Ayşe Özek Karasu

Trafik ölümlerine savaş açan mini minnacık kadının zaferi

10 Nisan 2004
Geçen 7 Nisan Dünya Sağlık Günü’ydü. Günün konusu ise AIDS veya kanser değil, trafik ölümleriydi. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Bankası’nın yayınladığı rapora göre her yıl yeryüzünde 1.2 milyon insan karayollarında heba olup gidiyor. Böyle giderse, 2020 yılında önlenebilir ölümler alanında, AIDS’i sollayıp geçecek. Peki nasıl oldu da, bugüne kadar hastalık sınıfına girmeyen trafik ölümleri aniden WHO’nun ilgi alanına girdi? Küçücük cüssesine rağmen, gözlerindeki ışıltıdan büyük bir savaşçı olduğunu belli eden bir kadın sayesinde. Oğlunu Bodrum’daki trafik kazasında kaybeden Rochelle Sobel sayesinde.

Rochelle Sobel mini minnacık bir kadındı. Amerikalı bir ilkokul öğretmeniydi. Onunla iki yıl kadar önce Hürriyet’e gelişinde tanışmıştık.

1995 yılında, yakında doktor çıkacak oğlu Aron’ı Bodrum’daki bir trafik kazasında kaybettikten sonra yol ölümlerine savaş açmıştı. Brezilya ve Kenya’dan Türkiye’ye kadar, trafikten yaralı bütün ülkeleri geziyor, yol güvenliğini sağlayacak yasaların çıkarılması için hükümetlere baskı yapıyor, yollara şerit çektiriyordu. Yollarda görüşü kapatan ağaçlar bile onun zoruyla budanıyordu.

Oğlunun ölümünden sonra ülkesindeki bazı sağlık kurumlarını aramış, her seferinde ‘Ama trafik kazası bir hastalık değil ki’ cevabını almıştı. Bunun üzerine Uluslararası Yol Güvenliği adlı bir dernek kurmuş ve Dünya Sağlık Örgütü’nün kapısına dayanmıştı.

Çok inançlıydı. Kampanyasının gidişatını anlatırken, gözleri pırıl pırıl, içi kıpır kıpırdı.

Derken geçen 7 Nisan günü, Dünya Sağlık Örgütü ile Dünya Bankası’nın yayınladığı o koca raporu görünce, mini minnacık Bayan Sobel’in yoluna aynı inançla devam ettiğini anladım.

Rochelle Sobel’in bitmez tükenmez baskıları sonucu WHO, trafik ölümlerine gözünü açmıştı. Yılda 1.2 milyon trafik ölümü, bundan böyle büyük bir sağlık sorunu kabul ediliyor ve mücadele amacıyla da hükümetlere önerilerde bulunuluyordu.

Rapora göre trafik ölümleri artık bir ulaşım sorunu değil. 5-30 yaş arasında, AIDS’ten sonra en büyük katil. Durum öyle korkunç ki, dünyadaki her 50 ölümden birinin müsebbibi trafik. Sürücüsü, yolcusu, bisikletlisi ve yayasıyla her gün 3 bin kişi karayollarında can veriyor. Ve bu belanın yüzde 90’ı, az gelişmiş toprakların, giderek daha fazla motorize olan insanlarına musallat. Üstelik de motorlu araçların sadece yüzde 20’si bu ülkelerde bulunduğu halde.

Motorizasyon lafına dikkat! Rapora göre, önümüzdeki yıllarda gelişmekte olan ülkelerin yollarına milyonlarca araç dökülecek ve 2020 yılına gelindiğinde trafik ölümleri yüzde 80 artacak.

Motorlu taşıtların yüzde 80’ine, trafik ölümlerinin ise yüzde 10’una sahip sanayileşmiş ülkelerde ise 2020 yılına kadar ölümlerin yüzde 30 oranında azalması bekleniyor.

KAZA DEĞİL ÖLÜM

Rapor çok önemli bir noktaya daha dikkat çekiyor: Trafik yüzünden meydana gelen ölüm veya sakatlanma, bir ‘kaza’ değildir. Bunlar aynı çocuk felci veya sıtma gibi önlenebilir ölümlerdir. Yani öncelikle, ‘Kazadır, olur’ zihniyetinden vazgeçmek, yollardaki ölümün önlenebilir olduğunu kavrayacak beyin olgunluğuna erişmek şart.

Gelişmiş ülkeler bunu zamanında kavramış. Trafik ölümleriyle mücadelede performansı en yüksek ülke Kanada. 1975-1998 yılları arasında ölümler yüzde 63’lük düşüş göstermiş. Avrupa’nın en güvenli yollarına sahip olan İsveç’te ise yüzde 58 oranında bir düşüş söz konusu.

Gelişmekte olan dünyaya geçince rakamlar feci; Aynı dönem içinde Hindistan’da yüzde 80, Çin’de ise yüzde 50 artmış.

ALKOLLE ASLA

Rapor, trafik ölümleriyle mücadelede öncelikle yasalar sıkılaştırılacak diyor. Özellikle de alkollü araç kullananlara acımasız davranılacak. Emniyet kemerleri mutlaka bağlanacak. Yollar, kaldırımlar ve yaya geçitleri güvenli hale getirilecek. Yolların farklı kullanıcıları mutlaka birbirinden ayrılacak. Örneğin kamyon ve okul servisleri asla dirsek temasında bulunmayacak. Halk eğitim programları uygulanacak. Polis, yasaları uygulayacak teknolojiyle donatılacak. Araçlar daha iyi tasarlanacak ve denetim sistemleri geliştirilecek.

Ancak hepsinden önce, yol güvenliğinden sorumlu, hükümete bağlı bir daire kurulması öneriliyor.

Bütün bu kriterlerin maksimum düzeye ulaştığı İsveç’te trafikte ölenlerin oranı 100 binde altı. Yol güvenliğinin yanı sıra, sürücüler için alkol limiti inanılmaz düşük, sadece 0.02 promil. Oysa Türkiye’de kat kat fazla, 0.50 promil.

Rapora göre dünyanın en güvenli yolları Batı Avrupa, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore ve Japonya’da. Batı Avrupa’da ortalama ölüm oranı 100 binde 11. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Doğu Akdeniz bölgesinde ise 100 binde 26.3 kişi trafikte ölüyor.

İLK TRAFİK ÖLÜMÜ

Tarihte bir otomobil tarafından öldürülen ilk kişi Bridget Driscoll adlı, iki çocuk annesi, 44 yaşındaki bir İngiliz. 17 Ağustos 1896 günü Londra’da, saatte 12 km hızla seyretmekte olan bir otomobilin çarpması sonucu ölüyor. Driscoll, kendisine neyin çarptığını bile anlayamıyor. Doktor raporunda kaza sonucu ölüm yazıyor. Soruşturma sırasında ifade verirken de şöyle diyor doktor: ‘Böyle bir şey bir daha asla olmamalı.’

Schumı de emniyet kemeri takıyor

Avrupa Yol Güvenliği Sözleşmesi, AB dönem başkanı İrlanda’nın başkenti Dublin’de imzalanırken, Formula-1 şampiyonu Michael Schumacher de olay yerindeydi. ‘Takın şu kemeri, belki hayatınız kurtulur. Benim sözüme de kimse inanmamazlık etmez herhalde’ diyordu.
Yazının Devamını Oku

Bedenler 42’ye çıktı boylar yerinde sayıyor

3 Nisan 2004
42 beden kadının şekli şemali tartışılıyor ama, kimse boy postan söz etmiyor. Genç kuşak alabildiğine uzuyor, tamam. Peki ama 20’li, 30’lu yaşları aşmış 42 beden kadınlar ne durumda? Manzara şöyle: Türk insanı, kadını ve erkeği dahil uzamıyor. Yani ortalık 42 beden kısa kadınlarla dolu. Onların da resmi adı; şişman. Uluslararası platforma gelince, Avrupalı feci şekilde uzuyor. Amerikalılar 200 yıldır yerinde sayıyor. Daha doğrusu boyları yerinde sayıyor, gövdeler ise enlemesine gidiyor.

Dünya kesinlikle kısalar için değil. Uzunlara göre düzenlenmiş bir gezegende yaşıyoruz. Bunu farketmeyen kısalar olabilir, ancak Birleşmiş Milletler’in İnsan Kalkınma Raporu’na bakarsanız, dünyada zengin-yoksul uçurumu kadar derin bir kısa-uzun uçurumu var.

174 ülkede yapılan araştırmanın sonuçlarına göre global pazar kısalara hiç de iyi davranmıyor. Örneğin mağazaların ucuzluk dönemlerinde en düşeş parçalar en üst raflara yerleştiriliyor. Kısa boylular için üretilen ayakkabı ve giysilerde daha az malzeme kullanıldığı halde, kısalar uzunlarla aynı parayı ödüyor. En beteri de sinema, tiyatro ve spor karşılaşmaları. Bu yerlerde görüşünüz hemen her zaman kapanıyor, önünüzde hep bir kelle bulunuyor. Yani, kısalar, uzun insanlar adına global ekonomiyi sübvanse etmek zorunda bırakılıyor.

İstisna oburlar hariç şöyle genel olarak bakınca kısalar, uzunlardan daha az tüketimde bulunuyor; daha az yiyor, daha az canlının ölümüne yol açıyor, daha az atık çıkarıyor, daha az su, daha küçük otomobiller kullanıyor ve tabii daha az yer kaplıyor. Tüketim, çevre kirliliğine yol açtığına ve battal bedenliler de daha fazla tükettiğine göre, demek ki yeryüzünün esas kirleticileri uzunlar.

TÜRKLER 50 YILDIR UZAYAMADI

Eğer kısa boy bedensel bir sorunsa, bizleri (ben de gruba dahilim) uzatmak için pek az bilimsel çalışma yapılıyor. Kısaların kaderi, bacak uzatma ve büyüme hormonu gibi engizisyon yöntemlerine terk ediliyor. Malum, bacak uzatma yönteminde kemikler filan kırılıyor, büyük acılar çekiliyor, binlerce dolar gidiyor. Büyüme hormonu da kadavraların hipofiz bezlerinden elde ediliyor. Bunun da kanser, diyabet ve obezite gibi yan etkileri var.

Geçen aylarda medyada, 42 beden kadın hoş mudur, sakil mi tartışması yaşandı. Ama hiç kimse 42 beden kadının boyunu sorgulamadı. Aslında, kısa ve uzun 42 beden diye iki ayrı kategori bulunması gerekiyor. Bilimsel veriler kadını ve erkeğiyle Türklerin uzamadığını gösteriyor. İşte uzamayan Türklere dahil olan 42 beden kadınlar da dolayısıyla şişman oluyor.

İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde antropoloji çalışmaları yapan Profesör Doktor Yaşar İşcan’a göre dünyada son 50 yılda boy ortalaması giderek artarken, Türk insanı hiç uzamadı. Dünyada 1,60-1,70 olan boy ortalaması 50 yıl içinde giderek arttı. Ancak Türkiye bu gelişmeden etkilenmedi. Prof. İşcan, ‘Bizim toplumda da böyle olması gerekirdi. Türk erkeğiyle kadını arasında boy açısından fazla bir fark yok, oysa normalde erkeklerin boyu daha uzun olmalı. Stres, ekonomik zorluklar, başarıyla elde edilemeyen mevkiler, eğitime bağlı başarı olmaması gibi nedenler, boy uzamamasında başlıca etkenler’ diyor.

Uludağ Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre de yeni nesil uzuyor ama, enlemesine bir gelişme de kaydediyor. Yani çocuklar obeziteye doğru kayıyor.

İnsan bedeninin boyutları ile ilgilenen bilim dalına antropometri deniyor. Bu alanda araştırmalar yapan Münih Üniversitesi’nden Profesör John Komlos, New Yorker dergisinin son sayısında geniş bir çalışma yayınladı. Komlos, Atlantik’in iki yakasında son yüzyıllarda yaşanan boy trendlerini araştırmış. Buna göre Avrupalılar giderek boy atarken, Amerikalılar son 200 yıldır atalarına hiç fark atamamış. Bu durum Amerikalıların kısa olduğu anlamına gelmiyor, sadece Bağımsızlık Savaşı’ndan bu yana hiç uzamadıklarını gösteriyor. Özellikle asker boylarını araştıran Komlos, 18’inci yüzyıl sonunda Amerika’da 1,80 olan ortalama erkek boyunun halen yerinde saydığını belirtiyor.

JAPONLAR BİLE UZADI

Hatta bir zamanlar dünyanın en kısa boylu zengin ulusu Japonlar bile boy ortalamasında neredeyse Amerikalıları yakalamak üzereymiş.

Komlos’a göre bu durum, ABD’nin farklı kıtalardan göç almasının yanı sıra, ekonomik sıkıntılardan kaynaklanıyor. Büyük bir ekonomik güç olmasına karşın ABD’de 8 milyon işsiz bulunuyor, 40 milyon kişinin sağlık sigortası yok, 35 milyon da yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

Avrupalı ise sürekli serpiliyor. Komlos’un araştırmasına göre 1789’da Bastille ayaklanması sırasında devrimcilerin boyları 1,50, kiloları da 50’ymiş. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı boy atmaya başlamış. Örneğin Hollandalılar, Avrupa’nın en dev insanları. Boy ortalamaları 1,85. Yüz yıl önce yaşayan atalarına göre 17 cm daha uzunlar. Uzunların sayısı çok olduğu için baskı grupları da var. Klub Lange Mensen adlı kulübün lobi faaliyetleri sonucu tavan standardı yükseltilmiş, mobilyalar yeniden dizayn edilmiş, otel yatakları 20 cm uzamış ve ambulanslar, hastalar sığabilsin diye arka kapılarını açık bırakmaya başlamış.

Hollandalı kısalara geçmiş olsun.
Yazının Devamını Oku

Kadın vücudundan zarar gelmez

20 Mart 2004
Reklamlara itiraz edenler aleminde Ali Coşkun yalnız değil. Fransa'da da kadın örgütleri, kadın odaklı reklamlara takmış durumdalar. Ama onların taktığı reklamlar gerçekten takılacak cinsten. Öyle zararsız bir kadın vücudundan korktukları falan yok. Alakalı alakasız her üründe, sadizm ve maçoluğa varan dozlarda kadın bedeni kullanılıp cinsel ayrımcılık yapılmasına itiraz ediyorlar sadece. İşte bu yüzden, reklam sektörüne yönelik bir anti-maço yasası çıkarılması için baskı yapıyorlar. Hani türbana karşı yasa hazırlayan hükümet var ya, işte o hükümet şimdi reklamları denetleyecek bir yasa çıkarsın diye uğraşıyorlar. Ama işleri zor görünüyor.

Biyoloji dersinde tahtaya asılacak kadar usturuplu bir kadın vücudu. Son derece nötr ve çağrışımsız. Nasıl yaratıldıysa aynen öyle. Cinsel hamle yapmaya niyetli görünmüyor.

Ve başka bir kadın bedeni. Çıplak değil giyinik, ama rüküş. Gülümsüyor ama, bir gözü morarmış. Besbelli erkek şiddetine maruz kalmış.

Birinci tablodaki kadın, Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun'un yasaklatmak için uğraştığı Clarins'in selülit kremi reklamındaki kadın. Bakanın cinsel obje olduğunu iddia ettiği kadın.

Aslında doğrudan ürüne odaklanmış, pırıltısız, sıradan bir ‘‘ilan’’. Maksat inceltici krem satılsın.

İkincisi ise Paris'teki ünlü Galeries Lafayette'in modeli Laetitia Casta'nın canlandırdığı kadın portresi. Bu da bir reklam. Ancak Fransa'daki kadın gruplarını ayağa kaldıran bir reklam. Reklamda cinselliğe pek takılmayan, ancak sıra cinsel ayrımcılığa gelince sesini yükselten kadınları kızdıran bir reklam.

İşte ‘‘porno şıklığı’’ denilen bu tür reklamlar yüzünden Fransız kadın örgütleri anti-maço yasası çıkarılması için hükümete baskı yapıyor. Don ve sutyenden, parfüm ve diğer kozmetik ürünlerine, çantadan kahveye kadar ne varsa hepsini satmak için cinselliği, sadizm ve maçoluğa kadar vardıran reklamları yasaklatmak istiyorlar.

Fransa'daki kadın örgütleri temsilcilerine göre Laetitia Casta'nın Galeries Lafayette pozu şu anlama geliyor: Ben bir şiddet kurbanıyım ama, gördüğünüz gibi gülüyorum. Yani böyle gerçek bir kadınım.

İki yıl önce kadınların tepkisi üzerine bu reklam kaldırılıyor. Ancak bu örnek tek değil. Kadına yönelik şiddeti öven, kadını erkeğin ayakları dibindeki köle konumuna indirgeyen reklamları, sektörün özdenetim kurulunun insafına bırakılmayacak kadar ciddi buluyorlar. Yasa çıkmasa bile en azından, yarısı maço, yarısı da feministlerden oluşan bir reklam özdenetim kurulu oluşturulsun diye baskı yapıyorlar.

Fransa'daki eski Sosyalist kabinede Aile Bakanı olan Segolene Royal, kadın-erkek eşitliği için verilen mücadelenin, kadını aşağılayan reklam görüntüleri yüzünden büyük darbe yediğini, bütün kazanımları ortadan kaldırdığını söylüyor ve ‘‘Reklamların çoğu kadının onur ve saygınlığının sınırlarını aştı’’ diyor.

Bazı basın organları da kadınların mücadelesine destek veriyor. Örneğin haftalık L'Express Dergisi ‘‘arkaik reklamlara son’’ sloganı altında bir kampanya başlattı.

BEBEK BESLEYEN BABALAR SIKICI MI

Porno şıklığını savunanların da farklı argümanları var. Reklamlarda seks ve fantezi özgürlüğünün sansürlenemeyeceğini söyleyen bu kesime göre cinsel ayrımcılıkla cinselliği birbirine karıştırmamak gerekiyor.

Örneğin son dönem kampanyalarına hem erkek, hem de kadınları son derece kışkırtıcı konseptler içinde yerleştiren Sisley'in reklam direktörü Paola Paoletti durumu şöyle açıklıyor: ‘‘Bizim reklamlarımızdaki kadınlar cinsel obje değil. Bizim kadınımız baştan çıkarma oyununu peşin peşin kabulleniyor. Reklama bakan istediği tarafı seçebilir. İster kurban olursunuz; isterseniz güçlü cinsel kimliği tercih edersiniz.’’

Fransız reklamcılara göre porno şıklığı denen akım, bebek bezi değiştiren, ev işi yapan erkek modeline karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıktı. Kadınların reklamlardaki bu evcimen erkek tipinden sıkıldığını, maço erkek istediklerini ileri sürüyorlar. Çünkü kadının içgüdüsel doğasında, üreyebilmek için güçlü erkeğe ihtiyaç duyduğunu söylüyorlar.

Gerçekten de bebek bezleyen ya da besleyen bir erkeği kışkırtıcı bulan kadınlar var mıdır acaba?

Ancak kamuoyu araştırma kurumu Ipsos'un yaptığı bir anket, kadına yönelik reklamların, kadınlardan çok erkeklerin ilgisini çektiğini gösteriyor ki, hedef kitle olmadıklarına göre bu ilginin ne kadar yararlı olduğu tartışılır. Bir başka ankete göre de halkın yüzde 50'si, reklamlardaki kadın portreleri yüzünden zaman zaman şok geçirdiklerini söylüyorlar.

Hatta bir reklamcı şunu itiraf ediyor: ‘‘Pornografi sınırına dayanan reklamlar o kadar çok ki, bunlar artık ürünün kanını emmeye başladı. Tüketici artık ürünü göremez hale geldi.’’

Tartışmalı reklamlar

Cinsellik içerdiği için skandal yaratan reklamların tarihçesi 1971 yılına kadar gerilere gidiyor. Ancak cinsel obje kadın değil, erkek. Yves Saint Laurent, parfümlerinin reklamını yapmak için, gözünde gözlük, çırılçıplak poz verip dünyayı şok ediyor.

Calvin Klein 1980 yılında, henüz 15 yaşındaki Brooke Shields'e daracık jean pantolon giydirip, kışkırtıcı bir edayla ‘‘Calvin'imle arama hiçbir şey giremez’’ dedirtti ve püriten ABD'de kıyamet koptu. Çocuk yaştaki bir modelin, sübyancılığı çağrıştıran bu reklamda görünmesi büyük tepki yarattı. Ama, Calvin Klein bir çırpıda 400 bin jean sattı. Klein, oğlanımsı haliyle Kate Moss'u çıkarınca da büyük tepki gördü.

Sadece reklamlar değil, seksi kelime oyunları da ürünü sattırabiliyor. French Connection firmasının ‘‘Fcuk’’ marka tişörtleri bu gruba giriyor. Harflerin yeri değişince İngilizce'deki o ayıp kelimeyi ortaya çıkaran markanın geçen yılki kárı, 44.7 milyon dolar.

Opium

Hayır bu reklam yasaklandı


GUCCI'yi geçenlerde bırakan moda dehası Tom Ford, Paris'teki Louvre Müzesi'nde dolaşırken, Yves St. Laurent için aylardır aradığı görüntüyle karşılaşıyor. 19'uncu Yüzyıl Fransız romantiklerinden Delacroix'nın kadife yastıklı divan üzerine uzanmış Beyaz Çoraplı Kadın'ını görüyor. YSL'nin satışları iyice düşen Opium parfümü için aynı Delacroix'nın tablosundaki gibi dolgun, mermersi ve solgun tenli bir model bulup, tablodaki görüntüyü yeniden ebedileştirmeye karar veriyor. Böylece İngiliz yazar Roald Dahl'ın torunu, tombul model Sophie Dahl, Opium için o meşhur pozu veriyor. Madonna'nın Sex kitabındaki provokatif fotoğrafları çeken Stephen Meisel görüntülüyor Sophie'yi. Dudakları ve bacakları kışkırtıcı bir şekilde açılmış, dore ayakkabıları, pırlanta kolye ve bileziği dışında üzerinde hiçbir şey yok. İlk kez 1977 yılında piyasaya çıkan ve 2000'e gelindiğinde en gözde parfümler arasında 26'ncı sıraya düşen Opium'un satışları aniden fırlıyor. Ancak önce Fransa'da, ardından İngiltere'de büyük tepki yaşanıyor. İngiltere'deki reklam denetim kuruluna tam 730 şikayet geliyor ve Tom Ford ‘‘Bu klasik çıplaklıktır, bir sanat eseridir’’ dese de sonunda reklam yasaklanıyor. Yani geçen haftaki Ali Coşkun tartışması arasında bazı gazetelerin ‘‘Batı'da böyle reklamlar var’’ diyerek ortaya sürdüğü Opium pozu aslında yasaklı.
Yazının Devamını Oku

Kraliçe hapse giriyor, yerine bakacak kraliçeler aranıyor

13 Mart 2004
Amerikan yaşam tarzının kraliçesi Martha Stewart önümüzdeki haziran ayının sonlarından itibaren inzivaya çekiliyor. 10-16 ayını orada geçirecek. TV şovları, dergiler, köşe yazılarıyla kadınlara mükemmel yaşamın reçetelerini dikte eden, her türlü ev ürününü satan Martha, yirmi yılda kurduğu imparatorluğun tahtını, tacını terk etmek zorunda. Hisse satışında içeriden bilgi sızdırdığı gerekçesiyle açılan soruşturmada yalan söylediği ve adaleti yanıttığı için suçlu bulundu. Cezası 17 Haziran’da kesilecek. İşte bu karar çıktığı andan beri Martha’nın tahtına oturacak kraliçeler aranıyor. Martha’nın uçsuz bucaksız hükümranlık alanına tek bir kişinin sahip çıkması imkansız. Bu yüzden TV yapımcıları, yayıncılar ve yaşam tarzı alanında faaliyet gösterenler, imparatorluktan bir dilim kapıp tahta çıkarabilecekleri birer kraliçe arıyorlar.

Televizyon marifetiyle insanların hayatına giren şöhretli iki kadın düşünün. Bizim Hülya ile Gülben gibi. Hem sivri dilleriyle birbirlerini iğneliyor ama bir yandan da birlikte dostça ekran muhabbetleri yapıyorlar.

Amerika’nın yaşam tarzı divası Martha Stewart ile talk show kraliçesi Oprah Winfrey’in ilişkisi de aynen böyleydi. Bir farkla, onlar Hülya ile Gülben’in şirketleşmiş versiyonuydu.

1990’ların başında Oprah, TV dünyasının bir numaralı hanımefendisiyken, Martha Stewart’ın TV programı peydahlanmıştı. Oprah’nın ‘O’ adlı dergisine karşı onun da aynı kulvarda koşan dergileri vardı.

Amerika’nın medya ve pop kültür uzmanları da bu iki kadının rekabetini yakın takibe almıştı. Syracuse Üniversitesi’nden Prof. Robert J.Thomson, ‘Bu ikisinin evlerindeki dart tahtalarında birbirlerinin resimleri bulunabilir’ diye espri yapıyordu.

Martha ile Oprah’nın ilişkisi hayli gergindi. Bir programda Oprah, kızından bebeklerini bir hizada dizmesini isteyen anneye ‘Lütfen Martha Stewart rolü oynamayı bırakın’ demişti. Martha mükemmelliğin simgesiydi, Oprah ise gönlünce yaşa filozofu.

Ancak dört yıl önce Oprah’nın yapım şirketi, O dergisinde Martha Stewart’la uzun bir söyleşi yayınladı ve Martha sık sık Oprah’nın TV şovunda görünmeye başladı. Martha’nın mükemmellik pozlarını itici bulan Oprah hayranları bu durumu protesto ettiler. Ama olsun. Yapım şirketi Martha hayranlarının da pekálá Oprah seyircisi olabileceğini biliyordu.

ŞİRKET SATILACAK MI

Şimdi Martha bu alanı terk etti. ImClone adlı biyoteknoloji firmasındaki hisselerini, içeriden bilgi sızdırarak sattığı için açılan soruşturmada yalan ifade vermekten suçlu bulundu ve 17 Haziran’da verilecek kararla birlikte 10-16 aylık bir hapis cezasına çarptırılacak.

Karar çıkar çıkmaz Viacom şirketi, CBS ve UPN kanallarında yayınlanan Martha Stewart Living adlı programını geri çekti. Diğer büyük kanalların da programa son vermesi bekleniyor. Böylelikle TV meydanı kraliçe Oprah’ya kalıyor. Söylentilere göre Oprah’nın şirketi yayından kaldırılan programın yerini alacak bir proje hazırlığı içinde.

Ama, Martha Stewart deyince iş sadece televizyonla bitmiyor. Yayın organları ve ev ürünleri de var. New York Times’taki ‘Ask Martha’ (Martha’ya sorun) haftalık danışma köşesini artık ‘Living’ (Yaşam) başlığı altında, Martha’nın şirketindeki diğer yazarlar kaleme alacak. Düğün organizasyonlarıyla ilgili akıl fikir veren ‘Ask Martha Weddings’ (Martha’ya düğün soruları) köşesinin adı da sadece ‘Weddings’ (Düğün) olacak.

Amerikan basınında çıkan haberlerde, yayın ve ev ürünleri alanında Martha’nın tahtına aday olabilecek yığınla isim sıralanıyor. Çünkü Martha’nın dergileri hızla tiraj kaybediyor ve ürünlerinin satış rakamları da düşüyor. Gerçi Savemartha.com sitesinde, Stewart’a destek adına herkes en az bir ürün almaya çağrılıyor ama böyle mükemmellik timsali bir kadının yanlış iş yapıp hapse düşmesi karşısında müşteri kaybı kaçınılmaz.

HAYRANLARI MARTHA’YIASLA TERK ETMEZ

Hatta borsa uzmanlarına göre, Stewart’ın Omnimedia şirketinin artık isim değiştirmesi ya da satışa çıkarılması da kaçınılmaz. Stewart, hakkında dava açılmasıyla birlikte şirketteki başkanlık ve CEO pozisyonunu bırakmıştı. Davada suçlu bulununca Revlon’un yönetim kurulu üyeliğinden de ayrıldı.

New York Times’taki habere göre ev yaşamı ve dekorasyonla ilgili kitaplar yazan, irili ufaklı ürün serileri çıkaran herkes, Martha Stewart davasının sonuçlandığı andan itibaren, TV yapım şirketleri, yatırımcılar, mobilya şirketleri ve Hollywood’dan telefon almaya başladı. Bu fırsatçıların tamamı, Martha’nın tahtına çıkarabileceği parlak bir kraliçe adayı arıyordu.

Örneğin ev dekorasyonuyla ilgili 16 kitap yazan Chris Casson Madden tahtın adaylarından biri. Havludan mobilyaya 1700 parçadan oluşan bir ürün serisiyle piyasaya çıkmaya hazırlanıyor. Restoran sahibi Barbara Smith ve dekorasyon kitapları yazarı Katie Brown da listedeki adaylardan.

New York Times’ın yorumuna göre Martha’nın 20 yılda kurduğu imparatorluğun tamamını işgal etmek mümkün değil. Çünkü tek bir marka ve kişilik altında, onun dekorasyon, bahçe, yemek ve gusto alanındaki becerisiyle yarışacak kimse yok.

Bu nedenle yapımcı ve yayıncılar, dergi editörleri ve ev ürünleri imal edenler ya da yaşam tarzıyla ilgili proje geliştirenler, Martha’nın imparatorluğundan bir dilim kapıp yeni kraliçeler yaratmaya çalışıyor.

Ancak kraliçe adayları Martha Stewart tarzı uçsuz bucaksız bir hükümranlık alanı istemiyor. Her şeye rağmen Martha markasının devam edeceğini ve hapis hayatının da yaşamında bir kesit olarak kalacağını söylüyorlar. Hayranları Martha’yı asla terk etmez düşüncesiyle, hüsranla sonuçlanacak bir taht kavgasına girmek istemiyorlar.

Ama tabii Amerikan medyası Martha’nın yerine kraliçe adayları çıkarmaktan büyük zevk alıyor. Örneğin Time dergisi, Mary Jane Butters adında, Idaho’da organik ürünler çiftliği olan bir girişimciyi ‘Öncü Martha’ ilan etti. Butters, medyanın bu davranışının herkes için son derece küçük düşürücü olduğunu söylüyor.

Yine Time dergisi ve CNN, televizyonda dekorasyon programları yapan Sheila Bridges’i ABD’nin en iyi iç mimarı olarak öne sürüyor ve Martha’nın tahtına aday gösteriyor. Ama o da tahta çıkmak istemiyor.
Yazının Devamını Oku

En iyisi menopoza girmemek girersen de çabuk çıkmak

6 Mart 2004
Menopoza girmemek elimizde değil, girince çıkmak da öyle. Ama, hormon terapisiyle ilgili son veriler o kadar berbat ki, söyleyecek başka laf kalmıyor. Menopozun arazlarını ortadan kaldırıyor diye bir zamanlar gümüş tepside sunulan östrojen takviyesi insanı menopozdan beter ediyor. Ne ararsan var, rahim kanseri, felç riski, işitme kaybı, Alzheimer vs. Hormon takviyesi sadece kemiklerin zayıflamasıyla ateş basmasını önlemeye yarıyor. Kadını kalp krizinden koruduğuna ilişkin efsane de boş. Uzun dönemli kullanımda ortaya çıkan bu etkiler yüzünden, son yedi yıldır ABD'de devam eden araştırma geçen hafta yarıda kesildi. Şimdi sadece düşük dozda ve kısa süreli kullanım öneriliyor.

Evdeki östrojen bitti, gebe kısrağın idrarından hormon alıp kullansam olur mu? Olur. Takviye dedikleri bu.

Gençlik hormonundan mahrum kalırsam kalp krizi geçirir kanser olurum, kemiklerim kırılır ya da bunarım diye mecburen hormonu yutuyorsun. Maksat hayatta kalmak ve yaşam kalitesini korumak.

Yıllar yılı hormonu yuttuktan sonra, sadece hapı yuttuğunu anlıyorsun. Takviyenin pek de işe yaramadığını, hatta zararları bile olabileceğini öğreniyorsun. Diğer bir deyişle tıp biliminin menopoz sorununa çare bulamadığı ortaya çıkıyor. Amerika'da geçen hafta, kadınlar üzerinde bazı riskler yaratıyor, daha fazla araştırma yapmak yararlı bulguları ortaya çıkarmaz diye yedi yıllık bir deney ansızın durduruluyor.

Bu aşamadan sonra ortaya çıkan çok bilinmeyenli denklem öyle karmaşık ki, hormon alıp almamaya karar vermek neredeyse Mars'a robot göndermek kadar zor. Çünkü ilaç alıp almamak, kadının rahimli ve rahimsizine göre değişiyor.

Olayı şöyle özetleyeyim: Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü federal fonlardan finanse edilen bir deneyle menopoz sonrasında kullanılan hormonların yan etkilerini araştırıyor. Bu amaçla yedi yıl önce binlerce kadının katıldığı bir deney başlatılıyor. İlk deneyde Wyeth ilaç firmasının ürettiği Prempro kullanılıyor. Bu ilaç, sentetik hormon projestin ile, gebe kısrağın idrarından alınan östrojen içerikli Premarin'i birleştiriyor. Sadece östrojen takviyesi rahim duvarını inceltip kansere yol açabileceği için projestin takviyesi de yapılıyor.

Fakat o da ne! 2002 yılının temmuz ayında şok açıklama geliyor. Östrojen ve projestinli hormon takviyesi deneyi durduruldu, çünkü Prempro'nun beş yıllık kullanımdan sonra kalp krizi, felç ve göğüs kanseri riskini artırdığı ortaya çıktı. Daha ne olsun, hepsi birbirinden berbat.

Prempro deneyinin durdurulması üzerine, Kadın Sağlık İnisiyatifi adlı kuruluşun paralel olarak yürüttüğü Premarin (sadece östrojen) araştırmasına katılan kadınlar denek olmaktan cayıyor. Prempro satışları düşüyor. Hatta Premarin satışları da etkileniyor. Tabii bu araştırma Wyeth ilaç firması için bir yıkım oluyor. Premarin ve Prempro'nun satışları geçen yıl yüzde 32'lik düşüşle 1.3 milyar dolara kadar iniyor ve şirketin kazancı yüzde 54 oranında geriliyor.

BUNAMAYI ENGELLEMİYOR TAM TERSİ TETİKLİYOR

Ancak Premarin araştırması, 50-79 yaş grubundan 11 bin kadının katılımıyla devam ediyor ve deneyin 2005'te tamamlanması hedefleniyor.

Bu arada geçen yılın ortalarında hormonların, Alzheimer de dahil birçok demans türünü tetiklediği tespit ediliyor. Hormon takviyesi sayesinde bunamayacağını düşünenlere ne darbe ama!

Derken, geçen hafta Premarin deneyinin de durdurulduğu açıklanıyor. Çünkü uzun dönemli östrojen kullanımının da risk yarattığı anlaşılıyor. Östrojenin rahmi alınmamış kadınlarda kanser tehlikesi yarattığı zaten biliniyor da, üstüne üstlük bir de felç riski ortaya çıkıyor. Hormonun kalp krizi riskini azalttığına ilişkin bir bulguya da rastlanmıyor. Oysa doktorlar yıllar yılı, östrojenin kadını kalp krizinden koruduğuna inanarak reçete yazıp duruyorlar.

Neyse ki kolon kanseri ve kemik kırılmasından yırtıyoruz. Çünkü östrojenin her ikisinin risk oranını da düşürdüğü kesin bir şekilde tespit ediliyor. Ancak bu durum genel kuralı değiştirmiyor: Hormon takviyesinin kadını daha sağlıklı kılacağı teorisi kesinlik taşımamaktadır.

KALP KRİZİNE KARŞI KİMSE HORMON ALMASIN

Yaklaşık 30 yıldır büyük iltifatlar alan bir tıp ve ticaret sistemimin çöküşü başlıyor böylece. Östrojen deneyinin yarıda kesilmesinden sonra Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) östrojen ve projestinin menopoz sonrası semptomları ortadan kaldırmak üzere dünya çapında bilinen tek yöntem olduğunu, ancak mutlaka kısa süreli ve düşük dozda tutulmasını salık veriyor. Artık hiçbir kadının, kalp krizinden korunmak için hormon almaması gerekiyor. Ancak kemikleri güçlendiren diğer ilaçları kaldıramayan osteoporoz hastaları uzun dönemli hormon kullanımına mecbur.

Kimi uzmanlar, deney bir yıl daha devam etseydi belki kalple ilgili olumlu bulgular elde edilebilirdi diyor, ancak araştırmacılar deneklerin hayatını daha fazla tehlikeye atmak istemiyor.

2002'deki şok sonrası olanlara bakılırsa, östrojenle ilgili bu yeni verilerin de hormon kullanımını azaltmasını beklemek gerekiyor. Çünkü o tarihten bu yana ABD'deki hormon kullanımı yarı yarıya düştü. Doktorlar ve hastaları hormon tedavisine karar verirken artık iki kere düşünüyor. Türkiye'de uluslararası literatürü takip eden jinekologlar, hastalarını 2002'de yayınlanan kalp krizi, göğüs kanseri ve felç riski konusunda uyarıyorlar.

ABD'de iki yıl önce 15 milyon kadın hormon kullanırken bugün bu rakam 8.5 milyona düşmüş durumda.

PETA'nın kısrak mücadelesi

Hayvanlara kötü muameleye karşı mücadele veren PETA örgütü, hormon takviyesi uğruna gebe atların idrarının kullanılmasına da karşı çıkıyor. Dünyada milyonlarca satan Premarin'in üretimi uğruna ABD ve Kanada'da 75 bin kısrağın gebeliklerinin altı ayını, kıpırdayamayacakları kadar küçük ahır bölmelerinde altlarına torba bağlı şekilde geçirip zulme uğradığını söyleyen örgüt bu ilanla kadınları hormon kullanmamaya çağırıyor.

ALTERNATİF YÖNTEMLER

ABD'deki kriterlere göre 51 yaşında ve iki senedir hormon alan bir kadın, bu ilaçların ortalama kullanıcısı olarak kabul ediliyor. Peki bu kullanıcılar şimdi ne yapsın? Ateş basmalarına karşı sadece kısa süreli kullanım öneren hekimler şimdi alternatif yöntemleri araştırıyor. Küçük çaplı araştırmalara göre Prozac ve Effexor gibi antidepresanlar bazı kadınlarda ateş basmasını yüzde 60 oranında önlüyor. Ancak kesin bir tedavi şekli olarak tavsiye edilmiyor. Uyku bozukluklarına karşı kullanılan Trazodone da ateş basma problemi geceleri artan kadınlara yardımcı olabilir diye düşünülüyor. Tansiyon ilacı Clonidine de düşünülen alternatifler arasında. En önemli yan etkisi ise kan basıncını fazlasıyla düşürmesi.
Yazının Devamını Oku

Ne olacak bu uzayın hali

28 Şubat 2004
NASA’nın Mars’a gönderdiği iki araç, gezegen yüzeyinde cirit atıyor, jeolojik işlerle uğraşıp, çözünülürlüğü yüksek fotoğraflar gönderiyor.Fotoğraflarda her şey ayan beyan ortada. Eğer oralı canlılar gizlenmiyorsa, gezegende akıllı hayat olmadığı çok açık. Ama madem araç gönderilmiş, bir şeyleri de tartışmak lazım. Şimdi fotoğraflardan birinde görülen bulanık şeklin ne olduğu tartışılıyor internet ortamında. Atış serbest; tavşan, yengeç, bir çift çorap ve hatta Bop Hope. Ya da bir komplo teorisi klasiği: Orası zaten Mars değil, Nevada Çölü. Tabii daha ciddi tartışmalar da var. Bush’un Mars’a insanlı uçuş yapılacağını açıklamasından alınan ilhamla şu soru gündeme getiriliyor: Tamam, insanoğlu günün birinde uzaya iyice yerleşecek, peki ama dünya dışındaki ihtilaflar nasıl çözülecek, uzay hukuku nasıl düzenlenecek? Yoksa uzay bir Amerikan eyaleti mi olacak?

ABD Başkanı Bush geçen ay açıkladı: 2020’ye kadar ayda daimi üs kurulacak ve 2030’da Mars’a insan gönderilecek.

Kendisi özellikle uluslararası hukuku pek takmadığı için insan işkilleniyor tabii. Yoksa Irak gibi uzayı da mı fethetmeye niyetli diye. Ama neyse ki, ilk insanın Mars’a ayak basmasına daha çok zaman var.

Uzay hep bilimsel çağrışım yapıyor ama günün birinde ayda ve Mars’ta daimi üsler kurulacaksa uzayda hayatı düzenleyen yasalar da gerekli olacak. Dünya dışında asayiş nasıl sağlanacak? Diyelim ki ay üssünde bir suç işlendi, kim bakacak bu davaya? Mülkiyet hakları göktaşları için de geçerli olacak mı?

Uzay hukukuyla ilgili çalışmalar ta 1950’lerde, gezegen ve yıldızların insan erişiminin çok da ötesinde olmadığı anlaşıldığı yıllarda başlamış. Myres S. McDougal ve Ivan Vlasic’in kaleme aldığı, Yale Üniversitesi Yayınları’ndan 1963 yılında çıkan ‘Uzayda Hukuk ve Kamu Düzeni’ adlı 1147 sayfalık kitap, uzay hukukuyla ilgili çalışmaların temel taşı sayılıyor.

1967 tarihli Uzay Anlaşması (Devletlerin Ay ve Diğer Cisimler de Dahil, Uzayı Kullanım ve Keşif Faaliyetleriyle İlgili Prensipler Sözleşmesi) uzayın kullanımıyla ilgili yasal çerçeveyi belirlemiş: Uzay herkese açıktır, hiçbir devlet uzayın hiçbir parçası üzerinde hak iddia edemez ve uzay ancak barışçı amaçlarla kullanılabilir.

Yani bu anlaşmaya göre Mars’ın ABD’nin 51’inci eyaleti olmasına imkan yok. Ama bu da neticede bir BM anlaşması ve BM’nin nasıl çiğnenebildiğini Irak örneğinde gördük.

1979 tarihli Ay Anlaşması da herhangi bir devletin dünyanın uydusu üzerinde hak iddia etmesini engelliyor. Ancak bu anlaşma sadece birkaç devlet tarafından onaylanmış ki, onlar da uzay keşiflerinde öncü rolü olmayan ülkeler.

Diyelim devletler anlaşmalara sadık kaldı, peki özel şirket ve şahıslar uzayın herhangi bir yerini parsellerse ne olacak? Özel mülkiyet haklarını düzenleyen yasa yok. Amerikalı hukukçulara göre uzayın geleceğini ilgilendiren en önemli yasal sorun burada yatıyor.

Örneğin Dennis Hope adlı Nevadalı bir girişimci, bu alanda yasal boşluk bulunduğu iddiasıyla ayı kendince parsellemiş. Adam arsa satıp duruyor. Şimdi ayda mülk sahiplerinin elinde kapı gibi birer tapu var. Ancak hukukçulara göre ortada yasal boşluk filan yok, çünkü bu tapuların kayıtlı olacağı il veya ilçeler olması gerekiyor.

UZAY AVUKATLARI

Daha zorlu hukuki sorunlar da çıkabilir. Ayda bulunan helyum 3 izotopu öyle bir element ki, bunun madenini işleten büyük bir servet yapabilir. Ayrıca aydaki sıfır yerçekimi de imalat açısından mükemmel bir ortam yarattığı için üretimi de kolay. Yani helyum 3 izotopunun üretim haklarıyla ilgili bir yasal rejim gerekiyor.

Tabii ki Amerikan şirketleri ayda yatan bu ticari fırsatın farkında ve ileride helyum 3 izotopuna milyonlarca dolarlık yatırım yapacaklarını hesapladıklarından şimdiden uzay avukatları tutmuşlar. Evet uzay avukatı. Birçok üniversitede uzay hukuku dersleri verildiği gibi, uzay hukuku alanında uzman avukatlar da var. Büyük şirketlere geleceğe dönük danışmanlık hizmeti veriyor ve ‘düz’ avukatların bu işten kesinlikle anlamadığını belirtiyorlar.

Uzay hukuku dersi alan üniversite öğrencileri bu alanda pratik de yapıyor. Örneğin bu yıl içinde düzenlenecek bir yarışmada, uzay asansörlerinin yarattığı yasal sorunlarla ilgili kurmaca bir davayı çözmeye çalışacaklar. Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’ndan üç kişilik bir yargıç heyeti de mahkemeye başkanlık edecek.

Uzaylılarla ilişkiler konusu da ayrı bir hukuki faslı oluşturuyor. New York Times’ın magazin eki, 10 Kasım 1907 günü şu kapak konusuyla yayınlanmış: ‘Marslılar büyük ihtimalle bizden ileride...’

Yani yaklaşık 100 önce Marslıların mevcudiyeti bir kesinlik olarak kabul ediliyormuş da, uygarlığın neresinde oldukları tartışma konusuymuş. Ancak bilindiği kadarıyla şimdilik ne onlardan ne de uygarlıklarından bir iz var.
Yazının Devamını Oku

Bugün özürlüler için ne yaptın

21 Şubat 2004
<B>H</B>ayır, bugün uluslararası özürlüler günü değil. O geçen 3 Aralık’ta idrak edildi, bitti. Ancak dünyadaki 600 milyon özürlünün sorunları bitmedi. 600 milyonun 8,5 milyonu da Türkiye’de yaşıyor. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyor. Çünkü özellikle bedensel engelli olanlar bırakın bir işte çalışmayı, sokağa bile çıkamıyor. Oysa gelişmekte olan ülkeler arasında mükemmel örnekler var. Örneğin Vietnam’da özürlü nüfusun yüzde 80’i topluma tam entegre edilmiş durumda. Gelişmiş ülkelerde ise amaç, özürlünün toplumun üst katmanlarına çıkarılması. Örneğin BBC, istifa eden yönetim kurulu başkanının yerine mümkünse özürlü birini arıyor.

İçişleri Bakanı David Blunkett topyekûn görme engelli, Hazine Bakanı Gordon Brown’ın tek gözü görmüyor, Dışişleri Bakanı Jack Straw’un da sağ kulağı ağır işitiyor. İngiliz kabinesinin özürlü kontenjanı böyle.

Özellikle Blunkett, bakışları tamamen bloke olduğu halde içişleri gibi önemli bir bakanlık koltuğunda oturuyor. Tabii sadece oturmakla kalmıyor, köpeğini alıp sahaya da çıkıyor. Kendisini özürlü olarak da tanımlamıyor; ‘Zahmetli bir durum’ diyor.

İngiliz Yayın Kurumu BBC de gazetelere verdiği ilanla kendine yeni bir yönetim kurulu başkanı arıyor ve bu görev için kalifiye kişiler arasında özürlülerin tercih nedeni olacağını belirtiyor. BBC, öncelik tanınacak dezavantajlı gruba kadınlarla etnik azınlıkları da dahil ediyor. Bu son ikisi özürlüler kadar dezavantalı mı, orası şüpheli.

BBC’nin Yönetim Kurulu Başkanı Gavyn Davies ile Yayın Yönetmeni Greg Dyke, skandal yüzünden istifa etmişti malum. Silah uzmanı David Kelly, ‘Hükümet Irak’ın silahlarını abartıyor’ diye BBC’ye demeç verdikten sonra, adı hükümet tarafından basına sızdırılınca intihar etmiş ve soruşturma raporunda fatura olduğu gibi BBC’ye kesilmiş, Tony Blair hükümeti de aklanmıştı.

Yılda 81 bin 320 pound gelir getirecek bu iş müthiş yüksek profilli. Dünyanın en büyük yayın kuruluşu olan BBC’yi, 77 yıllık tarihindeki en kritik süreçten çekip çıkaracak maharetli birine ihtiyaç var. Bu iş için şu özellikler aranıyor: Dünya sahnesinde rekabet eden bir şirket olduğu için, uluslararası yöneticilik deneyimi, iş dünyasıyla yakın ilişkiler, hiçbir siyasi partiyle dirsek temasında olmamak, kurumun bağımsızlık ilkesi ve BBC habercilerinin sorumlulukları konusunda yeterli anlayışa sahip olmak.

BBC’nin bu zor görev için özürlü arayışı göstermelik bir çaba değil. Çünkü özürlü istihdamı için başka bir programı daha var. Kurum dört ay süreyle 40 özürlüyü, program yapımcılığına kadar uzanan çeşitli birimlerde dört ay süreyle çalıştırıyor. Proje 18 ay önce başlamış ve 40 kişinin yarıdan fazlası hálá BBC’de istihdam ediliyor.

Özürlülerin iş gücüne katılımını yükseltme kaygısı duyan tek şirket BBC değil. Volkswagen de öncüler arasında yer alıyor. Alman yasalarına göre şirketlerin yüzde 5 oranında, ciddi bedensel engeli bulunan personel çalıştırması gerekiyor. Ancak Volkswagen bu oranı aşıyor; çalışanların yüzde 6,4’ü özürlü.

Avrupa Birliği geçen yılı Avrupa Özürlüler Yılı ilan etmişti. Volkswagen de, özürlüler sorununun sosyal ve siyasal gündemdeki ağırlığının artırılmasını öngören projeye destek veren şirketlerden biriydi. Bu projeye katılan şirketler arasında geçici iş gücü temin eden Manpower, Adecco ve Blue Arrow gibi büyük ajanslar da var. Adecco, geçtiğimiz yıl içinde 7 bin özürlüyü AB iş piyasasında istihdam edeceğine ilişkin taahhütte bulunmuştu ve dokuz ay içinde bu rakamı aştı.

SEKİZ KİŞİDEN BİRİ ÖZÜRLÜ

AB ülkelerinin 2006 yılı sonuna kadar özürlüleri de içeren ayrımcılık yasalarını çıkarmaları gerekiyor. Peki AB üye adayı Türkiye özürlülerin topluma entegrasyonu alanında tam olarak nerede bulunuyor?

Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre bugün dünyada 600 milyon özürlü yaşıyor. Bu nüfusun yüzde 80’i yoksul ülkelerde. Türkiye’deki özürlü sayısı ise yaklaşık 8,5 milyon. Yani her sekiz kişiden biri özürlü. Devlet Bakanı Güldal Akşit’in deyişiyle bu nüfus, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlara tam katılamıyor, fırsat eşitliğinden yararlanamıyor. ‘Maalesef, kamu da, özel sektör de çalıştırması gereken oranda özürlü çalıştırmıyor. Bu konuda yeterince zorlayıcı olamıyoruz’ diyor Akşit.

AVRUPALI’NIN UMURUNDA

Oysa özürlüler için toplumsal rehabilitasyon programları uygulayan bazı yoksul ülkeler bile mesafe alıyorlar. Örneğin Vietnam’da özürlülerin yüzde 80’i topluma entegre edilmiş. Hedef, 2020’de bu oranı yüzde 100’e çıkarmak. Afrika’nın Eritre’si bile aynı yolda.

AB üyesi ülkelerde de 38 milyon özürlü bulunuyor ve Avrupa Özürlüler Yılı’nın beklenen toplumsal etkiyi yarattığı anlaşılıyor. Eurobarometer’in araştırmasına göre AB vatandaşlarının büyük çoğunluğu geçen yıl özürlüler için yapılan çalışmalardan haberdar. Bunların yüzde 81’i de haberleri medyadan almış. Hangi ülkenin medyasında kaç haber çıktığına ilişkin rakamlar mevcut. Hepsini sıralamak zor, ancak Fransa yılda 964 haberle birinci sırada. Lüksemburg 279 haberle sonuncu.

Geçen yıl bir özürlüler otobüsü AB’nin 15 ülkesinde 105 kenti dolaşıyor, 45 bin km yol tepilirken, bu organizasyona 80 bin kişi katılıyor, yürüyüşler yapılıyor. AB’liler doğrudan ya da medya kanalıyla haberdar oluyor. Bir yandan hükümetler, özürlülere fırsat eşitliğini içeren ayrımcılık yasası üzerinde çalışırken, diğer yanda büyük şirketler, sivil toplum örgütleri, özürlüler için daha onurlu ve adil bir dünya yaratmaya çalışıyor.

PEKİ TÜRKİYE’DE NE YAPILIYOR

Devlet Bakanı Akşit, özürlünün istihdam edilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanması için sivil toplum örgütleri ve özel kuruluşların daha fazla katılımı gerektiğini söylüyor. Bir de tabii özürlünün sokağa çıkabilmesi için Avrupa standartlarında yol ve kaldırım istiyor:

‘Yarım metre yüksekliğinde kaldırımlar yapılıyor, üst üste asfalt dökülüyor. Gerekçe olarak araçların kaldırıma park etmemesi gösteriliyor. Bunlar yeterince bir kültüre ulaşamadığımızı gösteriyor. Özürlü vatandaşımızı arabaların park etmesinden daha çok düşünmemiz gerekiyor.’

MARMARA BÖLGESİ BİRİNCİ SIRADA

Türkiye Özürlüler Araştırması’nın sonuçlarına göre 68 milyon 622 bin 559 olan toplam nüfusun 8 milyon 431 bin 937’sini özürlü nüfus oluşturuyor. Özürlülerin 3 milyon 783 bin 197’si erkek, 4 milyon 648 bin 740’ı ise kadın. Özürlü oranında Marmara Bölgesi yüzde 13.13 ile birinci sırada, Güneydoğu ise yüzde 9.90 ile son sıralarda. Özürlü nüfusun yüzde 77.80’i işgücüne hiç katılmıyor. Bu oran kadınlar için yüzde 92.94. Yüzde 40’a yakını hiç tedavi görmemiş, yüzde 43.90’ı ise özrünün nedenini bilmiyor.
Yazının Devamını Oku

Aşık insanın bedeni kaç para eder?

14 Şubat 2004
Hadi insanı aklından ve ruhundan soyalım. Aşkın ve aşkı yaşayan bedenlerin madde bazında tarifini yapalım. Birinci soru: Aşk bir duygu mudur? Son araştırmalara göre bunun duygularla hiç ilgisi yok. Hormonların tetiklediği içgüdüsel bir oluş aşk. İkinci soru: İnsan vücudu kaç para eder? İnsan bedeninin içerdiği elementler toplandığında ortaya çıkan borsa değerini kastediyorum. Yani karbon, potasyum, demir gibi kimyasal madde ve madenlerin yekûnunu. Farklı kaynaklarda, 98 centten 15 dolara kadar uzanan değişik rakamlar var.

Ömür boyu sürecek bir ilişki istiyorsanız gidip bungee jumping yapacaksınız. Karşılıklı aşka düşmenin en garantili yollarından biri bu.

Çünkü bir araştırmaya göre, ilk buluşmada şöyle okkalı cinsinden korku yaşayan çiftler, bunu aşık olmakla karıştırıyorlar. Bu nedenle lunaparklarda başlayan ilişkilerin başarılı olma şansı hayli yüksek.

Göz göze bakışmak da aşık olmak için iyi bir yol. Amerikalı psikolog Prof. Arthur Arun aşkın dinamiğini araştırırken şöyle bir deney yapmış; birbirine tamamen yabancı kadın ve erkekleri karşı karşıya getirip, önce bir buçuk saat süreyle hayatlarını en ince ayrıntısına kadar anlattırmış, sonra da dört dakika hiç konuşmadan göz göze baktırtmış. Deneyden sonra çiftlerin çoğu fena halde çekime kapıldıklarını söylemişler. Hatta içlerinde evlenenler olmuş.

Prof. Arun’un çiftleri bir buçuk saat konuşmuş, ancak bazı araştırmalar flört aşamasında sözlerin pek o kadar önem taşımadığını gösteriyor. Buna göre insanın birini beğenip beğenmediğine karar vermesi 90 saniye ila 4 dakika sürüyor. İşte bu süre içinde karşı tarafa verilen mesaj şu yollarla gidiyor: Yüzde 55 vücut dili, yüzde 38 sesin tonu ve hızı, yüzde yedi söylenen söz.

ÜÇ AŞAMALI KİMYASAL AŞK

New Jersey’deki Rutgers Üniversitesi’nden Helen Fisher’e göre aşkın ömrü en az 17 ay sürüyor. Aşkın biyokimyası alanında en ünlü araştırmacılardan biri olan Helen Fisher, daha uzun ömürlü bir aşkın pek pratik olmadığı görüşünde. Çünkü yemeden içmeden kesilip, uykuları kaçan, düşler aleminde gezen çiftler ne adam gibi çalışmaya ne de çocuk yetiştirmeye elverişli olabilir.

Fisher’e göre aşk, farklı kimyasalların devreye girdiği üç evreden oluşuyor. Birinci aşamada şehvet var. Seks hormonları testosteron ve östrojenin güdümlediği şehvet, Fisher’in deyişiyle kadın ve erkeğin ‘aranmasına’ yol açıyor. Sonra da gerçek aşka düşülen çekim aşaması geliyor. Yani insanların aşktan başka hiçbir şey düşünemediği evre. İştah ve uykular kaçıyor, hayaller kuruluyor. Bu sefer de nöro-iletkenler devreye giriyor. Kokain ve nikotinle de aktif hale gelen dopamin, insanı sırılsıklam terleten ve kalbini gümleten adrenalin ve geçici deliliğe sürükleyen serotonin.

Nöro-iletkenlerle zıvanadan çıkmış bir yaratığa dönüştükten sonra, eğer ilişki devam edecekse bağlanma safhasına giriliyor. Çoluk çocuğa karışılan bu uzun evrede, sinir sisteminin salgıladığı iki hormon öne çıkıyor. Bu iki hormon kadın ve erkeğin birbirine bağlı kalmasını sağlıyor. Her iki cinsin de orgazm sırasında salgıladığı oksitosin, çiftin yakınlığını koruyor. Teoriye göre çiftler ne kadar çok seks yaparsa, aradaki bağ o kadar derinleşiyor. Doğum sırasında da salgılanan bu hormon, hem süt oluşumuna yardım ediyor, hem de anne ile çocuk arasındaki bağı kuvvetlendiriyor. Uzun dönemli bağlılık evresinde rol oynayan diğer önemli kimyasal vasopressin.

GENLER BOŞANMAYI BİLE BELİRLİYOR

İnsanı akıl ve ruhtan soyduk ya, iş kimyasallarla bitmiyor. Genler de işin içinde. Aşkın çekim gücünü araştıran bazı bilim adamları, insanların eş seçimini evrim teorisiyle açıklıyor. İnsan, olabilecek en iyi genlere sahip kişiye meylediyor. Çünkü iyi genler, sağlıklı bir çocuğun garantisi ki, soy sop devam etsin. İyi genlerin de bazı bedensel göstergeleri var. Örneğin kadınlarda doğurganlığı gösteren ince bel ve dolgun kalça ve mükemmel bir simetri. Çünkü asimetrik görüntüler genetik sorunlara işaret ediyor. Araştırmalara göre erkekler özellikle simetrik yüz hatlarına sahip kadınları tercih ediyor. Kadınların beğenisinde ise simetriye yönelik önemli bir vurgu yok. İçgüdüsel olarak erkekte yiyecek getirme ve koruma yeteneği arıyor. Tabii bu da genlerden değil, rütbe ve statüden belli oluyor.

Boşanmaları da genler belirliyor. Davranış genetiği alanında çalışan araştırmacılara göre boşanmanın kaderi genlerde yazılı. Tek yumurta ikizlerinin yaptığı evliliklerin sosyal statüsü her ne olursa olsun, ikizlerden biri boşanıyorsa, diğeri de mutlaka boşanıyor.

Aşık oluş sürecinde kokular da devrede. İsviçre’deki bir araştırmada kadınlara, yıkanmamış erkek tişörtleri koklatılıyor ve kadınlar bağışıklık sistemi kendisininkinden farklı olan erkeğin tişörtünü seçiyor. Bu içgüdüsel davranış, doğacak çocuğun iyi bir bağışıklık sistemiyle donanması için farklı bir gen yelpazesine sahip olmasını garanti ediyor.

VÜCUTTAKİ SİLAH DEPOSU

Peki hormonları ve genleriyle aşka düşen insan kaç para eder? İnsanın bedeninde kükürt, magnezyum ve karbondan, potasyum, bakır, fosfat ve demire kadar uzanan bir dizi elementin gramajlarına göre hesaplanan borsa değeri ilk kez 1940 yılında ortaya atılmış. Şimdi lağvedilmiş bulunan Amerikan Kimya Bürosu o dönemde ortalama 75 kiloluk bir insanın topu topu 39 cent ettiğini ilk kez açıkladığında önemli bir şok yaşanmış. Sonraki yıllarda Amerikalı anatomi profesörü Harry Monsen bu işin takipçisi olmuş ve 1970’ler içinde bedenin element değerinin 98 centten 5,60 dolara kadar yükseldiğini hesaplamış. Kendi hesap yeteneğim olmadığı için bulduğum son rakam 1994’e ait: 14.75 dolar.

İnsan bedenindeki elementler bir işe yarar mı? Evet yarayabilir. 75 kiloluk bir bedendeki karbondan 900 adet kurşun kalem yapmak mümkün. Ayrıca vücuttaki 680 gram potasyumdan, oyuncak boy bir topu ateşleyecek kadar barut; demir sayesinde misket büyüklüğünde top güllesi ve oyuncak topu ateşlemek üzere fosfattan 2 bin 200 adet kibrit başı yapabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku