Ayçe Bükülmeyen

Filmlerde uyuşturucu satıyordum şimdi engellemeye çalışıyorum

14 Haziran 2009
NURİ ALÇO, yılların eskitemediği bir sinema sanatçısı. Bir nesil, onun kötülüklerinden sakınması için sıkı sıkı tembih edilerek büyüdü. Kötülüklerinin sembolü gazozdu. Şimdi gençleri uyuşturucuya karşı bilinçlendirmeye çalışan Alço’yla sohbet ettik, şerefe gazoz kaldırdık.

È İzmir’e sık geliyorsunuz...

È Evet sık geliyorum. Çok sevdiğim dostlarım var. Zaten İzmir’i İstanbul’dan daha çok seviyorum. İstanbul’dan bıktı artık sanatçılar. Her yer, her taraf insan dolu. İnsan biraz kaçmak istiyor.

È Bir gün İzmir’e yerleşmeyi düşünür müsünüz?

È Olabilir, zaten buradaki dostlarım, mekan sahipleri bana bir sürü iş teklifinde bulunuyorlar.

È Siz eczacısınız değil mi?

È Evet ama bankacılıktan eczacılığa geçtim.

È Nasıl oldu bu?

È Bankada kredi istihbarat şefiyken ilaç firmalarından teklif geldi. Eskişehir, Afyon, Kütahya’da mümessillik yaptım, hastaneleri gezdim. Oradan da İstanbul’a geldim.

È Sinemaya başlamanız nasıl oldu?

È Saklambaç ve Kelebek gazetelerinde fotoroman kral ve kraliçe yarışmaları vardı. Önce Tarık Akan seçilmişti, sonraki sene ben kazandım. Türkiye’nin ilk mankenlerindendim. Dört kişiydik o zaman Naci Altın, Cihan Üstün, Başak Gürsoy, Merih Akalın...

È Şu anda hangi projelerde yer alıyorsunuz?

È TRT’de Osman Sınav ile ’Alayına İsyanım’ diye dizim var. Fatma Girik, Türkan Şoray ile ’Altın Kızlar’da oynadık. Sinan Çetin ile sinema filmi projesi var. Havaların daha da ısınmasını bekliyoruz. Mardin’de 40 derece üzerinde çekimler olacak.

È Nasıl bir rol?

È Orada Mardin’in ağalarından birini oynayacağım. Senaryosu, hikayesi çok iyi. Despot, daha ağır olan bir aile reisini oynayacağım.

Bütün duvarlara adı yazılan başka aktör yok

È Sizin hakkınızda ekşi sözlükte dünya sinemasında Anthony Hopkins ne ise Nuri Alço’da Türk sinemasında odur deniyor. Buna ne dersiniz?

È Bir karakter oyuncusunu iki neslin sevmesi başka duygu. Türkiye demeyeyim, ama dünyada ilk defa bir aktörün başına geliyor. Ben de inanamıyorum, duvarlara aktör ismi yazılmamıştır bugüne kadar.

È Bir ara NARO(Nuri Alço’yu Yaşatma Örgütü)’dan rahatsızlık duyduğunuz söylendi.

È Korktum tabii. Bir sabah kalktım bütün Türkiye duvarlarında büyük puntolarla ismim yazıyor. ’Nuri Alço seni seviyoruz’, ’Başbakan Nuri Alço...’ Bütün millet bana odaklandı. ’Bu bir örgüt müdür, nedir’ diye? Bir darbe, ne bileyim bir olay olur faturası bana çıkar diye savcılığa dilekçe verdim. Sonra öğrendim tabii, beni seven fanatik bir genç üniversiteli grupmuş. Davadan vazgeçtim.

È Hiç bir araya geldiniz mi o gençlerle?

È Üniversite gençleriyle buluşuyorum sık sık. Çoğu zaman Ankara Bilkent, Gazi, Kıbrıs Doğu Akdeniz üniversitelerinden davet geliyor. Gidiyorum, konuşmalar, sempozyumlar, söyleşiler düzenliyoruz. İşte uyuşturucu üzerine düzenliyoruz daha çok.

È Aslında ironi; filmlerde siz gençleri uyuşturucuya alıştırırken şimdi engellenmesi için kampanyalara katılıyorsunuz.

È Uyuşturucu üzerine panellere katılıyorum. Narkotik’in uluslararası filmlerinde örnek olarak oynadım, onların katalog ve broşürlerinde resmim var. Onlarla ortak çalışıp gençlerimizi bilgilendiriyoruz. Sonuçta sanatçının topluma örnek olması gerekir.

Genç aktörlerde sinema saygısı ve kültürü yok

È Kötü adamlar da değişti sanki? Şimdi daha böyle mafyavari mi?

È Tek tip giyiniyorlar, aktör havaları yok. İzzet Günay, Tarık Akan, Kadir İnanır, Ekrem Bora, Ediz Hun gibi giyimi, kuşamı, yakışıklılığıyla tam olan adam yok. Şimdikilerde saç, sakal, aynı tip kıyafetler, aktör denebilecek şahsiyetleri yok. Lastik ayakkabılar ve bluejean içinde sinema kültürü olmayan insanlar.

È Peki beğendiğiniz birileri yok mu?

È Beğenmiyorum hiçbirini. İyiler vardır, ama işe saygıları yok. Biz her şeyimiz hazır, evimizde traş olur, kılığımız kıyafetimiz aksesuarımız tam, yönetmenden önce sete giderdik. Geçenlerde bir sete gittim, kıyafetler kamyonla gelmiş. Oyuncular şortla eşortmanla gelmiş. Saç, sakal traşını orada oluyor, masaj yaptırıyor, bekletiyor, ben böyle şey görmedim. Şimdiki nesil böyle, iş terbiyesi yok.

Cüneyt Arkın her hareketi gerçekten yaptığı için sağlığından oldu

È Sizin zamanınızda Yeşilçam daha uyumluydu sanki, şimdi sanatçıların arası daha kötü gibi.

È O zaman starlık vardı. Bütün sanatçılar hala görüşüyoruz. Yeni nesil bizden kopuk, büyük para kazanıyorlar ama altyapıları yok. Onun için saman alevi gibi gelip geçici. Zaten onların bize karşı saygıları yok.

È Oyunculuklar da farklı mı sizce?

È Çok eksikler, bir kavga, ata binme, ateş etme sahneleri fiyasko. Boşa tokat sallayan var. Bizim zamanımızda çalışarak yapılırdı. Cüneyt Arkın’ın sağlığını kaybetmesi, her sahneyi gerçekten yapmasından. Şimdi dijital sette, 3-4 kamera her yönden çekiyor. Biz o zamanın şartları ile çok, çok güzel işler yapmışız.

Başta jönlükten kötü adamlığa geçmek istemedim

È Türkan Şoray’ın dizisi Altın Kızlar’da da oynadınız. Daha önce hiç komedi oynamış mıydınız?

È Oynadım tabii. Seden Kızıltunç ile Uzaylı Zekiye’de oynadım. Benim komedi filmlerim de var.

È Evet ama akıllarda yer eden komedi olmamış.

È Benim rollerim karakter ağırlıklı oldu. Daha çok akılda kalıcı daha çok mesaj veren filmler olduğu için komedinin üstünde tabii.

È Peki niye hep kadın düşmanı rollerde oynadınız siz?

È Bunu ilk keşfeden Türker İnanoğlu oldu. Karakter oyunculuğuna ilk onun Kayıp Kızlar filmi ile başladım. Bu film çok ses getirince Telekızlar, Yosma, Taçsız Kraliçe arka arkaya geldi.

È Siz hiç rahatsız olmadınız mı kötü adamı oynamaktan?

È Aslında çok korkarak oynadım bu rolleri. Çünkü jönlükten böyle kötü adam imajına geçmek bana çok zor geldi ama Türker Bey bir iyi, bir kötü adam yapacağım dedi. Baktık çok başarılı oldu.

Yeni filmlerde kötülüğün cezası yok, gençler de suçu cezasız sanıyor

È Kötü adam imajınız o kadar yer etmiş ki, onun etkisini sokaktaki insanlarda nasıl görüyorsunuz?

È Valla herkes bayılıyor. Resim çektiren, gazoz alıp gelen. Kötü adam olup da sevilmek harika.

È Ters tepki yok yani?

È Kayıp Kızlar filmimin galasından çıkarken bir bayan bana, ’Allah seni kahretsin, o kıza o kötülükleri nasıl yaptın sen’ diye bağırdı, millet güldü. O filmde kıza tokat atmışım, suratına kezzap dökmüşüm. Ama o zaman sosyal sorumluluk açısından da önemli iş yaptık bu filmlerle..

È Nasıl yani?

È O zaman gençler, aileler daha bilinçsizdi, filmlerdekiler gerçekti. Hala anneanneler, babaanneler gençlere bizim filmlerdeki nasihatleri veriyor, "Dışarıda birşey içme, içine bir şey atmışlardır" diyor. Bizim filmlerde birçok mesaj vardı. Ama şimdi mesela Kurtlar Vadisi’nde adamlar binlerce insan öldürdü cezaevine girmedi, sorgulanma sahnesi bile yok. Bunu gören genç ne yapıyor? Okullarda çete kuruyor, gruplaşıyor, tek tip elbise, gömlek giyip babasının silahını alıyor, nasıl olsa ceza yok. Ama benim filmlerimde kadın sattığımda, uyuşturucu sattığımda, kötülük yaptığımda yakalandım hapse girdim, öldüm, vuruldum. Her yapılan kötülüğün bir cezasının olduğunu vurgulamak lazım.

È Başka bir proje var mı peki?

È Şimdiki gençlerin sıkıntıları üzerine film çekmek istiyorum. Üniversite gençlerinin parasızlığı, hataları. Mesela kadın doğumcu bir arkadaşım hastalarının artık daha çok öğrenciler olduğunu, hatta çocuk aldırdığını söylüyor. Ailesi duymasın diye, çok ucuza kötü şartlarda bu işi yaptırıyor. Cep telefonları olduğundan aileler çocuklarını kontrol edemiyor, çocuk yalan söylüyor. Bazı güzel mesajlar verip ailelere katkıda bulunmak için böyle bir film projesi gerçekleştirmek istiyorum.

Sanatçıların adını bilmeyen kültür bakanı danışmanı olabilir mi

È Sanatçısına sahip çıkmayan bir milletiz.

È Eski sanatçıların çoğu maddi zorlukla boğuşuyor. Mesut Engin Darüşşafaka’da mesela, onun gibi çok arkadaşımız var. Hayatımızı ancak idame ettirebiliyoruz. Çevremizde birkaç iş yaparak yaşıyoruz. Devletin bunda çok büyük eksikliği var.

È Ne yapılmalı sizce?

È Devletin bugün opera sanatçısı, tiyatro sanatçısı var, ama sinema sanatçısı yok. Bugün arkadaşlarımızın çoğu kendi imkanlarıyla emekli olmaya çalışıyor. Benim, Engin Çağlar’ın sigortası yok. Kendimiz ödüyoruz sosyal güvencemizi bir maaş alabilmek için. Olmayanlar ya intihar ediyor ya alkolik oluyor. Maalesef bunlar hep devletimizin ayıpları.

È Toplum ya da sektör yeteri kadar sahip çıkıyor mu sizce?

È Sanatçısına sahip çıkmayan bir milletiz. Geçen sene Adana Altın Koza Film Festivali’ni açmaya Kültür Bakanlığı’ndan biri geldi. Ne sanatçıları tanıyor, ne Türk sinemasını. Sanatçıların adlarını bilemiyor düşünebiliyor musunuz? Böyle biri nasıl Kültür Bakanı’nın danışmanı olabilir?
Yazının Devamını Oku

Çin’de doğdu Pekin’de eğitim gördü ve o bir İzmirli

7 Haziran 2009
PEKİN’de ekonomi eğitimi alan Çinli Lin Lin, İzmir’de Çince öğretmenliği ve tercümanlık yapıyor. Sadece Çince’yi değil Çin kültürünü de tanıtmak isteyen Lin, çocukların sadece birkaç Çinli pop kültür figürünü bilmesinden, ya da Çin mallarının kalitesiz diye nitelendirilmesinden son derece rahatsız. İzmir’i çok seven Lin, soranlara İzmirliyim diyecek kadar kendini buralı hissediyor. Nerede doğdunuz?

Tibet yakınında Sichuan’da Chengdu şehrinde. Dünyada sadece benim şehrimde panda vardır. Bu nedenle çok özel bir yer.

Eğitim ve tüm yaşamınız orada mı geçti?

Evet. Pekin’de ekonomi üzerine üniversite eğitimi aldım.

Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu?

Altı yıl önce bir arkadaşım Türkiye’ye gideceğini söyledi. Türkiye’yi duymuştum ama hakkında birşey bilmiyordum. ’Neden Türkiye’ye gidiyorsun’ deyince ’İstanbul çok güzel’ dedi. Ben de gelmeye karar verdim.

Hiç zorluk çekmediniz mi?

İstanbul’a ilk geldiğimde kimseyi tanımıyordum. İlk başlarda zor oldu. Ama sonra Türkçe öğrenmeye başlayınca kolaylaşmaya başladı.

È Aileniz gitmenize ne dedi?

È İlk başta, ’Olmaz, sen orada ne yapacaksın’ sonra, ’Kimseyi tanımıyorsun, dil bilmiyorsun geri gel’ dediler ama ben dinlemedim, denemeye karar verdim.

È İzmir’e gelişiniz nasıl oldu peki?

È Bir arkadaşım bana ’İzmir İstanbul’dan daha güzel’ dedi. Ben de buraya geldim ve doğru söylediğini anladım. Hava güzel, İstanbul gibi kalabalık değil. Burada bir Japon ile tanıştım o bana tercümanlık yaptı, iş ve okul bulmama yardım etti. Yavaş yavaş arkadaşlarla tanıştım, hayatım daha iyi olmaya başladı.

Ben kadere inanırım

Türkiye’de evlenip çocuk yapabilirim

È Çin’de Türkiye hakkında neler düşünülüyor?

È Aslında ben çok şey bilmiyordum. Ama genel kanı çok iyi olmayabiliyor. Bir tek 2002’de dünya güzeli olan Türk kızını duymuştum. Bir de 2002’de Dünya Futbol Şampiyonası’nda Türk Milli Takımı 3. olmuştu. Türkiye hakkında duyduğum iyi şeyler bunlardı. Bir de Türk hamamı diye bir şey duyuyordum ama nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum açıkçası.

È Bundan böyle İzmir’de mi yaşamak istiyorsunuz?

È İnşallah... Burada yaşamayı düşünüyorum. Ayrıca buradaki Çin ile iş yapmak isteyen firmalarla da part-time çalışıyorum.

È Aileniz neler diyor buraya yerleşmenize?

È Artık itiraz etmiyorlar, ama merak ediyorlar. Arkadaşlarım, akrabalarım daha önce Türkiye hakkında bir şey bilmiyorken şimdi gelip görmek, tanımak istiyor. Tarihi eserlerini görmek, sıcak insanlarını tanımak istiyorlar. Geçen sene Çin’e giderken Efes, Afrodisias gibi Türkiye’nin tarihi güzelliklerini içeren bir kitap götürdüm. Tanıdığım herkese gösterdim hepsi hayran kaldı. Ben İzmir’de Çin kültürünü, Çin’de ise Türk kültürünü tanıtıyorum.

È Türkiye’de evlenip çocuk sahibi olmayı düşünür müsün?

È Bilmiyorum. Biz kadere inanırız. Birkaç sene önce bana İzmir’de yaşayacağımı söyleselerdi inanmazdım. Oysa şimdi bana nereli olduğumu sorduklarında ’İzmirliyim’ deyiveriyorum. Herkes şaşırıyor. Hatta bana sokakta ’Japon, Çin’ diye bağırıyorlar bazen. Ben de, ’Hayır hayır ben İzmirliyim, Türküm’ diyorum.

Bizim kültürümüzde güneşte şemsiye açılır ama burada herkes gülüyor

È Çün ve Türk kültürleri büyük farklılık gösteriyor. Sizi neler şaşırttı burada?

È Yemekler, kıyafetler, düşünce şeklimiz çok farklı. En basiti, ben hava çok güneşli olduğunda şemsiyeyle geziyorum. Bizde, Japonya’da, Kore’de şemsiyeler sadece yağmur için kullanılmaz. Ama burada sokakta şemsiyeyle yürüdüğümde herkes garip garip bakıyor ve devamlı ’Yağmur var mı’ diye soruyor.

È Güneşten sakınmak çok önemli mi sizin için?

È Evet. Siz, Avrupalılar hep yanmak, bronzlaşmak istiyorsunuz. Oysa biz Asyalılar beyaz ten seviyoruz, yanmaktan hoşlanmıyoruz. Özellikle kadınlarda beyaz tenin daha güzel olduğunu düşünüyoruz. Ama artık bizim gençlerimiz de değişiyor. Bonzlaşmak isteyenler oluyor.

È Çin yemeği yapıyor musunuz?

È Çok sevdiğim için yapıyorum burada. Hatta benden tarif alanlar oluyor.

È Burada en çok yadırgadığınız, değişik gelen şey ne?

È Artık her şeye alıştım. Ben kendimi İzmirli olarak görüyorum.

Çocuklar Çince’yi değil Jackie Chan’ı soruyorlar

È İlk nerede çalıştınız?

È İlk, Çin Lokantası’nda iş buldum. Biraz çalıştıktan sonra bıraktım, sonra özel ders vermeye başladım. İki yıl da Çağdaş Koleji’nde ilkokul öğrencilerine Çince ders verdim. Şimdiyse özel dershanede Çince dersi veriyorum.

È Çocuklar istekli miydi peki Çince öğrenmeye?

È Aslında istekliydiler ama ilgi alanları farklıydı. Bana habire, ’Jackie Chan’i tanıyor musun’, ’Kung-Fu’yu tanıyor musun’, ’Çin Seddi’ne gittin mi’ diye soruyorlardı. Yani aslında neden Çince öğrendiklerini bilmiyorlardı. Kıyafetlerimle, benimle ilgileniyorlardı. Ama Çince şarkı, Çin danslarını bile öğrendiler.

È Kimler Çince öğrenmek istiyor?

È Üniversite öğrencileri ve işadamları öğrenmek istiyor. Çünkü Çin ile ticaret yapmak istiyorlar. Çin’de herkes İngilizce bilmiyor. O nedenle Türk işadamları Çince öğrenmeyi tercih ediyor.

È Bu kadar talep olmasına şaşırdınız mı?

È Evet bu talep beni şaşırttı. Böyle olacağını bilmiyordum. Ama iyi öğrenmek için zaman gerekli.

È Türkler Çince’yi kolay öğrenebiliyor mu?

È Hayır, zor öğrenebiliyor. Ben sadece dilimizi değil, yemeğimizi, kültürümüzü de öğretmeye çalışıyorum.

Hızlı ekonomi zengini daha zengin fakiri daha fakir yaptı

È Çin mallarına kalitesiz diye tepki verilmesi sizi üzüyor mu?

È Evet. Her şeyin kalitelisi olmalı diye düşünüyorum. Ama birçok insan çabuk ve hızlı para kazanmak istiyor. Bu nedenle kalitesiz mallar ortaya çıkıyor. Ama artık kısa zamanda para kazanmak isteyenler bunun devamını sağlayamıyor, o fabrikalar kapanıyor.

È Hızlı gelişen ekonomi Çin’i çok değiştirdi mi?

È Ben 2 seneden sonra Çin’e gittiğimde çok şaşırdım. Çok değişmişti. Şehirler büyümüş, ekonomi farklılaşmış, her şey çok çabuk değişmişti.

È Halk zenginleşiyor mu yani?

È Türkiye gibi, zengin insan çok zengin, fakir insan çok fakir. Aradaki fark daha da büyümüş.

È Daha önce nasıldı?

È Eskiden herkes aynı seviyedeydi, her şey aynıydı. İşçi de olsa, profesör de olsa herkesin şartları eşitti. Şimdi çok farklı. İnsanlar daha modern, daha çok yurt dışına çıkıyorlar.

Çin’de olsam her günüm aynı geçerdi oysa  İzmir çok sürprizli

È Yeni nesil Çinliler daha farklı mı yetişiyorlar?

È Evet yeni nesil bizden farklı. Çünkü bizim nesil İngilizce’yi bile zor konuşurken, gençler iki dil konuşabiliyor. Herkes üniversiteye gidiyor. Özel okullar var. Zenginlerin çocukları yurtdışında eğitim görüyor. Ama şu var ki biz Çinliler, Türkler ve Avrupalılar’dan her zaman daha çok çalışıyoruz. Okullarımız daha ağır, çok fazla ödev verilir. Oysa burada biraz daha rahat.

È Çin’de olsanız şu anda ne yapıyor olurdunuz?

È Büyük ihtimalle devlet memuru olurdum. Daha sıradan bir hayatım olurdu. Zaten benim Çin’den ayrılmamın en önemli nedeni de bu. Orada her gün aynı geçecekti. Oysa burada her anım sürprizli.

È İzmir’in en çok neyini seviyorsunuz?

È İzmirliler çok modern, açık görüşlü. Şehir harika, hava hep güzel. Özellikle göğün mavisi beni büyülüyor. Çünkü Çin’de hava genel olarak gri mavidir. Oysa burada hemen her gün masmavi. Bu inanılmaz. İlk geldiğim zamanlar arkadaşlarım yoktu, kendimi yalnız hissettiğimde deniz kenarına gelip, mavi gökyüzüne baktığımda sıkıntım hemen geçerdi. Ben Çin’deyken İzmir’i çok ama çok özlüyorum. Evim İzmir galiba diyorum.
Yazının Devamını Oku

O bir gökyüzü fotoğrafçısı ve güneş tutulması avcısı

31 Mayıs 2009
17 Ağustos depreminden sonra halk tutulma ile deprem arasında bağlantı olduğuna inanıyor Kubİlay Akdemir, gökyüzü olaylarına ilgisini, mesleği fotoğrafçılıkla birleştirmiş ve "Gökyüzü Fotoğrafçısı" olarak ciddi kariyer yapmış. Dünyada çok yaygın olan "Tutulma Avcısı" olan Akdemir, güneş veya ay tutulmasının görüleceği hat üzerinde seyahat ederek çektiği fotoğraflarla sergiler açıyor, belgesel filmler çekiyor. Tutulmaların kültürlere etkisini de araştıran Kubilay Akdemir temmuz ayında Çin’deki güneş tutulmasına gitmek üzere hazırlık yapıyor. 

Astronomi eğitimi mi aldınız?

 Güzel Sanatlar Fakültesi’nin fotoğraf bölümü mezunuyum. Ama tutulma avcılığım tamamen özel ilgim sonucu ortaya çıktı. 

Astronomi ya da gökyüzüne özel bir merakınız mı var?

 Evet sürekli vardı. Aydedeli hikayeler ilgimi çeker, hayal gücümü tetiklerdi. Sonra bilim-kurgu filmler, dizilerle ilgilendim ve bu merakım ürüne dönüştü.

 Gökyüzü fotoğrafçılığına nasıl başladınız?

 Ege Üniversitesi Astronomi Bölümü’nün yaz okuluna katılmıştım. 12 yıldır gökyüzü fotoğrafçılığıyla uğraşıyorum. 2001’den beri Atlas Dergisi ile çalışıyorum. Onların gökyüzü fotoğrafçısıyım. Mayıs sayısında da gökyüzü fotoğrafçılığını ele aldık. Çünkü bu konuda fazla bilgi yok.

 Gökyüzü fotoğrafı için ayrı bir ekipman gerekiyor mu? Kimden öğrendiniz?

 Aslında deneme yanılma yöntemiyle, rasathanede çekimler yapmaya başladım. Sonra teleskop aldım. Foça’da sahile kurup isteyenleri 25 kuruşa aya baktırdım. Günde 5-6 lira kazanıp hepsini biriktirdim. Kazandıklarımla Elazığ’a gidip Harput Kalesi’nde tutulma fotoğrafları çektim. Bu fotoğraflarımı Tübitak, o alandaki en iyi çalışmalar arasında gösterdi. Ege Üniversitesi arşivlerine girdi, Bilim Teknik Dergisi’nde yayınlandı.

 Tutulma sadece bir dakikayken gittiğiniz şehirde neden bir ay kalıyorsunuz?

È Bu biraz keşif ve macera tarzında bir şey. Neyle karşılaşacağımızı, neler yapacağımızı biz de bilmiyoruz. Tutulmayı bekliyor ve ona konsantre oluyoruz. Zaten tutulma hattı her zaman çok popüler ya da bilinen yerleri takip etmiyor. Bazen geçeceği yerler hakkında bilgi bile bulmak zor oluyor.

 Tutulmaların olduğu yerlerde ne gibi farklılıklar yaşanabiliyor?

 Biz gökyüzündeki astronomik olayların kültürler üzerindeki etkilerini de araştırıyoruz. Bazı kültürler güneş tutulmasını çeşitli doğal afetlerin sebebi olarak görüyor. Hatta 22 Temmuz’da Çin’de hem tutulmayı, hem de Çin Mitolojisi, efsanesi ve tutulma arasındaki ilişkiyi inceleyeceğiz. Çünkü Çin’de güneşi ejderhanın yediğine inanıldığından ejderhayı kaçırmak için gürültü yapılıyormuş. Hatta 1900’lü yıllarda bile donanma gemilerinin havaya ateş ettiği biliniyor.

 Anadolu’da ya da diğer kültürlerde nasıl değerlendiriliyor?

 Mesela bizde 1999 depreminden sonra insanlar depremle tutulma arasında bağlantı kurmaya başladılar ve halk buna inanıyor. Oysa bunun bilimsel bir ispatı kesinlikle yok. Eskiden Anadolu’da tutulma sırasında tencere, tava çalınıyormuş. Bu davranışın Çin kaynaklı olduğunu keşfettik. Güney Afrika’da ise güneş tutulunca kuraklık olacağına inanılıyor. Hindistan’da kutsal saydıkları hayvanı tutulmanın kötü etkilerinden kurtarabilmek için bir başka hayvanı kurban ediyorlar. Bazı İslam bölgelerinde halkın tutulma sırasında sokağa çıkmaması, namaz kılması gerektiğine inanılıyor. Aslında Kuran’ı Kerim’de de güneş tutulmasında "Küsuf", ay tutulmasında ise "Husuf" namazı kılınması gerektiği yazıyor. Yani her kültür ve dinde bir karşılığı var tutulmaların. Eski Mısır’da da çeşitli inanışlar var.

Beni UFO’lar kaçırdı desem daha çok sponsor bulurum

 Nerelerde sergiler açtınız?

 UNIVERSIADE’dan sonra Fransız Kültür Merkezi’nde ve daha sonra 2006’da Türkiye’den tutulma hattının geçtiği her ilde sergi ve dia gösterileri yaptık. 2009 Astronomi Yılı olduğundan Ege Üniversitesi ile tüm çalışmalarımın sergilerini okullarda açarak çocukların ve öğretmenlerin ilgisini çekmeye çalışıyoruz. Güney Afrika Konsolosluğu, "Güney Afrika’da Bir Dakika" projeme çok destek oldu.

 İnsanların ilgisi nasıl?

 "Her şey bitti bununla mı uğraşıyorsun" diyorlar. Tabii ben bunun yerine, "UFO’lar beni kaçırdı" desem daha çok sponsor bulurum. Astronomiyle ilgili küçücük bir yazı çıkmazken astroloji için her gün yarım sayfa ayrılıyor. Eski çağlarda astroloji astronominin temeliydi ama bugün astroloji tamamen farklı bir noktada. 

Bütün bu geziler ve ekipmanlar için parasal desteği nasıl buluyorsunuz?

 Bilimsel projelere destek bulmak zaten zordu şimdi artık kriz bahanesi de var, iyice zorlaştı. Medyatik çalışma olmadıktan sonra sponsor bulmak imkansızlaştı. Ekipman desteğini Canon veriyor, NTV ayarlayabilirse Çin’den canlı yayın yapacağız. NTV, Atlas gibi yayın kuruluşları bize destek oluyor, ama masraflarımızın bir kısmını cebimizden karşılayacağız.

2060’a kadar Türkiye’den tutulma görülemeyecek

 Türkiye’de bir dahaki tutulma ne zaman?

 2060’a kadar Türkiye’den tutulma görülmeyecek. 22 Temmuz’da Çin’den görülebilecek. 

Orada da sadece bir dakika mı görülebilecek?

 Yüzyıllar boyu görülebilecek en uzun güneş tutulması olacak. Neredeyse altı dakika sürecek. Şangay’dan çekmeyi planlıyoruz, ama hava koşullarına bağlı. En az bulutlu yerleri seçeceğiz. Bir ay Çin’de kalıpfotoğraf ve belgesel üzerine çalışacağım.

 Güneş dışında ay tutulmalarını ya da başka gök olaylarını takip ediyor musunuz?

 Hepsi ilgimi çekiyor. Gökyüzü fotoğrafçılığı da sürüyor. Tabii bu teknik imkanlarla ilintili. Tanıştığım bir Amerikalı’nın arka bahçesinde bizim üniversitelerden daha gelişmiş teleskoplar vardı.

Kubilay Akdemir

1976 Gaziantep doğumlu. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğrafçılık Bölümü mezunu. Çeşitli dergilerde çalıştı. Ege Üniversitesi Astronomi Bölümü’nün yaz okullarında gökyüzü fotoğrafçılığı dersi verdi. 2000 yılından beri Mısır, Güney Afrika, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye’de belgesel ve fotoğraf çalışmaları var. 4 Aralık 2002’de Güney Afrika Messina’da tam güneş tutulmasını çekti.

Bir dakikalık tutulma için bir ay Güney Afrika’da kalıp hazırlandım

È Tutulma avcıları ne demek, açıklar mısınız?

È Dünyada böyle bir kavram var. Aynı şekilde "Kuyruklu Yıldız Avcıları" da var. Teleskoplarıyla yıldızın güzergahı üzerinde gözlem yapıyorlar. Hatta yıldıza ilk gören kişinin adı veriliyor. Ama tüm bunlar Türkiye’de dünyada olduğu kadar yaygın ve popüler değil.

È Tutulma avcıları tutulmanın görüleceği yerler üzerinden dünyayı geziyorlar değil mi?

È Harput Kalesi’nden inerken otostop çekiyordum. Bir Japon astronomi grubu durdu. Onlar da tutulma avcılarıymış. "Bir sonraki tutulma nerede" dedim, "Güney Afrika’da" dediler. "Orada görüşürüz" dedim. Ve gerçekten, bu kez sponsorlarım, daha iyi ekipmanlarımla Güney Afrika’ya gittim ve tutulmayı çektim. Muhtemelen o Japonlar da oradaydı.

È Tutulma avcılarının belgesel projesine dönüşmesi nasıl oldu?

È 1999’da Elazığ Harput’ta ilk tutulmayı çekmemden sonra başladı. Sonra Güney Afrika’ya gittim, orada tutulma sadece bir dakika sürüyordu. Bir ay çekim yaptım. Zaten projenin adı da "Güney Afrika’da Bir Dakika" idi. Ortam o kadar güzeldi ki, "Keşke bunun filmi çekilse" diye düşündüm ve belgesel projem çıktı. Zaten bir sonraki tutulma 2006’da Türkiye’deydi. Projeyi buna göre hazırladım.

È 2006’daki tutulmada nasıl bir çalışma yaptınız?

È 2006’da Türkiye’deki tutulmada dört ekip çalıştık. CNN Türk ile Ordu, Yozgat, Tokat’ta tutulma hattına yerleştik. Ben, merkez olan Apollon Tapınağı’nda koordinasyonu yaptım. Birbirimizle dönüşümlü olarak dünyaya canlı yayın yapıldı. Belgeselimiz İz TV’de yayınlanıyor.

Astro

arkeoloji alanına yönelmek

istiyorum

È Astronomi dışında ilgilendiğiniz farklı bir konu var mı?

È Arkeolojiyle de ilgiliyim. Mısır’da tamamen arkeoloji üzerine fotoğraflar çektim. Mısır uygarlığına olan merakımla çektiğim fotoğrafları, Mısır Konsolosluğu’nun desteğiyle Ankara’da sergiledim.

È Arkeoloji ile astronomi birbirinden uzak gibi görünüyor. Siz hangi noktada birleştiriyorsunuz?

È Astro-arkeoloji denen bir dal var. Mesela İngiltere’deki Stonehendge, Mısır, Güney Amerika, Peru gibi yerlerde gökyüzü olayları ile ilintili arkeolojik yerler var. Astro-Arkeoloji bunları inceliyor. Ben sanıyorum daha çok bu konuya yöneleceğim.

È En çok neyi görüntülemek istersiniz?

È Auroralar yani kutup ışıklarını çekmek isterim. Hatta güney yarımkürede olacak bir güneş tutulmasını buzulların üzerinde çekmek isterim. Bundan sonra da daha çok belgesel film konusunda çalışmak istiyorum.
Yazının Devamını Oku

İzmir’in içinde bir Yeni Zelandalı polis

24 Mayıs 2009
Yenİ Zelandalı Kellie Parker, Rotary uluslararası değişim programıyla İzmir’e gelen bir polis memuru. Kendi mesleğiyle ilgili araştırmalar yapan Parker’a Asayiş Şube Müdür Yardımcısı Dursun Güneş ve Konak Asayiş Ekipler Amiri Kaan Coşkun kısa bir brifing verdi. İzmir polislerinin yaptığı birçok çalışmadan etkilenen Parker, bunları ülkesinde amirlerine önereceğini söyledi. Tanıştığım ilk Yeni Zelandalı olan Kellie ile ülkesini, kökenlerini ve Gelibolu’yu konuştuk.

È Neden polis olmayı seçtiniz?

È Sanırım insanlara yardım etmek istediğim ve polis olmanın bu fırsatı vereceğini düşündüğüm için.

È Yeni Zelanda’da polis olmak çok tercih edilen bir şey mi?

È Şu anda eskisinden daha tercih edilir durumda. Bir de kadınlar arasında yaygınlaşmaya başladı, polislerin yüzde 20’si kadın.

È Yeni Zelanda’da suç oranı yüksek mi?

È Bazen yüksek ama Yeni Zelanda uluslararası standartlara göre oldukça güvenli. Bizde de, İzmir Polis Merkezi’nde anlatılan hırsızlık, soygun, dolandırma gibi adi suçlar yaygın. Biraz da şiddet içeren olaylara rastlanabiliyor.

È En yaygın suç hangisi?

È Sanırım hırsızlık.

È Biz hep Yeni Zelanda’yı çok sakin, güvevli ve rahat bir yer gibi düşünüyoruz.

È Aslında öyle ama bazen medya, polisi kötüymüş gibi gösteriyor ve halkın belki de antipati duymasına sebep oluyor. Oysa nüfusun sadece küçük bir kısmının polisle başı derde girmiştir. Ama bu tip haberler çoğunluğun tepkisine ve önyargısına sebep olabiliyor.

È Yeni Zelanda’da polislerin yaşam standardı nasıl?

È Gayet iyi gelirleri var. Üst sınıf değil belki ama, gayet iyi bir orta sınıf olarak yaşayabiliyoruz. Öğretmenler ve hemşireler de bizim gibi kazanır.

È Sanırım Türkiye’dekinden daha iyi standartlara sahipsiniz.

È Evet sanırım öyle. Türk polislerinin 2-3 katı kadar kazanıyoruz.

È Türkiye’deki polisleri incelediğinizde ne gibi farklılıklar gördünüz?

È Türkiye gerek nüfus, gerekse yüzölçümü açısından çok büyük. Dolayısıyla polisler bizim ülkemizde gerek bile duyulmayan birçok alanda da görev yapıyor. Mesela bizde trafik polisi yoktur. Çünkü gerek yoktur. Her köşede bir polis yoktur. Taşıdığımız malzemeler de farklılık gösteriyor.

Ne Türkiye

ne de

müslümanlıkla

ilgili

önyargımız yok

È Türkiye’ye gelmeden önce neler düşünüyordunuz?

È Tarihi ve arkeolojik alanlarla dolu harika bir yer olduğunu düşünüyordum. Tarih benim ilgi alanım. Ailemin ve ülkemin tarihine de çok ilgiliyim. Yeni Zelanda’dan çok çok önce buralarda oluşan geçmişe, medeniyetin gelişimine büyük bir saygı duyuyorum.

È Önyargılarınız yok muydu?

È Hayır, ne Türkiye ile, ne de müslümanlık ile ilgili önyargım yoktu.

È Genel olarak Yeni Zelandalılar’ın düşüncesi bu yönde mi?

È Evet. Harika bir ülkeye ve tarihe sahip olduğunuzu, insanlarınızın çok iyi olduğunu ve yardım için ya da sizi yedirip memnun etmek için çabaladıklarını düşünürüz. Ben buraya gelince bunların ne kadar doğru olduğunu gördüm.

Atalarım

Gelibolu’ya

çıkarma yapan askerler arasındaymış

È Gelibolu ve Çanakkale sizin için ne ifade ediyor?

È Benim Türkiye’ye gelmek için başvurmamın bir sebebi de Anzak Günü’ydü. Çünkü atalarımdan birçoğu Gelibolu’ya gelmiş. Büyük büyük amcam Gelibolu’ya çıkarma yapanlar arasındaymış. Yeni Zelanda’ya dönebilmiş. 2 yıl önce öldü.

È Size birşey anlattı mı?

È Hayır ama büyükbabam bir şeyler anlatırdı. Ayrıca Maori olan anne tarafımdan da 11 akrabam Gelibolu’ya gitmiş. Yine büyük büyük amcalar ve büyük kuzenler var. Sadece biri Gelibolu’da şehit olmuş, biri dönüş yolunda hastalıktan ölmüş, diğerleri memlekete dönebilmiş.

Türkiye’nin en modern şehri

È Sizi Türkiye’de en çok şaşırtan şey ne oldu?

È Aslında çok şey var ama sanırım sokaklardaki hayvanlar çok şaşırttı. Belki bizde de var ama kesinlikle buradaki kadar değil. Bir de bazı yerlerin modernliği beni çok şaşırttı. Hatta İzmir’deyken kendimi Sydney’de zannettim.

È İzmir’i nasıl buldunuz?

È İzmir bir metropolitan ve gördüğüm İstanbul, Bursa gibi şehirlerin arasında sanırım Türkiye’nin en modern şehri. İnsanların giyimleri, davranışları çok çağdaş. Ayrıca İzmir çok güzel bir şehir. Efes, Meryem Ana, Şirince çok etkileyici. Ege Bölgesi sihirli bir yer.

È Yeni Zelanda’da çok Türk var mı?

È Sanırım biraz var. Ama ben hiç Yeni Zelanda’da yaşayan bir Türk’le tanışmadım.

È Orada da kriz var mı?

È Sanırım biz de etkilendik. İşlerini kaybeden oldu ama genel olarak biz iyiyiz ve hayatlarımızda değişen çok şey olmadı.

Eskiden dilimizi konuşmak

yasaktı, bu yüzden

koca bir kuşak kayboldu

È Maorililer bugün ülkede sorun yaşıyor mu?

È Bazıları zaman zaman tutuklanıyor. Sanırım bunun sebebi sömürgeciliğin etkileri. Maoriler her ne kadar benzemeye başladılarsa da Avrupalılar gibi değil. Maoriler geçmişten dolayı endişeli. Çok gururlu ve mağrur bir ırk. Aşağılanmaya, geri itilmeye katlanamazlar. Maalesef ekonomik açıdan iyi durumda değiller, iyi standartları yok. Eğitim konusunda sorunlar oluyor. İyi bir eğitim olmadan iyi bir iş bulamazsınız.

È Eğitim konusunda nasıl sorunlar var? Herkese aynı fırsatlar verilebiliyor mu?

È Aslında evet diyebiliriz. Şu anda renk, ırk ayrımcılığı yok yeterli özelliklere sahip herkes her işi yapabilir. Ama yine de bazı Maoriler ayrımcılık olduğunu düşünüyor. Ama bence bu, geçmişten gelen bazı sıkıntılardan kaynaklanıyor. Bazı Avrupalılar Maori kültürüne bayılıyor, kültürümüzü hatta Haka Dansı’nı öğrenmeye çalışıyorlar.

È Siz Haka Dansı’nı nasıl öğrendiniz?

È Ben Maori olan anneannem ve annemle büyüdüm. Nga Puhi kabilesindeniz. Büyükannem hep Maori dilinde konuşur, şarkılar söyler ve dans ederdi.

È Maori dilini konuşabiliyorsunuz yani?

È Biraz konuşabiliyorum. Maori kültürünü yaşatmak istiyorum, aslında hepimiz istiyoruz. Yeni Zelanda’ya Avrupalılar geldiğinde Maorileri küçücük köylerinden alıp okullara göndermişler. Okullarda Maori dili, kültürü yasaklanmış. Hatta büyükannem okulda söylediği her Maori kelime için tokat yermiş. Dolayısıyla kendi çocuğu olunca ona Maori dilini öğretmemiş. Oysa ben doğduğumda Maori kültürü yeniden iyi birşey olmuştu. O nedenle ben Maori dilini öğrendim. Ama arada koca bir kuşak kayıp oldu, kendi kültürünü öğrenmedi.

Büyük büyük

büyükbabam

Maoriler’in

ilk siyasetçisi

È Kökeniniz nereye dayanıyor?

È Annem Hollandalı ve Maori anne-babadan geliyor. Babam ise İngiliz-Norveç babadan ve İskoç ve Tahitili anneden geliyor.

È Daha karışık olamazdı herhalde?

È Biliyorum. Ama bunu çok seviyorum. Bana çok faydası oluyor. Ayrıca polis olmamda bir başka etken de polisler arasında Maorilileri temsil edeceğimi düşünmem oldu. Ayrıca büyük büyük büyükbabam Hone Mohi Tawhai, Maoriler’in ilk siyasetçilerindendir.

È Maoriler Yeni Zelanda’nın yerlileri değil mi?

È Aslında onlara Maori adını Avrupalılar vermiş, onlar kendilerine böyle demiyor. Dilleri farklı olduğundan ve Avrupalılar anlayamadığından böyle demişler. Bilimadamları ve arkeologlar Maoriler’in, Hawaii’den çıkarak kanolarla Büyük Okyanus’u geçip her adada durarak Yeni Zelanda’ya geldiklerine inanıyor. Yeni Zelanda’dayı ilk keşfeden kişi, onu ilk anda uzun beyaz bir buluta benzetiyor ve yerliler ülkeye bu ismi veriyor.
Yazının Devamını Oku

Engelleri kaldıralım topluma kazandıralım

17 Mayıs 2009
İZMİRLİ genç iş kadını Sinem Özusta, 4 Haziran’da gerçekleştireceği Çocuk Festivali ile hem çocuklara keyifli bir gün geçirtmeyi, hem de İzmir’deki Türkiye’nin ilk ve tek Görme Özürlüler Kitaplığı’na yardım sağlamayı amaçlıyor. Türgök Başkanı Gültekin Yazgan’ın eşi Tülay Yazgan ile yoğun bir çalışmaya girişen Özusta, en büyük desteği yaptıkları birçok etkinlikle sokak çocukları ve kimsesiz çocuklara yardım sağlayan İzmir Swissotel Grand Efes’ten almış. Sinem Özusta ve Tülay Yazgan ile festivalin gerçekleşeceği Swissotel’in bahçesinde, sıcacık mayıs güneşi altında sohbet ettik.

SİNEM ÖZUSTA

Gelecek nesile

sosyal sorumluluk

bilinci aşılıyoruz

Æ Çocuk Festivali fikri nasıl doğdu?

Æ Yaklaşık 3-4 senedir çocuk organizasyonları yapıyoruz. 2009’dan itibaren organizasyonlarımızın mutlaka bir sosyal sorumluluk projesine dönüşmesini amaçlıyoruz. Bu nedenle çocuklara yönelik sosyal sorumluluk projesi de içeren Tinyfest adında bir organizasyon düzenliyoruz. Sloganımız "Engelleri Kaldıralım, Topluma Kazandıralım".

Æ Kimler katılıyor?

Æ Halka açık bir organizasyon olacak, okullardan çocuklar gelecek. Ayrıca özellikle görme engelli çocuklar da festivale katılacak. Tüm çocukların kaynaşmasını istiyoruz. Gelecek nesillerde sosyal sorumluluk bilincini oluşturmak ve duyarlılıklarını artırmak istiyoruz.

Æ Festivalde neler olacak?

Æ Festivalimizi 4 Haziran günü sabahtan akşama kadar Swissotel’de yapacağız. Tüm gün atölye çalışmaları, şişme oyuncaklar, animasyon aktiviteleri olacak. Çağdaş Drama Derneği’nin çalışmaları var. Ayrıca okulların ve katılımcıların standları yeralacak. Ayrıca çeşitli kukla gösterileri de yapılacak.

Æ Türgök ile nasıl buluştunuz?

Æ Farklı durumlarda engelli çocuklar var ama biz tek bir alana odaklanmanın iyi olacağını düşünerek Türgök ile bağlantıya geçtik. Onlar da sıcak baktı, Tülay Hanım ile projeyi başlattık. Türgök’ün Bir Nokta Bin Nokta adlı kampanyası da bizim için ilham kaynağı oldu.

Æ Görme engelli çocuklar festivalde neler yapacak?

Æ 6 görme engelli çocuğumuz heykel bölümünden gönüllü iki öğretmenimizle kilden mask yapmayı öğreniyor. Festivalde atölye lideri olarak diğer çocuklara eğitim verecekler. Drama ve müzik çalışmalarına da katılacaklar. Ayrıca gören ve görmeyen çocuklar birlikte oyunlar oynayacak. Böylece herkes, görme engelli bir çocuğun yaşıtlarıyla iletişim kurabileceğini ve oyun oynayabileceğini görecek.

Tüm geliri Türgök’e bağışlayabilmemiz için sponsorlarımız artmalı

Æ Festivalin gelirini Türgök’e mi bağışlayacaksınız?

Æ Bu tip projelerde finans gerekiyor ki bunu sponsor firmalardan sağlamaya çalışıyoruz. Böylece bilet gelirini de Türgök’e vermeyi düşünüyoruz. Ama sponsor desteği henüz tam sağlanamadı. Bunu yapabilmeyi umuyoruz. Şimdilik Berk Optik, Niyazoğlu Turizm, bazı özel okullar bizi destekledikleri halde fazlasına ihtiyacımız var. Umuyorum İzmir ve İzmirliler bu tip sosyal sorumluluk projelerinde buluşabilir.

Æ Şu ana kadar destek durumu nasıl?

Æ Bizi destekleyen birçok kurum ve dernek var. Yaratıcı Çocuklar Derneği, İzmir Çağdaş Drama Derneği, çeşitli özel okullar ve anaokulları destekliyor. Ama bireysel veya kurumsal olarak daha çok destek gerek. İzmir’de büyük organizasyonları tek başınıza yapmanız kolay değil. Mutlaka işbirliği ve sinerjiye ihtiyacımız var.

Desteğe ihtiyacımız var

Æ Yardımlar sadece bu organizasyonla mı sınırlı kalacak?

Æ Aslında yardım projemizi 1 yıl süresince uzatmak istiyoruz. Cemiyet ve iş hayatından birçok gönüllü ve başarılı kadınla bu alanda çalışmayı amaçlıyoruz. Özellikle görme engelli çocuklarımızın sanatın çeşitli dallarına yönlendirilmesini amaçlıyoruz. Bu nedenle birçok aktivite ve kurslar yapmak istiyoruz. O nedenle önce anne ve kadınlardan sonra da ticaret, sanayi odaları, sivil toplum örgütlerinin desteklerine de ihtiyacımız var.

TÜLAY YAZGAN

Türkiye’deki  ilk ve tek  kitaplık İzmir’de

Æ Türgök’ü ne amaçla kurdunuz?

Æ Eşim Gültekin Yazgan da görme engelli olduğu için, görme engellilerin kitap ve dergilere ulaşma konusunda ne sıkıntılar çektiğini çok iyi biliyoruz. Türkiye’de bu anlamda ilk ve tek kitaplığız. Benzerimiz İngiltere’de bulunuyor. Şu anda 3 bine yakın üyemiz var.

Æ Türkiye’de sizden başka aynı hizmetleri veren yok mu?

Æ 2003 yılında İzmir Görme Özürlüler Kitaplığı Derneği’ydik. İçişleri Bakanlığı’na başvurduğumuzda bu alandaki tek kitaplık olduğumuzdan derneğimizin başına Türkiye eklendi.

Æ Yani İzmir’den tüm Türkiye’deki görme engellilere siz mi hizmet veriyorsunuz?

Æ Evet. İzmir’den Ardahan, Artvin, küçük köylerden tutun da Türkiye’nin her iline ve 390 ilçeye CD’lere okunmuş kitap ve dergiler gönderiyoruz. Sponsor kargo şirketimiz sayesinde ellerine kadar ulaşıyor. Çünkü bu kişiler maddi yönden de sıkıntıdalar. Bu yüzden ücretsiz hizmet veriyoruz.

Görme engelli çocuklar dergiye, kitaba ulaşamıyor

Æ Derneğin finansını nasıl sağlıyorsunuz?

Æ 300’e yakın gönüllü ordumuz var. Yönetim kurulumuz, üyelerimiz büyük özveriyle çalışıyoruz. Ayrıca kargo, CD gibi bazı hizmetlerimizi de sponsorlarımızdan karşılamaya çalışıyoruz. Bir de bağışlar ve Sinem Hanım’ın yaptığı gibi organizasyonlardan gelir sağlamaya çalışıyoruz.

Æ Görme engelliler için nasıl dergiler hazırlıyorsunuz?

Æ Üç dergi çıkarıyoruz. Yani yayımcılık yapıyoruz. Dört yıldır kabartma iki dergi çıkarıyoruz. Bunlardan biri ilköğretimin ilk 3 sınıfı için Yavru Balarısı, diğer sınıfları için ise Balarısı. Ayrıca 2 binden fazla abonesi bulunan Arkadaş dergimiz de var. Engelsiz bir çocuk vitrinlerde gördüğü her dergiye ulaşabiliyor. Ama engelli çocuklar da dergi bilinci bile oluşmamış oluyor. Ayrıca güzel çocuk kitaplarını da okuyarak isteyenlere gönderiyoruz.

Æ Görme engellilere kitap ve dergi CD’leri gönderme dışında başka hizmetiniz var mı?

Æ Görme engelli çocuklar eğitimde büyük zorluklar çekiyorlar. Onlar için SBS, ÖSS gibi sınavlara hazırlık ya da İngilizce çalışma kitaplarını kabartma basıyoruz. Bilgisayar odamızda eğitim veriyoruz.

Engellilerin tek isteği toplumla kaynaşabilmek

Æ Tüm Türkiye’ye hizmet veren İzmirli bir derneksiniz ama olanaklarınız kısıtlı. En büyük ihtiyacınız ne?

Æ Maalesef en büyük sıkıntımız yer. Çok küçük bir alanda çalışıyoruz, sığamıyoruz. Ama daha büyük yere geçme şansımız olmadı. Paramız yetmiyor. Her aktivitede büyük yer için para biriktirmeye çalışıyoruz. Kampanya başlattık ve her türlü bağışı kabul ediyoruz. Amacımız daha büyük bir yerde daha fazla kişiye hizmet verebilmek.

Æ Bu tip organizasyonlardan neler bekliyorsunuz?

Æ Tabii maddi bir gelir bekliyoruz. Ama onun ötesinde kaynaşmak da bir diğer sorunumuz. Sinem Hanım yapacağı bu organizasyonla bazı engelli çocuklarımızın yeteneklerini ortaya çıkarmayı planlıyor. Bu yetenekleri sadece ortaya çıkarmak değil, üzerine giderek desteklemek de gerekiyor.

Æ Görme engelli insanların toplumdan en büyük beklentisi kaynaşmak mı?

Æ Derneğimizin başkanı eşim Gültekin Yazgan görme engelli bir avukat. Her zaman engellilerin sadece engellilerle arkadaşlık yapmasının en büyük yanlış olduğunu söyler. Engellilerin toplumla kaynaşmaları sağlanmalı. Umuyorum bu projeyle bu kaynaşma sağlanır ve farkındalık oluşur. Engelli çocukların ailelerinin en büyük isteği çocuklarının toplumla kaynaşması, bir arada olabilmesi ve topluma kazandırılması.

Görmeyenler için kitap seslendirin

Türkiye’nin ilk ve tek görme özürlüler kitaplığı, İzmir’den Türkiye’nin her yerindeki görmeyenlere ulaşıyor. Yüzlerce gönüllü 3 bine yakın görmeyene kitap, dergi ve çalışma CD’leri ulaştırıyor. Siz de onlar için bir şeyler yapabilirsiniz. Sadece para bağışı değil, benim de büyük keyifle yaptığım gibi, kitapları seslendirebilir, bilgisayarda düzeltebilir ya da CD’lerin kopyalanıp paketlenmesine yardım edebilirsiniz. İnanın bana, çok ama çok iyi hissedeceksiniz.... 483 30 23 numaralı telefon ya da www.turgok.org. Bu mail adresi spam botlara karşı korumalıdır, görebilmek için Javascript açık olmalıdır’dan ulaşabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Ege Çağdaş Eğitim Vakfı çok önemli çalışma yapıyo

10 Mayıs 2009
TÜRK edebiyatının en önemli ve özgün yazarlarından Füruzan, bu hafta konuğum. TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nın onur yazarı olan Füruzan, Ege Çağdaş Eğitim Vakfı’nın (EÇEV) düzenlediği etkinliklere de katıldı ve eğitime verdiği desteği gösterdi. İlk kitabı Parasız Yatılı’yla 1972 Sait Faik Hikáye Ödülü, 47’liler’le 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü kazanan Füruzan’ın "Benim Sinemalarım" ve "Ah Güzel İstanbul" gibi eserleri de sinemaya aktarıldı.

Æ Birçok kişi sizi kitaplarınızdan ziyade filmlerinizle tanıyor. Tekrar sinemayı düşünüyor musunuz?

Æ Aslında hazır bir senaryom var ama yapabilmek için para lazım. Kültür Bakanlığı filmleri finanse ediyor ama, tekrar ödemeniz gerekiyor. Bir filmim Cannes’a resmi davet alıp gittiğinde, bir İngiliz kadın yönetmen ’filminizin resmi bölüme seçilmesi bundan sonra para bulmanız için iyi referanstır’ demişti. Ama pek öyle olmuyor.

Æ Peki finans sorununu halletseniz neyi çekersiniz?

Æ ’Günübirlik Adada’ adlı bir öykümü filme çekerdim.

Æ Neden 2000’li yıllarda daha az kitabınız çıktı? Son dönemde yeni bir çalışma var mı?

Æ Var ama daha bitmedi, vakit bulamıyorum. Ama unutmayın ’Füruzan Diye Bir Öykü’ adlı biyografi kitabım çok zamanımı aldı. Bu derleme değil, Faruk Şüyün’ün sorularına verdiğim cevaplardan oluşan bir kitap. Ayrıca TÜYAP’ın onur yazarlığının getirdiği gezilere çıkıyorum bu yaz.

Æ Eğitime çok önem veriyorsunuz ama siz eğitiminizi tamamlayamamışsınız. Devam edebilseydiniz ne üzerine eğitim almak isterdiniz?

Æ Ya mimar ya da doktor olurdum.

Æ Bana hep sanki sosyoloji okurmuşsunuz gibi geliyordu.

Æ Zaten bu iki mesleğin içinde de sosyoloji yatıyor. Yani bu iki meslek insanlara ait meslekler.

Æ Eğitim eksikliğinin, sıkıntısını yaşadınız mı?

Æ Benim çok özel bir yolculuğum oldu hayatta. Faruk Şüyün’ün yazdığı ’Füruzan Diye Bir Öykü’ kitabı biyografim. Orada bu sorunuzun cevabını şöyle veriyorum. Kendini acındırmayı hiç sevmeyen, kendine güvenen biri oldum hep. Eğitim bir sürü ayrı bölümden oluşuyor. Ailenin, okulun, toplumun verdiği sorular taşıyan bir düşünce sisteminiz varsa, o zaman kendi eğitiminizi başlattığınız dönemdir. Eğitim için en iyi üniversiteler kitaplıklardır.

72 milyonuz ama kaçımız eğitimli ve nitelikli

Æ Ege Çağdaş Eğitim Vakfı’nın etkinliklerine destek veriyorsunuz.

Æ Ege Çağdaş Eğitim Vakfı’nın bir çağrısı ile onların örnek okullarından birine gittik. Oradaki çocukları görmek, onlarla karşılaşmak çok güzeldi. Oradaki öğretmen ve öğrencilerin karşılıklı öğrendiği farklı bir eğitim anlayışı gördüm. Bu çok çağdaş bir şey.

Æ Bizim ülkemizde eğitimde fırsat eşitliğinden bahsetmek mümkün mü?

Æ Çocuklara eğitimde fırsat eşitliği kesinlikle verilmeli ki bu bir ülkenin kalkınması için gereken ilk programdır. 4 ay önce Darüşşafaka’daki bir toplantıda, parasız yatılı okuyan 11-12 yaşında bir çocuk ’Geçen yıl Steinbeck’in Sardalya Sokağı’nı okudum bu yıl da Gazap Üzümleri’ne geçebilirim, ne dersiniz’ dedi. Bu çocuğun zekası yüksek ama ona ayrıca eğitim şansı da verilmiş, ondan harika biri çıkacak.

Æ Aslında bütün çocuklarımızda bu potansiyel var ama biryerlerde birşeyler oluyor ve beklediğimiz kişilere dönüşemiyorlar. Neden?

Æ 75 kişilik bir ilkokul sınıfı olmaz, o sınıfın öğretmeni hangi birine yetişebilir? 72 milyonuz ama kaçımız nitelikli? Üniversitelere ezber yaparak giriyorlar. 2 yıl önce Dünya Matematik Olimpiyatları’nda lise grubundan bir çocuk birinci oldu, hiçbir yerde adı geçmedi. Medyanın bunları öne çıkarması gerekli. İyi işler oluyor ama duyuramazsak bu insanların sayısını çoğaltamayız.

İSYAN EDİYORUM

Çocuk kadın demeden, son derece savunmasız 44 insanı üstelik düğün eğlencesinde, en zorlu savaşlarda bile rastlanmayacak bir vahşilikle öldürenlere ve bunu tetikleyen töreye, geleneğe, inanışa isyan ediyorum ve kabul etmiyorum. Sosyologlar, psikologlar, aydınlar, siyasetçiler her kim olursa, bir araya gelsin ve artık topluma hiçbir gücün, olgunun; insan hayatından, seçme özgürlüğünden, varolma hakkından daha önemli olamayacağını anlatsın. Ve ben artık, her gün çaresizce, ilkel düşünceler ve hayvani güdülerine sahip olamayarak başka varlıkları ezip geçenleri izlemek istemiyorum. Toplumda şiddet ve vahşete son verilsin artık. Yeter!

A.D.

Beni erkek sanıyorlarmış, kadın olduğumu anlayınca eserlerime "kadın duyarlılığı" demeye başladılar

Æ Yazarlık iddiası olmasa bile insanların yazmaları teşvik edilmesi gereken bir şey mi sizce?

Æ Yazmak, düşünmeyi birlikte getiren bir şeydir. Mektup yazarken bile düşünerek yazarsınız. Türk toplumu yazıya yakın, herkes çok şey yazıyor, durmadan kitaplar çıkıyor. Bence bu çok iyi bir şey.

Æ Peki kadın yazarlar arasında bazen sıkıntılı şeyler duyuyoruz bunun sebebini ne olarak görüyorsunuz?

Æ Bunu anlamıyorum. Sanat yapmak, yetenek ve bilgi birikimle olur. Herkes sanatın içinde kendi yerini alır, birbirine benzemeyerek. Zaten benzerse kendisi olmaz. Kadın yazarların birbirleri ile sürtüşmesi varsa ki öyle görünüyor ben yadsıyorum, gerekli de görmüyorum.

Æ Güzel bir kadın yazar olmanın sıkıntısını çektiniz mi hiç?

Æ Daha öykülerim dergilerde yayımlanırken şöhret haline geldiğimi söylüyorlardı. Ama adım her iki cins için de kullanıldığından beni erkek sanıyorlarmış. Kadın olduğumu anlayınca kadın duyarlılığı denmeye başladı. Yazdıklarımı erkekler yazabiliyorduysa niye kadın olduğum anlaşılınca kadın duyarlılığı oldu, merak ediyorum. Ama kadın olarak hiçbir zorluk çekmedim diyebilirim.

Teknolojinin mucidi japonlar

ama hala çok

kitap okuyorlar

Æ Gençler internet bilgisayar derken pek okuyamıyorlar?

Æ Size kısa bir cevap vereyim. Dünyada bütün bu nesnelerin mucitleri Japonlar ve hala çok okuyorlar.

Æ Gençler ne okusunlar?

Æ Dünya ve Türk klasikleriyle başlayabilirler. Hem doğuyu, hem batıyı öğrensinler. Mesela İbn-i Sina doğulu ama batı ona Avisenne, tıbbın babası diyorlar. Bütün bunları bilmekte fayda var. O zaman dengeleri doğru kurabilirler.

Æ Türk yazarlardan isim verebilir misiniz?

Æ Yaşar Kemal, Orhan Kemal mutlaka okunması gereken yazarlar. İzmirliler Kemal Bilbaşar’ın ’Deniz’in Çağırışı’nı okusunlar harika bir kitap. Tanımlayamadığımız hiçbir şeyin sahibi olamayız. Tanımlar sözcüklerle, yazıyla yapılır. Sözcük dağarcığınız ne kadar ise o kadar sahip olabilirsiniz.

Osmanlı İmparatorluğu’nda

şarap yasak değildi, recmedilen kadın olmadı

Æ Çağdaş ve aydın bir ülke olma yolunda kimi zaman tökezliyor gibi görünüyoruz. Bunun sebebi ne olabilir sizce?

Æ İyi, aydınlık ve ileriye açık olan her şey hayatını sürdürür diye düşünüyorum. Bazen geriye çekilmek gibi görünen şey ileriye atılmanın güç almasıdır. Ben böyle düşünüyorum çünkü bu ülke Osmanlı İmparatorluğu zamanında bile Ortadoğu’daki diğer örneklere benzemedi.

Æ Yine de kadınlar hep yeteri kadar özgür olamıyor değil mi?

Æ Yakın tarihte Ortadoğu’da recmedilen kadın fotoğrafları çıktı biliyorsunuz. Oysa 500 küsur yıllık Osmanlı tarihinde recm neredeyse hiç olmamış. Örneğin şarap yasak değil, meyhaneler var. Yani gençlerin tarihi ve yakın tarihi okuması lazım. Osmanlı’nın içinde bildiği gibi yaşayan diğer halklar, başka dinden olanlar var. Bütün bunları öğrendiğinizde o imparatorluğun nasıl yönetildiğini son dönemlerinde getirilen çağdaş bir moderniteyi anlıyorsunuz.

Æ Modernleşmek bizde hep korkulacak bir şeymiş gibi yansıtılıyor..

Æ Modernite sözcüğünden bir takım insanlar çok rahatsız. Halbuki çok önemli bir kavram; kişinin yaşamını genişletir. Yani cemaat olmaktan, cemaat baskısından, birey olamamış kalabalıklardan çıkarır. Modern birey olma sürecini yaşar ve alanını genişletir. Ama modernite son dönemde çok tartışıldı oysa Türkiye’nin bu haritadaki modernizmi çok önemli.
Yazının Devamını Oku

Üroloji seçeceğimi söyleyince ’şaşırdın herhalde’ diyorlardı

12 Nisan 2009
Hatice Sıçramaz Arıkan, Dokuz Eylül Üniversitesi Üroloji Ana Bilim Dalı’nda ihtisasını tamamlayarak "Türkiye’nin İlk Kadın Üroloğu" oldu. Prof. Dr. Adil Esen’in başkanlığında çağdaş ve iyi hizmet veren Üroloji Ana Bilim Dalı’nda göreve başlayan Dr. Hatice Sıçramaz Arıkan ile bırakın Türkiye’yi, Avrupa’da bile pek yaygın olmayan ’Kadın Ürolog’ olmayı konuştuk.  Doktorluk eğitiminizi nerede aldınız?

 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuyum. Ankara’dayken, bana uygun kent olmadığına karar verdim, İzmir’de ihtisas yapmaya karar verdim. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde üroloji ihtisası yaptım.

 Üroloji ihtisası yapmaya nasıl karar verdiniz?

 Fakültedeyken de bu bölümü çok seviyordum. Çok sevdiğim bir hocam vardı, belki onun da etkisi olabilir. Uzmanlığımı seçerken ömrümün sonuna kadar yapmaktan mutlu olacağım dal olması gerektiğini düşündüm. Üroloji hep sevdiğim ve meslek mutluluğunu aldığım bir uzmanlık alanı oldu. 

Sizden önce ürolojiyi seçen kadın doktor olmamış mı? 

Tıp fakültesinden sonra ihtisas sınavına girip dal seçiyoruz. Aslında benden önce de birkaç kişi ürolojiyi seçmiş ama ya istifa etmiş, ya farklı yönlere gitmiş. Pek tercih edilmemiş. 

Nasıl yaklaşımlar oldu bu dalı seçtiğinizde?

 Başta, ailem dışında pek destek olan çıkmadı. Herkes olumsuz yaklaştı. "Üroloji seçeceğim" dediğimde "Nöroloji diyecektin, yanlış söyledin herhalde" diyorlardı. Yani kimse onaylamadı başta.

 Aileniz nasıl tepki verdi?

 Ailem her zaman bana destek oldu. Annem, sadece cerrahinin yorucu olup olmayacağı konusunda endişeleniyordu. Onun dışında hep olumlu yaklaştılar.

Avrupa’da bile kadın ürolog sayısı çok az

 Yurt dışındaki konferanslara gittiğinizde üroloji dalında ülkemizi nerede görüyorsunuz?

 Son derece başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Bizim Dokuz Eylül’de yaptığımız gerek cerrahi operasyonlar, gerek hastaya yaklaşım belli bir standartın üstünde ve çok başarılı. 

Yurt dışında kadın ürolog yaygın mı? Sizi görünce ne tepki veriyorlar?

 Var ama orada da az. Mesela 4 yıl kadar önce yurt dışındaki bir toplantıda Avrupa Üroloji Derneği Başkanı’yla tanışmıştım. İnanamadı ve o dönemde Avrupa’da 17 kadın ürolog olduğundan bahsedip hem de Türkiye’den kadın ürolog olmam nedeniyle çok şaşırdı ve herkesin tek kadın ürolog olmamdan dolayı yaptığı "En güzel ürolog" esprisini yaptı. 

Sizce bu tip değişimler topluma nasıl yansıyor?

 Biz doktor olarak toplumu yukarı kaldıracağız ve tüm açılımları yapacağız diye düşünüyorum. Bence tıp fakültelerinde okuyan başta kız öğrenciler, cesur olmalı ve istedikleri bölümleri seçmeliler.

İlk geldiğim zaman herkes dönüp bakardı

 Dokuz Eylül Üroloji Ana Bilim Dalı’na geldiğinizde size nasıl tepki verdiler?

 Şaşkınlıkla birlikte iyi tepki verdiler. Üroloji bölümlerinde erkek egemenliği oluyor. Bir kadının gelmesi giyim odası gibi ufak tefek ayrıntıların bile düzenlenmesi gerekliliğini ortaya çıkardı. Ama hepsi halloldu. 

Hiç zorluk çekmediniz mi?

 Esas zorluk cerrahide oldu. Çünkü cerrahi zorlu bir asistanlık süreci. Çok fazla efor gerektirir. Bir de cerrahide her zaman bir hiyerarşi işler ve bu her zaman çok kibar olmayabilir. Ben zamanla buna da alıştım. 

İlginç yaklaşımlar oldu mu?

 Asistanlık keyifliydi, ama nereye gitsem; yemekhaneye, servise herkes bakardı, "A, ürolojiye gelen kimmiş" diye merak ederdi.

Amacım kadın ürolojisini geliştirmek

 Üroloji alanında en çok rastlanan rahatsızlık ne?

 Özellikle şişman, çok doğurmuş ve spor yapmayan kadınlarda sık idrar kaçırma. Erkeklerde ise idrar yolu enfeksiyonları yanısıra, prostat ve böbrek taşlarına rastlıyoruz. 

Bu dalda neler yapmak istersiniz?

 Ürolojide kadın hastalar hep başka yönlere gitmişler. Kadın ürolojisini geliştirmek istiyorum. Bölüm başkanımız Prof. Adil Esen de beni buna yönlendirdi. Bence iyi olacak.

Kadın ürolog olmaması biz doktorların cesaretsizliği

 Kadın doktorlar sizce neden ürolojiyi seçmiyor?

 Üroloji böbrekten, idrar çıkışına kadar olan kısmı inceler. Erkekte ve kadında da var ama çıkış organları farklı. Belki erkek cinsel organı rahatsızlık yaratıp kadın doktorların bu dalı seçmemesine neden olabilir. Ama bence bu tamamen doktor kaynaklı. 

Nasıl yani? 

Doktorun hasta karşısındaki duruşu önemli. Ben cesur konuşursam hasta da hemen saygılı yaklaşıyor. Kadın ve erkek, farklı hastalıklar hatta cinsel problemlerle gelebiliyor. Kadını da, erkeği de dinlerken aramda ilk başta bir duvar oluyor. Ama cesur ve net sorduğumda duvar yıkılıyor. Benim için kadın-erkek hasta farkı kesinlikle yok. 

Hastalar sizi görünce nasıl tepki veriyor?

 Halk ayrım yapmıyor. Birkaç kez kapıyı açıp beni görünce donup kalan oldu ama başka tepki olmadı. Bence şimdiye kadar kadın ürolog olmamasının nedeni doktorların cesaretsizliği. 

Hasta olumsuz yaklaşsaydı ne olurdu?

 Sanırım devam edemezdim. Çünkü ben bu mesleği mutlu olmak için seçtim. Ama hastalar beni reddetseydi çok üzülür ve devam edemezdim.

Başka şehirde sıcak bakılmazdı

 Kadın-erkek doktor sayısı farkının bu derece yüksek olduğu başka bir doktorluk dalı var mı?

 Üroloji dışında bu kadar yok. Aslında cerrahilerde de kadın doktor az. Ortopedi de kadın doktorların yoğun tercih ettiği bir dal değil belki ama hiçbiri üroloji gibi değil.

 Türkiye’deki "İlk Kadın Ürolog" olmak size ne hissettirdi?

 Uzman olduğum an çok şey değişti. Bir anda bu kadar tepki, ilgi beklemiyordum. Bana herşey normal geliyor, bu kadar büyütülmemesi gerekli diyorum. Ama öte yandan özel bir durum olduğunun da farkındayım ve bunun da onurunu yaşıyorum açıkçası.

 Bölümdeki doktorlar bu ünvanınızla ilgili ne düşünüyor?

 Hocalarımız, çalıştığım tüm kişiler, asistanlarımız, herkes çok çok iyi yaklaştı. Belki İzmir’de olmamın da etkisi olmuştur. Başka bir şehirde olsam aynı sıcak ve olumlu tepkileri alamayabilirdim. Şu anda Ankara ve Marmara’da çıkacak arkadaşlarım var. Onların da benim gibi olumlu karşılanmalarını umarım.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’dan İzmir’e bir proje için geldim, ama geri dönmedim

5 Nisan 2009
METİN KAP’ı yıllarca Camel Trophy ile özdeşleştirdik. Oysa o, aldığı iyi eğitim sonrasında çok farklı projelerde çalışmış bir işadamı. Maceracı ruhunun rutin iş hayatında kaybolmasına izin vermeyen Kap, 2,5 yıl önce iş için geldiği İzmir’e yerleşmiş ve son zamanların en gözde yeri olan bir restoran açmış. ’Hayatımda hiç bir şeyin garantisi yok, ama Türkiye’de yaşayacaksam sadece İzmir, Alaçatı’da yaşarım’ diyor.

>> Ne üzerine eğitim aldınız?

>> İstanbul’da Saint Michelle Fransız Lisesi sonrası 1.5 yıl İsviçre’de, üç yıl da ABD Boston Üniversitesi’nde iş idaresi okudum.

>> Türkiye’ye döndükten sonra ne yaptınız?

>> Aslında ilk işim Fransız ortaklı bir bilgisayar grafiği stüdyosu kurmak oldu. Bu arada 1987’de Madagaskar’daki Camel Trophy’e katıldım ve 2000’e kadar markanın sahibi olan firmanın genel müdürlüğünü yaptım. Türkiye’den sorumlu olmanın yanı sıra, uluslararası Camel Trophy’i organize eden 20 kişiden biriydim.

>> Sonrasında İzmir’e mi yerleştiniz?

>> İzmir’e 2,5 sene önce geldim. Öncesinde kendi firmamda sponsorship marketing denilen ve bir takım ürünler ve projelerle onlara uygun markaları bir araya getiren iş yaptım. Bir yandan da televizyona prodüksiyonlar ve reklamlar yapıyordum. Bunların arasında CBS için bir ayağı Türkiye’de çekilen Grammy ödüllü bir dizinin Türkiye prodüksiyonu da var.

>> Metin Kap deyince akla hemen Camel Trophy geliyor. Camel Trophy nasıl bir yarıştı?

>> Camel Trophy, hem rekabetin olduğu, hem de bütün ekiplerin birbirleriyle yardımlaşmasıyla engellerin aşılabildiği bir serüven. Yani hem takım ruhunun ve yardımlaşmanın yaşandığı hem de yarışma öğesini içinde barındıran çok nadir aktivitelerden biriydi. Adaylar kendi ülkelerinde çeşitli seçmelerden geçip uluslararası seçmelere katılıyordu. Bu da neredeyse bütün seneye yayılan bir süreç. 1987’de ilk kez katılan Türkiye’yi ben temsil ettim. En son Camel Trophy 2000’de yapıldı. Sonrasında firma el değiştirdi ve ondan sonra da yapılmama kararı alındı.

>> Camel Trophy neden hiç Türkiye’de yapılmadı?

>> Camel Trophy, her sene dünyanın farklı bir egzotik ülkesinde, başından sonuna tabiatla mücadeleyle geçen ve A noktasından B noktasına bin mil süren bir yolculuk. Bazen bir tek ülke, bazen birkaç ülkede. Mesela benim katıldığım sene Madagaskar’ı kuzeyden güneye katettik. Bir başka sene Maya medeniyetlerinin yaşadığı beş Orta Amerika ülkesi geçildi. Türkiye’de böyle bin millik parkur çok uğraşsanız belki çıkar ama buradaki seçim biraz daha egzotik, medeniyetin uğramadığı bölgeleri daha bol ülkeler. Bence Türkiye doğaya yönelik çok keyifli geziler yapmaya elverişli bir ülke ama Camel Trophy için o kadar uygun değildi. Olsaydı yaparlardı zaten.

>> Outdoor sporlara meraklısınız, neler var bunların arasında?

>> Tabiat sporlarına olan ilgimde Camel Trophy’nin çok katkısı var. Bununla birlikte, çok ufak yaşlardan itibaren yelken, sörf, bisiklet, offroad, motorsiklet ve ATV ile uğraştım. 80’li senelerde ralli yaptım, 97’de Türkiye Offroad Şampiyonası’na katılıp birinci oldum. 98’den itibaren pist yarışlarına katıldım. Son yıllarda Türkiye’ye gelen Caterham marka İngiliz arabalarıyla Türkiye ve yurtdışında yarıştım. Son bir kaça senedir yarışmıyorum ama bu seneye yarışmayacağım demek değil.

Restoranlar sahibinin karekterini yansıtır

>> Kimi mekan hoş görünse de hiç tutmaz, kimi çok tutulur, sizce bunun bir formülü var mı?

>> Formül önerecek kadar bu işte pişmedim henüz. Ama her şeyden önce iyi ve dengeli bir menünüz olmalı, iyi ve kaliteli malzeme kullanmalısınız. Ayrıca servisinizin düzgün olması lazım. Bunun dışında çok da fazla kural yok bana sorarsanız. Aslında restoran denilen şey sahibinin karakterini yansıtan bir ortam. Herkese birden hitap etmesi mümkün değil. Kişiden kişiye zevkler değişebiliyor ama eğer sizin çizginizin hitap ettiği yeterli bir kalabalık varsa bir şehirde, yemeğiniz de düzgünse o restoran doluyor.

>> Bu işlerde hep işinizin başında olmanız, her gelenle belki ahbaplık yapmanız gerekiyor değil mi?

>> Evet, işin başındasınız ve insanlarla dostane ilişkiler içerindesiniz; başka türlü olabileceğini sanmıyorum bu işin. Zaten işimi çok severek yapıyorum. Tabii ki sosyal tarafı da var çünkü gelen insanlar o mekanın sahibinin veya işletmecisinin işinin başında olduğunu görmekten, kendileriyle ama yemek ya da başka konular üzerine üç, beş kelime sohbet edilmesinden keyif alıyor. Siz de bundan keyif alıyorsanız hiçbir problem yok.

Türkiye’de yaşadığım sürece İzmir Alaçatı’da yaşarım

>> İstanbul insanı yorar, İzmir’e gelip yerleşir klişesi doğru mu sizce?

>> Bu, nasıl yaşadığınıza bağlı. Ben İstanbul’dayken de işim ve yaşam tarzım nedeniyle doğayı çok yaşayan, çok acayip yerlere seyahat eden biriydim. Her zaman çocuklarım ve arkadaşlarımla kamp yaptım, çok egzotik ülkelere gittim işim gereği. Belli bir yaştan sonra sahil kasabaları tercih ediliyor dendiğinde biraz emeklilik gibi algılıyorum. Evet, bir yerden sonra metropol insanı yoruyor ama İstanbul’da değil de başka bir yerde yaşayayım dediğinizde de yine üretken olmalısınız. Şartları oluşturabilirseniz her dönemde yeni bir işe, yeni bir hayata başlanabiliyor.

>> Şu andan itibaren ben hep İzmir’de yaşarım mı diyorsunuz yoksa hiç belli olmaz belki bir gün İzmir’den de gidebilirim mi?

>> Açıkçası bendeki durum, her an her şey olabilir durumu. Ama Türkiye’de olduğum müddetçe İzmir - Alaçatı bölgesi benim yaşayacağım yerdir gibi gözüküyor. Bu bölgeyi o kadar seviyorum.

Beklentim sadece keyif almak

>> Sizce restoranınızı İstanbul’da açsaydınız, daha mı farklı olurdu?

>> İstanbul’da böyle bir şey yapar mıydım bilmiyorum. Gerçi ilk başta İzmir’de yap iyi olur diyen bir kişi çıkmadı. Çok az insan olumlu yaklaştı. Ama ben şu anda bunu yapmış olmaktan çok mutluyum.

>> İzmir iş anlamında beklentilerinizi karşıladı mı?

>> Bir şehirde aradığınız her şeyi bulmanız mümkün değil. Ben kesinlikle aradığımı buldum. İnsanlar değişik dönemlerde, değişik şeylere yoğunlaşıyor, arayışları farklılaşabiliyor. Ben İstanbul gibi bir metropolü 47-48 yaşlarına kadar çok dolu yaşadım. Aynı şeyi İzmir’de beklerseniz bulmanıza imkan yok. İzmir’in çok çok avantajlı yönleri var, onların keyfini çıkarıyorum. Arabaya atlayıp 40 dakikada Çeşme-Alaçatı gibi bir cennette olmak, Kordon’da koca bir yeşillikte köpeğimi dolaştırmak, işimden evime bisikletle ya da yürüyerek gidip gelmek çok keyifli. İzmir’in keyif alınacak şeylerinden keyif alıyorum bunun gerisinde de işimi yapıyorum.

Burada hayat İstanbul’dan çok daha rahat

>> İzmir’e yerleşmek nereden çıktı, burayla bir bağınız var mı?

>> Hiçbir bağım yok. Üç sene önce Urla Yağcılar Köyü’ne uzun soluklu bir proje için geldim fakat proje 2,5 ay sonrasında iptal oldu. Ama ben o kadar sevdim ki burayı kaldım.

>> İstanbul’da bekleyeniniz veya işiniz falan yok muydu da kalayım burada dediniz?

>> Ben İstanbul defterini kapatıp gelmiştim zaten. İkinci eşimle evlenip bir hafta sonra buraya gelmiştik. Çok keyifli yerde yaşıyorduk. Bir tarafımız orman, bir tarafımız bahçe idi. 1-1,5 seneyi Yağcılar’da geçirdik. Fakat bir yerden sonra gidip gelmeler zor olmaya başlayınca İzmir’e taşındık.

>> İstanbul’daki hayatınıza baktığınız zaman İzmir’deki biraz daha rahat bir hayat mı?

>> Kesinlikle. Mesela arabayı sadece hafta sonu Alaçatı’ya gitmek için kullanıyorum. Son zamanlarda bisiklete binmeye başladım. Bunlar İstanbul için çok büyük lüksler. İşine yürüyerek 5 dakikada gidebilmek çok büyük bir avantaj.

Arkadaşım Mehmet Gürs’den yoğun eğitim aldım

>> Restoran işi nereden çıktı peki? Öncesinde bu işle uğraştınız mı?

>> Hayır ama dışarıda çok yemek yedim. Çünkü 10 sene evlilikten sonra ciddi bir süre bekarlık yaşadım. Çok iyi arkadaşlarımın çok iyi restoranları vardı. Bir damak tadım vardı. Tabii bu bir restoran açmak için yeterli değil. İzmir’e geldikten sonra ne yapayım derken baktım ihtiyaç var, restoran açmaya karar verdim.

>> Bu konuda birinden yardım aldınız mı?

>> Benim çok yakın bir arkadaşım, çok başarılı bir şef ve restoran sahibi olan Mehmet Gürs. Önce bu fikri ona danıştım, beni çok cesaretlendirdi. Daha sonra yine onun restoranlarında hızlandırılmış ama çok sıkı eğitim aldım. Num Num zincirinden başlayarak hem mutfağı hem de servisi öğrendim. Sonrasında da Mehmet’in ofisinde satın almasından maliyet analizlerine kadar iyi bir eğitimden geçtim. Benim kendi başıma düşe kalka ve senelere yayarak öğrenebileceğim şeyleri çalışan bir sistemden öğrenerek çok ciddi zaman kazandığıma inanıyorum.
Yazının Devamını Oku