2002
Ronald Opus kendini öldürmeye çalışıyordu. Ancak intihar girişimi sırasında vurularak öldürüldü. Şimdi bu bir cinayet miydi, yoksa intihar mı? Garip olaylar zincirini adım adım izleyen savcı sonunda olayın intihar olduğuna karar verdi. Ancak hikayenin sonunda bir sürpriz daha vardı...

TUHAF intihar vakasını aktaran kişi Amerikan Adli Tıp Derneği'nin eski Başkanı Don Harper Mills. 1994 yılında derneğin San Diego'da düzenlenen ödül yemeğinde söz alan Mills'in anlattığı hikaye şöyle:

23 Mart 1994'te Ronald Opus'un cesedini inceleyen adli tabip, adamın başından vurularak öldürüldüğü sonucuna vardı. On katlı bir binanın tepesinden intihar etmek üzere aşağı atlamıştı (geride bıraktığı notta umutsuzluğunu dile getiriyordu). Ancak dokuzuncu kattan geçerken pencereden gelen bir kurşun başına isabet etmiş ve anında ölümüne neden olmuştu. Apartmanın sekizinci kat penceresi düzeyinde cam silicileri korumak için bir ağ vardı ama, ne silahı çeken kişi, ne de Opus bu ağın varlığından haberdardı. Yani kurşun olmasaydı Opus'un intihar girişimi başarısızlıkla sonuçlanacaktı.

‘‘Normal olarak’’ diye devam etti Mills, ‘‘İntihar etmeye karar veren bir kişi eninde sonunda amacına ulaşır, ancak mekanizma onun tasarladığı biçimde gelişmeyebilir. Opus'un dokuz kat aşağıda yere çakılarak ölmesi onun ölüm nedenini intihardan cinayete çevirmeyecekti. Ancak intihar girişiminin başarısızlıkla sonuçlanacak olması nedeniyle, adli tabip bir cinayetle karşı karşıya olduğuna karar verdi.’’

B CİNAYETİ

Silahın ateşlendiği dokuzuncu katta yaşlı bir adamla karısı yaşıyordu. Şiddetli bir tartışmaya girmişlerdi ve adam karısını silahla tehdit ediyordu. O kadar kızmıştı ki, tetiği çekti, karısını ıskalayan kurşun pencereye yöneldi ve Opus'a isabet etti. Bir insan A şahsını öldürmeye çalışırken B şahsını öldürdüğü takdirde, B'yi öldürmekle suçlanırdı.

İşte bu suçlamayla karşılaştıklarında yaşlı adam da karısı da çok şaşırdı, çünkü silahın dolu olduğundan haberleri yoktu. Adam, karısını dolu olmayan silahla korkutmayı alışkanlık haline getirmişti, öldürmeye niyeti yoktu. Demek ki, Opus kaza sonucu ölmüştü.

Ancak soruşturma devam ederken bir tanık ortaya çıktı ve altı hafta önce yaşlı çiftin oğlunu silahı doldururken gördüğünü söyledi. Anlaşıldığı kadarıyla yaşlı kadın oğlundan mali desteğini çekmişti ve babasının silahla korkutma huyunu bilen oğul, babasının annesini vuracağını hesaplayarak silahı doldurmuştu. İşin yönü yine değişmişti. Bu durumda yaşlı çiftin oğlu Ronald Opus cinayetinin zanlısı oluyordu.

Ama kaderin cilvesi bu kadarla kalmıyordu. Soruşturma ilerleyince, cinayet zanlısının, annesini öldürme planı başarıyla işlemediği için umutsuzluğa kapılan Ronald Opus'un ta kendisi olduğu anlaşıldı. İşte bu nedenle 23 Mart günü on katlı binadan atlamış, dokuzuncu kat penceresinden gelen kurşunun isabet etmesi sonucu ölmüştü.

Adli tabip olayın intihar olduğuna karar vererek dosyayı kapattı.

BİTMEYEN ÖYKÜ

Olay kapandı, ancak hikaye burada bitmedi. Çünkü böyle bir olay olmamıştı. Amerikan Adli Tıp Derneği'nin Başkanı Don Harper Mills, bu intihar vakasını 1987 yılında sırf eğlence olsun diye uydurmuştu. Amacı yemekte yaptığı konuşmada hem meslektaşlarını eğlendirmek, hem de bazı küçük ayrıntıların değiştirilmesi halinde nasıl hukuki komplikasyonların ortaya çıkacağını göstermekti.

Harper Mills bu hikayeyi uydurduğunda internet henüz icat edilmemişti. Ancak icadından bir süre sonra, yani 1994'te Harper Mills'in hikayesi internetle tanıştı. Üç yıl kadar e-mail'ler aracılığıyla dünyaya yayılmasını sürdürdükten sonra 1997 yılında Harper Mills bir İngiliz gazetesine, olayın tamamen hayal ürünü olduğunu açıkladı. Ancak bu açıklama Ronald Opus vakasının yayılmasını engellemedi. Bugüne kadar icat edilmiş en büyük dedikodu çarkına kapılmıştı bir kere. Hikaye bugün bile internette dolaşmaya devam ediyor.

Geçen 3 Mayıs'ta benim elime de ulaştı. Bugüne kadar kimbilir kaç yüz bin kişi hikayeyi ilgiyle okudu ve inandı. Bunu tespit etmek imkansız. Ancak en azından biz biliyoruz ki, Ronald Opus hikayesi, internette sonsuza kadar dolaşmaya devam edecek o kent efsanelerinden biri işte.

MANOLYA FİLMİNİN ESİN KAYNAĞI

ASLA yaşamamış Ronald Opus'un kurmaca intihar hikayesi, Tom Cruise ve Julianne Moore’un da oynadığı Manolya filminde bir motif olarak yer aldı. Ancak hikayenin akışı ve kahramanların yerleri biraz değiştirilerek. Paul Thomas Anderson'un senaryosunu yazıp yönettiği filmde genç adam bir apartmanın tepesinden ölüme atlıyor, ancak yolun yarısında bir pencereden gelen kurşunun isabet etmesi sonucu ölüveriyor. Daireden silahı ateşleyen kişinin, o sırada kocasını öldürmek üzere tetiği çeken, genç adamın annesi olduğu ortaya çıkıyor. Böylece anne, kocasını öldürmeye çalışırken kendi öz oğlunun canını almış oluyor. ‘‘Peki genç adam zaten ölecekti’’ derseniz, kurmaca öyküdeki aynı motif filmde de var. Alt katlardan birinin hizasına gerilmiş ağ...
Yazının Devamını Oku

Bilimsel bahse var mısın

5 Mayıs 2002
Fütüristik tahminlerinde çok iddialı olanların bahse tutuşabilecekleri bir site açıldı. Amerikan bilgisayar dergisi Wired'ın editörü Kevin Kelly ile düşünce platformu The Well'in kurucusu Stewart Brand bir çeşit fütüristler forumu oluşturmayı düşünmüşler ve sonuçta LongBets.com adlı site ortaya çıkmış. Bahse girmek için en az 1000 dolar koymak gerekiyor, minimum bahis periyodu ise 2 yıl. Bahse tutuşulan konunun sosyal ve bilimsel açıdan önem taşıması şart. Yalnız destekli atmak gerekiyor. Çünkü hepsi kayıtlara geçiyor.

ÖNÜMÜZDEKİ on yıl içinde Rusya software alanında dünya lideri olacak. En geç 2050 yılında, güneş sistemi dışında yaşayan akıllı varlıklardan sinyal alacağız. Yine en geç 2050 yılında makineler, insan gibi bilinç sahibi olacak. Ve evren genişlemeye devam etmeyecek.

Bu iddialara itirazı olan varsa, LongBets.com sitesinde iddia sahipleriyle bahse tutuşabilir. Ancak kimse bahisten para kazanmayı beklemesin, çünkü paralar hayır kurumlarına bağışlanacak.

Geçen ay kurulan sitede yapay zekadan astronomiye, medyadan spora, biyolojik silahlardan fiziğe kadar geniş bir yelpazede iddialar ortaya atılıyor. Konularında uzman olanlar geleceğe dönük tahmini için en az bin dolara iddiaya giriyor. Site bilimsel gelişmeyi amaçladığı için, iki gün sonraki hava durumunu, ya da Şampiyonlar Ligi Kupası'nı hangi takımın alacağını içeren sıradan bahislere yer yok.

SEKİZ GÜNDE HESAPLARIM

Bahisçilerden Kepler gibi iddialarda bulunmaları bekleniyor. 1600 yılında, ‘‘Mars'ın yörüngesini sekiz gün içinde hesaplarım’’ diye meydan okuyan Kepler, tarihçilere göre bilimsel iddianın ilk örneğini vermişti. Gerçi Kepler, Mars'ın yörüngesini ancak beş yılda hesaplamış, dolayısıyla bahsi kaybetmişti, ancak Mars'ın yörüngesinin daire değil, elips şeklinde olduğu da Kepler'in çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştı. Yani büyük bir bilimsel hamle söz konusuydu.

Uzun vadeli bahse tutuşanların Kepler gibi büyük problemleri çözmeleri beklenmiyor. Ancak verilen zaman sonunda haklılığı ortaya çıkan bahsi kazanıyor. Haklılık konusunda en tipik örneği de, biyolog Paul Ehrlich ile ekonomist Julian Simon'un 1980 yılında girdiği iddia oluşturuyor. Ehrlich'in görüşüne göre belirli hammaddeler zaman içinde azalacağı için bunların fiyatı artacaktı. Simon ise insanlığın yeni buluşları sayesinde bu hammadde fiyatlarının düşeceğini iddia ediyordu. Ehrlich, krom, çinko, bakır, nikel ve volfram üzerine oynamıştı ve tamamında kaybetti, Simon'a 576 dolar ödemek zorunda kaldı.

HANİ EVLER UÇACAKTI

Kendi sahalarında bir numara olan en keskin görüşlü uzmanlar bile zaman zaman fütüristik iddialarında yaya kalıyor. Örneğin IBM Başkanı Thomas J. Watson 1943 yılında, ‘‘Gelecekte dünya piyasasında toplam beş bilgisayar olacak’’ diye bir tahminde bulunmuştu. Şimdi ise içinde neredeyse beş bilgisayar bulunan evler var.

Ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke, 1966 yılında ileri sürdüğü tahmininde, 2000 yılında evlerin uçabileceğini söylemişti.

Hele hele Bill Gates'in tahmini... 1981'de ‘‘640 K'lık bilgisayar hafızası herkese yetecektir’’ şeklinde bir açıklamada bulunduğu söyleniyor. Tabii şimdi hiç kimse Gates'i bu açıklamadan sorumlu tutmuyor. Ancak LongBets.com gibi bir sitede bahse girmiş olsaydı, bahsi kaybettiği resmen kayıtlara geçmiş olacaktı. Çünkü bugün bilgisayar hafızaları artık sınır tanımıyor.

LongBets.com sitesindeki bazı iddialar, tutuşulan bahsi sonsuza kadar götürebilecek nitelikte. Ortaya konulan paralar uzun vadeli bir fona aktarılıyor. Ancak evrenin genişlemesiyle ilgili bahiste bir pürüz var; evrenin genişlemesinin duracağı X günü geldiğinde ortalıkta herhangi bir insan, para, ya da bu paranın aktarılabileceği bir hayır kurumunun kalacağı şüpheli.


İŞTE BAHİSLER


2000 doğumlu bebek 2150'yi görecek


Microsoft'tan Craig Mundie, 2030 yılında yolcu uçaklarının büyük bölümünün pilotsuz uçacağına 1000 dolarına bahse giriyor.

Global Business Network'un kurucusu Peter Schwartz, 2000 yılında doğmuş en az bir kişinin 2150 yılını göreceğini iddia ediyor.

Bilgisayar tasarımcısı Danny Hillis, evrenin genişlemesinin duracağı konusunda, Microsoft'tan Nathan Myhrvold'la 1000 dolarına iddiaya giriyor.

Yapay zeka uzmanı Ray Kurzweil, 2029 yılına kadar, bir bilgisayar ya da makinenin Turing testini başarıyla tamamlayacağı konusunda, Lotus Development'in kurucusu Mitchell D.Kapor ile iddiaya giriyor. İki taraf da 10'a bin dolar koyuyor. Turing testi özetle şöyle birşey: Alan Turing'in 1950 yılında geliştirdiği test konseptine göre insanlardan oluşan bir jüri aralarında makinenin de bulunduğu bir gruba terminaller aracılığıyla sorular yöneltecek ve makinenin verdiği cevabı bir insana aitmiş gibi algıladığı zaman, makine o testten başarıyla çıkmış olacak.

2012 yılında The Wall Street Journal ve The New York Times, ‘‘Software alanında dünya lideri olan Rusya...’’ şeklinde ya da benzeri anlama gelebilecek ifadeler kullanacaklar. Bahisçi Esther Dyson, karşı iddiada bulunan Bill Campbell. Her ikisi de 5'er bir dolar koymuş.

2010 yılında dünya çapında satılan kitapların yüzde 50'si sipariş üzerine satış noktasında basılacak. Jason Epstein ile Vint Cerf'in girdiği bahsin toplam meblağı 2 bin dolar.

Astrofizikçi Martin Rees, 2020 yılına kadar biyolojik silahlarla öyle bir terör eylemi olacak ki, bir milyon kişi ölecek diye berbat bir kehanette bulunuyor.
Yazının Devamını Oku

Kola için savaşırız su için asla

28 Nisan 2002
Yaklaşan Dünya Kupası, Pepsi ile Coca Cola arasındaki ezeli rekabeti iyice kızıştırdı. İki dev kıyasıya bir yıldız savaşına girdi. Coca Cola Dünya Kupası'nın ve birçok takımın resmi sponsoru. Pepsi ise bulduğu boşluklardan dalışlar yapıyor. İki şirketin rekabet ettiği bir diğer alan ise Amerika'daki şişe suyu pazarı. Ancak bu alanda yıldız savaşı yok. Çünkü suyun saflığını bozmaktan korkuyorlar. Pepsi'nin sloganı bu korkuyu gayet iyi açıklıyor: ‘‘O kadar saf ki, size hiçbir şey vaat etmiyoruz.’’

İKİ kolacının paylaşamadığı yıldız, İngiliz Milli Futbol Takımı'nın kaptanı David Beckham. Hem Pepsi, hem de Coca Cola'dan milyonlarca dolarlık servet edinmiş durumda. Üstelik de şu anda sakat.

Coca Cola ve Pepsi, Beckham uğruna, antilop yavrusu üzerine atlayan aslanlar gibi savaşıyor. İngilizlerin ilahı Beckham yıllardır Pepsi ile sözleşmeli, son olarak da sumolu reklamda Pepsi takımının diğer oyuncularıyla birlikte, ancak ön planda görünüyor.

Pepsi, Dünya Kupası resmi sponsoru olan rakibinden şovu çaldığını düşünürken, Coca Cola'nın sınırlı sayıda imal ettiği şişelerde Beckham'ın boy göstereceği ortaya çıkıyor. Çünkü Coca Cola İngiliz milli takımının sponsoru ve şişelerde takımı kullanacak. Tabii ki Beckham ön planda, diğer futbolcular ise figüran.

Medyadaki açıklamalar Pepsi'nin kıskançlıktan çatladığını gösteriyor. Şirket sözcüsü bir İngiliz gazetesine şöyle konuşuyor: ‘‘Dünyanın en ünlü Pepsi içicisini kendi şişelerinde kullanmaları büyük sürpriz. Spice Girls'ün sponsorluğuna başladığımız 1995'den beri Beckham çiftiyle yakın ilişkimiz var. Üstelik evlerinde bir Pepsi makinesi bile bulunuyor.’’

Cola'dan ise şu açıklama geliyor: ‘‘Beckham'ın gerçek Cola'nın şişesinde görünmesi harika bir olay.’’ Beckham Pepsi ile geçen yıl imzaladığı anlaşmaya göre yılda 2.7 milyon dolar alıyor. Coca Cola ise İngiliz Milli Takımı'na 6 milyon sterlin ödediği gibi, Beckham'la da özel pazarlık yapmış.

Coca Cola 1970'lerden beri Dünya Kupası'nda resmi sponsorluk üstleniyor, Pepsi ise yıldızlarla tek tek anlaşıyor. Nitekim Coca Cola Türk Milli Takımı'nın da sponsoru ama, Pepsi Dünya Kupası pastasına Tarkan'la dalış yapıyor.

Durum böyleyken Beckham konusunda Coca Cola'nın faullü oynadığı söyleniyor. Çünkü Cola'nın anlaşmasına göre bütün futbolcuların eşit değerlendirilmesi, bir yıldızın ön plana çıkarılmaması gerekiyor.

Pazarlama ve reklam uzmanları ise Pepsi'nin Beckham'a tek başına sahip çıkacağını düşünerek, inanılmaz derecede saf ve tedbirsiz davrandığı görüşünde. M&C Saatchi Sponsorship firmasının CEO'su Matthew Patte, ‘‘Böylesine ünlü bir futbolcuyla yaptığı anlaşmayı güvenceye almaması Pepsi için utanç vericidir’’ diyor.

DÜPEDÜZ MUSLUK SUYU

Ünlü marka danışmanı Peter Arnell şöyle diyor: ‘‘Suya, su muamelesi yaptığınız an ölmüşsünüz demektir.’’ İşte bu nedenle Pepsi ve Coca Cola, meşrubatta kullandıkları arıtılmış musluk suyunu satarken, değişik imajlarla parlatıyorlar. Bildiğiniz musluk suyunu sağlık ve doğal güzellikle özdeşleştirip bir yaşam biçimi olarak sunuyorlar. Hatta ünlü Evian'ın kadınlara özgü bir ürün olarak tanınması nedeniyle Pepsi kendi suyunu satarken ‘‘uniseks su’’ fikrini işliyor.

Pepsi'nin Aquafina'sı ile Cola'nın Dasini şişe suları arasındaki tek fark şu: Pepsi, suyun içinde ne varsa filtre ediyor, Cola ise akla gelebilecek her türlü minerali suya ekliyor. Pepsi'nin suyu katıksız olduğu için fiyat rekabetinde avantajlı durumda. Ancak bakterileri öldüren partiküller de filtre edildiğinden suya ozon ekleniyor.

Coca Cola dünyada satılan şişe sularını araştırıp en temiz ve taze lezzeti bulmuş; karışımda magnezyum sulfat, potasyum klorid ve Cola'nın orijinal formülü olarak gizli tutulan tuz var. Ülke genelinde Perrier halen bir numara, ardından Aquafina ve Dasini geliyor.

Kısa süre öncesine kadar Evian ve Perrier'in suları daha çok kadınlara ve üst gelir gruplarına hitap eden ürünlerdi. Ancak obezite tehlikesi yüzünden kolalı içeceklerden kaçış başlayınca, su piyasası genişledi.

Şişe suyu iki cola şirketinin ABD'deki satışlarının yüzde 10'luk bölümünü oluşturuyor, ancak su satışları geçen yıl yüzde 30'luk artış gösterdiği için, iki şirket de suyun cazibesine kapılmış durumda.

Ve geçen yıldan beri çaktırmadan su savaşı yapıyorlar. Ancak bu yarışa asla ve asla yıldızları karıştırmıyorlar. İki şirket de aynı fikirde: ‘‘Su, kolalı bir içecek değildir. Saf ve özeldir. İçine yıldız karıştırmak saflığını bozar.’’
Yazının Devamını Oku

Haber internettense iki kere düşüneceksin

21 Nisan 2002
İnternetten gelen kurmaca haberlerin tuzağına dünyada bütün gazeteler düşüyor. Bunlar tehlikeli köpekbalıkları gibi dolaşıyor insanın etrafında. Gazeteci oltaya takılınca oturup ballandıra ballandıra yazıyor. ‘‘Soyguncular sperm bankasında buldukları pudingleri yediler’’ tarzında zararsız ve eğlenceli haberler de çıkıyor, daha ciddileri de. Ancak internet asparagaslarının köşe yazılarına dönüştüğüne pek sık rastlanmıyor. Tabii Marquez'in acıklı veda mektubu hariç. Bir vantrilok tarafından kaleme alınan sahte mektup internette dolaşıma çıktıktan sonra birçok köşe yazarı ‘‘Marquez ölüyor’’ diye makaleler kaleme almıştı.

William Safire sahte imzalı yazının Türk köşe yazarlarınca ciddiye alınıp yayınlanmasından birkaç gün sonra internette bomba gibi bir haber çıktı ortaya.

Hollywood Reporter'ın web sitesindeki yazıya göre Steven Spielberg'in bundan sonraki filmi Filistin ayaklanmasını konu alacaktı. Spielberg şöyle diyordu: ‘‘Soykırımın acıklı hikáyesi şimdi Filistin'de tekrarlanıyor, hem de bunu Yahudilik adına yaptığını iddia edenler tarafından.’’

Schindler'in Listesi'ni çeken Spielberg, İsrail'in Batı Şeria'daki Filistin kentlerini işgal etmesi üzerine Yahudilere sırt çevirmişti. Haber bomba gibiydi ama, inandırıcılığı sıfırdı. Gerçi Spielberg sadece Nazizm düşmanıydı, ancak Filistin davasını yücelten bir film çekmesine de imkan yoktu.

Nitekim çok geçmeden haberin asparagas olduğu anlaşıldı. Hacker'ın biri web sitesine girerek bu yazıyı koymuştu. Spielberg'in ortaklarından olduğu DreamWorks Stüdyoları ve Hollywood Reporter, yazının kesinlikle gerçekdışı olduğunu ve meçhul hacker'ın arandığını duyuruyordu.

TUHAF BİR SÖYLEŞİ

Sonra geçen perşembe başka bir haber daha dolandı elimize. Daha doğrusu bir söyleşi. Fox News Televizyonu'nun ABD'deki Lübnan Büyükelçisi Farid Abboud ile yaptığı söyleşi. Adı verilmeyen ve sadece ‘‘Fox interviewer’’ diye anılan kişinin yaptığı bu söyleşi son derece tuhaf bir diyalogdan oluşuyordu. Bizim hürriyetim.com'dan Ömer'in söylediğine göre şu anda internette müthiş bir dolaşım trafiği içinde olan söyleşi şöyle:

Fox: Sayın Büyükelçi sizce Hizbullah bir terör örgütü müdür?

Abboud: Evet Şaron bir teröristtir.

Fox: Sayın Büyükelçi ben onu sormadım. Masum sivilleri öldüren Hizbullah'ın eylemlerini sordum.

Abboud: Evet, terörist Şaron binlerce sivili öldürmüştür. En büyük terörist odur.

Fox: Sayın Büyükelçi lütfen soruma yanıt verin. Sizce Hizbullah terör örgütü müdür, değil midir? Siz masum sivillerin öldürülmesine karşı mısınız?

Abboud: Masum sivillerin öldürülmesine karşıyım elbette. Şaron binlerce masum sivili öldürmüştür ve öldürmeye devam etmektedir.

Fox: Peki ama ya Hizbullah. Yani siz bize Hizbullah'ın masum sivilleri öldürmediğini mi söylemek istiyorsunuz?

Abboud: Hizbullah bir direniş örgütüdür. Onlar adalet için savaşıyor. Ölenler savaş zayiatıdır. Hizbullah masum sivilleri asla hedef almaz. Şaron ise, çocuklar dahil sadece sivilleri hedef alıyor.

Fox: Sayın Büyükelçi siz ihtihar bombacılarını onaylıyor musunuz?

Abboud: Ben savaş suçlusu Şaron'un eylemlerini onaylamıyorum.

Fox: Sayın Abboud siz İsrail'in varolma hakkını tanıyor musunuz?

Abboud: Evet, Filistin'in varolma hakkını tanıyorum.

Fox: Sayın Büyükelçi lütfen sorularımı çarpıtmaktan vazgeçin. İsrail'in varolma hakkını tanıyor musunuz, tanımıyor musunuz?

Abboud: İsrail zaten var. Benim tanımama ihtiyacı yok. Asıl mesele Filistin'in tanınıp tanınmamasıdır.


HEM VAR HEM YOK


Aslında bu garip söyleşi yoktan var edilmiş değildi. Fox TV'den Alan Colmes, gerçekten de Lübnan Büyükelçisi Farid Abboud'la konuşmuştu. Sorular da hemen hemen yukarıdaki gibiydi. Abboud'un yanıtları da çok farklı içerikte değildi. Ama, söyleşinin kurgusu da yukarıdaki gibi deli saçması değildi. Büyükelçi masum sivillere yönelen her türlü terör eylemini kınadığını söylüyor, Ortadoğu'da tarih boyunca bütün tarafların masum sivilleri öldürdüğünü dile getiriyordu. Bununla birlikte, ancak söyleşiyi yapan kişi Şaron'u kınadığı takdirde Hizbullah'ı kınamayı kabul edebileceğini belirtiyordu.

Yani büyükelçinin, asparagas mantığıyla kurgulanmış söyleşiye çanak tuttuğu da gerçekti.


Sahte e-mail uğruna Hindistan'a gitti, patronun 26 milyar lirasını harcadı


İnternet her türlü meslek grubu için büyük tehlike. İngiltere'de görülen sahtekarlık davası bunun en iyi örneği. Tıbbi test cihazları üreten bir firmanın pazarlama müdürü Andrew Hall, kendisini sahte e-mail'lerle kandırıp Hindistan'a yolladıkları gerekçesiyle rakip firma aleyhinde maddi-manevi tazminat davası açtı. Hall, 14 bin sterlin (26.3 milyar TL) tutarındaki masrafların yanı sıra kendisinde ruhsal çöküntüye yol açtıkları gerekçesiyle rakip firmanın üç çalışanından davacı oldu.

Mahkeme tutanaklarına göre olay şöyle gelişiyor: Eskiden Andrew Hall ile birlikte çalışan Raymond Ball, Jeremy Aston ve Ivan Lucas şirketten ayrılıp kendi firmalarını kuruyor. Sonra da Andrew Hall'a, Dr. Hankavanka diye uyduruk bir Hintli doktordan e-mail'ler atıyorlar. Bu Dr. Hankavanka, Hall'un şirketinden yüklü miktarda idrar testi cihazı istiyor. Bunun üzerine Andrew Hall 2000 yılının temmuz ayında kalkıp Hindistan'a gidiyor. Orada Dr.Hankavanka diye biri bulunmadığını anlayınca ruhsal çöküntü geçiriyor ve hastanelik oluyor. Sonra rakip şirketteki üç kafadar yakalanıyor ve mahkeme önüne çıkarılıyor. Şimdi davanın sonucu merakla bekleniyor.
Yazının Devamını Oku

Tütün insanoğlunu nasıl baştan çıkardı

7 Nisan 2002
Edebiyatta sigarayla baştan çıkarılışın ilk örneğine Prosper Merimee'nin Carmen'inde rastlıyoruz. Ya da Bizet'nin Carmen operasında diyelim. Çünkü o baştan çıkarma eylemi sahnede görsellik kazanıyor. İngiliz gazeteci Iain Gately, La Diva Nicotina adlı kitabında, ilk kez 18 bin yıl önce keşfedilen tütünün, insanlık tarihinde geçirdiği evreleri, nasıl bağımlılığa dönüştüğünü anlatıyor. Bazı hükümdar ve diktatörlerin sigaraya karşı açtığı savaş, tiryakilere verilen korkunç cezalar ve Dördüncü Murat'ın nikotin kullanan tam 25 bin kişiyi öldürttüğü iddiası da var kitapta.


Tütün ilk kez Amerika kıtasında keşfedildi ve muhtemelen son nefesini de aynı topraklarda verecek. Sağlığa zararlı olduğu artık su götürmeyen bu nesneye karşı Amerika'da beslenen normal ötesi tiksintiyi anlatmak için şu örnek yeterli olabilir:

Sigaranın mutlak şekilde düşman ilan edildiği 1990'lı yıllarda bir gün Larry White adlı katil idam edilecektir. ‘‘Son arzun nedir?’’ diye sorulur, o da bir sigara ister. Ancak sağlığa zararlı olduğu için idam mahkumunun son isteği reddedilir. ‘‘La Diva Nicotina’’nın yazarı Iain Gately'ye göre bu feci bir insan hakları ihlalidir, tabii idam cezasını saymazsak.

Iain Gately kitabında, tütünün global kültürde nasıl merkezi bir rol oynadığını ve dünya ekonomisini dönüştürdüğünü anlatıyor. Bu bitki binlerce yıl önce bulunmuş olmasına karşın, antropologlar, ilk kez ne zaman içilmeye başlandığını tam olarak tespit edebilmiş değil. İÖ 5000 - İÖ 3000 arasında Peru ve Ekvador Andları'nda yetiştirildiği, ancak o dönemlerde sadece çiğnendiği biliniyor. İnsanların dumanla ne zaman efkar dağıtmaya başladığı belli değil.

Bir teoriye göre sigara içimi, enfiye çekmenin evrim geçirmiş hali. Tütün tozunu burun deliklerine çekerek hapşırma adeti sigaradan önce çıkmış. Bu arada Napoleon Bonaparte'ın iflah olmaz bir enfiyeci olduğunu, günde 100 sigaraya eş değerde enfiye çektiğini öğreniyoruz.

İnsanlar tütünü çiğnemiş, burnuna çekmiş, içmiş, yalamış, vücuduna sürmüş, hatta ayıptır söylemesi, Amazon'da sıvı halde kamışla anüsten ‘‘içildiği’’ bile olmuş. Mayalar tütün içerek ibadet etmiş, Aztekler de içmiş ve ayaklarını tütün suyuyla yıkamış. Zararlılara karşı kullanmış. Bitleri öldürmek, diş ağrısını ve yılan ısırığını geçirmek için tütün suyunu sürmüş sürüştürmüş. Şaman ayinlerinde dumanı tüttürülmüş.

POCAHONTAS'IN TARLALARI

Kuzey Amerika'nın kölelerle tanışmasının ve İngiliz egemenliğinin dünyaya yayılmasının da başrol oyuncusu oluyor. 1612 yılında John Rolfe adlı İngiliz, Amerika'daki Jamestown kolonisini, tütün ekerek açlıktan kurtarıyor, sonra da yerli prensesi Pocahontas ile evleniyor. Bundan 17 yıl sonra da tütünün markalaşması yolunda ilk adım atılıyor. Rolfe, Virginia'da üretilen tütüne ‘‘Orinoco’’ adını veriyor.

Tütün üretimi emek yoğun bir tarım dalı olduğu için Kuzey Amerika'nın gelecek vaat eden bir pazar olduğunu gören Hollandalı tüccarlar kitleler halinde köle taşıyorlar Yeni Dünya'ya. İlk kez 1619 yılında Afrikalı köleleri Virginia tütün plantasyonlarına satıyorlar.

Hıristiyan Avrupalılar, ‘‘vahşi’’ yerliler tarafından sevilen bu maddeye önce kuşkuyla yaklaşıyor. Ancak 17'inci Yüzyıl ortasından itibaren popülarite kazanmaya başlayan tütün Avrupa ve Amerika'ya yayılıyor. Tütün Avrupalılar’ın elinde, Tanrı'ya ulaşmak için bir araç, bir gıda maddesi, tıbbi bir malzeme olmaktan çıkıyor, büyük bir aşk başlıyor.

CARMEN'İN DOĞUŞU

Sigaradaki cinsellik ve tutkunun izleri İspanya'nın Sevilla kentine uzanıyor. Puro üretimi yapan Fabrica del Tobacos'ta çalışan 4800 genç kadın, bunaltıcı yaz sıcağında eteklerini kalçalarına kadar toplayarak çalışırken, bir yandan da kağıda sarılmış tütün içiyorlar. İspanyolların içtiği ‘‘papelotes’’, burayı ziyarete gelen Fransız yazarlar arasında pek rağbet görüyor. Bunları Paris'e götürüp, adını da ‘‘sigara’’ (cigarettes) koyuyorlar. İşte bu Fransız yazarlardan biri, yani Prosper Merimee, yarı çıplak kızlardan aldığı esinle 1845 yılında Carmen'i yazıyor. Sonra da 1874 yılında George Bizet'nin Carmen operası ortaya çıkıyor. Sigara alışverişinin kadınla erkek arasında cinsel çekim gücü yarattığı ilk edebi örnek de Carmen oluyor.

Birinci ve ikinci dünya savaşları sırasında askerler aracılığıyla sigara bütün dünyaya yayılıyor. Savaşa giren ülkelerde ve tutsak kamplarında sigara para yerine geçmeye başlıyor.

AUDREY’nin AĞIZLIĞI

Sonra da içeni son derece ‘‘cool’’ gösteren bir araç olarak beyazperdeye taşınıyor. Casablanca gibi filmler sigaraya yeni bir nitelik kazandırıyor, sigara içmek, artık yemek yemek ve öpüşmek kadar doğal bir eylem haline geliyor. Sanki cinsel cazibe dozunu artırıyor. Humphrey Bogart, sonra da Robert Mitchum en iyi sigara içen aktörler olarak tarihe geçiyor. Sigara insanı daha şık gösteren bir uzantıya dönüşüyor. Audrey Helpburn uzun ağızlığıyla daha şık görünüyor.

Sonra o cool, çekici tablo darmadağın oluyor. Akciğer kanserinden ölümler başlıyor. Bilim kesin kanıtlar getirince, ölümle pençeleşen tiryakiler ilk kez 1960'larda sigara şirketleri aleyhinde davalar açıyor. Bunun üzerine üreticiler Marlboro Man gibi etkin karakterlerle müthiş bir reklam atağına kalkıyorlar.

1970'lerde pasif içicilik kavramı ortaya çıkıyor. 1980'lerde sigara şirketleri, nikotin üretimiyle ilgisi olmayan şirketleri satın almaya başlıyorlar. 1990'larda sigara kaynaklı hastalıkların tedavisi için ABD eyaletleriyle üreticiler arasında 246 milyar dolarlık anlaşma yapılıyor.

Ve bugün dünyada 1.2 milyar insan ısrarlı bir şekilde sigara içmeye devam ediyor.


TARİHTE BÜYÜK SİGARA DÜŞMANLARI


IV. Murat, Çar Mihail, Hitler


Birinci sırada Dördüncü Murat yer alıyor. Tebdili kıyafet dolaşmasıyla ünlü padişahın, yasak olduğu halde tütün içenleri yakalatıp, 14 yıl içinde 25 bin kişinin kafasını kestirdiğini, sonra da alkolizmden öldüğünü yazıyor.

İran'da sigara satanların gırtlaklarından aşağı erimiş kurşun akıtılıyor.

Rusya'da ise Romanov ailesinin ilk Çarı Mihail Feodoroviç sigara içenlere karşı zulüm uyguluyor, insanların dudakları yarılıyor, kırbaçlanıyor, Sibirya'ya sürülüyor, ya da iyice şanssız olanlar iğdiş ediliyor.

Sonra Hitler de sigaradan nefret ediyor. Tütünü ‘‘kızılderililerin beyaz adama gazabı’’ olarak görüyor. Hatta sigaranın ölümcül sırlarını ilk kez Nazi bilimadamları keşfediyor. Hitler sigara alışkanlığına karşı kuvvetli bir propaganda ve yasak uyguluyor.


Tütün, yıldız imajının bir parçasıydı eskiden. İster Audrey Hepburn (sağda) gibi kibar ve züppe, ister Humphrey Bogart (solda) gibi maço bir tavırla içilsin, filmlerde ve fotoğraflarda dudaklardan düşmezdi.
Yazının Devamını Oku

Uzakdoğu'da futbol ateşkesi

31 Mart 2002
Futbol, harika bir seyirlik oyun olmanın ötesinde, diplomasi alanında da harika işler başarıyor. Japonya ile G.Kore'nin birlikte düzenlediği Dünya Kupası, Asya'nın doğu yakasına sıcaklık getirdi. 31 Mayıs'taki açılış günü yaklaştıkça, Japonya ve Kore'nin iki yarısı arasındaki sempati dozu artıyor. Dünyanın karşısına kanlı bıçaklı çıkmak istemiyorlar. Aslında iki ülkenin turnuva için bir araya gelmesi büyük başarı. Çünkü 2008 Avrupa Kupası'na ortaklaşa aday olan Türkiye ile Yunanistan arasındaki nahoş duygular Japon ve Korelilerin birbirine beslediği nefretin yanında hafif kalır.


Futbol yüzünden savaş çıktığı da oldu ama, o günler artık geride kaldı. 1969'da, El Salvador milli takımının Honduras'ı yenmesinden sonra patlak veren savaşta 6 bin kişi ölmüştü. Şimdi ise futbol, uzlaşma yolunda bir diplomasi aracı haline geliyor. En azından Uzakdoğu'daki gelişmeler bu yönde.

Teknik olarak hálá savaş halinde olan Kuzey ve Güney Kore geçen hafta ortak açıklama yayınladılar. Buna göre G. Kore Devlet Başkanı Kim Dae-jung, önümüzdeki ay kuzeye özel temsilcisini yollayacak. Bu temsilci, K. Kore Parlamentosu'nun başkanını turnuvanın açılış törenine davet edecek. Çünkü G. Kore, Dünya Kupası'na ev sahipliği yaparken, Kuzey'in askeri bir gerginlik çıkarmasını istemiyor.

Türk milli takımının maçlarını oynayacağı Kore yarımadası aslında bir savaş bölgesi. Çünkü 1950-53 savaşından sonra kuzey ve güney arasında barış anlaşması imzalanmadı, sadece ateşkese varıldı. Burası aynı zamanda dünyanın en asker yoğun alanı. İki Kore'nin ordularıyla Amerikan birliklerinin toplamı 2 milyon asker ediyor. Soğuk savaşın son duvarını oluşturan sınır hattı mayın kaynıyor.

Bill Clinton Yönetimi bu duvarı da kaldırmak için hayli uğraşmıştı. Haziran 2000'de Güneyin lideri Kim Dae-jung kuzeye geçmiş, iki taraf savaşın ayırdığı aileleri buluşturmak üzere anlaşmıştı. Kim, güneş ışığı politikasıyla Nobel Barış Ödülü'nü almıştı.

Ancak yeni Başkan Bush'un K. Kore'yi, ‘şeytan ekseni’nin üyesi ilan etmesi ipleri gerdi. İşte G. Kore şimdi bu gerginliği ortadan kaldırmaya çalışıyor.

JAPONLARDAN NEFRET

G. Kore'nin organizasyon ortağı Japonya ile arasındaki yüzlerce yılık nefret bağı da gevşemeye başladı. Japonya Başbakanı Juniçiro Koizumi ile G. Kore Lideri Kim geçen 22 Mart'ta buluşup forma değiş tokuşu yaptılar. Ayrıca Koizumi ve Japon Prensi Takamado Seul'deki yeni Dünya Kupası stadına davet edildi. Takamado, Japon imparatorluk ailesinin 1945'den bu yana Kore'ye giden ilk üyesi olacak.

Oysa kısa süre öncesine kadar hediyelik eşyalara hangi ülkenin adı önce yazılacak diye kavga ediyorlardı.

Çünkü Japonya tarih boyunca Kore'yi çok hırpalamıştı. 1590'daki ilk istila girişiminin ardından, 19'uncu Yüzyıl'da bu ülke üzerinde egemenlik kurmuş ve nihayet 1910'da Kore'yi ilhak etmişti. Japon ordusunun Koreli kadınları seks kölesi olarak kullandığı, işçilerin emeğini sömürdüğü, kültürünü tahrip ettiği ve hatta dillerini konuşturmadığı yıllar, Japonya'nın İkinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasıyla sona ermişti.

Ancak Korelilerin Tokyo'ya beslediği kin bitmemişti. Çünkü Japon okullarında okutulan tarih kitapları, zulüm yıllarını yok sayıyordu. Japonya uzun yıllar seks kölesi kadınlardan özür dileyip tazminat ödememekte direnmişti. Üstelik Japonya'nın milliyetçi Başbakanı Koizumi daha geçen yıl, Kore'den gelen bütün itirazlara rağmen, 12 savaş suçlusu da dahil 2.5 milyon askerin yattığı Yasukuni anıt mezarını inadına ziyaret ederek Korelilerin nefretini iyice körüklemişti.

Ancak Dünya Kupası bu karanlık tabloya set çekti. Japonya İmparatoru Akihito, ilk kez aile köklerinin Kore'ye kadar uzandığını resmen açıkladı ve Kore'nin Japon kültürü üzerinde büyük etkisi olduğunu söyledi. Sonra iki ülke, turnuva boyunca vize ve döviz kısıtlamalarını gevşetme kararı aldılar. Balıkçılık alanında yıllardır süregelen anlaşmazlıklar da karşılıklı tavizlerle giderildi.

HERKESİN KİŞİSEL ÇIKARI

Tabii bu flört havasının ardında kişisel çıkarlar da yok değil. G. Kore Devlet Başkanı Kim, görev süresi gelecek yıl dolacağı için kuzeye dönük barış atağının meyvelerini bir an önce toplamak istiyor.

Japonya Başbakanı Koizumi, halk tarafından çok sevilen kadın Dışişleri Bakanı Makiko Tanaka'yı görevden aldığı geçen ocak ayından bu yana anketlerde reyting felaketi yaşıyor.

Kuzey Kore Lideri Kim Jong-il'in sinemayı futbola tercih ettiği biliniyor, ancak açlık çeken ülkesinin fena halde dış yardıma ihtiyacı var.

Güney Kore'nin Dünya Kupası Organizasyon Komitesi Başkanı Chung Mong-joon'un gözü de yükseklerde. Kupayı, gelecek yılki devlet başkanlığı seçimlerinde aday olmak üzere sıçrama tahtası olarak kullanmak istediğini açık açık söylüyor. ‘‘Dünya Kupası'nın başarılı geçmesi seçim sonuçlarını da etkileyecektir’’ diyor.

Uzakdoğu'daki bu yumuşama ortamının geçici olup olmadığı 30 Haziran'daki final maçından sonra belli olacak.


Eyvah, bizim maça on binlerce Çinli geliyor


Güney Kore Hükümeti, Dünya Kupası'nın tanıtım çalışmalarında hem ülke içinde, hem de dışında, Japonya'dan geri kaldığını düşünerek geçtiğimiz günlerde hamle başlattı. Dışarıda da özellikle Çin'i hedef aldı. Dünya Kupası'na ilk kez katılan Çin'de 8 milyon futbol fanatiğinin bulunduğu ve en az 100 bin kişinin maçları izlemek üzere G. Kore'ye gideceği hesaplandı. Malum, Çin ile aynı gruptayız ve maçımızı 13 Haziran günü TSİ 08.30'da Seul'deki Dünya Kupası Stadı'nda oynayacağız. Stadın kapasitesi, 63 bin 961 kişi. Verilen bilgiye göre, Çin'in oynayacağı üç maçın biletleri tükenmiş durumda. Eğer Koreliler'in hesabı doğruysa, bizim maça on binlerce Çinli gelecek demektir.
Yazının Devamını Oku

Kanserseniz ve fareyseniz sizi iyileştirebilirim

24 Mart 2002
Bilim farelerin hizmetinde... Bu cümlenin kesinlikle bilimsellik iddiası yok. Hatta tam tersi, farelere hizmet bir yana, hayvanların bilim adına genetik oyunlarla şekilden şekile sokulduğunu biliyoruz. Her hafta, genetik mutasyona uğramış yüzlerce deney faresi çıkıyor piyasaya. Araştırmacılar ‘‘Farelerde şu hastalığı iyileştirdik’’ diye açıklama yaptıkça bizim aramızda da şöyle bir espri gelişti: ‘‘Yine fareleri iyileştirmişler...’’


Yaklaşık dört yıl önce Amerikalı doktor Judah Folkman'ın Time dergisinde yayınlanan sözleri şaka gibi gelmişti; ‘‘Eğer kansere yakalandıysanız ve aynı zamanda bir fareyseniz sizi iyileştirebilirim...’’

Angiostatin ve Endostatin adlı iki ilacın birlikte kullanımı sonucu kanserli tümörlerdeki büyümenin durdurulduğu haberi Amerikan basınında bomba gibi patlamıştı. Bütün bilim dünyası Dr.Judah Folkman'ın geliştirdiği yöntemi konuşuyordu. Şöyle bir izlenim oluşmuştu: Bugün fareleri iyileştirdiler, yarın da bizi iyileştirecekler. Ancak koparılan gürültünün boşuna olduğu anlaşıldı. Dr. Folkman, yöntemin insanlar üzerinde on yıldan önce denenmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. Yani sadece fareleri iyileştirebiliyorlardı.

Bugün hala, aramızda sadece 300 genlik fark bulunan fareleri iyileştirebiliyorlar. Daha doğrusu önce hasta edip sonra iyileştiriyorlar. Dünyanın ilk deney faresi 1921 yılında William Castle tarafından geliştirilen ve kanser tümörü taşıyan bir hayvandı. İşte o tarihten bu yana genetik müdahaleyle kel, kör, topal, pembe gözlü, obez, yuvarlak, dört köşe, bücür kulaklı, Alzheimerli vs fareler yetiştirip sonra başarılı bir şekilde tedavi ediyorlar. Obeziteden diyabete, kellikten körlüğe, Parkinson'dan lösemiye, farelerin her derdine çare bulunuyor.

Ancak insanlar üzerinde şöyle kitlesel başarıyla sonuçlanmış bir deney söz konusu değil. ‘‘Fareyi iyileştirdik’’ haberleri genelde şu cümleyle son buluyor: ‘‘Gelecekte insanların tedavisi yolunda büyük umut doğdu.’’

ZAYIF FARELER

Örnek olarak Alzheimer aşısını alalım. İrlanda şirketi Elan'ın fareler üzerinde denedikten sonra geliştirdiği Alzheimer aşısı AN-1792'nin insanlar üzerindeki klinik deneyleri tam bir fiyaskoya yol açınca, testler geçen ay durduruldu. Çünkü Fransa'daki 97 hastadan 12'sinde beyin iltihabı meydana geldi.

Araştırmacılar fare körlüğünün çaresini de buldular. Bu büyük tıbbi atılım, İngiltere'deki Sheffield Üniversitesi'nde gerçekleştirildi. Yaşlılıktan kaynaklanan ve retinadaki makula hücrelerinin ölümü sonucu ortaya çıkan bu körlük, yabancı bir dokudan alınan hücreler nakledilerek giderildi. 60 yaşını geçen her sekiz kişiden biri bu görme bozukluğuna yakalanıyor.

Farelerin Parkinson sorunu da giderildi. Wisconsin-Madison Üniversitesi'ndeki bilimadamları, insan embriyosundan alınan kök hücreyi fare beynine nakledip, ölen hücrelerin yerine yenilerinin gelişmesini sağladılar. Böylelikle ‘‘gelecekte’’ Parkinson ve diğer beyin hastalıklarının tedavisi yolunda ‘‘umut’’ doğdu. Aynı araştırmacılar daha önce de kök hücrelerin kan hücrelerine dönüşmesini sağlamış ve löseminin tedavisi için ‘‘umut’’ doğduğunu söylemişlerdi.

Bugün şişmanlıktan musdarip milyonlarca insan var ve yakın gelecekte zayıflamaları da mümkün görünmüyor. Çünkü sadece şişman fareler zayıflıyor. Johns Hopkins Üniversitesi'ndeki araştırmacılar C75 adı verilen bir ilaç sayesinde farelerin iştahını yüzde 90 oranında kesmeyi başardılar. Bu ilacın da piyasaya çıkmasına, obez iştahlarının kesilmesine daha yıllar var.


İNSANLA olan genetik benzerliğinden ve çok çabuk üreyip gelişmesinden ötürü insan hastalıklarıyla ilgili genetik araştırmaların büyük çoğunluğunda fareler kullanılıyor. Genome Projesi çerçevesinde genetik haritası çıkarılan farelerle insanların genleri yüzde 85-95 oranında özdeş. Böbreklerimiz, kalplerimiz birbirine çok benziyor. Embriyolarımız aynı şekilde gelişiyor. Davranışlarımızda da benzerlikler var.

Altı hafta içinde cinsel olgunluğa erişip, ortalama 2.6 yıl yaşıyorlar. Bir yıl içinde üç nesil çıkardıklarından deneyler için birebirler. Genetik olarak çok çabuk yeni biçimler alabiliyorlar. Ve önemli bir mülk durumundalar. Çoğu ABD'de olmak üzere her yıl 25 milyon deney faresi üretiliyor. Bunların yarattığı toplam piyasa değeri 150 milyon dolar. En pahalılarından biri de, genetik müdahaleyle Alzheimer geliştiren 'TG2576' kod adlı fare. Bir tekinin fiyatı yaklaşık 500 bin dolar.

FARE FABRİKASI

ABD'deki Jackson Laboratuvarı fare pazarlayan en büyük kurumlardan biri. Özellikle Alzheimer araştırmalarında uzmanlaşan bu kuruluş toplam 56 ülkeye bir yıl içinde yarım milyon fare satıyor. Laboratuvarın yıllık geliri 22.9 milyon dolar cıvarında. Tabii sadece fare satışından değil.

Houston'daki Lexicon Genetics adlı firma da genetik değişime uğramış fareler alanında uzman. Merck Genome Araştırma Enstitüsü, beş yıl içinde 150 yeni fare modeli için bu firmayla 8 milyon dolarlık anlaşma yaptı. Bu kuruluş genetik olarak değişime uğramış embriyonik kök hücreler geliştirip bunları donduruyor, sonra da belirli genleri taşıyan fareler üretiyor.
Yazının Devamını Oku

Hollywood bombasının müthiş icadı

17 Mart 2002
Haber, Kadınlar Günü ertesinde Hürriyet'in birinci sayfasında çıktı. Kadın mucitler arasında Hollywood afetlerinden Hedy Lamarr'ın da adı geçiyordu. Lamarr, cep telefonunun geliştirilmesinde önemli rol oynamıştı. Lamarr bu işi, Hitler ve Mussolini için silah sistemleri geliştiren ilk kocasının iş toplantılarına katılması sayesinde başarmış. ABD'ye kaçtıktan sonra, Alman denizaltılarına atılan torpillerin radyo frekanslarının kırılmasını önleyen gizli bir sistem geliştirmiş, patentini de almış. Bu icat, bugün uydu haberleşmesinin temelini oluşturuyor.


Kışkırtıcı bir güzelliğin arkasından çıkan serüvenli yaşam öyküsü o kadar şaşırtmıyor da, kadının ‘‘o güzel başını’’ icatlara yorması insanı hayretlere düşürüyor.

Kendi cinsime hakaret olduğunu biliyorum ama, Hedy Lamarr gibi haksızlık derecesinde güzel bir kadının mucit olması fikri hayret verici geliyor.

Küçükken, 1940'lardan kalma fotoğraflarına hayranlıkla baktığım Hedy Lamarr bir mucit. Ve bunu kadının artık yaşamadığı bir yüzyılda öğreniyoruz. Lamarr, 19 Ocak 2000'de 85 yaşında öldü.

Altı koca değiştiren, Ecstasy adlı filmde çıplak yüzdüğü için Amerika ve Avrupa çapında sansasyon yaratan, filmi yasaklanan, hayatındaki en önemli güdünün seks olduğunu söyleyen, İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalı askerlerin poster kızı olan Lamarr, torpillerin uzaktan kumandası için farklı frekanslardan işleyen gizli bir telekomünikasyon sistemi geliştirmiş olsun! Ve bu sistem günümüzde cep telefonlarının dinlenmesini engellesin, uydu teknolojisinin, uzaktan kumanda mekanizmasının temelini oluştursun. İnanılır gibi değil.

HİTLER ELİMİ ÖPERDİ

Asıl adı, Hedy Lamarr değil, Eva Marie Kiesler. Zengin bir bankacı ailenin kızı olarak Viyana'da dünyaya geliyor. Henüz 17 yaşındayken çevirdiği filmle hemen dikkat çekiyor, ilk evliliğini Avusturya'nın önde gelen silah imalatçılarından Fritz Mandl ile yapıyor ve böylece diktatörler çevresine giriyor. Çünkü Bay Mandl sinema yıldızı değil, sadece kendisinin yıldızı olsun diye karısını hiç yanından ayırmıyor, iş toplantılarına da götürüyor. ‘‘Ecstasy and Me’’ başlığını taşıyan otobiyografisinde Lamarr, ‘‘Hitler elimi öperdi, Mussolini iskemlemi tutardı’’ diye yazıyor.

Teknik toplantılara da katılıyor, hayli mühimmat bilgisi ediniyor. Hatta bu toplantılardan birinde torpillerin radyo sinyalleriyle yönlendirilmesi fikri aklına geliyor, ancak radyo frekansının kolaylıkla tespit edilebileceğini düşünüyor.

Sonra da kocasına karşı ilgisini yitiriyor, Nazilere yapılan silah satışlarından da rahatsız oluyor. Bunun üzerine kıskanç koca evdeki uşaklara muhafızlık görevi veriyor. 1937'de, Mandl'ın seyahatte olduğu bir gün Hedy, hizmetçisinin kahvesine uyku ilacı karıştırıp, hizmetkarlardan birinin üniformasını giyiyor ve trene atladığı gibi Londra'nın yolunu tutuyor.

Orada film yapımcısı Louis B. Mayer ile tanışıyor, MGM ile haftada 500 dolarlık anlaşma imzalıyor, Hedy Lamarr adını alıyor ve ver elini Amerika. Hollywood'da Spencer Tracy ve Clark Gable gibi aktörlerle başrol paylaşıyor. Bu arada çok talihsiz bir karar alarak, Casablanca için yapılan teklifi geri çeviriyor. Eleştirmenlere bakılırsa iyi de oluyor. Çünkü Hedy Lamarr o aşırı güzelliğine karşın son derece yeteneksiz bulunuyor.

ZENGİN ERKEKLERLE EVLENDİ

Lamarr'ın, 1940 yılında Amerikalı avangard besteci George Antheil ile tanışması, uzaktan kumandalı torpil sisteminin geliştirilmesine büyük katkıda bulunuyor. İkili birlikte piyano çalarken çakan bir şimşekle, Lamarr'ın silah, Antheil'ın senkronize nota bilgisi bir araya geliyor ve icat ortaya çıkıyor.

Lamarr hep zengin erkeklerle evleniyor, iki de çocuğu oluyor. Ancak her nedense 40'lı yaşlarında parası tükeniyor. 1966'da 10 bin dolara bir rol kapıyor. Yaşlanan bir divayı canlandırması isteniyor. Derken Florida'da bir dükkandan bir çift terlik çalarken yakalanıyor. Açılan dava düşüyor ama, bu arada film teklifi de uçup gidiyor.

Oynadığı son büyük film 1949 yılında gişe rekorları kıran Samson ve Dalilah oluyor. Victor Mature'ün Samson rolünü oynadığı film ticari açıdan başarılı olsa da bir oyunculuk harikası olmadığı kesin. Yönetmen Cecil B. DeMille, film vizyona girmeden önce Groucho Marx'ı projeksiyon odasına çağırıp fikrini sorduğunda, bizim Arşak Palabıyıkyan ‘‘Bence bu film iş yapmaz’’ diyor. DeMille ‘‘Neden?’’ diye sorunca da şu yanıtı veriyor: ‘‘Çünkü roller ters olmuş. Victor Mature'ün memeleri, Hedy Lamarr'ınkilerden daha büyük.’’


Yıldızla piyanist Hitler'e karşı

Askeri teknoloji alanında çalışan mühendisler 1930'ların ortalarından beri torpillerin güdüm sistemiyle ilgili sorunu çözmeye çalışıyordu. O günlerde torpillerin hedefe isabet oranı çok düşüktü. Bir kez fırlatıldıktan sonra rotalarını korumak kolay olmuyordu. Hedefe tam isabet için çok fazla sayıda torpil atılması gerekiyordu. Torpilin radyo sinyalleriyle yönlendirilmesi mümkündü, ancak bu sefer de tek frekans üzerinden giden sinyalin yakalanması çok kolaydı.

Hedy Lamarr, Hitler'e karşı verilen savaşa katkıda bulunmak için yanıp tutuşuyordu. Müttefik denizaltılarının Hitler'in denizaltıları karşısında avantajlı konuma gelmesini istiyordu. Ve besteci George Antheil ile kafa kafaya vererek güdüm sistemi sorununu çözdü. Birlikte piyano çalarken Lamarr, çok sayıda frekans üzerinden işleyen bir güdüm sistemi fikrini ortaya attı. Daha önce Ballet Mecanique filmine, 16 piyano için farklı notalarla senkronize müzik yazan Antheil, bu deneyimden yola çıkarak, piyano üzerindeki tuşlara bağlı 88 frekanslık bir sistem geliştirdi. Sinyal tek bir frekans yerine, birinden diğerine atlayarak gidiyordu. Böylece sadece alıcı ile vericinin bildiği programın üzerindeki frekanslar arasında giden sinyalin kırılması mümkün olmuyordu.

İkili, 11 Ağustos 1942'de 2.292.387 sayılı patenti aldı. Ancak bu buluş İkinci Dünya Savaşı sırasında hiç kullanılmadı ve Lamarr ile Antheil patent hakkını 1957'de kaybettiler.
Yazının Devamını Oku