Ayşe Özek Karasu

Suudiler uzaya entarisiz gidiyor

30 Aralık 2006
Haccı izleyen Hürriyet muhabiri Fatma Aksu yazdı: Ecyad Kalesi’nin yerine inşa edilen Zemzem Tower’ın ortasındaki otelin en üst katı Uzay Bilimleri Enstitüsü oluyor. Entarili Suudlar uzayda... İyi bir geyik malzemesi. Bazı mail gruplarında son günlerin favorisi. Dünya’nın düz olduğunu ileri sürüp tersini iddia edenlere sapık damgası vuran Suudi Şeyh Abdülaziz bin Baz da bol bol anılıyor. Ama bir de şu var ki, uzaya giden ilk Müslüman bir Suud. Hem de kraliyet ailesinden. Prens Sultan bin Salman, 1985 yılında yanına Kuran’ını da alıp Amerikan mekiğiyle uzaya gittiğinde hem Suudi haberleşme uydusunun yörüngeye girişini yakın mesafeden izlemiş, hem bilimsel deneyler yapmış, hem de hilali o kadar yakından görüp fotoğrafını çeken ilk Müslüman olmuştu. Amcası, Kral Fahd bin Abdülaziz ile de uzaydan telefonda konuşmuştu.

Güneş’in hareket halinde olduğuna, Dünya’nın dönmediğine ve gezegenlere gitmenin mümkün olmadığına dair nakli ve ilmi kanıtlar. Bu bir risale başlığı. Yazarı da Medine İslam Üniversitesi’nden Şeyh Abdülaziz bin Baz. Suudi Krallığı Bilimsel Araştırmalar Kurulu Başkanlığı yapmış bulunan Bin Baz’a göre, Dünya dönmüyor, sabit duruyor, Güneş ise sürekli yer değiştiriyor. Bunun tersine inanmak ise küfür ve sapıklık anlamına geliyor. Bu kişiler tövbe etmedikleri takdirde katledilmeleri vacip oluyor, mal ve mülklerinin de kamu hazinesine devredilmesi gerekiyor.

Şeyh Bin Baz, iddiasını şu argümana dayandırıyor: Güneş mütemadiyen bir yerden doğuyor, bir yerden batıyor. Eğer dünya dönüyor olsaydı dağlar, ağaçlar, nehirler ve denizler sürekli yer değiştirirdi. Ama gelin görün ki, ne Mekke’deki Nur Dağı, ne de Medine’deki Uhud Dağı yer değiştirmiştir. Demek ki, "Dünya dönüyor ama, güneş sabit duruyor" diyenler bir sapıklık içindedir.

Bu arada, gözleme dayalı bilimsel iddialar ortaya atan ve 1999 yılında 90 yaşında hayata veda eden Şeyh Bin Baz’ın görme engelli olduğunu belirtmem gerekiyor.

Şeyh, hem Başmüftü ve Ulema Kurulu Direktörü hem de Bilimsel Araştırmalar Kurulu Başkanı olduğu için, ibadet ve uzay bağlamında akla takılan her soruyu ona yöneltmek gerekiyor.

Nitekim Prens Sultan bin Salman da öyle yapıyor.

1985 yılında Discovery mekiği ile uzaya çıkmadan önce, orada kıbleyi nasıl bulurum, nasıl abdest alır, yatsıyı ikindiyi nereden anlar, yerçekimsiz ortamda nasıl secdeye varırım sorularının cevabını almak üzere şeyhin huzuruna çıkıyor.

Şeyh işi yokuşa sürmüyor. "Uzayda namaz sorunu olmaz, çünkü hiçbir şey yeryüzünü terk edemez" diye kestirip atıyor.

Bununla birlikte Prens Sultan, uzaya sefere çıkan ilk Müslüman, ilk Arap ve ilk kraliyet mensubu olarak Discovery ekibine katılıyor. Suudi televizyonu, şeyhin dünyadan ayrılamayacağını iddia ettiği prensin yörüngedeki görüntülerini yayınlıyor. Prens, amcası Kral Fahd bin Abdülaziz ile telefonda konuşuyor. Tur rehberi gibi, mekiğin iç mekanlarını Suudi izleyicilere anlatıyor, Kuran okuyor. Prensi namaz kılarken gören olmuyor ama, bütün Suudi Arabistan, kralın yeğeninin uzayda olduğunu biliyor.

YÖRÜNGEDEKİ PRENS

Mekik yörüngeye girdikten sonra NASA üniformaları çıkarılıyor, kıyafet serbest. Ancak prensin, yerçekimsiz ortamda münasip olmayacağı için entari giymediği dikkat çekiyor.

Discovery’nin seferi sırasında yörüngeye üç uydu yerleştiriliyor. Bunlardan biri Arabsat’a ait haberleşme uydusu. Dünya dönmüyor diyen Şeyh bin Baz’a inat, Suudi’nin sadece prensi değil, uydusu da yörüngede turlamaya başlıyor.

O dönemde 28 yaşında olan Prens Sultan, deneyimli bir pilot. Ancak uzaydaki görevi başka. Suudi bilimadamları tarafından hazırlanan üç ayrı deneyi gerçekleştiriyor. Bunların içinde en karmaşık olanı, Kraliyet ailesinden Prens Türki’nin Stanford Üniversitesi’ndeki doktora tezi için hazırladığı iyonlanmış gaz deneyi.

Prens Sultan ayrıca, petrol ve suyun yerçekimsiz ortamdaki bileşiminin hangi davranış sürecini gösterdiğine dair bir deney de yapıyor. Petrol sızıntısıyla mücadelede yol gösteren bu deneyde Kuveyt ve Cezayir petrolü kullanılıyor. Diğer deneyde ise yerçekimsiz ortamın insan vücudu üzerindeki etkileri araştırılıyor.

Prens, hilali uzayda gözleyip fotoğrafını çeken ilk Müslüman olarak da tarihe geçiyor. Bu gözlem, ramazan ayının sona erdiğini gösteren anın tespit edilmesi açısından Suudiler için önemli.

İşte böyle ilimle dolu uzay seferinden dönüşünde Prens Sultan, Taif’te "prensler" gibi karşılanıyor. Amca Fahd, astronot yeğenine, Kral Abdülaziz nişanı takıyor ve Hava Kuvvetleri’nde binbaşılık rütbesine yükseltiyor. Caddelerde geçit resmi düzenleniyor, şiirler okunuyor ve uzay seferinin anısına, mekikli-uydulu-minareli, NASA ve Suudi amblemli pul serisi çıkarılıyor.

Prens beyanatlar veriyor: "Arap dünyası bir dönüm noktasına gelmiş bulunuyor. Petrol, para ve teknolojik gelişmenin ilk evresini geçtik. Yeni kuşak artık ileriye bakıyor, fırsat eşitliği ve eğitim hamlesiyle dünya topluluğuna katılmaya hazırlanıyor. Bunlar geleceğin anahtarı. Ben uzayda 1 milyar Müslümanı temsil ettim. Onları, Amerikan gemisiyle uzaya götürdüm."

O uzay seferinin üzerinden 21 yıl geçti. Prensin geniş ufuklu tahminlerinin aksine dünyada uyum değil, zıtlaşma yaşanıyor. O 21 yıl içinde uzaya giden başka Müslüman çıkmıyor.

Geçen eylül ayında İran kökenli Amerikan vatandaşı Anuşeh Ensari, Rus Soyuz aracıyla Uluslararası Uzay İstasyonu’na ayak bastığında, uzaya giden ilk Müslüman kadın ve ilk İranlı unvanını kazanıyor. Ancak uzay turisti olarak.

Şimdi Malezyalılar, uzaya gidecek üçüncü Müslümanı hazırlıyor. Ruslarla gidilecek ve deneyler yapılacak. Şu anda Malezya’da Dünya düzdür diyen bir şeyh yok, ancak hararetli bir şekilde uzayda ibadet sorununu tartışıyorlar. Mesela en önemli sorunlardan biri şu: Uzay istasyonu 24 saat içinde dünya çevresinde 16 kez dönüyor. Her 90 dakikada bir güneş doğup batıyor. Bu durumda namaz vakitlerini günde 80’e mi çıkarmak gerekiyor? Çözümü, Mekke saatini esas almak.

Peki kıble nasıl bulunacak? Kıbleyi bulan döner astronot koltuğuyla.

İstasyonda su kısıtlaması var, abdest nasıl alınacak? Kuran’a göre toprak ve külle de olur. Ama, uzayda toprak ve kül yok.
Yazının Devamını Oku

Taliban da kadın hastaya baktırmıyordu

23 Aralık 2006
Konya’da iki kadın radyoloğun testis ultrasonu çekmemesiyle patlak veren vaka, tıp etiği açısından şu soruları beraberinde getiriyor: Bir hekim kendi dini inancı nedeniyle ya da belirli bir dini inancı dışladığı için hasta tedavisini reddedebilir mi? Çok tartışmalı, ancak bazı durumlarda hukuk ve siyaset o doktordan yana çıkabiliyor. Fransa’da bazı hekimler, türbanlı kadınlara bakmayı reddediyordu, türbanlı kadınlar da erkek hekimlere muayene olmayı. Sonunda hekimleri kayıran bir yasa çıktı. ABD’de ise bazı hekimler dini inancı nedeniyle eşcinsel hastalara bakmayı reddediyor ve mahkemeler onları haklı buluyor. Çünkü yasaya göre acil olmayan hallerde hekimlerin hasta seçme hakkı var.

Ötücü kuşu, uçurtmayı, topuklu pabucu yasakladı diye Taliban rejimiyle zamanında çok dalga geçtik, ancak bu absürd yasakların ardında çok büyük trajediler de yaşanıyordu.

Mesela Afganistanlı kadınlar ölüm döşeğinde dahi olsa tedavi edilmiyordu. Kadınların tedavisi için kadın hekim gerekiyordu, ancak Taliban Kabil’deki 22 hastaneden kadın personeli temizlemiş ve doktoru, hemşiresi, teknisyeni derken tüm kadınları 35 yataklı tek bir hastaneye tıkmıştı. Orada da teşhis cihazları, cerrahi aletler, su, elektrik ve oksijen tüpü bulunmuyordu.

Vücudunun yüzde 80’i yanan bir kadın, erkek hekimlerin el sürmesine izin verilmediği için öldüğünde Taliban yönetimi "Biz de cephede ölüyoruz" demişti.

Aslında bazı özgürlükler de yok değildi. Mesela erkek hekimlerin, burkayı kaldırmadan kadını muayene etme izni vardı! Kadınlar da, donanımı olmayan hastaneye gitme ve orada ölme hakkını bir arada kullanıyordu.

Tıp etiğine Taliban şeriatı açısından yaklaşmak tabii ki uç bir örnek. Ancak gelişmiş ülkelerde de tıp etiği alanında tartışma yaratacak uygulamalar mevcut.

Mesela ABD’de eşcinsel hastalara bakmayan koyu Hıristiyan hekimler var. Hem de yasanın koruması altında. Acil olmayan durumlarda hastayı reddedebiliyorlar. 1980’lerde dini inançları nedeniyle AIDS’li hastaları tedavi etmeyen hekimlere zaman içinde eşcinsellere bakmayanlar eklendi ve geçen yıl sonuçlanan tarihi davada mahkeme hekimleri haklı buldu.

DOKTOR HASTA SEÇEBİLİR

Guadalupe Benitez adlı lezbiyen, yapay döllenme yoluyla hamile kalmak için Christine Brody ve Douglas Fenton adlı hekimlere başvurmuş, her ikisi de dini inançlarına aykırı olduğu gerekçesiyle kadını çocuk sahibi yapmayı reddetmişti. California mahkemesi hekimler aleyhinde karar vermiş, buna karşılık temyiz mahkemesi, Benitez’in evli olmamasını dikkate alarak iki doktorun da hastayı geri çevirme hakkına sahip olduğu hükmüne varmıştı.

Ancak gay hakları savunucularına göre bu tıp etiğine aykırı, din adına ayrımcılık temelinde alınmış bir karardı.

Fransa’da 2004’te çıkarılan laiklik yasası da Müslümanlara göre tıp etiği açısından tartışmalı. Çünkü erkek doktora muayene olmak istemeyen kadın hastayı, kadın hekim seçme hakkından mahrum kılıyor. Bir hekim, muayenehane kapısına "Çarşaflı hastaya bakmam" diye tabela asabiliyor.

Fransa’daki Müslüman cemaatine göre Taliban rejimiyle Chirac yönetimi arasında fazla bir fark bulunmuyor.

Keşke uzayda çay demleme yüzünden alay konusu olsaydık

Son on gün içinde tuhaf haberlere konu oldukları için uluslararası düzeyde makaraya alınan ülkelerin dökümünü veriyorum:

Ordunun gaydalı tören kıtasında yeterince kilt kalmadığı için "aynı etekliği dönüşümlü giyeceksiniz" diye, askerlerine talimat verilen ülke.

Rus uzay aracının gelecek yılın ekim ayındaki seferiyle göndereceği doktora uzayda çay demleme talimatı veren ülke.

Bir televizyon kanalının, "Memleket bölündü, kral kaçtı" diye düzmece haber yapmasına inanıp halkı paniğe kapılan ülke.

Milli havayolu şirketinin çalışanları, belalı bir uçaktan kurtulduğu için en büyük kentinin havalimanındaki apronda deve kesilen ülke...

Sırasıyla İskoçya, Malezya, Belçika ve Türkiye.

Acaba ülke imajı açısından en tuhaf olay hangisi?

Aslında Malezya örneğinde bir imaj problemi yok. Hangi ülke olsa uzaya gidince orada milli bir iz bırakmak ister. Amerikalının ay yüzeyine bayrak dikmesi gibi. İşte Malezya da, Rusya’nın gelecek yılki uzay programına dahil olunca böyle bir iz bırakmak istedi. Akıllarına da ülkenin milli sıcak içeceği olan "teh tarık" geldi. Yani sütlü çay. Malezyalı astronot, dünya yörüngesindeki Uluslararası Uzay İstasyonu’nda çay demleyecekti.

Ancak bu proje hem Malezya, hem de komşu ülkelerin basınında fazlaca alaya alınıp, para israfı olarak değerlendirilince çay demleme misyonundan vazgeçildi. Alınan son karara göre uzaya gidecek astronot, mikro yerçekimi ve uzay radyasyonunun kanser hücreleri üzerindeki etkisi konusunda Malezya üniversiteleri için bazı deneyler yapacak.

Belçika’nın başına gelen olayda ise kesinlikle imaj sorunu var. Çünkü bir TV kanalının bir akşam vakti ansızın, "Flamanlar bağımsızlığını ilan etti, ülke bölündü" diye canlı yayına geçmesi, siyasilerin asparagasa inanıp beyanatlar vermesi, diplomatik misyonların başkentlerine bilgi vermek amacıyla Belçika makamlarına başvurması, aslında Belçika’nın pekálá bölünebilir bir ülke olduğunu ve bu olaya kimsenin fazla şaşırmadığını ortaya koyuyor.

RTBF adlı kanal, yarım saatlik yayından sonra, Valon ve Flaman bölgelerinin ayrılması üzerine bir egzersiz yaptığını duyurduğunda ülkenin bölündüğüne inanmayan kalmamıştı. Senato Başkanı Anne-Marie Lizin, "Büyükelçiler yayını gerçek zannetti, bu bir imaj felaketidir" diyordu.
Yazının Devamını Oku

Sünnetli kadına cinsel öğüt versen ne olur

16 Aralık 2006
Türbanlı bir kadının televizyona çıkıp cinsel öğütler vermesi seksi bir şey tabii. Şu Mısırlı seksolog Heba Kotb’dan ve görüntü ile söz arasındaki çelişkinin yarattığı haber seksapelinden söz ediyorum. Ama bu işin içinde "korkunç" çelişkiler de var. Heba Kotb, kadınlardan en fazla orgazm olamama şikayeti aldığını söylüyor. Nasıl olabilirler ki! Mısır’da kızların yüzde 97’si sünnet ediliyor. Organları paralanan kadınlar, hangi öğüde kulak vererek orgazm olabilirler ki? Dünya Sağlık Örgütü’ne göre yeryüzünde sünnet edilmiş 140 milyon kadın yaşıyor ve her yıl bu tarifsiz azaba, insanlık suçuna maruz kalan kız çocuklarının sayısı iki milyonu buluyor. Mısır’ın dünya çapında nüfuz sahibi /images/100/0x0/55eb6a03f018fbb8f8bf8e71ilahiyat kurumu El Ezher Üniversitesi geçen ay uluslararası bir konferans düzenleyip, İslam öğretisinde kadın sünneti bulunmadığını ilan etti. Oysa Mısır, kadın sünnetini yasaklayalı 10 yıl olmuştu...

Mısırlı aileler kız çocuklarını İslam öyle emrediyor diye sünnet ettiriyor. Böylece kızlarının daha iffetli olacağını, evleninceye kadar bakire, evlendikten sonra da kocasına sadık kalacağını düşünüyorlar.

Ama Mısırlı bazı Hıristiyan aileler de ettiriyor.

Afrika’da ilkel kabileler arasında da var, bazı Yahudiler’de de.

Iraklı Kürtlerde de yaygın. Hatta, kızları sünnet etmeyin diye gelen kampanyacıları "Ateist misin, PKK’lı mısın, nesin?" diye köylerinden kovuyorlarmış.

Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerinde ise yok denecek kadar az.

Mısır’daki arkeolojik kazılarda bulunan binlerce yıllık kadın mumyaları sünnetli çıkıyor. Duvar tasvirlerinde de sünnet sahneleri var.

Peki bu denklemden nasıl bir sonuç çıkıyor?

Çıkan sonuç şu, kadın sünneti İslam şeriatının emri değil. Öyle olsa, Suudiler de geri kalmazdı. Küçücük kızların organını bıçakla, camla, tenekeyle, usturayla, jiletle deşerek sakatlamak, binlerce yıllık ataerkil düzenin, geleneklerin eseri. Kadına şiddet uygulayarak özgürlüğünü, haklarını baskılamanın bir başka yolu. Maksat, kadının cinselliğini kontrol altına almak, cinsel duyarlılığını ortadan kaldırıp, buna karşılık erkeğin daha fazla haz almasını sağlamak.

ÇEŞİT ÇEŞİT VAHŞET

Aslında kadın sünneti kavramı da yanlış. Bunun adı BM lisanında "Female Genital Mutilation" (FGM), yani kadın cinsel organının sakatlanması. Bazı Afrika ülkelerinde bir haftalık bebeklere bile uygulanan FGM’nin birkaç çeşidi var. Klitorisin tümüyle kesilmesinden, sadece idrar ve kanama için küçük bir yer bırakıp organın, hayvan kılından iplik ya da deriyle tümüyle dikilmesine kadar. "Firavun sünneti" (infibulasyon) denilen bu sonuncusu FGM’nin en barbarca olan türü.

Kahire’deki ünlü El Ezher Üniversitesi’nin geçen kasım ayında bir Alman insan hakları örgütünün de katkısıyla düzenlediği uluslararası konferansta El Ezher Şeyhi Tantavi ve diğer ulema, Kuran’da ve hadislerde kadın sünneti diye bir uygulama bulunmadığını, bunun bazı kültürlere özgü bir gelenek olduğunu söylüyor.

Şeyh Tantavi’nin bu sözü sıradan bir tebliğ değil, dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca Müslüman için fetva niteliği taşıyor. Konferansta Almanya Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Bakanı Heidemarie Wieczorek-Zeul de var. Çünkü kız çocuklarını sünnet ettirmek Almanya’daki göçmenler arasında da yaygın. Ancak Almanların bir yanılgısı var. FGM’yi İslami bir pürüz zannedip, ulemanın fetvası sayesinde sünnetlerin azalacağını zannediyorlar. Oysa Mısır basını halkın görüşlerini yansıtırken öyle yazmıyor. Aileler, toplumdan dışlanma ve kızlarına koca bulamama kaygısıyla fetvaya da mesafeli duruyor. Kültüre kök salmış geleneğin bir çırpıda buharlaşması kolay görünmüyor. Bazı uzmanlara göre FGM’nin geçmişi 5 bin yıl öncesine dayanıyor.

Mısır basınına göre konferansa katılan, dolayısıyla kadın sünnetinin yaygın olduğu ülkeler Cibuti, Etiyopya, Somali, Çad, Mali, Moritanya, Eritre, Nijerya, Fas ve hatta Rusya. Bir hata olsa gerek, bu ülkeler arasında Türkiye’nin de adı sayılıyor.

FGM KÜRESEL BİR PROBLEM

İşin absürd yanı, ulemanın kadın sünneti yasaklansın dediği yer Mısır ve o Mısır bundan 10 yıl önce FGM’yi zaten yasaklanmış. Ancak aynı fetva gibi yasa da inancın önüne geçemediğinden gizliden gizliye devam ediyor. Arka sokaklarda, kuytu köşelerde, anestezisiz ve ehliyeti olmayan kişilerin elinden. Doğru yapıldığında bile barbarca bir işlem olan FGM, aşırı kanama halinde ölümlere, kronik enfeksiyonlara, doğumda ciddi komplikasyonlara yol açabiliyor.

Afrikalı ve kısmen de Asyalı göçmenler bu vahşi geleneği Avrupa, Kanada, Amerika, Yeni Zelanda ve Avustralya’ya da taşıdığından FGM küresel bir sorun olup çıkıyor. BM zemininde mücadele verilirken, Batılı ülkeler kadın sünnetini yasaklıyor, ısrarla yapanlara ağır cezalar veriliyor. Fransa’da, Malili bir genç kızın kendini zorla sünnet ettiren ailesini ve sünnetçi kadını polise ihbar etmesi ve kendini bu şiddete karşı korumayan Fransa devletini mahkemeye vermesi üzerine açılan dava tüm Avrupa ülkelerine örnek olmuştu. Sünnetçiye sekiz yıl, anneye iki yıl hapis cezası verilmişti. Daha geçenlerde Etiyopyalı bir göçmen baba, ABD’de iki yıl hapis cezası aldı. Endonezya da FGM’yi yasakladı. Uygarlık çabası içindeki Mısır gibi.

HER DOĞUMDAN SONRA

Mısır yasaklamasına yasakladı da, kadın sünnetini bir insanlık yarası olarak gündeme taşımak hálá hassas bir konu.

Dünya medyasının pek hoşlandığı Mısırlı türbanlı seksolog Heba Kotb, TV’de cinsel vaazlar veredursun, kadın sünnetini konu alan "Dunia" (Gözlerimden Öpme) adlı film Mısır’da bir türlü vizyona giremiyor. Lübnanlı kadın yönetmen Jocelyne Saab’ın çektiği film geçen yıl Kahire Uluslararası Film Festivali’nde ilk kez gösterildi, ancak ülke imajına zarar verdiği gerekçesiyle şimdi sansür kurulu tarafından engelleniyor. Bu yılki Altın Portakal’ın programında da yer alan filmin kahramanı Dunia’nın annesi ünlü bir dansözdür ve kızının sünnet olmasını istemektedir. Bunun üzerine Dunia, uluslararası bir dans yarışmasına yazılır. Ama sergileyeceği dans, klasik Mısır göbek dansı değil yurdundaki kadınlar üzerindeki baskıyı anlatan sarsıcı bir performanstır.

Mısırlı sansürcü ise toplumun sarsılmasını istemiyor, kadınların kendi iç alemlerinde sarsılmasını tercih ediyor. Ve biliyor musunuz, bu korkunç sarsıcı işkence kadınların başına hayatta bir kere de gelmiyor. Her doğumda kesilerek açılan organ, her doğumdan sonra yeniden dikiliyor.

O şimdi türbanlı

Dunia "Gözlerimden Öpme" adlı filmde başrolü oynayan Mısırlı balerin ve aktris Hanan Turk, kadın sünnetine başkaldırısını dansla ifade ediyor. Turk’un bu ve benzeri gözü pek rollere çıktıktan sonra geçen yaz başı aniden örtünmesi Mısırlı modernler arasında şok yarattı. Üstüne üstlük "İranlı oyuncular artık benim rol modelim. İran sineması son derece ilerici. Türban da filmin sanatsal bütünlüğünü bozmuyor" deyince, Mısır’daki irtica tartışması iyice elektriklendi. Laik köşe yazarları "İran modelinin empoze edilmesine alet oluyor" diye sanatçıya yüklendiler. Hanan Turk’un, genç bir kadının cinsel uyanışını anlatan Dunia’daki rolünden sonra türban takması genç kızlar arasındaki örtünme trendine iyice hız verdiğinden sanat çevreleri de eleştiri yağdırdı.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar kötü değil, yumuşak kalpli

9 Aralık 2006
"Türk kadını kötü kalpli" başlıklı haberi göreli beri merak ediyordum. Neden hep kalp hastalıklarının, enfarktüslerin erkekleri yakaladığı zannedilir? Kadınlar kalpten ölmez mi? Onlar "kalpsiz" midir? Bingür Sönmez hocaya sordum. O da dedi ki, "Evet, kadınların kalbi biz cerrahları çok üzüyor. Damarları öyle ince, dokuları öyle yumuşak ki, dikerken zorlanıyoruz." İncelik ve yumuşaklık böyle kusur da olabiliyor işte. Bu yüzden by-pass’larda erkekte olduğu kadar iyi sonuç alınamıyormuş. İşte bu nedenle ABD’de yeni bir alan oluşuyor: Kadın kardiyolojisi. Kadınların tedaviye verdiği cevap farklı olduğu için cinsiyete özel ilim gerekiyor.

Önce Türk kadınları neden kötü kalpliymiş onu açıklayayım. Haber, Türk kadınlarının koroner kalp hastalıklarında dünya birincisi olmasıyla ilgiliydi ve şu başlık atılmıştı: "Türk kadını kötü kalpli."

Hani sadece erkeklerin kalpten gittiği sanılır ya, bu da gayet sağlam verilere rağmen, kadındaki kalp riskini hafifseyen bir yaklaşımdı işte.

Ben de kadın kalbini, kalp damar cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez’e soruyorum. "Türklerin genleri kötü, iyi huylu kolesterolü de (HDL) düşük. Bu yüzden koroner kalp hastalıklarında dünya birincisi. Erkeklerde de, kadınlarda da" diyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) raporuna göre 34-75 yaş arasında 100 bin erkekte 600 ve yine aynı yaş grubunda 100 bin kadında 250 kişi koroner kalp hastalığından ölüyor Türkiye’de.

Bu orandaki büyük felaketi izah etmek açısından hemen Güney Kore örneğine geçelim; ölüm oranı her 100 bin kadında 10. Erkeklerde de 100 binde 50.

Peki Türkiye ile Kore arasındaki bu uçurumun nedeni ne? Öncelikle iyi bir genetik ve beslenme. Koreliler balık ve sebze yiyor, Tai-chi, yoga ve meditasyon yapıyorlar. Bizde ise genler kötü, HDL düşük, mutfak ağır, stres yüksek.

KUTSAL HORMON

Türk kadını ise erkeğe göre daha şanssız. Sönmez hoca "Kadınların kalbi biz cerrahları çok üzüyor" diyor ve kadındaki kalp şanssızlığını anlatıyor:

"Hani genç kızlar vardır, tay gibi yürürler. Çünkü östrojenleri vardır. O çok kutsal bir hormondur kadın için. Saçının parlaklığı, cildinin güzelliği, gözlerinin parlaklığı, kemiklerin sağlamlığı, dik duruşu, hepsi östrojene bağlıdır." Aslında 50-55 yaşına kadar her şey yolunda gidiyor. Ama, sonra menopoz geliyor, kalbi bir koza gibi koruyan östrojen zaten yıllardır azalmaktadır da, menopozla birlikte zerresi kalmıyor ve koroner kalp hastalığı kadında inanılmaz bir hız kazanıyor.

Menopoz döneminde, yağ parçalayıcı östrojenin de yokluğuyla "metabolik sendrom" denilen ölümcül dörtlü başa belá oluyor: Aşırı kilo, yüksek tansiyon, kan şekeri ve yüksek kan yağı. Bunlar da koroner damar hastalıklarının en önemli nedeni.

Östrojen, damar cidarının iç yüzünü koruduğu için bir deneyde erkeklere de hormon verelim, 60 yaşından sonra azıcık östrojenimiz olsun diyorlar. Görüyorlar ki, kadını koruyan östrojen, erkekte damar hastalığının ilerlemesini hızlandırıyor.

İşte kadın da aynışekilde ilaçlara farklı cevap veriyor. Kadın hastanın çarpıntısı daha fazla, hastalığın ilerleme hızı farklı. Oysa tedavi yöntemleri erkekler üzerine yapılan araştırmalaragöre icat edilmiş. Bu nedenle ABD’de "kadın kardiyolojisi" ayrı bir ihtisas dalı haline geliyor.

"28-30 yaşlarında erkek hastaları ameliyat ediyoruz. O yaşlarda kadın hemen hemen hiç yok. 11 yıllık meslek hayatımda 40 yaşın altında ameliyat ettiğim kadın hasta sayısı 15-20’dir. Erkek hasta ise çok çok daha fazla" diyor hoca.

KÖTÜ GENLERHER YERDE

Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, kötü genler ve HDL düşüklüğü Türklerin yakasını bırakmıyor. Almanya’da doğan, Alman gibi yaşayan Türk çocukları var. OnlarınHDL’si de en düşük seviyede çıkıyor.

Kadınların bir dezavantajı da, kalp hastalığından muaf olduklarını zannedip sigara içmeleri, kötü beslenmeleri ve hareketsizlik. Hoca yoğun iş temposunda sürekli hareket halinde olup asansör de kullanmadığından beline alet takıp günde kaç kilometre yaptığını kontrol etmiş. Çıka çıka 1.5 km çıkmış ki, ev kadınları çok yoğun zannettikleri gündelik tempolarında bu kadar kilometre yapmıyorlar. Çalışan kadınlar da sigara içiyor, çocuk doğurmuyor, doğurursa bir tane doğuruyor, onu da emzirmiyor. Hormonları da onu terk ettiğinde erkekten bir farkı kalmıyor.

Böylece kadın kalp hastalığına yakalanma kıvamına geliyor. Peki by-pass olmakla sorun bitiyor mu? Hayır. Şu badireler çıkıyor:

"Kadınların kalp damarları daha ince, kalp dokuları daha yumuşak, bir kadın hastanın kalbine by-pass ameliyatı yapmak, erkekten iki misli zor. Damarlar ince olduğu gibi, dokular çok yumuşak, dikerken zorlanıyoruz. By-pass ameliyatı sonrasında erkekte aldığımız sonuç da kadına göre daha iyi. Kadınların damarları ince olduğu için, kullandığımız by-pass damarları da çok ince. Uzun dönemde erkeklerin by-pass’ları daha başarılı oluyor."

Peki menopoz sonrasında kalbi korumak için hormon tedavisine uzun uzun devam etmeli mi? ABD’de açıklanan çalışmanın sonucunu hatırlatıyorum. Uzun dönemli kullanımın meme kanseri riski yarattığını ve östrojenin kalbi korumak açısından hiçbir işlev görmediğini söylüyordu o rapor. Bunun üzerine pekçok kadın hormonu bırakmıştı.

Hayır bırakılmamalı diyor Sönmez hoca. Nedeni çok mantıklı. Östrojen hormonu, meme kanseri yapıyor deniyor ama, ABD’de yılda 250 bin kadın koroner kalp hastalığından ölüyor, 40 bin kadın da meme kanserinden. Kontrol edilebilen bir risk var ortada. Altı ayda bir mamografi ve jinekolojik muayene yapılır ve bu risk ortadan kaldırılır.

Kanser asla kalbin önüne geçemez

Dünyada kalp ölümlerinde birinci olduğumuz gibi, Avrupa’nın erken by-pass şampiyonuyuz. Türk kadınları ortalama 60 yaşında yatıyor ameliyat masasına. Avrupa’da en geç by-pass olanlar ise Avusturyalı kadınlar. Ortalama 67.

Türkiye’de ölüm sebebi olarak birinci sırada yüzde 60 ile kalp hastalıkları yer alıyor. Arkasından kanser geliyor. Prof.Dr.Sönmez’e göre kanser hiçbir zaman kalbin önüne geçemez, çünkü kanser olmak için belli bir yaşa ulaşmak gerekiyor. "By-pass ameliyatı yaptığım birçok hasta kanserden ölüyor. Çünkü kanser olabilecek yaşa ulaşıyor. By-pass olmasa 55-58 yaşında ölecek" diyor.
Yazının Devamını Oku

Global mutluluk palavraları

25 Kasım 2006
Global mutluluk araştırmalarına bir bakın. Hemen tamamında az gelişmiş Üçüncü Dünya ülkelerinin vatandaşları dünyanın en mutlu insanları çıkar. Bu yılki birinci Bangladeş. Daha önce Nijerya vs... Anketçiler gidip sorar, "mutlu musun" diye, onlar da kanaatkár olduklarından "evet" derler. Ancak bu hoşnutluk hali son derece sübjektiftir, bilimsel bir gerçeklik değil. İşte bu nedenle Leicester Üniversitesi’nden analitik psikoloji uzmanı Adrian White’ın yaptığı araştırmanın sonucu daha makul görünüyor: Dünyanın en mutlu ülkesi Danimarka’dır, çünkü sağlık-eğitim-refah endeksi en yüksek ülke odur. White bu sonuca nasıl varıyor? UNESCO’dan CIA’ya yığınla kurum tarafından yapılmış, 178 ülkeden 80 bin kişinin verdiği cevapları kapsayan 100 araştırmayı alıyor, Danimarka’yı birinci, Burundi’yi de sonuncu çıkarıyor. Böylece adalet yerini buluyor. Sağlık, iyi bir eğitim ve refah mutluluk getirmez palavrası da sona eriyor.

Bangladeş denildiği zaman benim aklıma sel feláketleri, tepeleme insan dolu trenler ve bir de karılarının yüzüne kezzap atan kocalar gelir. Bunların tamamı da ölümcül vakalar.

Bangladeş’in bir diğer özelliği de, bu ülkeyi dünya ekonomik sisteminin içinden çekip çıkarmanız halinde, o entegre düzenek içinde hiçbir değişiklik olmamasıdır.

Ancak dünyanın en mutlu köşesini bulmak için 72 milletin girdisini çıktısını araştıran anketçiler nedense mütemadiyen Bangladeş’i birinci çıkarırlar. Mesela Nijerya da gözde birincilerden biridir. Hindistan da hep üst sıralardadır. Türkiye hep 50. sıralarda gezinir. Dünyanın en zengin ülkelerinden İsviçre ise dünyanın en bedbaht insanlarının yaşadığı yerdir.

Böylece, "parayla mutluluk olmuyor" sinyali gönderilir. Yoksul ülke insanlarının kolektif kimliğe dayalı bir kültür içinde yaşadıklarından daha mutlu oldukları mesajı verilir ve bu hesaba göre insanın emekli olunca gidip Bangladeş’e yerleşesi gelir.

Ya da Vanuatu’ya. Topu topu 209 bin nüfuslu bu takımada ülkesinin mutluluk gerekçesi daha makul. İngiliz düşünce kuruluşu Ulusal Ekonomi Vakfı’nın, ekolojik denge ile bireysel hoşnutluk halini kombine ederek hazırladığı Mutlu Gezegen Endeksi’ne göre dünyanın en fazla saadet vaat eden ülkesi Vanuatu. Çünkü devlet, insan yaşamının bağımlı olduğu doğal kaynakların sınırlarına saygı çerçevesinde sunulabilecek en iyi yaşam imkanını veriyor vatandaşlarına.

Batılı zengin ülkelerin bu endekste aşağıda kalması kaçınılmaz. Çünkü bu ülkelerin vatandaşları uzun ve tatminkar bir yaşamın bedelini, kaynakları tüketerek ödüyorlar. Gezegen Endeksi’ne göre en mutlu ülke olan Vanuatu ekonomik performans açısından ise GSYH ölçüsüyle 233 ülke arasında 207. sırada bulunuyor.

ŞAŞIRMAKTAN VAZGEÇEMİYORUZ

Bu yılın başlarında açıklanan "Dünya Mutluluk Araştırması"nda Bangladeş yine birinciydi. İsviçre ise aşağılarda süründüğü için bu şaşırtıcı sonuç gayet medyatik bir malzeme oldu. Yıllardır hep aynı sonuç çıktığı halde dünya medyası bu haberi yine "şaşırarak" verdi.

Ancak sonucun bu kadar şaşırtıcı olması, doğru olmamasından kaynaklanıyordu büyük ihtimalle. Leicester Üniversitesi’nden analitik sosyal psikoloji uzmanı Adrian White’ın hazırladığı "Dünya Mutluluk Haritası"na göre mutluluk sıralamasında Danimarka birinci, İsviçre ikinci, Avusturya ise üçüncü çıkıyordu. Haritada Bangladeş’i göremedim bile. Ancak diğer anketlerde hep mesut görünen Hindistan’ın 125. geldiğini söyleyebilirim.

Haritada sekizinci sırada görünen Butan ilginç bir vaka. Mutlakiyetle yönetilen ülkede "Gayri Safi Yurtiçi Mutluluk Endeksi" diye bir şey uydurulmuş. İnsanların mutluluğu bozulmasın diye pankreas güreşi yayınlayan kanal ve MTV yasaklanmış. Ayrıca plastik poşetler de yasakmış ülkede.

White’ın çalışması, UNESCO, CIA ve WHO gibi kurumların yaptığı, insanların mutluluk ve memnuniyet dozuyla ilgili 100 araştırmanın analizine dayanıyor. Mutluluk endeksi için esas alınan veriler ise sağlık, refah ve eğitim imkanları. Sonuç: Sağlıklı insanlar kendisini mutlu hissediyor, refah ve eşit eğitim fırsatı da mutluluğa mutluluk katıyor.

White’a göre mutluluk, sübjektif bir olgu. Bu nedenle de modern iktisat ve psikoloji biliminin uğraştığı bu alan, bireylerin anlık ruhsal gelgitleriyle ölçülendirilemez. Esas olan, bireyin genel olarak yaşamında bulduğu tatmindir. Modern yaşamın düş kırıklıkları, alınan her yaşla birlikte gelen korkular; sağlık, zenginlik ve eğitim fırsatının yanında gelip geçici ayrıntılardır.

Diğer araştırmalarda üst sıralarda görünen Çinli ve Japonların mutluluğu da kolektif kültüre bağlanırdı. Ancak Adrian White’ın mutluluk haritası, ekonomileri kadar nüfusları da büyük iki ülkeyi, Çin’i 82., Japonya’yı da 90. sıraya yerleştiriyor. Çünkü bireylerin mutluluğunda nüfus da rol oynuyor. Sosyal uyum içinde yaşayan, ulusal kimlik duygusu yüksek küçük nüfuslu ülkelerde mutluluk katsayısı da daha yüksek çıkıyor.

Serbest piyasa sistemi, aşırı rekabet nedeniyle güvensizlik duygusuna, dolayısıyla mutsuzluğa yol açmakla suçlanır. Ancak mutluluk haritasına bakınca Danimarka, İsviçre ve Avusturya’da kapitalizm ve bireyciliğin insanların kendisini mutlu hissetmesine hiç de engel teşkil etmediği sonucu çıkıyor. Tabii Avrupa ülkelerinde kapitalizme, sosyal demokrasi çeşnisinin katılmış olması da önemli bir etken. Nitekim bu etkenden görece yoksun olduğu için ABD, mutluluk haritasında 23. sırada görünüyor.

Niyetim kapitalizm ve bireyciliği pohpohlamak değil, sadece şunu söylemeye çalışıyorum: Şaşırtıcı olmayan sonucu, normal ve doğru kabul etmemek için bir neden var mı?
Yazının Devamını Oku

Hemingway yaşasaydı belki de Kilimanjaro’nun karlarını yazamayacaktı

18 Kasım 2006
Al Gore iyi ki 2000 yılında başkanlık seçimini kaybetmiş. Koltuğu kıl payı Bush’a kaptırmasaydı, ABD başkanı olarak karbondioksit emisyon hacmine katkıda bulunmaya mecburen devam edecekti. Neyse ki, bir-iki sandık hilesi onu bu felaketten korudu ve o, dünyaya küresel ısınmayı ve sonuçlarını anlatan "Uygunsuz Gerçek" adlı müthiş bir belgesel yaptı. Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF-Türkiye), özel gösteriminde seyrettik filmi. Gore "Bir zamanlar ABD’nin müstakbel başkanıydım" esprisiyle başladığı filmde iklim gerçeklerini, Amerikalının anlayacağı dilde matrak bir üslupla anlatıyor. Ancak Kilimanjaro’nun zirvesindeki karların yok oluşunu, tutunacak tek bir buzul parçası bulamadıkları için boğulan kutup ayılarını görünce, işin matrak tarafı kalmıyor. Birçok iklim uzmanı Kilimanjaro’nun yok olan karlarını küresel ısınmanın işareti sayıyor. Masai kabilesi de durumun farkında. Ancak bazı bilim adamları karların erimesini hálá başka faktörlere bağlıyor.

Claude Allegre, Fransa’nın en fiyakalı jeofizikçisi. Eski Başbakan Lionel Jospin’in yakın arkadaşı sıfatıyla eğitim ve araştırma bakanlığı da yaptı ve şu anda Sosyalist Parti içinde hayli aktif bir isim. Bugüne kadar global ısınma ile ilgili makale yayınlamadığı halde, iyi bir bilim adamı ve bir sosyalist olarak iklim değişikliğinin kökeni hakkında genelgeçer bilince yakın görüşlere sahip olduğu sanılıyordu.

Ancak öyle çıkmadı. L’Express’teki yazısında iklim değişikliğini toptan reddederek Fransa’da büyük gürültü kopmasına neden oldu. Allegre’nin makalesi, Ernest Hemingway’in romanına atfen "Kilimanjaro’nun Karları" başlığını taşıyordu. İklim değişikliğiyle ilgili argümanların yanlış olduğunu ileri süren Allegre, mesela Kilimanjaro’daki buzulun erimesini, ormanların yok olmasına bağlıyordu. Oysa ki, geçen yüzyıl içinde tropikal bölgelerdekiler dahil, buzulların tamamı erimeye başlamıştı.

KÜRESEL ISINMA MI TANRI’NIN İŞİ Mİ?

Antarktika’daki buz tabakasının erime projeksiyonlarına da karşı çıkan makale, Fransız iklimbilimciler tarafından pek hoş karşılanmadı. Allegre’yi eleştiren bir açık mektup yayınladılar. Çünkü Allegre 20 yıl kadar önce şöyle yazmıştı: "Fosil yakıtları, atmosfere salınan karbondioksit miktarını artırarak küresel ısıyı yarım derece artırmıştır." Ne var ki, Allegre bu satırları, nükleer enerji karşıtı harekete karşı bir argüman olarak kullanmıştı. Şimdi ise siyaset gereği iklimin realitesi değişmişti.

Peki Kilimanjaro’nun karları neden eriyor?

Kenya’nın başkenti Nairobi, Kilimanjaro’ya 240 km. mesafede. Nairobi’de dün sona eren BM iklim zirvesi nedeniyle 5 bin 895 metrelik Kilimanjaro’nun zirvesi de gündeme geldi. Genel görüşe göre erimenin nedeni, sera gazlarının yol açtığı iklim değişikliğiydi. Tabii Kilimanjaro burada bir simge. İklim değişikliğinin yeryüzündeki etkileri, deniz seviyesinin yükselmesi, aşırı sıcak dalgaları, daha fazla kuraklık ve sellerle kendini gösterecekti.

Reuters ajansının tam olay yerinden verdiği habere göre, bir Masai köyünün 100 yaşındaki reisi, "Her geçen yıl karlar azalıyor. Bunu yapsa yapsa Tanrı yapar" diyordu. Son 20 yıl içinde üç ayrı kuraklık dalgasında büyükbaş hayvanların kitleler halinde telef olduğunu, oysa daha önce hayatında hiç kuraklık görmediğini söylüyordu.

İşte bu ortamda, ABD’nin eski Başkan Yardımcısı Al Gore’un, gelecekteki felaketleri anlattığı "Uygunsuz Gerçek" belgeselini seyrettim. Orada da Kilimanjaro’nun karları çıktı karşıma. Sadece Kilimanjaro mu?

Atmosfere salınan gazların oluşturduğu yoğun tabaka ısıyı hapsettiği için Grönland eriyor, Antarktika’daki devasa buz kütlesi kırılıyor, tabaka inceliyor. Kutup ayıları kilometrelerce yüzdükleri halde tutunacak tek bir buzul parçası bulamadıkları için can veriyorlar. İklimler öyle bir şaşıyor ki, kuşların yumurtadan çıkış dönemleriyle tırtılların kozadan çıkış vakti kesişmediği için kuşlar açlıktan ölüyor. İtalya Alpleri, İsviçre Alpleri, Himalayalar hepsi eriyor.

Sel ve kuraklık başa baş gidiyor. Simülasyonlarda San Francisco’yu, Şanghay’ı, Hindistan ve Bangladeş’i sular basıyor. 100 milyonu aşkın insan yaşıyor buralarda. Peki yüz binlerce mülteci ile nasıl başa çıkılacak, diye soruyor Gore. Bir zamanlar dünyanın en büyük göllerinden olan Çad Gölü kuruyor. Yakında böyle bir göl kalmayacak diyor.

Clinton’ın yardımcılığı döneminde de yeşil manifestosunu ortaya koyan Gore, hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde siyasi bir kesinlikle anlatıyor küresel ısınmayı. Tüketim tarzıyla sera gazı yayma canavarı haline gelen Amerika’nın günahını da açıkça anlatıyor. ABD, tüketim tarzının bedelini Katrina kasırgasında uğradığı felaketle ödüyor ve okyanuslardaki ısınma nedeniyle çok daha azgın kasırgalar bekliyor dünyayı. Karbondioksit emisyon hacmini aşağı çekmek için hazırlanan Kyoto Protokolü’nü imzalamadığı için Bush Yönetimi’ne çatıyor. Global ısınma ile mücadelenin bir ahlak sorunu olduğunu söylüyor, "Yenilenebilir enerji kaynakları yaratmak için siyasi irade şarttır ve siyasi irade de yenilenebilir bir kaynaktır" diyerek siyasi bir mesajla bitiriyor filmini.

Filmde çok içten biyografik öğeler de var. Otuz yıl önce öğrenciyken, sonra genç bir senatör olarak başladığı yolda hayatını tamamen küresel ısınma ile mücadeleye adaması. 1989 yılında oğlu Albert’in geçirdiği trafik kazasında ölümle burun buruna gelmesi üzerine başkan adaylığı için önseçim kampanyasından çekilmesi. Sahip olduğumuz kaynakların değerini bir kez daha keşfederek çevre koruma kitabını yazmaya başlaması. Baba Bush’tan işittiği "Bu adam deli, her yerde global ısınmayı görüyor" sözleri. 2000 yılındaki o nefes kesici başkanlık yarışı sonunda mahkeme George W. Bush’u başkan ilan ettiğinde, "Mahkeme ile aynı fikirde değilim ama, kararını kabul ediyorum" demesi. Ve filmde içtenlikle itiraf ettiği hayal kırıklığı.

Filmin doruk noktalarından biri, Gore’un ablası Nancy’nin akciğer kanserinden ölümü. Baba Gore çiftliğinde tütün de yetiştirmektedir, ablası küçük yaşta sigaraya başlar ve hiç bırakmaz. Akciğer kanserinden ölünce baba Gore tütün yetiştirmeyi bırakır. Sigaranın akciğer kanseri ile doğrudan bağlantısını ortaya çıkaran rapor yayınlandıktan sonra şöyle reklamlar çıkar: "Doktorlar en fazla Camel sigarası içiyor." Geçmişten gelen bu reklam grotesk bir etki bırakıyor. Çünkü şimdi de küresel ısınma-iklim değişikliği bağlantısını reddeden şüpheciler var. Aynı geçmişteki sigara şüphecileri gibi.

TÜRKİYE SUSUZ KALACAK

Peki, evrensel bir felaketin resmini çeken Gore’un filmde anmadığı Akdeniz ne olacak?

Onu da WWF-Türkiye Genel Müdürü Dr. Filiz Demirayak anlatıyor: "Akdeniz hızla kuruyor. Küresel ısınma Akdeniz’de ve Türkiye’de sınırlı su kaynaklarını vuracak. Türkiye’de son 20 yılda kişi başına düşen su miktarı 4 bin m3’ten 1.430 m3’e düştü. Önümüzdeki 10 yıl içinde nüfus artışıyla birlikte 1000 m3’e düşecek. Son 40 yılda Türkiye’nin sulak alanlarının yüzde 50’si ekolojik ve ekonomik önemini kaybetti. Türkiye suyu yanlış kullanarak ve küresel ısınmanın etkisiyle su fakiri bir ülke olma yolunda hızla ilerliyor."

RAKAMLARLA KÜRESEL ISINMA

Dünya her yıl 12 milyar ton karbon üretiyor. Yüzde 82’si fosil yakıttan. Toplam karbon salınımının yüzde 85’i Türkiye’nin de dahil olduğu 25 ülkede.

Dünyanın en sıcak 21 yılı, geçen 25 yılda yaşandı. 2005, sıcakta zirve yaptı.


En büyük enerji tüketimi standby düğmesinde

Atmosfere salınan endüstriyel gazların yüzde 80’i karbondioksit. Bunun yanı sıra evlerde aydınlanma ve ısınma için kullanılan fosil yakıtları da küresel ısınmayı tetikliyor. OECD tablosuna göre en yüksek enerji tüketimi, elektronik aletlerin standby özelliğinden kaynaklanıyor. Klima ve bulaşık makineleri en düşükleri. Evlerde karbondioksit tasarrufu için, standart akkor ampulü floresan ile değiştirmek, daha az sıcak su kullanmak, su ısıtıcıyı kışın iki derece aşağı, yazın iki derece yukarı ayarlamak, ambalajı fazla olan üründen kaçınmak, çöplerin geri dönüşümüne katkıda bulunmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Ekmek şampiyonluğundaki tehlike

11 Kasım 2006
Türkiye, yılda kişi başına 200 kilo ekmek tüketimiyle Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş. Guinness’in eski Türkiye Temsilcisi Orhan Kural’ın verdiği rakam böyle. Bunun nasıl açık ara bir rekor olduğunu kavramak açısından birkaç rakam vereyim: AB’nin ekmek şampiyonu Almanlar, yılda kişi başına 80 kilo yiyor. Bizim beyaz Türk ekmeği de yılda 500 bin tonluk üretimle bu tüketime katkıda bulunuyor. Almanya’daki toplam üretimin yüzde 10’u kadar. İtalya’da kişi başına 64 kilo düşüyor, İngiltere ise yılda 50 kilo ile listenin en altında. Üstelik bu ülkelerin hiçbirinde beyaz ekmek tüketimi Türkiye’deki kadar yüksek değil. İşte asıl tehlike de burada yatıyor. Kan şekerini yükselttiği için ekmekler içinde en zararlısı olan beyazın, şişmanlık ve diyabetin yanı sıra kanserle yakın ilişkisi de ilk kez tespit edilmiş bulunuyor. /images/100/0x0/55eb5edcf018fbb8f8bcbdec

Hüküm giymiş suçluların yüzde 98’den fazlası ekmek yiyicidir. Aşırı ekmek tüketen ailelerden gelen çocukların yarısı, okulda başarı ortalamasının altında kalmaktadır.

Şiddet içeren suçların yüzde 90’dan fazlası, ekmek yedikten sonraki ilk 24 saat içinde işlenir.

Ekmeğin bağımlılığa yol açtığı kanıtlanmıştır. Ekmekten kesilip sadece suyla beslenen deneklerin, iki gün sonra "ekmek" diye yalvardığı tespit edilmiştir.

Kanserden ölenlerin yüzde 99.9’u mutlaka ekmek yemiştir.

Askerlerin yüzde 100’ü, savaşa girmeden önce mutlaka ekmek tüketmiştir.

Mafya üyelerinin yüzde 93.1’i spagettinin yanında ekmek yemektedir.

Demek ki, ekmek tehlikeli ve öldürücüdür.

Bu absürd liste, ekmeğin zararlarıyla ilgili bir parodi. Bilimsel açıdan safsata, ancak her insanoğlunun ekmek yediğini göstermesi bakımından hepsi de doğru.

Mesela 1839 yılında doğup da, ileriki yıllarda ekmekle beslenenler arasında ölüm oranının yüzde yüz olduğuna dair bir madde de var listede. Katiyen yanlış bir veri değil, ancak ekmeğin öldürücü olduğuna dair bir kanıt da değil. Son birkaç yıldır internette dolaşan bu parodi, ekmeğin zararlı olduğu iddiasını ti’ye alıyor. Ancak bu, ekmeğin zararsız olmadığı anlamına da gelmiyor.

İngiltere ve İtalya’da yapılan son araştırmalara göre, günde beş dilim beyaz ekmek yendiği takdirde, böbrek kanserine yakalanma riski iki katına çıkıyor. International Journal of Cancer dergisinde yayınlanan İngiliz araştırması, beyaz ekmeğin kan şekeri ve ensülin seviyesini artırdığını, bu artışın da kanserli hücrelerde büyümeyi tetiklediğini ortaya koyuyor. Bu nedenle bilimadamları, kandaki glikozu artırmayan tam tahıllı ekmekleri tavsiye ediyor. Yani, son dönemlerin modası olan "GI diyetini" destekliyorlar. Glisemik endeks (GI) diyetini uygulayanlar, GI değeri düşük, kan şekerini azar azar artıran gıdaları tercih ediyor.

YÜZDE 10 ÇÖPE GİDİYOR

Milano’daki Farmakolojik Araştırmalar Enstitüsü’nün bulguları da aynı yönde. 2 bin 300 İtalyan üzerinde yapılan araştırmada, aşırı beyaz ekmek tüketimi ile kanser arasında çok yakın bir ilişki bulunduğu tespit ediliyor. Denek grubu içindeki 767 kanser hastasının geçen iki yıl içinde, günde en az beş dilim beyaz ekmek yediği belirleniyor.

Bir başka araştırma da menopozdan sonra beyaz ekmek ve beyaz pirinç gibi ensülin içeren gıdalardan uzak duran kadınlarda meme kanserine yakalanma riskinin azaldığını ortaya koyuyor. Diyabet hastalarına beyaz ekmeğin kesinlikle yasak olduğu zaten malûm.

Beyaz ekmek bir yana, kansere yakalanmamanın en emin yolu tabii ki sigara içmemekten geçiyor. Çünkü her beş kanser vakasından birinin nikotin kökenli olduğu artık kanıtlanmış durumda.

Evet çok sigara içtiğimiz de doğru ama, şimdi konumuz beyaz ekmek ve acaba biz neden yılda kişi başına 200 kilo ekmek yiyoruz? Bol nişastalı, minerali, vitamini ve posası zayıf beyaz ekmeğin zerrece faydası olmadığı gibi, şişmanlığa, diyabet, kalp ve tansiyon hastalıklarına zemin hazırladığı da biliniyor. Tam buğday veya çavdar ekmeği yememiz gerektiği halde neden beyaza yükleniyoruz?

Öncelikle aylık ortalama gıda gideri 441 YTL, asgari ücret de 380 YTL olduğu için. Doymanın yolu ekmeğe yüklenmekten geçiyor. Ancak ekmek tüketiminin tek açıklaması yoksulluk değil. Kültürel bir davranış da söz konusu. Mesela Bulgaristan’ın kişi başına milli geliri, Türkiye’ye yakın olduğu halde, yılda kişi başına tükettikleri ekmek 100 kilo civarında. Yani, yarımız kadar.

Türkiye’de tüketimin aşırı görünmesinin bir nedeni de ekmek israfı. Sağlık Bakanlığı raporuna göre bir günde üretilen 120 milyon ekmeğin 12 milyonu çöpe gidiyor. Rapor, "Saklama koşulları iyi bilinmediği için bayatlayan ekmek atılıyor" diyor. Ancak bu sarfiyatta büyük ihtimalle, "ekmek olmadan doyamama güdüsü" de yatıyor, fazladan ekmek alınıyor.

Gelir düzeyi arttıkça, ekmek tüketimi azalıyor, savurganlık artıyor. Düşük gelir gruplarında ise tüketim fazla, israf az. İsrafta İstanbul bir numara. Bir günde 2 milyon ekmek çöpe gidiyor. Ankara ve İzmir’de ise atılan ekmek sayısı 600 bin.

BAGETLİ FRANSIZLAR AZALIYOR

Ekmek yemek genelde kültürel bir alışkanlık olduğu için, tüketimde belli bir istikrar seviyesi bulunuyor. Mesela Avrupa’da Almanlar ve Avusturyalılar yılda kişi başına 80’er kilo ekmek yerken, İngilizler ve İrlandalılar, 50 kilo seviyesinde geziniyor. Dramatik artış ve düşüşler meydana gelmiyor. Tek istisna Fransa. Genç kuşak daha sağlıklı ekmek türlerine yöneldiği için, fırıncılar şimdi koltuk altında bagetli Fransız imajının yakında tarihe karışacağından endişe etmeye başlamış durumdalar. Tam tahıllı ekmeklere, İsveç gevreklerine gösterilen rağbet yüzünden baget satışları giderek düşüyor.

Fransa’da ekmek tüketimi günde kişi başına 150 gram civarında. Yani Birinci Dünya Savaşı öncesindeki tüketimin dörtte biri kadar. Fransız fırıncılar, ekmeğe olan bu ilgisizliği zenginleşmeye bağlıyor. Ulusal Fırıncılar Enstitüsü’nün Direktörü Gerard Brochoire "Zengin uluslar, zengin beslenir" diye açıklıyor durumu. Ancak Almanlar da aynı refah düzeyine sahip oldukları halde günde 230 gram ekmek yiyorlar.

Diktatörce davranışlar da ekmek yemenin hızını kesebiliyor. Mesela Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov, bir milletin gelişmişlik düzeyi ile ekmek tüketimi arasındaki yakın bağı keşfettiğinden "Günde 100 gram yeter, daha fazla yemeyin" demiş. Avrupalı uzmanlar, ekmek tüketiminde dramatik düşüş olmaz diyedursun, Özbekler, Sovyet cumhuriyetiyken bir yılda yedikleri ortalama 136 kilo ekmeği, şimdi 40 kiloya kadar düşürmüşler.

Ekmeğe zam üstüne zam yapıldığından başka çareleri kalmamış.
Yazının Devamını Oku

Kadın bedeni üzerinden dinci komplolar

4 Kasım 2006
Kadınları aşağılamanın çeşitli yolları vardır. Döver, söver ya da dinde siyasallaşmaya alet edersiniz. Hayır sadece siyasal İslam’dan değil, siyasal Katolizm’den de söz ediyorum. Son günlerde, Katolik Kilisesi’nin nüfuz sahibi olduğu bazı ülkelerde kadın bedenleri üzerinden öyle vahim politikalar güdülüyor ki, üreme haklarıyla ilgili bütün kazanımlar birer birer elden gidiyor. Sadece üreme hakkını değil, yaşama hakkını da ipotek altına alan gelişmeler bunlar. Kadının hayatı tehlikede olsa dahi kürtaja izin vermeyen yasalar meclislerden onay alıyor, sırf tecavüze uğramış kadınlar kürtaj yaptıramasın diye anayasalar değiştirilmeye çalışılıyor.

İslami irticaya kızmak şimdi çok moda. Kıt akıllı, üfürükçü kılıklı hocalar, kadın tesettürü hakkında ileri geri konuştu mu, tadından yenmeyecek tartışma konuları çıkıyor.

Her kıtadan toplu hücuma geçiliyor.

Meczup olduğu her halinden belli şu Avustralyalı hoca, örtünmeyen kadını açıkta bırakılmış ete benzetiyor, haber ışık hızıyla yeryüzüne yayılıyor.

Bazı imamların bu tür orijinal buluşları dünya basınına şeker gibi manşetler çıkarıyor. Siyasetçilere, kültürler çatışmasıyla ilgili nutuk atabilecekleri yeni ufuklar açıyor. "Müslümanlar Batı toplumlarına nasıl entegre edilir" teorisyenleri fazla mesai yapmaya başlıyor.

Hıristiyan mürtecilere ise her yol serbest. Katolik Kilisesi’nin yasamaya müdahale ederek kadın bedenleri üzerinde söz sahibi olmasına kimse sesini çıkarmıyor.

Avrupa Birliği’nin göbeğinde olsa dahi çıkarmıyor. Başbakan düzeyinde peçe tartışmaları açan AB üyeleri, bunlara ilişmiyor.

Alın size Polonya örneği. Malum, AB’nin en yobaz ülkesi. Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamını işgal eden Kaczynski ikizleri, Avrupa’nın insan hakları kriterleriyle öyle bir uyumsuzluk içindeler ki... "Keşke AB üyesi olmasak da, idam cezasını geri getirsek, eşcinselleri içeri tıkıp, kadınları da eve kapatmak suretiyle 5-10 çocuk doğurtsak" kıvamında bu ikizler.

Brüksel baskısı altında oldukları için hareket alanları dar, ancak parlamentoda koyu Katolik değerleri savunan kesimin zihni de geri geri işlediği için şimdi meclis gündeminde bir anayasa değişikliği maddesi var. Anayasanın, tecavüz ya da ensest ilişki sonucu hamile kalan kadınların kürtaj yaptırmasını engelleyecek şekilde değiştirilmesi öngörülüyor. Çünkü meclisteki erkekler, kadınların kürtaj yaptırmak için tecavüz ya da ensest bahanesini uydurduğuna hükmetmiş durumda.

Daha doğrusu erkekler, bu yasama kuvvetinin maşası. Anayasa değişikliğinin esas fikir babası ise Katolik Kilisesi.

Değişiklik teklifini veren parti, koalisyon hükümetinin küçük ortağı Polonyalı Aileler Birliği. Ancak Başbakan Jaroslaw Kaczynski’nin Kanun ve Adalet Partisi içinde de kürtajın topyekun yasaklanmasını savunan vekiller var.

Komünizmin çökmesinden sonra siyasetçiler ve kilise arasında varılan uzlaşma sonucu kürtaj izni, tecavüz ve ensest halleriyle sınırlandırılmıştı. Ancak şimdi bu iki durumda da kürtajın yasak olması öngörülüyor. Annenin hayatı tehlikede olsa bile! Gerekçe de şu: "Çocuklar, babanın günahının cezasını çekmesin. Annenin hayatı tehlikede olabilir, ancak çocuğun geleceği bizi daha çok ilgilendiriyor."

Şimdi Kaczynski kardeşler, 1989 tarihli kürtaj yasasının genişletilmesine karşı olduklarını açıkladıkları için mecliste yasağa verilen desteğin azalması bekleniyor. Anayasa değişikliği için üçte iki çoğunluk gerektiğinden yasakçıların şansı zayıf görünüyor.

KİLİSEDEN "HAYIR" PROPAGANDASI

Portekiz de yoğun kilise baskısı altında kürtajı tartışıyor. AB üyesi bu Katolik ülkede geçerli yasa, tecavüz, ensest, anne hayatının tehlike altında olması ya da doğacak çocuğun fiziksel bir engeli bulunması hallerinde 12 haftaya kadar kürtaja izin veriyor. Ancak hükümet, kürtajın 10 haftaya kadar tamamen serbest bırakılması için gelecek ocak ayında referanduma gidilmesini planlıyor. Kilise ise bir yandan referandum yapılmaması için bastırıyor, yapıldığı takdirde de halkın "hayır" oyu kullanması yönünde propaganda yapıyor. Anketler farklı sonuçlar verdiği için halk iradesinin hangi yönde ağır bastığı belli değil.

Kürtajı savunan gruplara göre ülkede her yıl 10 bin yasadışı kürtaj yapılıyor. Bazı kadınlar da kürtaj için komşu İspanya’ya gidiyor.

Avrupa Birliği’nde kadının üreme hakkı üzerinde devlete söz hakkı tanıyan başka ülkeler de var. İrlanda’daki yasa, Polonya ve Portekiz’deki yasal düzenlemelerle benzerlik taşıyor.

Koyu Katolik Malta’da ise topyekun yasak. Ancak bu yasak da dincileri tatmin etmiyor. Gelecekte AB hukuku adaya nüfuz eder de, kürtaj serbest bırakılır korkusuyla, işi anayasal güvence altına aldırmak istiyorlar. Geçen 26 Ekim’de meclise bir dilekçe vererek, anayasanın, doğmamış çocuğun yaşama hakkını içerecek şekilde değiştirilmesini istediler.

Amerika kıtasında da çok hazin gelişmeler yaşanıyor. Nikaragualı kadınlar siyasi bir komploya kurban gidiyorlar.

Önceki hafta meclisten geçen yasa ile kürtaj topyekun yasaklandı. Yine Katolik Kilisesi marifetiyle çıkarılan bu yasa öyle bir şeriat hukuku yaratıyor ki, kadının hayatı tehlikede dahi olsa, bebeği operasyonla almak yasak.

Sözde hayatın kutsallığı adına çıkarılmış bu yasa, kadının hayatını hiçe sayıyor. Tabii tecavüz ve ensest ilişkiden meydana gelmiş hamilelikte de kürtajın yasak olduğunu söylemeye gerek yok.

Kürtaj yasağının ardındaki siyasi oyun ise çirkin mi çirkin. Katolik Kilisesi ile iktidardaki Liberal Parti tarafından hazırlanan tasarı, kimin sayesinde meclisten geçti biliyor musunuz?

Bir zamanların devrimci lideri Daniel Ortega sayesinde.

Meclisteki Sandinistler, yarın yapılacak devlet başkanlığı seçimi öncesinde kiliseyi kızdırıp Ortega’nın seçilme şansını azaltmamak için tasarıya kerhen "evet" dediler.

1979’daki devrimin ardından Amerikan destekli Contra gerillalarına karşı savaş veren Sandinista lideri Ortega, anketlerde önde gidiyor. Ancak seçimin ikinci tura kalması ihtimali de var.

Ortega’nın yeniden liderliğe yükselmesi halinde, Latin Amerika’daki Chavez-Morales korosuna katılmasından korkuyor Washington.

Ancak ABD’nin korkusu yersiz görünüyor. Çünkü Ortega’nın devrimciliği çoktan bitmiş.

Anti-SOAD’cılar varmış

Geçen haftaki, "Soykırım inkárının yasasından sonra belgeseli de geliyor" başlıklı yazıda adı geçen Ermeni asıllı Amerikan metal grubu System of a Down’ın (SOAD), Türkiye’de hayranları kadar muhalifleri de varmış. Gençler, şarkıların sözlerini anlamadan dinlediği için, onları bilinçlendirmek adına yola çıkmış ve Türkiye’nin SOAD karşıtı tek grubunu oluşturmuşlar. Üye sayıları 3 bin 500, adresleri de

www.anti-soad.org
Yazının Devamını Oku