9 Ağustos 2009
MARIA Ekmekçioğlu İstanbul’da doğduktan sonra küçük yaşta Selanik’e göçmüş. Yıllar sonra bir Türk’le evlenip yine İstanbul’a yerleşen Ekmekçioğlu, kendisi gibi bir gurme olan eşi Haşmet Türközü’yle önce İstanbul’da, sonra Alaçatı’da "Maria’nın Bahçesi" adıyla restoranlar açmış. Atatürk’ün doktorluğunu yapmış dedesinin ve dinlediği mübadele hikayelerinin etkisiyle, tarih içerisinde birbirinden ayrı düşmüş iki kültürü şimdi yemekleriyle birleştirmeye çalışıyor.
Æ Nerede doğdunuz?
- İstanbul Kandilli’de doğdum. Ailem İstanbullu Rumlar’dan. Köklerimiz 1700’lerde Safranbolu’ya dayanıyor. Dedem Atatürk’ün doktorlarından biriydi.
Æ Gerçekten mi?
- 1911 Galatasaray Lisesi mezunuydu. Hatta okulda kayıtlarını bulduk, Hristo Ekmekçioğlu. Henüz subayken Mustafa Kemal ile doktoru olarak Trablusgarp’a gidip savaşmış. Daha sonra Osmanlı ordusundayken kardeşlerinin olduğu Yunan ordusu ile İzmir’de savaşmış. Bir trajedi.
Æ Dedeniz savaşta mı öldü?
- Hayır. Dedem Türk sevdalısıydı, asla Rumca konuşmuyordu. Annem ise fanatik bir Rum’du o nedenle kayınpederiyle geçinemezdi. Hatta ölmeden önce, ’Ben İstanbul’da ölmek istiyorum’ diyerek İstanbul’a geldi ve vefat etti. Aynı şekilde babam da İstanbul’da ölmek istedi ve eşimle benim yanıma geldi ve İstanbul’da vefat etti.
Æ Selanik’e ne zaman gittiniz?
- Ben küçükken Selanik’e yerleştik. Çikolata imalatı yapıyordum. Dekoratörlük de yapıyordum ama bunu daha çok arkadaşlarım ve kendim için yaptım. Selanik’te iki pastanem vardı. Üçüncü oğlum doğunca birini sattım, diğerini de çalışanlarıma devrettim.
Æ Türkiye’ye tekrar gelişiniz nasıl oldu?
- Selanik’te eşimle ayrıldıktan sonra bir geminin restorasyon işini almıştım. İstanbul’a gelip tersane ararken Haşmet Bey’le tanıştık. O gemi inşa mühendisi ve Tuzla’da tersanesi var. Yani önce iş, sonra aşk oldu. İstanbul’a yerleştim.
Æ Bir Türk’le evleneceğinizi duyunca çevreniz nasıl tepki verdi?
- Çocuklarımız iyi karşıladı ama aile büyükleri itiraz etti. Babam Türk sevdalısı olmasına rağmen ilk başta istemedi, ama şimdi canciğer oldular. Eşimin ailesinde de bana karşı önyargı vardı ama şimdi çok iyi anlaşıyoruz. Ben bir de yemeklerimle sevdirdim kendimi...
KANSEROJEN MADDE İÇERMEYEN BARDAK KULLANIYORUZ
Æ Türkiye’ye Michelin Yıldızı getirmek istiyormuşsunuz?
- Evet çok istiyorum. Zaten Chaine Des Rotisseurs de bu yönde bir paye. Michelin Yıldızı’nı mekan, servis, yemek, usta bir bütün alıyorsunuz. İstanbul’da 4 restoran bu yıldızı almak için ciddi uğraşıyor, biri de biziz. Tabaktan peçeteye, her şeyimize dikkat ediyoruz. Mesela bardaklarımız Almanya’da kimyasal kullanmadan üretilen, kanserojen hiçbir madde bulundurmayan özel bir kesimdir. Rodos’ta el boyaması tabaklar yaptırdım.
Æ Türkiye’de Michelin Yıldızlı restoran olmaması garip değil mi? Mutfağımızla bu kadar övünürken..
- Aslında Michelin Yıldızı tamamen yerel mutfaklara verilmiyor. Yerel mutfakları da kullanarak yeni karışımlar yaratmak gerekiyor. Füzyon mutfağı denilen, molekül mutfağı denilen yeni bir kavram bu.
Æ Moleküler mutfak ne demek?
- Günümüzde dünya mutfağının gitmekte olduğu yön bu. Çünkü artık insanlar fazla enerji almak istemiyor ama o güzel lezzetleri unutmadan keyifle tatmak istiyor. Mesela en son zeytin patlaması yaptım. Zeytin görüntüsünde olan bir sıvı yemek diyebiliriz. Ağzınıza koyduğunuzda havyar gibi patlama yapıyor. Yani zeytini sıvılaştırıyoruz. Bunu pancarla, karidesle çalışmayı düşünüyorum. Çünkü çok zor. Mesela yine şampanya bardağında servis ettiğimiz bir patates çorbamız var. Su görüntüsündedir ama içtiğinizde fırınlanmış patates tadı alırsınız.
TÜRKİYE’DE BİRKAÇ KİŞİDE OLAN GURME MADALYASINI ALDIM
Æ Dünya Rötisörler Derneği’nden madalya almanız nasıl oldu?
- Önce Mutfak Dostları Derneği’ne üye olduk. Ahmet Örs, Mehmet Yaşin gibi yemek konusunda birçok kişiyle dost olduk. Sonra bize gurme kişilere, üst düzey mutfaklara sahip kişilere verilen Chaine Des Rotisseurs ödülü verilecek dendi. Biz şaşırdık çünkü hiç beklemiyorduk.
Æ Nasıl seçmişler sizi?
- Bizim haberimiz olmadan birkaç kez gelip yemek yemişler ki böylece kalitenin sürekliliğini test edebilmişler. Monaco’dan derneğin başkanı Mösyö Gustave geldi çok özel bir gecede bu önemli madalyayı bana verdi. Hem restoran sahibi olarak hem şarap tadımcısı olarak ödül aldım. Türkiye’de bu madalyanın sahibi kişi sayısı sadece birkaç kişidir.
Æ Gurme olmak için ne yapmak gerekiyor?
- Araştırma yapmak önemli ama aileden ve çocukluktan gelen bazı alışkanlıklar önem taşıyor. Ailenin yaptığı seçimler, öne çıkan tercihler kişinin edinimlerini etkiliyor. Sonra tat farklılıkları ve araştırmalarla gelişiyor. Babam bana çok şey öğretti. İyi balık almak için Taksim’den Sarıyer’e, iyi su almak için Kemerburgaz’a giderdi. Restoranlarda beğenmediği yemeğin hesabını öder, yemez, ’Alın bunları aşçı yesin’ derdi. Şarap tadımı iyi bir burun, damak ister. Sigara da içmemek avantajdır.
İYİ AŞÇI OLMAK İÇİN YEMEKTEN KORKMAYIN, YEMEK SİZDEN KORKSUN
Æ Türk kültürü size neler kattı?
- Türk kültürü çok zengin. Ama bunu burada yaşayan Türkler değil, yabancılar keşfediyor. İstanbul’da arkadaşlarıma, ’Ne kadar şanslısınız, Asya’da uyanıp, Avrupa’da öğle yemeği yiyorsun, geziyorsun, iki kıtada yaşıyorsun’ diyorum.
Æ Çeşme’ye yerleşmeyi düşünür müsünüz?
- İzmir’de, Ege’de kendimi Selanik’te sanıyorum. Alaçatı’da evden çıkıyorum 600 metrelik yolu 2 saatte yürüyorum herkesle konuşmaktan. İstanbul’da insan ilişkilerine vakit kalmıyor.
Æ İyi bir aşçı nasıl olmalı?
- Önce cesur olmalı. "Sen yemekten korkma, yemek senden korksun." Soğan fazla mı kızdı, birşey kat rengi açılsın; pilav lapa mı oldu birşeyler kat farklı yemek olsun. Paniğe gerek yok, yemek yapan kişinin fantezi dünyası çok geniş olmalı.
YUNANLI ARKADAŞIM YUNAN YEMEĞİ DİYE İMAM BAYILDI GETİRDİ
Æ Türk ve Yunan yemekleri çok benziyor mu?
- Her şey aynı neredeyse. Hatta benim Selanik’teki evim duruyor, oraya gittiğimde kalıyorum. Bir seferinde eve vardığımda alt komşum geldi, elinde bir tepsi, " Mariacığım, sana eski bir Yunan yemeği yaptım" dedi. Bir baktım imam bayıldı. "Bu ne Eleni" dedim. "İmam bayıldi" dedi. "Bu Yunan yemeği mi Eleni" dedim. "Tabii" dedi. "Peki İmam bayıldi ne demek Eleni" dedim. "Ne bileyim ben anneannem öyle diyordu" dedi.
Æ İki kültürün etkileri mutfağınızı daha da zenginleştirdi mi?
- Biz ikisini birleştirdik. Yunan ve İstanbul mutfağı diyebiliriz. Ege mutfağı da var. Kayınvalidem Tireli, otlara da yabancı değiliz. Dolayısıyla hepsi var. Ama deniz mahsüllerinde iddialıyım.
Æ Hep tartışılır ya, Türk kahvesi mi Yunan kahvesi mi?
- O da ayrı bir konu. Esasında kahve Arap, Yemen’den gelmiş. Oradaki keçiler otlanırken bunları yiyorlar ve aşırı hareketli oluyorlar. Çobanın dikkatini çekiyor ve bunları topluyor. Sonra her yere yayılıyor. Hatta Osmanlılar Viyana surlarından ayrılırken malzemelerini bırakmış, Viyanalılar da sur kapılarını açınca çuvallar içindeki kahveyi keşfediyor ve böylelikle kahve Avrupa’ya yayılıyor. Ama herkes kendisine maletmiş.
RESTORAN AÇMAKTAKİ HEDEFİMİZ TİCARET DEĞİL GURME MUTFAK KURMAK
Æ Restoran kurma fikri nasıl gelişti?
- En baştan beri hedefimiz "Gurme bir mutfak" kurabilmekti. Bu işe ticari amaçla başlamadık. En çok kendimizi, dostlarımızı, eşimin dünya çapındaki armatör dostlarını memnun etmek için yemek yapıyoruz. Türkiye’nin her yerinden malzeme geliyor bize. Tereyağımız, sütümüz Tire’den, midyelerimiz Güzelbahçe’den yani her şey yerinden geliyor.
Æ İstanbul’dan önce başka yerde restoranınız var mıydı?
- Bodrum’da 2 güzel teknemiz vardı. Santorini, Mikonos’a gezi düzenliyorduk ve ben onların mutfağındaydım. Yüzen gurme bir mutfak gibiydi. Sonra tekneleri sattık ve Etiler’de ilk restoranımızı açtık. Sonra orayı kapatıp İstanbul Küçükyalı’da açtık.
Æ Alaçatı’ya gelmeniz nasıl oldu?
- Alaçatı’yı çok seviyorduk ve her sene Bodrum veya Göcek dönüşü mutlaka uğruyorduk. Ben dedemden de çok duyardım Alaçatı’yı. Buralarda bir kızı sevmiş ama evlenememiş. O yüzden ’Alaçatı’ der, ’Of’ çekerdi . Bu sene gelmeye niyetlendik ve çok güzel bir bahçe bulduk.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2009
İZMİR İş Kadınları Derneği Başkanı Şehnaz Yılmaz Footer, birçok alanda faaliyet gösteren aile şirketlerinde çalışmak yerine kendi işini kurmuş. Hukuk eğitimi aldıktan sonra uzun yıllar İngiltere ve ABD’de yaşayan Şehnaz Hanım, doğuda birçok benzeri olmasına karşın İzmir’de birkaç yıl öncesine kadar İş Kadınları Derneği bulunmamasını, zorlu ortamda yaşayan kadınların daha mücadeleci olup daha çabuk örgütlenmesine bağlıyor.
Æ Nerelisiniz?
Æ Biz İzmirliyiz, ama aslımız Urfalı. Annem Anadolu kadını olduğundan evde hep Anadolu kültürü hakim oldu.
Æ Okul hayatınız?
Æ Türk Koleji’nden sonra üniversiteyi İsviçre’de okuyacaktım, annemin isteğiyle vazgeçtim. Derece ile Dokuz Eylül Hukuk Fakültesi’ne girdim.
Æ Hemen avukatlık mı yaptınız?
Æ Aile şirketlerimiz var. Şu an Urfalı Çiftliği, eski adı Balaban Çiftliği idi. Türkiye’nin en büyük özel işletmesidir. McDonalds’ın tüm et ihtiyacı bizim çiftlikten gideriliyor. Çeşme’de müteahhitlik işlerimiz vardı, sonra Torbalı’ya taşındık ve üniversite boyunca orada kaldım.
Æ Çiftlik hayatı zor gelmedi mi?
Æ Çiftlikte çok mutlu oluyordum. Özellikle okulumu dondurup çiftlikte çalıştığım da oldu. Orada çok güzel tecrübeler edindim. Sonra fakülteyi bitirdim ama şehirle uyum sağlayamadım. Oradaki doğrular bana uymamaya başladı, mutlu olamadım. Değer yargıları bana çok materyalist geldi.
Æ Lise yıllarında olduğunuz ortam farklı geldi yani...
Æ Lise yıllarında anlayamıyorsun, çünkü her şey aynı, ondan sonra "ben" egosu çok ortaya çıkıyor, pek mutlu olamadım açıkçası. Orada biz köylülerle oturup kalkıyorduk. Onların acılarını yaşıyorduk, bilmediğim bir dünya. Ben eşitlikten yanayım, materyalist kavramları göze alarak kimsenin kimseden ast-üst olduğuna inanmıyorum.
Æ Ne yaptınız peki, tekrar çiftliğe mi döndünüz?
Æ Yurt dışına gitmeye karar verdim. Orada daha özgürsün, burada çevre var, belli bir yetiştirilme tarzına koşullanıyorsun. O doğrulardan geçmek zorundasın herkesin giydiğini giymek, herkesin dediğini demek zorundasın.
Zorluk içinde olan çok daha mücadeleci
Æ İzmir İş Kadınları Derneği’ni kurma fikri nasıl oluştu?
Æ Şirketim adına Mersin İş Kadınları Kurultayı’na gittim ve onların derneği olduğunu gördüm. Zaten doğuda kadınlar daha örgütlü, çünkü çok büyük zorluk içindeler, daha mücadeleciler. Her koşulda yetişen bitki aynı değildir, rahat ortamdaki hemen solar. Zorlu ortamdaki çok daha dirayetlidir. Doğunun kadını da işte ayakta durabilmek için mücadeleci. ’Batı neden gelişemiyor’ diyorlar ya olay bu. Bazen, ’Şehnaz sen çok girişimcisin hani kanından mı acaba oranın kadını çok cabbar’ diyorlar.
Æ İzmir için aynı derneği mi düşündünüz?
Æ Önce oraya üye olmak istedim, ’İzmir’de böyle bir dernek yok’ dediler. Ben de, ’O zaman kurulacak’ dedim. Kürşat Tüzmen’den randevu istedim, aldım. ’Şehnaz Hanım, siz kurun bizimle ilgili bir talebiniz olursa biz destek olacağız’ dedi. İZİKAD 12 Mayıs 2008’de kuruldu.
Æ Kaç üyeniz var?
Æ 80’e yakın üyemiz var ama biz sadece bütçe kadını istemiyoruz, etik değerleri yüksek olsun istiyoruz. Birlikte çalışma azmi ve iradesi olmayan insanlarla arpa boyu yol alınamaz. Yurt içi yurt dışı gezilerimiz de oluyor. En önemlisi yine ticari geçmişi de temiz olsun istiyoruz. Türk kadınını temsil ettiğimiz için bu kriterlere dikkat ediyoruz.
Kültürlerin kaynaşması ve birleşmesi çabası
Æ UNESCO temsilciliğiniz nasıl başladı?
Æ Yurt dışı temsilciliklerim sırasında bana bir davetiye geldi. UNESCO temsilciliği için düşünülmüşüm. Hemen başvuru mektubumu yolladım ve doğu kökenli bir aileden gelip batıda yetiştiğimi, yurt dışına açıldığımı, bu nedenle çok farklı kültürleri yaşama şansım olduğunu belirttim. ’Kültürlerin kaynaşması ve birleşmesi yönünde ayrıca barışa yönelik her türlü çabada memnuniyetle yanınızda olurum’ dedim. Çok etkilenmişler ve bana Türkiye kurucu ikinci temsilcilik teklif edildi.
Æ İZİKAD olarak neler yapmayı planlıyorsunuz?
Æ İZİKAD olarak protokol listesinde yer alan tek kadın derneğiyiz. İzmir Kalkınma Ajansı’ndaki yüz kuruldan biriyiz. İnter Balkan Kadın İşbirliği Dernekleri Federasyonu Türkiye temsilcisiyiz. Ülkelerle ikili görüşmelerimiz oluyor, misafirlerimiz geliyor, biz gidiyoruz. Geçenlerde Midilli Valisi ve Yunan Adaları Bakanı geldi. Kurucusu olduğum Avrupalı Akdeniz ülkelerinin kültürel dayanışma toplantısına gittiğimde ise başkan yardımcılığı teklif edildi. Karabük’e ilk yurt içi iş gezimiz oldu. Bir kitapçık hazırlıyoruz. Bunlar güzel gelişmeler.
Türkiye’de popüler kültürün yarattığı kısır döngü hakim
Æ Aslında İzmir rahat yer, Avrupa gibi denir ama...
Æ İzmir Avrupa’nın yaşam tarzına en uygun yer ama gelişmişlik bununla ölçülmüyor. Türkiye’de kısır bir döngü var, popüler kültür çok hakim. Avrupa’da insanları ayırt edemezsiniz sokakta. İnsanlarda çok farklılık yoktur. Ama İzmir’de, Türkiye’de farkındalık bir sanattır. Girdiği ortamda farklı olacak, konuşmasında hep birilerinden farklı olacak veya bir yerde ayrı bir bölüm farklı kişiler için olacak hep egolar üst düzeyde. Bu da rahatsız edici.
Æ Yurt dışında neler yaptınız?
Æ Önce İngiltere’ye gittim. Orada çok rahattım, tanıyan yok, istediğim gibi çalışıp kazandım ve özgürdüm. Burger King’de çalıştım. Çünkü İngiltere’de yemek çok pahalı. Ben orada sabah öğle akşam hem çalışıp hem de yiyordum hem de para kazanıyordum hesabımı bilirim.
Æ İngiltere’den Amerika’ya mı geçtiniz?
Æ Hayır babam rahatsızlığını bahane etti beni buraya getirtti. Çünkü o biliyordu beni kanatları altında tutamayacağını. Onun bana tavsiye ettiği yol, ’Babamın prensesi’ olmaktı. ’Para kazanman önemli değil, bir yerde yerin olsun, senin paraya ihtiyacın yok.’ Ama ben bu anlayışı kabul edecek insan değilim. Ne yapmam gerektiğini zaten çok küçük yaşlarda düşünmeye başlamıştım. Kişiliğimi geliştirmeye, kendime münhasır olmaya gayret ederim, doğrularımı bilirim. Bu yüzden rızasını da aldım, kalbini de kırmadım, saygı duydu ve yurt dışına gittim. Amerika’da hem master yapmaya, hem de çalışmaya başladım.
Burada herkes göbekten bağlı,
Eleştiri hoş görülmüyor
Æ Yurt dışında 10 yıl geçirdikten sonra İzmir’e geldiğinizde iş hayatını nasıl buldunuz?
Æ Çok gerilemiş, olması gerektiği yerde değil. Başta bir kayırmacılık var herkes göbek bağı ile birbirine bağlı. Ben tepki alıyorum çünkü sevdiğim insanları bile eleştiriyorum. O insanı seviyorum diye yanlışı söylememeliyim böyle bir şey olabilir mi? Neye hizmet edeceğiz yaşadığımız toplumun menfaatlerine mi, yoksa kişiye mi? Bu ayırt edilememiş. Oysa medeniyet, olgunluk gereği her ortamda eleştirilmeyi de bileceksiniz, eleştirmeyi de. Burada ise aman ben şunla iyi geçineyim, aramı bozmayayım gibi bir düşünce var. Devlet dairelerinden özel sektöre, her yerde kemikleşmiş bu.
Æ Sizce İzmir’in acil sorunları neler?
Æ Alsancak Limanı hep söylenen ama kimsenin bir şey yapmadığı bir problem. Geçen gün Uğur Yüce de İZKA toplantısında benzer sorunları anlattı. Liman yapılabilmesi için tabanın çamur olmayıp derin olması lazım ama hala çamur dökülüyor bu ne tezatlıktır. Kalıcı çözümler dururken hep sıvama çözümler öneriliyor. Geçen ay Rodos’taki bir toplantıda bir kadın turizmci, "Dünyada kriz var ama Rodos’ta geçen sezona göre yüzde otuz artış var" dedi. Çünkü bağlantılar yapılmış. Turistin gelişini kolaylaştırmışlar. Biz hala yeterli turist çekemiyoruz. Biz bu çözümler için baskı unsuru olmak istiyoruz.
Amerika’da pazarcılık yaptım, arkadaşlarım güldü
Æ Nerede master yaptınız?
Æ Florida Atlantik Üniversitesi’nde ama bitiremedim, evlendim, çocuklarım oldu... Ama 2 yıl önce İzmir’e döndüm.
Æ İzmir’e gelince kendi işinizde mi çalışmaya başladınız?
Æ Hayır Amerika’dayken ithalat ihracata başlamıştım. Türkiye’den benimsediğim malları alıp götürdüm. Orada birebir pazarcılık yaptım. Arkadaşlarım gülüyordu bana. Benim çok umurum değildir takmam kimseyi, keyifle yaptım.
Æ Neler satıyordunuz?
Æ Eski eşyalar daha çok kar getiriyordu. Araştırma yapmadan mal satmak çok tehlikeli. Antika işine girdim, o da beni altın ve değerli taş işine götürdü. Orada belli bir birikim oldu buraya gelip ithalat ihracat şirketi kurdum.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2009
Mario Franguolis, hard rock şarkılardan opera aryalarına kadar her türden şarkı söyleyebilen bir 21. yüzyıl tenoru olarak tanımlanıyor. Her ne kadar şimdi, "En büyük aşkım opera ve klasik müzik" dese de, gençlik yıllarında operayı sevmemiş. Grubundaki diğer Yunanlı sanatçılar gibi, onun da yakın akrabaları İzmir’den göç ettiğinden kendini İzmir’e ve İzmirliler’e yakın hissettiğini söylüyor. İKSEV’in düzenlediği Uluslararası İzmir Festivali için gelen Frangoulis ile harika manzaralı Hilton Oteli’nin kral dairesinde, sanat, hayat ve insan olmak üzerine konuştuk. È İzmir’e ikinci gelişiniz değil mi?
ÈEvet ama Çeşme’de ilk kez konser veriyorum. Çeşme Kalesi gibi tarihi bir yerde konser vermek çok müthiş.
Èİzmir’i seviyorsunuz..
Èİzmir’i çok seviyorum. Enerjisi, kendine has hayatı, Kordon, gün batımı harikulade. Arkadaşım George Perez’le Kordon’dan güneşin batışını izledik, sanki suya gömülüyordu, inanılmaz görüntüydü. ’Hayat güzeldir’ diye düşündüm. Beni yetiştiren akrabalarım İzmir’den göç etmiş. Geçmişi düşündüğünüzde karşınıza çıkanlar hep politik, insanlarla ilgili değil. Kim kimi incitirse, kendisi de incinir. Önemli olan dostluğu bulup çıkarmak, geriye bakmadan ilerlemeyi başarabilmek.
Gençliğimde operayı sevmiyordum
ÈKariyerinizdeki kilometre taşları nerelerde karşınıza çıktı?
È20 yaşımdayken Maria Callas bursunu kazandım. Bu bana daha büyük düşünme imkanı ve daha çok çalışma isteği verdi. 21 yaşımda Londra Palace Theatre’da Les Miserables müzikalinde başrol oynadım. Kendi paramı kazanmaya başladım. Her şey aynı anda olmaya başladı. Bütün olanlara ben de şaşırdım ama harika bir hayat fırsatı sunulduğunu da anlamıştım. Ayrıca efsane opera sanatçısı Alfredo Krause dünyanın farklı yerlerinde konserler verirken, oralara uçup ondan eğitim aldım. Beni kabul etmesi, sanatı ve mütevazı kişiliği beni çok etkiledi. Tüm bunlar için minnettarım.
Èİlk başta operayı sevmiyordum demişsiniz, bu ne zaman değişti.
ÈDoğru, sanırım içimde bazı şeyler değişti. Hayattan daha farklı ve ulaşılması zor şeyler istedim. Sadece müzikallerde oynamaktan memnun değildim. Yarışmaya girip Maria Callas bursunu kazandığımda kendimi daha ciddiye almam gerektiğini fark ettim. Kendimi daha fazla opera dünyasına verdim. Ama çok genç yaşta bu kolay olmuyor. Dışarıda bir dünya akıyor, arkadaşlarınız farklı şeylerle ilgileniyor, hatta sizinle dalga bile geçebiliyor. Her zaman klasik bir sesim oldu, tenor olmayı, Mario Lanza, Caruso gibi olmayı umuyordum. Sonradan bu müziğin ne kadar önemli olduğunu fark ettim.
Geçmişte travmalar yaşadım ama yaralanma pahasına kendimi kapatmadım
ÈGeçmişinizde ne olursa olsun, neler yaşadıysanız yaşayın yine de ileriye bakın, asla vazgeçmeyin ve ilerleyin demişsiniz. Bunu size söyleten neydi?
ÈGeçmişte kariyerim ve kişisel hayatımda gerçekten zor zamanlarım oldu. Bazı zamanlar kendimi, kendimle mücadele eder halde buldum. Ancak geriye bakmazsanız ilerleyebilirsiniz. Hayattaki olumlu şeyleri ve özellikle pozitif insanları bulmalısınız. Bazen diğer müzisyenler hatta aileniz ve arkadaşlarınız bile sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Ama bunları geride bırakabilmeyi öğrenmeli ve iç dengenizi kurmalısınız. Kendinize karşı doğal olup, hayata açık olmak en doğrusu. Kötü tecrübeleriniz var diye kendinizi kapatmamalısınız. Gerekirse yaralanma pahasına açık olabilmelisiniz, ama bu ilerlemenize engel olmamalı.
ÈAnnenizin sizi 4 yaşında teyzenize bırakıp gitmesinin bir travma yarattığından bahsetmiştiniz. Bunu nasıl aştınız?
ÈBence bu beni özel bir kişi yapmıyor. Herkesin kendine göre kötü deneyimleri var ama kimse bu nedenle bir ayrıcalık talep edemez ve ben daha önemliyim diyemez. Yapılması gereken başka insanların endişelerini ve acılarını anlamak. Onların yaşam için ya da daha iyi olmak için ihtiyaçlarını anlamak gerekir. Bazen insanlar kötü geçmişlerinden ötürü "neden ben" diye düşünerek kötü ve zalim olabilir. Bu çok tehlikeli bir sorudur. Oysa herkesin hayatında zorluklar, kötü zamanlar olmuştur. Ama bunu anlamak zaman alır.
Türkler ne dinlediklerini biliyor, şarkılara katılıyor
ÈTürkiye’de nerelerde konserler vereceksiniz?
È7 Ağustos’ta Meyra ile Bodrum Açıkhava, 9 Ağustos’ta ise İstanbul Kuruçeşme Arena’da olacağım.
ÈTürk izleyicileri nasıl buluyorsunuz?
ÈTürkleri çok seviyorum. Ne dinlediklerini biliyor, şarkılara katılıyorlar. İnternetten beni izleyen çok Türk hayranım var. Ayrıca gelecek yıl İstanbul’un kültür başkenti olması beni de mutlu ediyor.
ÈAntik tiyatrolara özel bir merakınız olduğunu okumuştum.
ÈAşil, Dionisos gibi birçok antik Yunan karakterini canlandırdım. Türkiye ve Yunanistan’daki antik tiyatrolar da beni çok etkiliyor. Bence Türkiye ve Yunanistan sadece bir denizi paylaşmıyor. Aynı zamanda tarihi, geçmişi ve kültürü paylaşıyor. Şimdi dostluk, arkadaşlık ve birliktelik zamanı.
Kendiniz olmalı, herkesin de kendisi olmasına izin vermelisiniz
ÈAfrika’da doğup bir müddet kalmışsınız. Bu hayatınıza ne kattı?
ÈAfrika, Yunanistan’dan ve dünyanın birçok yerinden daha farklı olduğundan, çok farklı deneyimler kazandırıyor. Bir kere çok büyük, farklı. Doğduğumda orada çok zor zamanlar yaşanıyordu. Aileler, komşular birbirini öldürüyordu. Evimizden iki kapı ilerideki aile dostlarımız öldürülmüştü. Beyaz insanlar yerlilere iyi davranmıyordu. Ben de birçok şiddet sahnesine şahit oldum.
ÈBütün bunlar sizde bir etki bıraktı mı?
ÈBunlar hala kafamda. Geçen yıl dünya barışı ve çocuklar için çalışan WCCI (World Centers of Compassion for Children International) barış elçisi oldum. Afrika bana kimin kim olduğunu ve insanların ülkeden ülkeye gösterdiği farklılıkları öğretti. İnsanların geçmişlerine, geldikleri yerlere saygı göstermeli, onların duygularını, öfkelerini ifade edebilmelerine izin vermelisiniz. Kimseyi yasaklayamaz, onları Avrupalı, Amerikalı olmaya ya da öyle davranmaya zorlayamazsınız. Hiçbir şey zorla yapılmamalı. Sadece kendiniz olmalı, herkesin de kendi olabilmesine izin vermelisiniz. Afrika bana insanların içlerinde özgür olmasının dışında, özgür olmalarından daha önemli olduğunu öğretti.
Leyla Gencer tüm zamanların en etkileyici sopranosu
ÈTürk sanatçısı Meyra ile ortak projeleriniz var değil mi?
ÈMeyra, iyi bir soprano. Onunla geçen yıl İstanbul’da tanıştık. Beraber çalıştık. Çok iyi karakterli. Genç ve yapabileceği çok şey var. Yeni albümünde bir şarkımı düet olarak seslendirdik. Kaliteli müzik yapması, iyi karakteri ve genç yetenek olması nedeniyle destek vermek istiyorum.
ÈBaşka Türk sanatçı biliyor musunuz?
ÈSezen Aksu tabii ki. Onu çok seviyorum. Güzel sesi, etkileyici yorumu, yürekten gelen sözleriyle Yunanlı sanatçı Haris Aleksiou ile benzerlik gösteriyor. Kesinlikle onunla çalışmak isterim. Zülfü Livaneli de çalışmak istediğim bir sanatçınız. Hatta bunu kendisiyle de konuştuk. Onunla çalışan tüm Yunanlı sanatçılar ne kadar harika sanatçı olduğundan söz ediyor.
ÈTürk opera sanatçısı deyince?
ÈLeyla Gencer benim için tüm zamanların en etkileyici sopranosudur. Güzel, güçlü, yüksek kaliteli, tutkulu bir sanatçıdır. Bence Leyla Gencer çok üstün yeteneklere sahip bir sanatçıydı.
Çeşme’de sohbet
Mario Frangoulis, Çeşme’de Yunanlı sanatçılar Eleni Lydia Stamellou, George Perris, İngiliz Deborah Meyers ile konser verdi. Gerçekten iyi arkadaş olan sanatçılarla konser öncesi kısa da olsa sohbet ettim.
ÈMario Frangoulis ve Arkadaşları projesi nasıl ortaya çıktı?
È Mario Bu proje geçen yıl ortaya çıktı. Birçok yetenekli sanatçıyla çalışıyorum. Her konserde farklı sanatçılarla bir araya geliyorum. Ben en çok genç sanatçılara önem veriyorum. Deborah Meyers ile uzun yıllardır birlikte çalışıyoruz. Benim ilk sahne partnerimdir. Aramızda harika bir sahne kimyası var. Onunla her çalıştığımda kendimi çok rahat hissediyorum. Eleni Lydia Stamellou ünlü Yunanlı sanatçı Aliki Kayaloglou’nun kızı ve çok yetenekli. George’u bir TV programında tanıdım. Sesinden çok etkilendim ama esas satışı artırmak için kendi albümünden değil de albüm dışından şarkı söylemesi beni etkiledi. Güzel müzik yapan, kaliteye önem veren, hayatı seven, romantik sanatçılarla bir araya geliyoruz ve konserler veriyoruz.
ÈDeborah: Mario ile 15 yıl önce Kral ve Ben’in seçmelerinde tanıştık. O zamandan beri sık sık birlikte çalışıyoruz. Mario ile tanıştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bu konser için İzmir’e Londra’dan geldim.
ÈGeorge: Mario genç sanatçılara karşı son derece cömert. 3 yıl önce bir TV programında Mario’ya gidip kendimi tanıttım, beni dinlemesini rica ettim. İşi olmasına rağmen bir saat 45 dakika sahneye çıkmamı bekledi ve beni dinledi.
ÈEleni: Ailem İzmir’e konsere geleceğimi duyunca çok mutlu oldu çünkü büyük annem İzmir’den göç etmiş.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2009
ASTRONOT Jon McBride, Kennedy Uzay Merkezi’nde çalışan bir Uzay Mekiği pilotu. Dünyadaki dördüncü Uzay Kampı olan ESBAŞ’ın davetlisi olarak İzmir’e gelen McBride 40 yıl önce de ülkemizi ziyaret etmiş. Bu kez Efes gibi tarihi yerleri de gezdiğinden büyük hayranlık duyduğunu söyleyen Astronot McBride’la, gençlere uzayla ilgili deneyimlerini anlattıktan sonra sohbet ettik.
ÈAstronot olmak çocukluk hayaliniz miydi?
Èİlk başta doktor olmayı düşünüyordum. Ama 14-15 yaşlarımdayken astronotlar uzaya gitmeye başladı. Dolayısıyla benim de bu yönde hayallerim oldu. Birçok genç Amerikalı da benim gibi hissediyordu.
ÈNasıl astronot oldunuz?
ÈÖnce Deniz Kuvvetleri’nde test pilotuydum. Sonra NASA’nın adaylar aradığını duydum, başvurdum ve seçildim. Çok şanslı olduğumu düşünüyorum.
ÈSeçildiğinizi ve uzaya gideceğinizi duyduğunuzda ne hissettiniz?
ÈBeni aradıklarında uyuyordum çünkü eyaletlerimiz arasında saat farkı var. Ama direktör, "Teksas, Houston’a gelmen gerekiyor çünkü uzaya gideceksin" dediğinde anında uyandım.
ÈUçak kullanmakla uzay mekiği kullanmak arasında çok büyük fark var mı?
ÈAslında yok ama aradaki fark uzay mekiğinin kontrol mekanizmaları daha küçük, hareketler daha yumuşak ve küçük olmalı.
ÈUzaya gideceğiniz gün yaklaştıkça heyecanlandınız mı?
ÈKesinlikle. Ama bütün pilot ve astronotlar gibi sadece işime odaklanmaya çalıştım. Hata yapmamak için görev dışında kalan her şeyi unutmak gerekiyor.
ÈHata yapmamak için duyguların kontrolü ne kadar önemli?
ÈEvet, duygularınızı olduğu gibi bırakmamalısınız. Kendinizi kontrol etmeyi öğrenmelisiniz..
ÈDünya dışına yolculuk yapmak kişiliğinizde değişiklikler yaptı mı?
ÈPek fazla oldu diyemem ama kendimi daha şanslı ve kutsanmış hissetmeye başladım. İnançlarım güçlendi, daha da sağlamlaştı. Hayatımın en şanslı dönemi olduğunu düşünüyorum. İyi bir hayatım oldu ama uzaya gitmek başka hiçbir şeyle karşılaştırılamaz.
En iyi tarafı dünyadaki problemleri görmemeniz
Èİlk uzaya çıktığınızda ne hissettiniz?
Èİlk çıkışım çok kısaydı. Sadece görevlerime odaklandım. Her dakika yapılması gereken bir şeyler var. O nedenle zaten çok fazla düşünecek zamanım olmadı. En uzun kaldığım süre 8 gün oldu.
ÈUzaydan dünya nasıl görünüyor?
ÈHarika görünüyor. Aynı anda tüm Avustralya kıtasını, okyanusları, kıtaları geniş ölçekli görebiliyor olmak Amerika’yı, İsrail’i, Ürdün’ü, Kıbrıs’ı, Mısır’ı kısacası dünyayı uzaydan görebilmek çok heyecan verici ve muhteşemdi.
ÈUzaydayken dünyadaki problemler çok mu anlamsız geliyor?
ÈUzaya gitmenin en iyi tarafı dünyadaki hiçbir problemi görmemeniz. Hepsini unutuyorsunuz ve dünya hiç olmadığı kadar barış ve huzur kaplı görünüyor. Ayrıca biliyorsunuz uzayda tüm astronot ve kozmonotlar birlikte çalışıyor. Şu anda uzayda 5 farklı milliyetten insanlar omuz omuza çalışıyor. Şu ana kadar 37 ülkeden astronot ve kozmonotlar uzaya gitti. Hiçbir zaman da bir sorun yaşanmadı.
Astronot Jon McBride
Astronot Jon Andrew McBride, 5 Ekim 1984’de Florida’daki Kennedy Uzay Merkezi’nden sekiz günlük bir görev için fırlatılan Challenger Uzay Mekiği’nin pilotudur. Diğer NASA görevleri arasında; Columbia Uzay Mekiği’nin gerçekleştirdiği ilk uçuşta lider takip pilotluğu, Uzay Mekiği Elektronik Entegrasyon Laboratuvarı’nda (SAIL) yazılım onaylama görevi ile STS-5(STS-Uzay Mekiği Taşıma Sistemi), STS-6 ve STS-7’de kapsül iletişimcisi (CAPCOM) görevleri yer almaktadır. ABD Deniz Kuvvetleri’nden yüzbaşı rütbesiyle emekli olan McBride; 40’tan fazla değişik askeri ve sivil uçakla uçuş yapmış, 4700’ü jet uçaklarıyla olmak üzere toplamda 8800 saatten fazla uçuş kaydı gerçekleştirmiştir.
Bir tane daha başkan Kennedy olsaydı Mars’a çoktan giderdik
È40 yıl önce Amerikalılar aya gitti. Ama 40 yıldır ne aya ne de başka bir gezegene insanlı iniş olmaması garip değil mi? Aya inişin sahte olduğu yönünde iddialara bunlar sebep olabilir mi?
ÈSebebi tamamen politika. Kennedy’den sonra onun gibi bir başkanımız daha olsaydı 1980 ya da 90’larda Mars’a gitmiş olurduk. Sonraki politikacılar üzücü bir şekilde öncelikleri değiştirdiler. Ay’a ya da Mars’a gitmek planlanan zamandan ancak 10 yıl sonra gerçekleşiyor. Yani planlayan başkan gidilen tarihte görevde olmuyor. Bu da başkanların bu iş için uğraşmamalarına neden oluyor.
ÈObama’nın yaklaşımı nasıl?
ÈHenüz bilmiyoruz. Programları pek güçlü görünmüyor. Obama’nın önceliklerinin de Kennedy de olduğu gibi uzay çalışmaları olduğunu sanmıyorum. Hatta belki Ay’a tekrar ayak basan ulus bile olamayabiliriz. Çünkü Çin bu konuda çok çalışıyor. Hindistan da çalışıyor.
ÈNasa’nın planları arasında Mars’a gitmek var mı?
ÈEvet, tarihi de 2030. Ay’a 2020, Mars’a ise 10 yıl sonrası planlanıyor. Bu da Obama’dan sonraki başkanlar zamanına denk gelecek.
Bir Türk, genç ve çocuklar için ilham kaynağı olur
ÈUzaya giden 37 ülke olmuş ama aralarında neden Türkiye yok?
ÈBence bu soruyu hükümetinize sormalısınız.
ÈNasıl yani?
ÈTürk hükümeti bizden bir Türk’ün eğitilip uzaya gönderilmesi yönünde bir istekte bulunmadı ki.
ÈSadece istemek yeterli mi?
ÈBunun hükümetler bazında olması en doğrusu. Sonra hükümetiniz Nasa’dan bir Türk astronot yetiştirilmesini talep edebilir. Tabii bunun için bir ödenek ayrılmalı ama bir Türk astronot tüm Türk gençleri ve çocuklarına müthiş bir ilham kaynağı olabilir.
ÈTürkiye’nin bilim dünyasındaki yeri nerede?
ÈBence Türkiye bilimde gerçekten gelişme gösteriyor. Burada bir çok iyi insanla tanıştım, ama ayrıca gençlerinizin ve çocuklarınızın oldukça akıllı olduğunu söyleyebilirim. Sadece cesaretlendirilmeye ve bilime teşvik edilmeye ihtiyaçları var. Uzaya giden bir Türk buna en iyi örnek olabilir.
Dünyada eksik olan çocukların ve gençlerin bilime teşvik edilmesi
ÈSizce 21. yüzyılda dünya ve bilim olması gereken yerde mi?
ÈBence dünyada yaşayanlar uzayda çalışanları örnek almalılar. Şu anda uzayda farklı milliyetlerden birçok insan huzur içinde görev yapıyor. Uzay tüm insanların barış içinde olduğu bir yer. Ama nedense bunu dünyada başaramıyoruz. Uzaydan sınırlar da görünmüyor.
ÈAma sanıyorum tüm dünyada popüler kültür bilimi yendi.
ÈBizim ülkemizde de sizin ülkenizde de eksik olan çocuk ve gençlerin teşvik edilmesi. Onlar bunun çok zor ve gereksiz olduğunu düşünüyorlar. Avukat olmayı, işletmeci olmayı tercih ediyorlar. Onları bilime ve onun harika dünyasına yönlendirmek gerekiyor. Bu arada mühendisler de çok çok önemli. Bence bir mühendis her yerde iş bulabilir.
Otobanda araba kullanmak uzaya gitmekten tehlikeli
ÈUzaya gitme görevinizdeki en tehlikeli an hangisiydi?
ÈUzay istasyonuna giderken otobanda araba kullanmak. İnanın uzaya gitmek daha az tehlikeli.
ÈUzaya kimi göndermek isterdiniz?
ÈSizi olabilir. Uzayda bir Türk görmek isterim. Ülkelerimiz arasında da iyi bir gelişme olur.
ÈUzaydayken ailenizden uzakta olmak nasıl bir duyguydu?
ÈOrdudaki görevimde evden zaman zaman 6 ay uzakta kaldığım dönemler oldu. 8 günlük görevim boyunca harika bir arkadaşlık ortamı ve heyecan verici görev süresince evimi özlediğimi söyleyemem.
ÈGörevinizin en iyi tarafı neydi?
ÈYörünge dolanımı ve 45 dakikada bir gün batımı ve gün doğumunu görebilmek harikaydı
ÈDünyada UFO gördüğünü iddia edenler var. Onlar burada bile gördüyse siz uzayda kimbilir neler görmüşsünüzdür?
ÈHayır, gördüğüm sadece dünya ve onun güzelliğiydi. Yıldızlar, gezegenler, galaksiler. Ben başka şey görmedim.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2009
DÜNYADA dev firmaların bile birer birer kapandığı kriz ortamında geçen hafta gelen başarı haberi hepimizi sevindirdi. İzmirli Cevher 25 bin firma arasında ilk 10’a girerek bünyesinde Lamborghini, Bugatti, Bentley, Audi, Seat ve Skoda gibi dev markaları bulunduran Volkswagen’in En İyi Tedarikçi Ödülü’nü kazandı. Ödülü Almanya’da birlikte alan Yönetim Kurulu Başkanı Haluk Özyavuz ve Genel Müdür Çağan Dikmen yaşadıkları gururu anlattılar. Bu arada Çağan Dikmen ile soyadı benzerliğimiz yok, kendisi eşim oluyor. Ama bu yakınlık böyle bir başarıyı görmezden gelmeme neden olmamalı diye düşünerek sayfamda yer verdim. Türkiye’ye ve özellikle İzmir’e böyle ödüller kazandırıp yurt dışında başarıyla temsil eden herkese yerim var...
DÜNYADA dev firmaların bile birer birer kapandığı kriz ortamında geçen hafta gelen başarı haberi hepimizi sevindirdi. İzmirli Cevher 25 bin firma arasında ilk 10’a girerek bünyesinde Lamborghini, Bugatti, Bentley, Audi, Seat ve Skoda gibi dev markaları bulunduran Volkswagen’in En İyi Tedarikçi Ödülü’nü kazandı. Ödülü Almanya’da birlikte alan Yönetim Kurulu Başkanı Haluk Özyavuz ve Genel Müdür Çağan Dikmen yaşadıkları gururu anlattılar. Bu arada Çağan Dikmen ile soyadı benzerliğimiz yok, kendisi eşim oluyor. Ama bu yakınlık böyle bir başarıyı görmezden gelmeme neden olmamalı diye düşünerek sayfamda yer verdim. Türkiye’ye ve özellikle İzmir’e böyle ödüller kazandırıp yurt dışında başarıyla temsil eden herkese yerim var...
HALUK ÖZYAVUZ
Krizden payımızı aldık boğuşarak deneyim kazandık
ÈCevher’in kazandığı ödülün anlamı ve önemi nedir?
ÈH.Ö.: 25.000 tedarikçi firması bulunan ve 100 kuruluşu "premium lig" takımı olarak belirleyen Volkswagen Grup, içlerinden 18’ini de önümüzdeki dönem için stratejik ortak olarak açıkladı. Cevher Grubu bu 18 çözüm ortağı arasında yerini alırken ’yenilik, ürün kalitesi, uzman proje yönetimi, geliştirme yeteneğinin yanı sıra daha fazla verimlilik için işbirliği ve çevre koruma bilinci’ kriterlerine bağlı sunulan "Büyük Ödül" ile onurlandırıldı.
ÈÖdülü daha önce Türkiye’de kazanan var mı?
ÈH.Ö.: Yeni dünyanın otomotivde lider adayı olan VW Grubu’nun olmazsa olmaz müşteri portföyüne girmiş durumdayız. Bu çözüm ortağı olmak, gelecekte daha fazla iş ve istihdam demektir. Bu ödül Türkiye’ye ilk defa getirildiği için, sektöründe ilkleri yapan Cevher’e uygun olduğunu düşünüyorum.
ÈKrize rağmen bu başarı geldi. Sizde kriz yok muydu?
ÈH.Ö.: 2008 yaz sonundan itibaren, krizden payımızı ciddi şekilde aldık. Ve krizle boğuşma imkanına sahip olduk. Böyle bir deneyim ancak 100 yılda bir başımıza gelir.
ÇAĞAN DİKMEN
Dünya devlerinin arasında bulunmak büyük onurdu
ÈCevher hangi yönleriyle öne çıkarak bu ödüle layık görüldü?
ÈÇ.D.: Grubumuzda 15- 35 yıl arası bulunan en az 200 çalışanımız var. Bu bilgi birikimimizin yazılı kayıtlarda tozlanmadığının, dinamik tutulduğunun göstergesi. Bunun sonucu 70’li yıllarda Türk Otomotiv Ana Sanayi’nin kurulmasıyla kazanmaya başladığımız önemli motor parçalarını üretebilme yeteneğini bugünlere taşımayı başardık. Alüminyum döküm süreçleri yanında kalıp ve tezgah üretim ile test kabiliyetlerine sahip olmamız muazzam bir esneklik ve hız getirerek bizi öne çıkaran avantajlar sağlıyor.
ÈÖdül töreninde nasıl bir ortam vardı?
ÈÇ.D.: Ödülün kriz ortamında alınması manasını güçlendiriyor. Törende de bu vurgulandı. Diğer 17 ödül sahibi Amerika, Japonya ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerin firmaları. Bosch, Bridgestone, Panasonic’ten bahsediyorum. 2008 ciroları 25 ile 68 milyar euro arasında değişiyor. Biz ise geçtiğimiz yılı 102 milyon euro ile kapattık. En iyi 100 tedarikçilerinin üst düzeyde temsil edildiği bir gecede, iki dakikalık özel bir takdim sonrası sundular ödülü. Büyük bir gurur bu. Tabiki ilgi de onca dev arasında firmamıza yoğunlaşıverdi.
Hiçbir tembel vizyoner olamaz
Èİş dünyasında, dünya piyasasında vizyoner olmanın önemi nedir?
ÈH.Ö.: Hiçbir tembel vizyoner olamaz. Ama her çalışkan da vizyoner değildir. İzmir’de doğum tarihi 30’lu ve 40’lı çok değerli büyüğümüz ve duayenlerimiz var. Bu değerli büyüklerimiz, hem Türkiye, hem de İzmir’in sanayisinin gelişmesinde öncü olmuş gerçek vizyon sahipleridir. Yalnız problem herhalde biz 50’li, hatta 60’lı doğum tarihi olanlarda. Bireysel şekil yerine, kollektif bir cesaretle olayların üstüne giderken, inatla finali görmenin, aynı zamanda büyük bir haz olması gerektiğini düşünüyorum.
ÈGelecek planlarınız nelerdir?
ÈH.Ö.: Yeni dünyadaki silindir kafası üretimi hedefimiz ilk üç içinde olmaktır. Jantta ise önümüzde çok daha büyük oyuncular olduğundan, ilk beşe girmek bizim için çok iyi sayılacaktır.
Ödülü, üretim ile kazandık
ÈÖdülün VW Grup için anlamı nedir?
ÈÇ.D.: Ödülü, 1.4 l TSI/TFSI motorları için ürettiğimiz silindir kapaklarında, kısa sürede kalite seviyemizi koruyarak sağladığımız tam 12 katlık üretim artışı sayesinde verdiler. Ödülden bir gece önce dünya çapında düzenlenen "Motor Yarışması" vardı. 12 ödül dağıtıldı. Üçünü; "Uluslararası Motor", "En Çevreci Motor" ve "En İyi Motor" olarak VW Grubu’nun 1.4 litrelik bu motoru topladı. Silindir kapak bir motorun kalbidir. Sanırım böylece ödülün manası daha belirginleşmiştir.
ÈOtomotivde krizden çıkış formülü ne olabilir?
ÈÇ.D.: Benzinli, ekonomik ama yüksek performanslı ve çevreci olan bu motor, krize karşı panzehir oldu. Çünkü dizel araç zaten pahalıyken bir de yakıtının fiyatı arttı. Tüketim trendi hızla bu yöne kaydı. Bu talebe yanıt vermek krizi yenmek demektir.
Ortaöğrenimini İzmir Saint Joseph’de tamamlayan Çağan Dikmen, D.E. Makine Mühendisliği’nin ardından Fransa’da Ecole Superieur de Commerce de Grenoble’da Marketing Masterı yaptı. Fransız şirketi Valeo’da çalıştıktan sonra 1995 yılından itibaren çalışmaya başladığı Cevher’de Genel Müdür olarak görev yapıyor.
Motor üretilirse otomotiv sanayimiz var diyebiliriz
ÈCevher’in kuruluşundan bugüne yolculuğu, kilometre taşları?
ÈÇ.D.: Kuruluşumuz 1955 yılında merhum Hüseyin Özyavuz tarafından Kızlarağası Han’da atölye ortamında gerçekleşiyor. 1968’de bugünkü Bornova fabrikamızın temeli atılıyor. 70’li yıllarda otomotivle tanışıyoruz. 80’li yılların sonu ilk ihracatımızı General Motor’a yaparken bugün üç fabrikada ortalama ihracat oranı yüzde 90’ı aşıyor. 1997’de faliyete geçen Çiğli fabrikamız 2003’de genişletiliyor. Aynı yıl Esbaş’ta kurulan fabrikamızla, 1985’te başlayan 2000’de ortaklığın sona ermesiyle duran jant üretimi yeniden başlıyor. Bugün 1995’ten itibaren ülkemizde ilk sıralarda yeralarak tüm ISO, QS, OHSAS, Q1 gibi kalite, çevre, iş güvenliği belgelerine sahibiz.
ÈOtomotiv piyasasında Türkiye nerede?
ÈÇ.D.: Ülkemizde araç üretim sayıları milyon adetleri aştı. Dünyada 16-17.’lik arası yer buluyoruz. Ancak aracın kalbi olan motorun üretimi yok denecek seviyede, ithal ediliyorlar. Oysa ki motorun üretildiği yer, yakınında bulunan motor ve motor çevresi komponentlerin üreticileri için iş imkanı demektir. Eğer motorun da üretildiği bir yerli ana sanayi modeli desteklenirse ülkemizin tüm otomotiv sanayi bundan olumlu etkilenir ve daha sağlıklı yapıya kavuşur.
İzmir Özel Fatih Koleji’nden sonra Almanya’da Friedberg’te döküm mühendisliği eğitimi aldı. Aynı dönemlerde dünyaca ünlü Buderus Şirketi’nde stajını tamamladı. Ardından New York Üniversitesi’nde Yönetim Programı eğitimi gördü. 1998’de "Dünya Genç Girişimci İşadamı" ödülünü kazanan Haluk Özyavuz; 1999’da Portekiz’de Türkiye’yi temsil ederek "Dünya’nın En Başarılı Genç Yöneticisi" seçildi.
Müzik ve yemekle stres atıyorum
ÈBu yoğun çalışma ortamında stresinizi nasıl atıyorsunuz?
ÈH.Ö.: Müzik dinlemek, ruhun ve bedenin en önemli gıdası. Ayrıca vakit bulduğumda, pergolada ya taş fırın ya da demirdöküm ızgarada her türlü yiyeceğin alternatiflerini deniyorum. Izgaranın da alternatifi olur mu demeyin. Aklınıza gelen değişik herşey damak tatlarına uygulanabilir. Meyveden, sebzeye, mantar, et ve tatlıya kadar.
ÈBu meraklarınız iş hayatınızla nasıl bağdaşıyor?
ÈH.Ö.: Bir sanayici olarak, hem Mutfak Dostları Derneği hem de Rotisörler Derneği üyesi olmam, değişik ülkelerde, iş seyahatlerinde otomotivin üst kademeleriyle Michelin ve Gault Millau restoranlarında değişik yemek kültürleri ile iş yemeklerinde bulunmak sizi böyle yemekli innovasyona yönlendiriyor.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2009
Levent Buda, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra 2000 yılında ilgi duymaya başladığı doğal iyileşme yöntemlerini geliştirmek için Wiesbaden Almanya’da Avrupa Homeopati Enstitüsü’nde klasik homeopati eğitimi aldı. Homeopatik tedavilerin ülkemizde yaygınlaşması için çabalayan Buda dünyada bu konudaki tüm gelişmeleri yakından takip ediyor.
È Homeopati ile nasıl tanıştınız?
È Almanya’daki kuzenim ve Alman eşi sürekli homeopati kullanıyordu. Kendilerinde ve çocuklarında... Sürekli tavsiye ediyorlardı. Öğrenmeye niyetlendim ama önce Almanca öğrenmem gerekti. Almanya’dan bir burs buldum. Almanya’da üç yıl boyunca, yılda 2 kez iki hafta kursa giderek eğitim aldım.
È Homeopatinin geçmişi nedir?
È İlk Alman hekim Dr. Samuel Hahnemann 1797’de bulyor. Sonra Amerika’ya gidiyor, yayılıyor. Washington’da Dr. Hahnemann’ın büyük bir heykeli var. Aslında Dr. Hahnemann, Hipokrat’tan beri bilinen bu yöntemi tamamen sistematize etmiş. Bunu da altı kez yenileyerek yazdığı ’Organon’ adlı kitabında yazmış.
È Türkiye’ye gelişi nasıl olmuş?
È Türkiye’nin ilk kez 1800’lü yıllarda yine bir Alman hekim deniyor. İstanbul’da bir veba salgınında homeopati kullanıyor. İyi sonuçlar alıyor ama o zamanki genel yapı nedeniyle burada kalmıyor, Hindistan’a gidiyor. Hindistan’da bugünkü gelişmelerin en temel öğesi oluyor.
Hemeopati ile hastalarımdan yüzde 80 memnuniyet alıyorum
È Homeopati ile ne tip hastalıklar tedavi edilebilir?
È Homeopati hastanın bütünüyle ilgileniyor. Bizim için migren, ya da egzama, ülser hepsi bir hastalığın bir parçası. Bu arada psikolojiyi de göz ardı etmiyoruz, hepsini değerlendiriyoruz. Buna ’Bütüne yönelik holistik yaklaşım’ da denir. Bütünü değerlendirdikten sonra ona uygun o anına uygun ilacı reçete ediyoruz.
È Başarı oranı nedir?
È Teoride baktığımızda yüzde 100 başarı. Ama pratikte hiçbir yöntem yüzde 100’ü karşılamıyor. İşte bu yüzden diğer tamamlayıcı yöntemlerin de katkısını koymak gerekebiliyor zaman zaman... Benim kişisel hastalarımdan geri bildirimlerimle yüzde 80 memnuniyet söz konusu.
È Peki size başvuranlar daha çok hangi tip hastalıklar?
È Migren, astım, sık tekrarlayan boğaz iltihapları gibi değişik reaksiyonlar geliyor. Biz bağışıklık sistemini de güçlendirmeye çalışıyoruz. Kanser hastası da geliyor. Ama kanser mesela çok faktörlü bir hastalık, tek başına ’Şundan çıkmış’ diyemiyorsunuz. O yüzden kanserde multidisipliner bir tedavi olması gerekiyor. Yani üniversitelerde onkoloji bölümleri takip edecek, kemoterapisi veya ameliyatı yapılacaksa yapılacak, ondan sonra biz de tamamlayıcı olarak yanına gireceğiz.
DOĞADA GÖRDÜĞÜNÜZ HERŞEY İLAÇTIR
È Homeopati tıpta nasıl tanımlanıyor?
È Dünya Sağlık Örgütü’nün literatüründe tamamlayıcı tıp olarak geçiyor. Çünkü doğal ürünler kullanılıyor. Doğada gördüğünüz her şey homeopati için ilaçtır. Zaten 3 bin küsur ilacı var, uzun yıllar denenmiş, bulunmuş ve güvenle kullanılıyor. Amacı doğal olarak iyileşmeyi sağlamak.
È Doğal iyileşme nasıl sağlanabilir?
È Homeopatinin temel iyileştirme felsefesi benzeri benzer ile çözmek. Mesela soğan doğranırken gözünüz yaşarır, burun akar yani grip veya alerjik nezle belirtileri. İşte homeopatide tedavi için soğan kullanılıyor ama yüksek standardizasyonlarda onda bir yüzde bir ya da ellibinde bir sulandırılıyor ve içindeki ilaç miktarı çok azalıyor ve hazırlanma safhasında çok çalkalanmalar olduğu için enerjisi yükseliyor. Biliyorsunuz Kuantum düzeyinde taneciklerin hızlanması çalkalanmaya bağlıdır.
Tedavi edicilik tıp doktorlarına bırakılmalıdır
È Dünyada çok kabul gören bir yöntem mi?
È Tabii, Japonya’dan Amerika’ya, Kanada’dan Avrupa’nın tamamına yayılmış. Dünya kongrelerinde çok geri bildirim alınıyor. Avrupa Parlamentosu’nda 4 Nisan Dünya Homeopati Günü olarak kutlanıyor. Belçika’da kullanım oranı yüzde 59. İngiltere’de ulusal sağlık sistemine dahil, hatta hastanelerden biri kraliyet nişanına sahip. Kraliyet ailesi bu yöntemi destekliyor ve sigorta tarafından ödeniyor. İsviçre’ye bakıyorsunuz yine aynı. En son gelişmiş uygulamayı ise Bulgaristan yapıyor.
È Tıpta yeri nedir özellikle bizim ülkemizde? Nasıl bakılıyor?
È Türkiye için çok yeni yöntem, uygulamalar yeni başlıyor. İstanbul’da bir Tamamlayıcı Tıp Enstitüsü Derneği kuruldu. Bu dernek direkt Sağlık Bakanlığı ile çalışıyor. Ben derneğin homeopati konusunun başındayım. Bakanlıkla çalışmalarımız sürüyor. Yakın zamanda uygulama yönetmelikleri çıkacak.
È Peki homeopatı nasıl tanımlıyorsunuz? Mesleği tıp olmayanlar homeopati kursu alıp olabilir mi?
È Türkiye’nin yasası çok açık tedavi edicilik sadece hekimlere bırakılmıştır. Hekim haricinde kimse tedavi edicilik yapamaz. Bu sebepten tebabet şuabat diye bir kanun var, meslek yasası. Bu yasa tedavi ediciliği tamamıyla hekimlere bırakıyor. Türkiye’de homeopatiyi hekimler yapar ama ilaçları eczacılar verdiğinden muhakkak homeopati ile ilgili bilgileri olması gerekir. Çünkü homeopati ilaçları da reçetesiz olduğundan eczacıların da en azından akut hastalıklardaki kullanım konusunda eğitimli olması gereklidir. Akdeniz Üniversitesi’nde bu konuyla ilgili kurslar başladı. Ben de orada eğiticiyim. Ayrıca yine eczacılık fakültelerinde homeopati doktora dersi olarak yürütülüyor.
Yaşamımız elektronik cihazlarla çevrili
È Detoks son dönemde çok moda oldu?
È Detoks doğru yapılmazsa vücutta bazı şeyleri bozuyor. Ağır metal, kurşun zehirlenmeleri ki, hemen ortaya çıkmaz. Vücudun çok sofistike toksinleri uzaklaştırma yapısı var. Ve bu sofistike yapı zaten çalışıyor. Ancak bunun üzerine çıkmış hastalarda kronik yorgunluk, allerjik reaksiyonlar, migren gibi rahatsızlıklar görülüyor.
È Kronik yorgunluk neden çok görülüyor insanlarda?
È Mevsim, ani sıcak ve soğuklar da etkili. Çok yaygın olan hızlı yaşam, elektronik cihazlarla dolu ortamlar da olumsuz etkiliyor. Benim önerim, asla ve asla yatak odasında açık elektronik alet bulundurulmaması, cep telefonu, televizyon, bilgisayar hatta başucunda elektronik bir saatle uyunmaması.
LEVENT BUDA KİMDİR
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra Devlet Hastanesi, sağlık ocağı, Dokuz Eylül Üniversitesi Mediko-Sosyal Hizmetler Ünitesi(başhekim) ve Karayolları 2. Bölge Müdürlüğü’nde çalıştı. 2002-2005 arasında Wiesbaden Almanya Avrupa Homeopati Enstitüsü’nde klasik homeopati eğitimi aldı. Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde fitoterapi eğitimini tamamladı. 2007’de Uluslararası Nöral Terapi Derneği’nden eğitim aldı.
Hemen antibiyotik kullanmaya başlıyoruz
È Homeopati ile ilaç kullanımı azaltılır mı?
È Türkiye’de en basit enfeksiyonda bile antibiyotik kullanılıyor. Oysa virüs enfeksiyonlarında antibiyotiğin faydası yok. Antibiyotik virüsü öldürmüyor. Amaç ilacı azaltıp bağışıklık sistemi güçlendirip daha az hasta olunmasını sağlamak.
È Bağışıklık sistemimizi nasıl güçlendireceğiz?
È Mesela şu dönemde domuz gribi tehdidi var, bağışıklık sistemini güçlendirmek için C vitamini, çinko, ekinezya çayları önemli. Propolis arı sütü ve bazı maya mantarlarından elde edilen ilaçlar da önem taşıyor.
È Herkesin hastalıklara karşı direnci aynı olmuyor değil mi?
È Bir otobüste gripli birisi hapşırınca 45 kişi hasta olmuyor, 2 kişi oluyor. Çünkü onların direnci düşük. Ama bu direnci etkileyen çok etken var. Beslenme, çevre kirliliği, stres, sıkıntı, sigara, bunların hepsi etkiliyor. Homeopatik yaklaşım ve detokslarla bunların etkisini azaltmak mümkün.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2009
SON birkaç yıldır Alaçatı, Ege’nin gözbebeği oldu. İlk kez, çok erken kaybettiğimiz Leyla Figen’den duyduğum Alaçatı, başdöndürücü hızla gelişiyor. Her sene restoranlara, otellere yenileri ekleniyor. Bu bir gelişim gibi görünse de aslında her biri Alaçatı’nın kültürel dokusunu oluşturan yerel dükkanların yerine açılıyor. Alaçatı’nın ilk otelini açan Zeynep Öziş’in o yıllarda Alaçatı’nın bugünkü halini tahmin edip etmediğini merak ettim. Alaçatı’ya gerçekten yürekten bağlı olan Öziş ve diğer işletmeciler kurdukları derneklerle Alaçatı’nın bu gelişimden olumsuz etkilenmesini engellemeye çalışıyorlar. Umuyorum bunu başarırlar...
È Kaç senedir Alaçatı’da yaşıyorsunuz?
È 1992’de geldim yani 17 sene oldu. Ama tamamen burada yaşamaya 1998’de başladım.
È O yıllarda henüz Alaçatı şimdiki gibi popüler değildi. Siz neden buraya yerleştiniz?
- Boğaziçi İşletme’yi bitirdikten sonra çok hareketli ve yoğun bir iş hayatım oldu. Henkel Turyağ’ın İzmir ofisinde, daha sonra da İstanbul’da pazarlama müdürü olarak çalıştım. Çok seyahat ediyordum. Kariyerim çok iyiydi, çok para kazanıyordum ama harcayacak gücüm ve vaktim kalmıyordu. Bunun anlamsız olduğunu düşünmeye başladım ve her şeyi bırakıp Alaçatı’ya yerleştim.
È Bina aldığınızda ne durumdaydı?
È Burayı aldığımda dökük, harap bir yerdi. Hatta annem "Bu kız o ahırı ne yapacak" dediğini itiraf ediyor. Ama çok ilginç bir şey var. Ben küçüklüğümden beri mimariye meraklıydım ve hep evler çizerdim. Burayı alıp düzenledikten sonra bir baktım, aynı çizimlerimdeki eve benzemiş. Yani ben yıllarca hep Taş Otel’in binasını hayal etmiş ve çizmişim.
È Otel yapma fikri nereden çıktı?
È Profesyonel turizm rehberliği eğitimi almış ve Anadolu’yu gezmiştim. Yani turizme yabancı değildim. Burayı aldıktan sonra 2001’de otel yapmaya karar verdim. "Olmazsa da en fazla burayı satarım" diye düşünmüştüm. Çünkü o zamanlar insanlar buradan ev almaya başlamıştı.
BİZ BÜYÜK BİR OTELİN ODALARI GİBİYİZ
È Alaçatı’yı tanıtmak için neler yapıyorsunuz?
È Bu sene Londra’daki Lüks Turizm Merkezleri Fuarı ve Dünya Turizm Fuarı’na katıldık. Belki hemen ticari sonuçlarını görmemiz mümkün olmayacak ama çok güzel tepkiler aldık. Zaten amacımız kendi otellerimizi hemen doldurmak değil, Alaçatı’nın tercih edilebilirliğini artırmak.
È İki elin sesi var durumu yani...
È Biz işletme sahipleri, birlikte hareket ediyoruz. Hatta geçen gün bir işletmeci arkadaşım, bizi büyük bir otelin odalarına benzetti. Çünkü, mesela bana yaz döneminde çok talep geliyor. Ama odalarım çok önceden dolduğundan gelen istekleri hemen başka otelci arkadaşlarıma yönlendiriyorum. Önemli olan o kişinin benim otelime değil, Alaçatı’ya gelmesi. Biz bu bilinçle hareket ediyoruz.
TAŞ OTEL SUNDAY TIMES’IN 20 ÖZEL OTEL LİSTESİNDE
È Sizin otelinizin müşteri portföyü nasıl?
Türkler de var ama artık daha çok İngiliz, Kanadalı gibi yabancı turist de var. Bu turistler sayesinde biz yedi ayı dolu geçiriyoruz. Yıllık ortalamamız yüzde 50. Bu Alaçatı için iyi bir oran.
È Agresif bir pazarlama yolu izlememek daha mı etkili oluyor?
È Bakın, Taş Otel internetteki birçok önemli yabancı seyahat sitesinden çok güzel övgüler alıyor. Kulaktan kulağa yayılan bir ünü var. Hatta hiç bilmediğimiz bir zamanda İngiliz Sunday Times Gazetesi’nin bir yazarı otelimizde kalmış ve gitmiş. Daha sonra gazetesinin özel seyahat ekinde yazarların özel tercihleri olan 20 otel sorulmuş. Listedekilerden biri de Alaçatı Taş Otel’di. Bu bizim için büyük gurur kaynağı olduğu kadar Alaçatı’nın tanıtımı için de müthiş bir fırsat oldu.
KÜLTÜR YAPISI VE BAZI GELENEKLERİN SONUNA KADAR KORUNMASI GEREKİR
È Alaçatı’nın ilk otelini siz açtınız. Alaçatı’nın bugünkü halini öngörüyor muydunuz?
È Alaçatı’nın cazibe merkezi olacağını düşünüyordum, ama bugünkü halini pek de hayal etmemiştim. Alaçatı bence dinlenme merkezi olmalı, eğlence merkezi değil. Umuyorum bu yönde gelişir.
È Sembol, Galatasaraylılar Kahvesi gibi Alaçatılılar’ın işlettiği bir çok dükkanın kapanıp bar ya da restoran olduğunu gördüm. Birbirinin benzeri bu kadar yer açıldıkça Alaçatı özelliğini yitirmez mi?
È Alaçatı bir eğlence değil, dinlence ve kültür merkezi aslında. Buranın kültürel yapısı, dikkat çeken. Bize gelen yabancı turistler eski evlere, yerel dükkanlara hatta denk geldikleri düğünlere bayılıyor. Bunların korunması gerekli.
È Bu konuda siz neler yapıyorsunuz?
È Bunun olmaması için yıllar önce Alaçatı Koruma Derneği’ni kurduk, ’Korumacı Turizm’ kavramı geliştirdik. Amacımız Alaçatı’nın dünyadaki kültürel, dinlence ve lüks turizm merkezlerinden biri olması. Yani mass marketing(kitle pazarlama) değil niche marketing(niş pazarlama) yapılmalı. Gerçi bu lüks olma konusunda hepimiz aynı fikirde olamadık ama bence olması gereken bu.
È Lüks olma konusunda nasıl farklı düşünceler var?
È Bazı üyelerimiz sokaklarımızın dünyadaki diğer lüks merkezler gibi temiz ve geniş olmadığı görüşünde.
ALAÇATI’DA BÖLGESEL TURİZMCİLİK YAPILIP YOĞUNLUK DAĞITILMALI
È Bence Alaçatı’nın Capri, Santorini hatta İbiza sokaklarından pek farkı yok. Sadece oralarda herşey bizimki gibi tek bir sokağa sıkışmamış, ara sokaklarda da hayat var.
È Çok doğru. Bölgelere ayrılmış turizm yapılmalı. Her sokakta belli sayıda restoran, otel olmalı. Fazlası diğer bölgeye, yani arka sokaklara açılmalı. Bu aşırı kalabalık, gürültü ve görüntü kirliliğini engellemek açısından önemli.
È Kalabalık, gürültü ve görüntü kirliliğini nasıl engelleyebilirsiniz?
È Mesela Alaçatı Turizm Derneği Başkanı olduğum dönemde valilik, kaymakamlık, belediye ve jandarmaya dilekçeler yazarak gürültü konusunda tedbir alınmasını istedik. Ertesi gün tüm işletmelere tebligat yapılarak müzik yayınlarının 12’ye kadar sokaktan geçeni rahatsız etmeyecek, 12’den sonra ise sokaktan hiç duyulmayacak şekilde yapılacağı belirtildi.
È Yerel yönetimlerin bu bilinçte olması çok sevindirici.
- Evet ama belediye başkanımız Alaçatı’nın bin yatak kapasitesini geçmeyeceğini, başka otellere izin vermeyeceklerini söylemişti. Şimdi bile yatak sayısı 1500 ve her gün yeni işletme açılıyor.
È Bunun nesi kötü?
- Bakın bir işletme açmak, hele buradaki kiralarla büyük maliyet. Alaçatı otellerinin yıllık doluluk oranı yüzde 20. Bu maliyetlerle ve doluluk oranıyla işletmelerin yaşaması mümkün değil. O zaman işletmeler yaşamak için giderlerini kısacak, yani kaliteden ödün verecek, ama fiyat düşürmeyecek. O fiyata kalite alamayan müşteri bir daha gelmeyecek, işletme bu sefer fiyat düşürecek, yani kendi kendini yokedecek. Ben dünyanın en iyi şirketlerinden birinde yıllarca pazarlamada çalıştım. İşin mantığı bu ki derneğimizin tuttuğu istatistiklerle her şey ortada.
ZEYNEP ÖZİŞ
İzmir Amerikan Kız Koleji ve Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Ülkesel Profesyonel Tercüman Turist Rehberliği eğitimi aldı. Roma’da Cepat Seyahat Acentesi’nden sonra Henkel Turyağ, Henkel Duesseldorf ve Henkel Italiana Milano’da pazarlama yöneticiliği yaptı. Henkel Pazarlama Direktörlüğü görevinden 1998’de ayrılarak Alaçatı’ya yerleşti. Alaçatı’nın ilk oteli olan Taş Otel’i açtı.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2009
DOKTOR İnci Erkin o kadar yönlü bir insan ki hangi konuyu konuşacağımı şaşırdım. Tamamlayıcı Tıp ve Enerji Teknikleri konusunda birçok eğitim alan ve şu anda yurtdışında da eğitimler veren Erkin ile sohbetimizin size de ilginç geleceğini sanıyorum;
È Eğitiminizi İzmir’de mi tamamladınız?
È Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra Ankara’da biyokimya ihtisası, daha sonra da laboratuvar çalışmaları yaptım.
È Farklı tekniklere ilginiz nasıl başladı?
È Hastalarla yakından ilgilenen bir doktor oldum. Bazı hastaların, doktorlar doğru teşhis koyup doğru tedaviler uygulasa da iyileşemediklerini fark ettim. Araştırınca sadece bedene yönelik yaklaşımlarla bütüncül sağlığın olamadığını anladım.
È Bütüncül sağlık derken neyi kastediyorsunuz?
È Zihin, beden, ruh üçlemesini kastediyorum. Klasik tıpta bu bütünlüğü ihmal ettiğimizi düşünüyorum. Köy kökenli bir aileden geldiğimden doğayla da yakından ilgileniyorum. Neler yapılacağını araştırmaya böyle başladım. Böylelikle Arizona Üniversitesi’nde Dr. Andrew Weil’dan İntegratif Tıp, yani Tamamlayıcı Tıp eğitimi aldım. Alternatif Tıp deyimini kabul etmiyoruz. Çünkü tıbbın alternatifi olmaz. Biz eskiden varolan ama göz ardı ettiğimiz tekniklere kucak açıyoruz. Yani aslında bana Modern Şaman diyebilirsiniz. Şifacı, Biyokimyacı bile diyorlar.
È Peki hangi iyileşme teknikleri üzerine yoğunlaştınız?
È Enerji psikolojisi teknikleri, bitkilerle tedavi yani fitoterapi, aromaterapi alanında ders verebilecek bir profesyonelim. Doğada varolan ve insanın iyileşmesine yardımcı olabilecek her şey benim çalışma alanımın içinde. Enerji teknikleri öğrenilebilir ve kişiler başkalarına ihtiyaç duymadan kendilerini iyileştirebilir ve içlerindeki şifa güçlerini arttırabilirler. Ama duygusal çöpler ve birikim çok fazla ise önce bir profesyonelin yardımı gerekebilir.
Dünyadaki ortak büyük felaketlerde yayılan sinyaller de aynı oluyor
È Siz Princeton Üniversitesi’nin bir projesine de ev sahipliği yapıyorsunuz değil mi?
È Princeton üniversitesi dünyanın en büyük metafizik projelerinden biri olan Küresel Bilinç Projesi’ni yürütüyor. Başında Prof. Roger Nelson var. Ben de bu projenin bir cihazına Türkiye’de evsahipliği yapıyorum. Dolayısıyla o cihaza isim verme yetkim var. Ben de Mevlana ismi koydum. Bir nevi dünyanın beyin dalgalarını ölçen bir cihaz bu. Şu anda kardeşimin Yüksek Teknoloji’deki bürosunda uydu ve internet bağlantılı olarak bulunuyor. Bu cihazdan dünyada 104 adet bulunuyor.
È Ne tip veriler bunlar?
È Rastlantısal sayı üretici sistemiyle çalışıyorlar. Normalde sıradan sinyaller gönderirken insanların duygu ve düşüncelerini etkileyen önemli olaylar olduğunda bilgisayar gibi cihazların sinyallerini bile etkilediğini gösterdi bu çalışma.
È CERN deneyi için İsviçre’ye gidişiniz nasıl oldu?
È CERN araştırmalarını takip ediyorum. Onların bir listesi var, bilim adamı, araştırmacıysanız kaydınız kabul ediliyor ve size tüm gelişmeler bildiriliyor. Ben de araştırmacı-yazar kimliğim ile davet edildim. 300 kişilik bu toplantıda Türkiye’den bir tek ben vardım.
Zihnimizin efendisi olabilmeliyiz
È Kullandığınız teknikleri biraz anlatır mısınız?
È EFT Duygusal Özgürlük Tekniği demek. Emotrans ise duyguların dönüşümü. Olumsuz bir enerjiyi doğru ve yararlı şekle getirmeye çalışıyoruz. Aslında enerjinin kötüsü yok kötü kullanımı var. Reiki bir başka teknik ama tüm bu disiplinler uygulayıcıyla bütünleşiyor ve içgüdüsel harekete geçiyor.
È Yani tüm bu tekniklerin temelinde duyguların kontrolü mü yatıyor?
È Beynimizin belli görevleri var. Alt beyin temel yaşam güdülerimizi, orta beynimiz limbik sistem yani duygularımızla ilgili bölümü içeriyor ve her şeyi saklıyor, üst beynimiz ise korteks düşünen beynimiz. Bazı olaylar karşısında, fobilerimizde alt beynimizle orta beynimiz arasında saniyenin onda birinde kısa devre oluşabiliyor, üst beyin düşünemiyor bile. Öfkeye yenik düşmemiz, anlam veremediğimiz hızlı anlık tepkilerimiz bu yüzden. İşte önemli olan bu üç beynimizi doğru kullanmamız, zihnimizin kölesi değil efendisi olabilmemiz.
Kanserleşen hücre hepimizde var, önemli olan direnç sistemimiz
È Hastalıklara direncimiz de azalıyor mu artık?
È Küresel ısınma, gıdalardaki katkı maddeleri hatta küresel kriz sonucu son dönemde psikosomatik hastalıklarda artış var. Bağışıklık sistemi hem zayıflıyor, hem de dengesi bozuluyor. Yani bazen gereğinden fazla çalışıp kendi hücrelerine karşı bile antikorlar üretiyor. Böylece otoimmün hastalıklar ortaya çıkıyor.
È Sıkıntı ve stres hastalıklar da ne derece etkili oluyor?
È Sıkıntı stres tek başına hastalığı yaratmaz ama ortaya çıkmasına sebep olan kimyasal sürecin düğmesine basar. Streste en çok uykularımız bozuluyor. Böylece mesela melatonin gibi kansere karşı koruyucu olan birçok hormon salgılanamıyor. İnsanların içerisinde her an kanserleşen hücreler var. Bu biyokimyasal bir süreç. Bağışıklık sistemimiz normalde programlanmış hücre ölümüyle bunları yok ediyor. Fakat bağışıklık sistemi bu hücrelerle baş edememeye başlayınca hastalıklar ortaya çıkıyor.
È Yediğimiz gıdaların nasıl etkileri var?
È Gıdalara yapılan müdahaleler, katkılar onların da genetiğini değiştirdi. Bir elmada, bir portakaldaki antioksidan madde 30-40 yıl öncekiyle aynı değil. Yani besin destekleri de eskisi gibi yeterli olamıyor.
KİMDİR
Bornova Anadolu Lisesi’nin ilk kız mezunlarından. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi 1977 mezunu ve Klinik Biyokimya Uzmanı. Tamamlayıcı Tıp konusunda yurtdışında çeşitli eğitimler aldı. Tamamlayıcı EFT, EmoTrance, Nei-Gong (iğnesiz Çin Akupress tekniği), Reiki ileri düzey uygulayıcısı ve master eğitmeni. İlk Türk EFT Master. Amerika, Avustralya ve İngiltere’de eğitimler veriyor. Ege Üniversitesi- Argefar’da Fitoterapi-Aromaterapi kurslarında eğitmen olarak görev alıyor. Verdiği eğitimlerde Kanser, MS dernekleri, Pozitif Yaşam Derneği, Düzce Deprem Çalışma Grubu, Darüşşafaka gibi Resmi Kurumlarda çalışan ve gönüllü sosyal hizmet götüren kişilere burslar veriyor. Down Sendrom’lu ve Otistik Çocuklarla ilgili gönüllü çalışmaları var. İzmir’de bir Klinik Laboratuar ve Sağlık Merkezi sahibi. KİT-VAK, BALEV (Bornova Anadolu Lisesi Eğitim Vakfı),BAL-GÖÇ (Balkan Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği), Türk Kanser Araştırma Derneği, İzmir Sağlık Kuruluşları Derneği, Klinik Uygulamalı Hipnoz Derneği, Enerji Tıbbı Uygulamaları Derneği, Acil Tıp Derneği de dahil olmak üzere 14 dernek ve vakfın üyesi. Dr. Salim Erkin ile evli olup 2 çocuk annesi.
İlaç firmaları sevmiyor
È Tamamlayıcı tıp, klasik tıbbın neresinde yer alıyor?
È Klasik tıbbın yaklaşımı bilimseldir ve deneylerle kanıtlanmıştır. Şimdiye kadar enerji psikolojisinin nasıl işe yaradığı, etkisinin ne olduğu gösterilemiyordu. Ama artık rezonans görüntülemeler, pozitron emisyon tomografiler gibi birçok teknoloji var. Artık insanların meditasyon yaparken beyninde hangi bölgelerin nöronal aktiviteleri artıyor görebiliyoruz. Bu teknikleri uyguladıktan sonra bağışıklık sistemini sağlayan etmenlerin artışı ya da öfkeli veya üzgün olayları hatırladığımızda bunların azalması görüntülenebiliyor.
È Tıp bu yöne mi gidiyor yani?
È Hem gidiyor, hem de gitmiyor. Çünkü bu yöntemler klasik tıptaki gibi çok büyük ilaç harcamaları gerektirmediğinden ilaç sektörünü beslemiyor. İnsanların sağlıklı kalmalarını, hastalanmadan koruyucu ve mutlu olmalarını amaçlıyor. Bunun dünyadaki en büyük tröstlerden biri olan ilaç şirketlerinin pek hoşuna gitmeyeceği açık.
È İyileşme sürecinde ne gibi farklar oluyor
È Bizim birkaç seans sonunda elde ettiğimiz iyiliği, klasik tıp kolay elde edemiyor. Ayrıca kişinin birçok ilaç kullanması gerekmiyor, zaman kaybı olmuyor, ağrılı bir süreç yaşanmıyor.
È Tamamlayıcı tıp tekniklerini veren kişinin niteliği önem taşımıyor mu?
È İntegratif tıp, klasik tıp ile tanısı konmuş konularda iyileştiricidir. Başağrısı olan biri gerekli tetkikleri yapmadan aylarca reiki alır, ama sonra tetkiklerde bakılır ki beyin tümörü var. Dolayısıyla tıp doktoru olmayan kimse teşhis koyamaz.
Yazının Devamını Oku