Türk pavyonuna işeyen prensin gazete ilanı dünya özür literatürüne geçti

Modern zamanlarda özür dilemek çok moda. ABD’de başkanlık seçimini Bush kazanınca, sorryeverybody.com diye bir site kuruldu, binlerce kişi dünyadan özür diliyor.

Biz Türkler ise bahanelere sığınmadan, ‘ama’lı yan cümleler kurmadan özür dilemeyi kendimize pek yediremiyoruz. Yakın tarihimizde kim kimden af dilemiş diye kısa bir arşiv çalışması yapınca en çok spor camiasından örneklere rastladım. Ama özür dileyenlerin çoğu yabancı. Daum, Nouma, Lucescu, Mondragon filan... Amerikalı özür uzmanı Aaron Lazare’ın yazdığı kitaba göre de bir yabancının Türklerden af dilemesi, özür tarihine geçmiş durumda: Fuarda Türk pavyonuna işeyen Hannover Prensi’nin özrü...

Richard Clarke, bir zamanlar Amerikan Yönetimi’nin anti-terör koordinatörüydü. 11 Eylül Komisyonu’nda ifade verirken, terör saldırılarında yakınlarını kaybedenlere döndü ve şöyle dedi:

‘Çok güvendiğiniz hükümetiniz sizi korumayı başaramadı ve ben sizi korumayı başaramadım. Çok çalıştık ama, bunun hiç önemi yok. Çünkü başarılı olamadık. Bu başarısızlık nedeniyle hepinizin anlayışına sığınıyor, sizlerden af diliyorum.’

Ve 11 Eylül kurbanlarının yakınları Richard Clarke’ı ayakta alkışladılar. Hiç kimse ‘Giden gittikten sonra özür dilemenin ne anlamı var’ diye düşünmedi.

Şimdi biz bu özrü ‘hem suçlu, hem güçlü’ yaklaşımıyla algılayabiliriz, ancak özür uzmanları aynı fikirde değil. Çünkü onlara göre kayıtsız şartsız bir özrün acıları hafifletici etkisi var.

Amerikalı psikiyatr Aaron Lazare ‘On Apology’ adlı kitabında, tarih boyunca dilenen afların analizini yapıyor ve çoğu insanın gerçek anlamda özür dilemeyi bilmediğini söylüyor. Lazare’a göre gerçek bir özür üç aşamadan oluşuyor. Pişmanlık, başkasını suçlamadan sorumluluğu tek başına üstlenmek ve itiraf.

Öncelikle özür dileyen tarafın kabahatli olduğunu kesinlikle teslim etmesi gerekiyor. Örneğin ‘Sizi kırdıysam özür dilerim’ türünde kurulan cümleler pişmanlık ve teslimiyet anlamına gelmiyor. Tam tersine, özrü kabahatinden büyük dediğimiz daha saldırgan bir anlam taşıyor. Bu tavır daha çok şunu ifade ediyor: ‘Kardeşim, madem benim lafım altında ezilecek kadar nanemollasın, al o zaman sana özür. Şimdi memnun musun?’

‘Her ne yaptıysam özür dilerim’ sözü de affa sığınma anlamına gelmiyor. Çünkü gerçekten pişman olan, duyduğu utancı dile getirmek isteyen kişinin kabahatini spesifik bir şekilde tanımlaması gerekiyor. Örneğin Watergate Skandalı nedeniyle istifa eden eski ABD Başkanı Richard Nixon’ın halktan özür dilerken, ‘Bazı hatalar yapılmıştır’ demesi bu sınıfa giriyor.

Özür gerektiren harekete bir açıklama getirilmesi gerekiyor. İşte bu noktada Expo 2000 Fuarı’nda Türk pavyonuna işediği resimlerle belgelenen, Prenses Caroline’in kocası Hannover Prensi August’un davranışı örnek gösteriliyor. Bilindiği üzere Prens tam sayfa gazete ilanı vererek ‘Expo 2000 sırasında kendimi rahatlatırken bilinçli bir eylem içinde olmadığımı açıklamayı Türk kamuoyuna karşı görev bilirim’ diyor. Prensin o ilanı Hürriyet’in Almanya baskısında yayınlanmıştı ve açıklamanın içinde ‘özür’ sözcüğü geçmediği için de hayli içerlemiştik. Şimdi öğrendik ki, bu sözcük kullanılmadan da özür dilenebiliyormuş.

Bir de tabii özrün zamanında dilenmesi gerekiyor. Örneğin Papa İkinci Jean Paul’ün, Katolik Kilisesi 1633 yılında Galileo’yu hapse attı diye kalkıp 1992 yılında özür dilemesi önemli bir gecikme sayılıyor. Vatikan’ın 359 yıl beklemesi az rötar değil.

Siyaset tarihi alabildiğine özür yüklü.

Önce Abraham Lincoln, yıllar sonra da Bill Clinton köle ticaretinden ötürü Afrikalılardan özür diliyor. Peki ama bugünün beyaz Amerikalıları hiçbir sorumluluk taşımadıkları halde ataları köle çalıştırdı diye neden özür dilesinler? Lazare, dilemeliler diyor, çünkü insanlar hiçbir şekilde pay sahibi olmadıkları başarılardan ötürü övünmesini biliyorlar. Örneğin tuttukları takım maç kazandığı zaman pekala bununla gururlanabiliyorlar.

Almanların, İkinci Dünya Savaşı’nda işlenen Nazi suçlarından ötürü özür dilemeleri, Amerikalıların da yine aynı savaşta enterne edilen Japonlardan af dilemesi aynı kategoriye giriyor.

Lazare, gerçek bir pişmanlığı ifade eden özür sözcüklerinin ulusal ve uluslararası boyutta ilişkilerin yumuşamasına, sorunların çözümü için bir zemin bulunmasına yardımcı olabileceği inancında. Çünkü özür ‘güç transferi’ anlamına da geliyor. İlişkide bir tarafta toplanan ağırlığı eşit olarak dengeliyor. Başarılı bir özür öfke ve ezilmişlik duygusunu hafifletiyor. Saygıyı ifade ediyor, güven oluşturuyor, ileride meydana gelebilecek yanlış anlamaları önlüyor. Mağdur tarafın affetmesini kolaylaştırıyor.

Globalleşmeyle birlikte kamuoyuna dönük özür dilemeler de artıyor. 1990’lardan beri şirketler hatalı ürünlerden, çevreye verdikleri zarardan ötürü daha çok özür dilemeye başlıyorlar. Çünkü böylelikle imaj düzeliyor, davalar geri çekilebiliyor. Bir zamanlar zaaf olarak algılanan özür bir güç simgesi haline geliyor.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BAŞ ÖZÜRCÜSÜ

Ancak kimi zaman özürlerin abartıldığı da oluyor. Özellikle de siyasette.

Örneğin İngiltere Başbakanı Tony Blair, 19’uncu yüzyılda İrlanda’da yaşanan patates kıtlığından ötürü özür diliyor. Clinton, 1893 yılında Hawaii Kraliçesi Liliuokalani’nin devrilmesinden ötürü çok üzgün olduğunu söylüyor.

Tarihte işlenen kabahat ve günahların esas sorumlusu olmayan kişilerin ağzından o kadar çok özür sözü dökülüyor ki, bu işin artık abartıldığını düşünen İngiliz yazar Jay Rayner ‘Özürcü’ diye bir mizah romanı kaleme alıyor. Bu romanın kahramanı olan gastronomi yazarı Marc Basset, acımasız bir lokanta eleştirisi nedeniyle şef aşçının kendini fırında kızartarak intihar etmesi üzerine işini bırakıyor. Kendisini, ömrü boyunca üzdüğü insanların affına sığınmaya adıyor. Aşçının dul eşinden özür dileyerek başladığı af yolculuğunda öyle bir huşuya kapılıyor ki, artık özür dilemeden yaşayamaz hale geliyor. Böylece ünü dünyaya yayılan, profesyonel özürcü unvanını kazanan Basset, Birleşmiş Milletler tarafından baş özür elçisi atanıyor ve dünyayı dolaşarak bilumum mazlum milletten af dileniyor.

Köle ticaretinden sömürgeciliğe, ırk ayrımcılığından afyon savaşları ve Ruanda katliamına kadar.
Yazarın Tüm Yazıları