12 Nisan 2004
Sevgili İlhan Uçkan Milliyet gazetesinde benimle ilgili bir yazı yazmış. Yazısında şöyle diyor İlhan Uçkan; ‘Hesap edince tutmaz işte cümlelerin kıvamı bir türlü, illa ki sevileyim deyince hiç tutmaz.’ Ben cümlelerin kıvamının tutmamasına hiç takılmadım da, ‘illaki sevileyim’ hesabı yaptığım kısmına takıldım....
***
İlhan Hanım, hiç sevileyim diye bir hesap yapmıyorum bu yazıları (ya da kompozisyonları) yazarken. Sadece canımın istediği gibi yazıyorum. İstersem sesimin tonundan dolayı özür diliyorum, istersem psikoterapilerimle ilgili yazıyorum, istersem de bir filmle ilgili. Ha, bunları yazarken, ruhumdaki ‘sevilme ihtiyacı gediğim’ ortaya çıkıyordur onu bilemem.
Varsa bu gediğim (ki size göre var) ortaya çıksın ne fark eder ki? Üstelik hepimiz sevilmek istemez miyiz, ne var bunda? Eğer ‘ben istemiyorum sevilmeyi’ diyorsanız, emin olun benden daha fazla istiyorsunuz...
Hem ‘Erkekleri Kullanma Kılavuzu’nu yazarken, ‘popüler bir kitap yazıp, mümkün olduğunca daha çok kadına ulaşıp, kendinizi sevdirmek’ değil miydi amacınız?
***
Sıkıldım yahu devamlı birilerine hesap vermekten. Çocukken ders çalışmıyorsun diye annene hesap ver, ödevini yapmadın öğretmenine hesap ver, sınavdan kötü not aldın babana hesap ver, tutar dediğin program tutmadı patrona hesap ver, yırtık kot giydin dizlerin gözüktü, giydiğini beğenmeyenlere hesap ver, Simge’ye ‘senden pop idol olmaz’ de Akrep Nalan’la Osman Yağmurdereli’ye hesap ver, şimdi yazı yazıyorsun (diyelim ki sevilmek istiyorsun) bir de onun hesabını ver. Ne zaman bitecek bu hesap verme, bekliyorum merakla!
TİKAD’a benim annem
üye olabilir mi?
TİKAD kuruluş aşamasında olan Türkiye İş Kadınları Derneği’nin kısaltılmışı. Bildiğiniz gibi, bu derneğin kurucuları arasında Hülya Avşar da var. Niye var? Ben düşündüm, düşündüm, bulamadım. Türkiye’nin en başarılı ve popüler kadınlarından biri olan Hülya Avşar bir iş kadını mı? Parasını, riske ederek, sermaye olarak ortaya koymuş ve fabrika mı kurmuş? Kurduğu bir işyerinde yanında sigortalı olarak çalışan en az 50 işçi mi var?
Bildiğim kadarıyla hayır. Tabii ki Hülya Avşar sayesinde, para kazanan yüzlerce insan var. Ama Hülya Avşar işveren değil ki, emekçi. Ona işverenler, oyunculuk ya da şarkı söylemeyi teklif ederler, o da isterse kabul eder, istemezse etmez. Yani işveren tarafında değil, bildiğimiz çalışan tarafında. Mesela, bu derneğe Hülya Avşar üye olacağına göre, benim annem de üye olabilir mi? O da öğretmendi, şimdi evde temizlik ve yemek yaparak çalışıyor! Pınar Budak (Aşka Yürek Gerek Anlasana adlı şarkıyı söyleyen kız), bizim Firdevs, tekstil atölyesinde çalışan overlokçu, ya da bizim şirkette prodüktör olarak çalışan bayan arkadaşların bu derneğe üye olması mümkün mü?
Cevaptan çok eminim, mümkün değil. Bu yukarıda saydığım kişilerden bir tanesi TİKAD’a bırakın üye olmayı, üye olmak için başvuruda dahi bulunamaz. O zaman niye Hülya Avşar TİKAD’da kurucu üye?
Yoksa TİKAD da mı, Hülya Avşar’ın popülaritesinden faydalanıp, adını kullanarak gündeme gelmek istiyor? Bu derneğin faaliyetleri ne olacak? Yoksa derneğin amaçlarından bir tanesi de, magazin sayfalarında, üyelerinin daha fazla boy göstermesini sağlamak mı?
Kadınlar belgelerine sahip çıkıyor
İstanbul’un Fener semtinde Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin bulunduğunu biliyor muydunuz? 14 Nisan 1990’da, ‘kadınların geçmişini iyi tanımak, toplanan bilgileri bugünün araştırmacılarına sunmak, ve bugünün yazılı belgelerini korumak’ amacıyla kurulan kütüphane, Türkiye’nin konusu kadın olan tek kütüphane ve arşivi.
***
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tahsis ettiği, Fener’deki tarihi binada çalışmalarını sürdüren kütüphanenin elektrik, su ve bir kısım personel giderleri, yine Büyükşehir Belediyesi tarafından karşılanıyor.
Kütüphanede, kadınlar tarafından ya da kadınlar hakkında yazılan 9.500’ü aşkın kitap, 232’yi aşkın süreli yayın ve onbinlerce kupür, makale ve belgeden oluşan kolleksiyonlar bulunmakta. Osmanlı Dönemi’nde çıkmış bütün kadın dergilerinin orjinalleri ya da fotokopileri ile, Türkiye’nin ilk kadın belediye başkanı Müfide İlhan ve ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu’nun kişisel arşivleri de kütüphanede bulunmakta.
Kütüphane düzenli bir ödeneği olmadığı için, sürekli yayınları toplamak, yeni çıkan kadın konulu yayınları arşivine katmak ve personel giderlerini ödemekte zorlanıyor. Bu sebeple de, ‘Kadınlar Belgelerine Sahip Çıkıyor’ adı altında bir kampanya başladı.
Kampanyanın amacı, Türkiye’nin bu ilk ve tek kadın kütüphanesini yaşatabilmek.
***
Eğer siz de bu kütüphaneye destek olmak istiyorsanız, Türkiye Vakıflar Bankası Etiler şubesi 2009197 No’lu hesaba bağış yapabilir, ya da gönüllü olarak kütüphanede çalışıp, emeğinizle kütüphaneye destek verebilirsiniz.
Daha fazla bilgi için, 0212.5349550 veya 0212.5237408 numaralı telefonlardan, kütüphane koordinatörü, Hülya İskender Hayatseven’le bağlantıya geçebilirsiniz.
Benim de çok sevdiğim, Kerime Nadir’in, Muazzez Tahsin Berkant’ın, Cahit Uçuk’un romanlarını ilk baskılarından okumak, o romanların kapaklarına bir kez olsun dokunmak için değmez mi? Bence değer....
BUGÜN NE YAPMAYALIM
İçimiz sıkılıyor diye, gereksiz yere alışveriş yapmayalım.
NASIL‘BÜYÜDÜM
Ben büyürken gençler bileklerine isimlerinin yazdığı bir gümüş künye takardı.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2004
Pasaportum için çektirdiğim vesikalık bir resimden çok mutsuz olduğum ve artık neredeyse 36 beden jeanlerin içine sığamadığım için 1.5 yıl önce kilo vermeye karar verdim. Kilo vermeye karar vermeden önce de haftanın üç günü spora gidiyor, ama boğazımı tutamadığım için kilo veremiyor, aksine sürekli kilo alıyordum.
Kesin karar verir vermez, hemen bir sefer tası edindim ve her gittiğim yere çok az sıvı yağla pişirdiğim sebze yemeklerini taşıdım. İlk üç hafta anneannemden öğrendiğim ve çok sevdiğim çorbayı, öğlen bir dilim ekmekle, akşam da çorbanın yanında ızgara et ve salatayla birlikte yiyerek 4 kilo verdim. Şimdi siz ‘nedir bu çorbanın tarifi’ diye mail yağdıracağınız için, ben hemen çorbanın tarifini de vereyim size...
Aşurelik buğdayı kaynatın. İlk aşamada sarı bir suyu çıkacak, o suyu döktükten sonra, tekrar su ilave edip, buğdayı haşlayın. Haşladığınız su ılık bir hale gelince, 1 adet orta boy light yoğurtla karıştırın. İçine 1-2 avuç kadar haşlanmış nohut ve bol nane atarak karıştırıp, buzdolabına kaldırın. Çorbayı yerken ısıtmayacağınız için her yere yanınızda götürebiliyorsunuz.
***
1 ay boyunca uyguladığım örnek liste de şöyle:
SABAH
1 dilim tam ekmek (bütün marketlerde satılıyor)
Light beyaz peynir (ölçüyü herkes biliyor zaten!)
5 adet light zeytin
1 adet haşlanmış yumurta
ÖĞLEN
1 tabak yoğurt çorbası
1 dilim tam ekmek
AKŞAM
1 tabak yoğurt çorbası
1 tatlı kaşığı sıvı yağla pişmiş herhangi bir sebze ya da ızgara et
Yağsız salata
Bu süre zarfında, haftanın 4 günü spor yaptım. Spora halen devam ediyorum.
Diyet yaptığım sürece gözümün önünden hiç kebaplar, tatlılar, mantı geçmedi mi diye soracak olursanız, valla geçişler hiç durmadı. Bu anlarda diyet benim için de eziyete dönüştü. Ama bunları yemek aklıma geldikçe ne yaptım diye soruyorsanız eğer, hiçbir şey yapmadım. Sadece ağzımın suları aktı o kadar...
BUGÜN NE YAPMAYALIM
Boş zamanımızın çoğunu televizyon seyretmekle geçirmeyelim.
Güzin Abla, şu huylardan nasıl kurtulurum
Sevgili Güzin Abla,
Dün otuz dokuz yaşıma girdim. Kırkıma bir yıl kala hayatımda kendime çok öğretmeye çalışıp da, öğretemediğim şeylerle ilgili olarak sizden yardım istemeye karar verdim.
O kadar dağınığım ki; evime girdiğimin daha beşinci dakikasında evi darmadağın bir hale getiriyorum, hatta işyerimde çalışırken çaycı arkadaş, getirdiği çayı masada koyacak yer bulamıyor. Bu konuda ne yapabilirim?
***
Çeşitli takıntılarımdan ne yaparsam yapayım kurtulamıyorum. Kıyafetlerimin, mutlaka bir renk uyumu içinde olmasına dikkat ederim. Mesela, üzerime giydiğim bir tişörtün, herhangi bir yerinde kırmızı bir renk varsa, mutlaka
jeanimde ya da ayakkabımda da bu rengin olması gerekir. Bu uyumu yakalamak için, gardırop karşısında çileli saatler geçiriyorum.
Kendimin ve arkadaşlarımın en önce olumsuz ve eleştiriye açık yönlerini görüyorum. Hani şu bardağın yarısı dolu mu, yoksa boş mu meselesi. Bu sebeple arkadaşlarım arasında korkulan birisiyim. Kız kardeşim bile yeğenlerimi, ‘Bak seni dayının evine yollarım’ diye korkutuyor. Aslında haksız da değiller. Mesela işyerinde kilo alıp, basenleri genişleyen bir bayan arkadaşıma ‘Basenlerin çok büyümüş, artık arazi vergisine tabi. Vergini ödedin mi’ deyiveriyorum. İnsanlarla ve hayatla daha olumlu ilişkiler kurabilmem için ne yapmam gerekir? Ya da Türkstar yarışmasında sahneye çıkan bir yarışmacının en önce hatalarını görüyorum. Sonra da adım geçimsize çıkıyor. İnsanlarla ve hayatla daha olumlu ilişkiler kurabilmem için ne yapmam gerekir?
Aklımda bilimum gereksiz ayrıntılar kalıyor. Mesela bir arkadaşımın ilk kez karşılaştığımdaki kıyafetini aradan yıllar geçse de unutmam. 20 yıl sonra bile onun giydiklerini, ona eksiksiz olarak anlatabilirim. Zaman zaman detaylarla bu kadar uğraşmaktan, bütünü kaçırdığımı düşünüyorum.
Sevgili Güzin Abla, ben çok uğraşmama rağmen sevmediğim huylarımı değiştirmekte başarılı olamadım. Bunları değiştirmem için ne yapmam gerektiğini bana söylerseniz, çok sevinirim.
RUMUZ: Armağan
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken çay bahçelerine ‘gazino’ denirdi.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2004
Şişman ‘pop idol’ olur mu? Türkstar canlı yayınlarının başlamasından sonra alevlenen ve benim de taraf olduğum tartışma konusu bu. Bence şişman, daha doğru bir ifadeyle obez bir pop idol olmaz. Bu fikrimi canlı yayında da söyledim zaten. Sırası gelmişken cumartesi akşamı canlı yayında tavrım ve tarzımdan dolayı dilediğim özrümü burada da tekrarlayayım. Ama bu özür sadece Simge’ye karşı ses tonumu ayarlayamamakla ilgilidir; yoksa hala Simge’den pop idol olmayacağını düşünüyorum.
Simge’den (bana göre) niye pop idol olmayacağını açıklamak isterim. Biz Türkstar yarışmasında sadece iyi şarkı söyleyen, doğru nota basan birisini aramıyoruz. Türkstar yarışmasında pop idol arıyoruz; yani on binleri peşinden koşturacak, konser yaptığında stadyumları dolduracak, dergilere kapak olacak birisini. Üstelik azimli ve kendi bedeniyle barışık birisini.
Her mesleği yaparken, onu yapmanın çeşitli bedelleri vardır. Eğer sporcuysanız ve başarılı olmak istiyorsanız, her gün düzenli olarak antrenmanınızı yapmak zorundasınız. Başarılı bir akademisyen olmak istiyorsanız düzenli olarak literatürü takip etmek zorundasınız. İyi bir avukat olmak istiyorsanız kanunları, yönetmelikleri, değişen yasaları takip etmek zorundasınız. Peki pop idol olmak için hiç mi yapmanız gereken bir şey yok? Sadece iyi bir ses ve doğru şarkı söylemek yeterli mi? Pop idol dans etmez mi? Pop idol sahnede haraket kabiliyetine sahip olmamalı mıdır? Pop idol sahnede hem şarkı söyleyip hem de iki adım attığında nefes nefese mi kalmalıdır?
***
Üstelik obezite insanın değiştiremeyeceği kaderi olmadığı gibi, bedensel bir kusur da değildir. Eğer bu kadar pop idol olmak istiyorsanız, kendinize dikkat etmek zorundasınız. Düzenli besleneceksiniz, sporunuzu yapacaksınız, kendinize özen göstereceksiniz. Simge sizce bu kriterlerden kaç tanesini uygulamış? Her sabah kalkıp sporunu yapan, hayatını sürekli olarak diyet yaparak sürdüren dünyadaki ve Türkiye’deki pop idoller boş yere mi kendi hayatlarını cehenneme çeviriyor? Tarkan’ın sesi çok mu çirkin de sürekli olarak diyette ve spor yapıyor? Ajda Pekkan çok mu kötü şarkı söylüyor da bunca yıla rağmen hala fiziği ve dış görünümüyle birçok kadın kendisine hayranlıkla bakıyor? Üstelik bu saydığım isimler artık müzik piyasasında kendisine sağlam bir yer edinmiş sanatçılar. Ama hala hayatlarından fedakarlık ediyorlar, bulundukları yerleri korumak için. Simge pop idol olacak ama hayatında hiçbir şeyden fedakarlık etmeyecek. Bu kadar kolay mı?
***
Eğer biz Türkstar yarışmasında sadece ses rengine ve doğru şarkı söylemeye bakarak oy veriyor ve birinciyi seçiyorsak, geçen serinin birincisi bence farklı olmalıydı. Sadece sese bakarak birinciyi seçtiğimizde geçen serinin birincisi bence Aydan, Barış, Evren’den bir tanesi olmalıydı. Ya da farklı yorumu ve tarzıyla Bayhan olmalıydı. Ama bu saydığım adaylardan hiçbiri ipi göğüsleyemedi. Oy verenler görselliği ve daha başka ölçütleri ön planda tuttukları için Abidin birinci oldu.
Bütün dünyada ve Türkiye’de zayıflamak bir endüstri haline geldi. Bütün kadın dergileri, erkek dergileri ve hatta Kelebek eki sürekli zayıflama tarifleri, reçeteleri, zayıflamanın püf noktaları diye yazı dizileri yayınlıyor. Bazı dergiler bunları ek olarak veriyorlar. Bu yazı dizilerinin yayınlandığı günlerde, gazeteler tiraj alıyorlar. Televizyondan biliyorum, bir diyetisyeni herhangi bir programa konuk olarak çıkarttığımızda, MedYapım’ın telefonları o doktorun telefon numaralarını almak isteyenler tarafından kilitlenir. E şimdi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu... Madem şişman olmak güzel bir şey, niye zayıflamak ister insanlar?
Üstelik benim, şişman olanlarla hiçbir problemim yok. Olamaz da. Bu insanların kendi tercihidir. Şişmandır, mutludur, bedenini seviyordur. Beni hiç ama hiiiiç ilgilendirmez. Ama ‘Ben pop idol adayıyım’ diye ortaya çıkan birisinin kilolarıyla, bir jüri üyesi olarak sorunum var! Ayrıca ben sadece pop idol adayları üzerinde görüş bildirme yetkisine sahip bir jüri üyesiyim. Şişman olarak, piyasada kendine yer bulmuş, başarılı olmuş sanatçılarla benim ne sorunum olabilir?
Yazıyı bana göre dünyadan, pop idol olmuş isimlerle bitirmek istiyorum. Kıyaslamayı da size bırakıyorum. Madonna, Michael Jackson, Justin Timberlake, Britney Spears.
Unutmadan, Pazar günkü Hürriyet gazetesinde bana cevap veren Türk pop idolleri (!) Akrep Nalan (Nalan Hanım, unutmadan Pavarotti POP idol değildir), Işın Karaca ve Osman Yağmurdereli’ye de ayrıca teşekkür ediyorum...
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken televizyon tek kanallı ve siyah beyazdı. Haftanın 2 günü, sadece 3 saat yayın yapardı.
BUGÜN NE YAPMAYALIM
Duygusal tepkiyle oy vermeyelim.
Bir yılda 18 kilo verdim
Bundan iki yıl önce 1.78 boyumla, 85 kiloydum. Hiç unutmuyorum, pasaportum için vesikalık bir resim çektirdim. Resmi elime aldım. Ve gördüğüme inanamadım. Tombiş yanaklar, sarkmış bir gıdı... Akşam eve gittim, soyundum ve aynanın karşısına geçtim. Göbeğimden, belimden sarkan yağlardan çok mutsuz oldum. ‘Yapabilirim’ dedim... ‘Zayıflayabilirim.’
İlk iş olarak hemen bir sefer tası edindim. Her hafta pazara çıkarak, çeşit çeşit sebze aldım. Sebzeleri çok az, neredeyse bir tatlı kaşığı yağla pişirerek, her gün işyerine yemek taşıdım. Haftanın dört günü saat 06.00’da kalkarak, spor salonuna gittim. Ağırlık çalıştım, 50 dakika koştum.
Ve bir yılın sonunda 18 kilo vererek, 85 kilodan, 67 kiloya düştüm. Sadece işini yapan bir televizyoncuyum. Pop idol olmak istemiyorum.
Bir yıllık diyet serüvenimi de cuma günü yazacağım.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2004
Hiç psikoterapi seansına gittiniz mi? Aslında zor bir iş. Hem sabrınızı deniyorsunuz, hem kendinizle yüzleşiyorsunuz, hem dünya kadar para veriyor, hem de çok eğleniyorsunuz!
Psikoterapi seanslarına başlamadan önce hangi psikoterapiste gideceğinize karar vermeniz gerekiyor. Diyelim ki, çok ünlü bir psikoterapiste gideceksiniz; şimdi sıra randevu almakta. Muayenehaneyi aradığınızda karşınıza, hayatından bezmiş bir ses tonuyla konuşan sekreter çıkıyor. Zaten kendinizi psikoterapiye başlayacak kadar kötü hissediyorsunuz ve 1001 güçlükle karar vermişsiniz, bu sesi duyar duymaz içsel mutluluğunuza ulaşmak adına taşıdığınız umut bir kez daha kırılıyor ve ‘Vazgeçsem mi acaba?’ diye düşünüyorsunuz. Hala vazgeçmediyseniz eğer, sekreterle aranızda şöyle bir konuşma geçiyor:
- Psikoterapi merkezi.
- Randevu alacaktım.
- Tabii, ne zaman için.
- Mümkünse hemen... Mesela bu akşamüstü?..
- İmkansız. Doktor beyin bütün randevuları dolu.
- En erken ne zaman olabilir?
- Bir bakalım efendim. Şubat ayına verebiliyorum randevuyu.
- Hangi şubat hanımefendi? Nisan ayındayız zaten, yanlış bir yere bakıyorsunuz!
- Hayır beyefendi, 2005 Şubat ayının ilk haftasına verebiliyorum randevuyu. Saat kaç olsun?
- O zamana kadar ruh sağlığım iyice bozulmamışsa, hala aynı şehirde yaşıyor ve aynı işte çalışıyorsam, saat 19.30 olsun lütfen.
- 19.30 mümkün değil beyefendi. O saatte doktor bey dolu, saat 15.30 uygun mu?
***
Neyse, tarih ve saat konusunda dehşetten küçük dilinizi yutarak, bir anlaşmaya varıyorsunuz. Ama bir taraftan da içiniz ferahlıyor. Demek ki kendini kötü hisseden bir yığın insan var. Yaşasın, yalnız değilim! Ama öldürücü soruyu en sona saklıyor sekreter:
- Adınızı, soyadınızı ve telefonunuzu alabilir miyim?
Hah işte, aldınız mı başınıza belayı? Zaten çok gizli bir iş yapıyorsunuz, kimseler duymasın istiyorsunuz. Yoksa adınız, tescilli deliye çıkacak, arkadaş sohbetlerinde arkanızdan ‘amaaan uymayın ona, zaten terapiye bile gidiyor, deli işte’ diyecekler. Ama bu yola baş koyduysanız eğer, ölmek var dönmek yok, vereceksiniz o bilgileri. Derin bir nefes alıp onu da söylüyorsunuz.
‘Armağan Çağlayan. Telefonum ... (Sanmayın ki boşluğuma gelecek, telefon numaramı da yazacağım!)
Ama bezgin sesli sekreter, son darbeyi telefonu kapatmadan önce vuruyor size.
‘Seans ücretimiz ... liradır. Seanslar 50 dakikadır. Eğer 24 saat önceden gelemeyeceğiniz seansı iptal etmezseniz, o seansın ücretini de ödemek zorundasınız. Şubat 2005’te görüşmek üzere.’
***
Aradan günler, aylar geçiyor ve şubat ayı geliyor. Muayenehaneye gidiyorsunuz. O bezgin sekreter kapıyı açıyor ve sizi bir bekleme salonuna alıyor. Doğal olarak sizden başka bekleyenler de var. İnsanlar göz göze gelmemek için özel çaba sarfediyor. Çünkü herkesin aklındaki soru aynı: ‘Ya tanıdık birini görürsem ve terapiye geldiğim duyulursa.’
Hemen sandalyenin bir köşesine ilişip, bir dergi kapıyor ve yüzünüzü dergiye gömerek, okuyormuş gibi yapıyorsunuz. İç sesiniz ‘Allah’ım neden geldim buraya’ derken, birisi adınızı söylüyor (susssss, n’olur sussss). Başınızı kaldırdığınızda birisinin sizi gülümseyerek odasına davet ettiğini fark ediyorsunuz. Kendinizi odaya attığınız an, terapistinizle tanışıyorsunuz ve artık seanstasınız.
İşte şimdi karşınızda aşmanız gereken üçüncü engel var: Bu adam ne kadar güvenilir acaba? Ya anlatacağım şeyleri orada burada başkalarına anlatıp, beni reklam ederse? Olur mu olur yani!
Efendim bu terapilerin de çeşitli yöntemleri var. Klasik psikoterapi, davranışcı yöntem ve sistematik psikoterapi. Sizin gittiğiniz doktorun bağlı olduğu yöntem, aslında sizin tedavi sürenizi de belirliyor. (Yani ben beş yıldır gidiyorum diye, beni ağır vaka sanmayın. Ne yapayım benim terapistimin yöntemi biraz uzayan bir yöntem). Ve ilk sorular geliyor.
‘Niye geldiniz? Beni nerden nasıl buldunuz?’
Niye geldiniz sorusuna ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz. İnsanın içinden aslında bir sürü şey geliyor da dili varmıyor tabii. (İsminizi beğendim de geldim denebilir, çok mutluyum mutluluğumu hayatımda ilk kez göreceğim birisiyle paylaşmak istedim de geldim denebilir). Niye geleceğim? Kendimi iyi hissetmiyorum!
İşte seansınız başladı. Doktor, elinde kağıt ve kalem söylediklerinizi not almaya başlıyor. Eyvah bu adam söylediklerimi yazacak, sonra Irwen Yallom gibi beni bir kitabın konusu yapacak korkusunu yüreğinizin bir köşesinde taşıyarak başlıyorsunuz anlatmaya. (Hoş bu Türkiye’de olmamış bir şey değil. Bir psikiyatr, bütün gizlilik kurallarını hiçe sayarak, adıyla sanıyla bütün ünlü hastalarının sırlarını kitap yaptı.)
4-5 cümle sonra, bir suskunluk oluyor. Siz bekliyorsunuz ki, doktor bir şey söylesin, siz de kendinizi iyi hissedin. Ama hayır, hiçbir şey söylemiyor. (Oysa siz o anda doktor size acısın, hatta kalksın sımsıkı sarılsın falan istiyorsunuz.) Konuşmalar, konuşmalar... Ve birden doktorun size çaktırmadan saatine baktığını fark ediyorsunuz. Bu da size seansınızın bittiğini hatırlatıyor zaten. Haftaya görüşmek üzere diyerek, neredeyse bir evin ilk taksidi tutarındaki seans ücretini sekretere vererek kendinizi dışarı atıyorsunuz.
Bu seanslar birkaç yıl sürüyor, ama gözünüz korkmasın... Değer. Sabrettiğiniz zaman, ne kadar doğru bir şey yaptığınızı anlıyorsunuz. Artık kendinizi daha iyi tanıyor, hayatta daha az yanlış yapıyor, yanlışlarınızın sebebini biliyor, en önemlisi kendinizle daha barışık oluyor ve hayata başka pencerelerden de bakabilmeyi öğrenmiş oluyorsunuz.
Ben beş yıldır sabırla gidiyorum. Bu yazı belki de benim terapimin artık bitme zamanının geldiğini gösteren bir yazı. Çünkü terapiyi bitirmeye, siz karar veriyorsunuz. Sanırım benim için zaman bu zaman. Ama durun ya... bu zaman doğru zaman mı, ben terapistime bir danışayım. Ya bu yazıyı okuduktan sonra bana kızarsa? (Hala böyle düşünüyorsam, emin olun doğru zaman değil! Daha bir 2 yılım var sanırım). Ve eğer hala terapiye devam edeceksem, bu yazıdan sonra kendime psikoterapist de bulmam zorlaşacak sanırım!
SİMGE...
Çarşamba günü Türkstar ve tombul finalist Simge ile ilgili bir yazı yazacağım. Yazımı bir gün önceden teslim ettiğim için, bu yazıyı yazarken Türkstar’ın bu haftaki sıralaması henüz belli olmamıştı (ama benim tahminlerime göre Simge bu haftayı birincilikle kapatacak.) Yazıyı yazmak için sonuçları bekliyorum.
BUGÜN NE YAPMAYALIM
Bahar yorgunluğuna kapılıp, evde pineklemeyelim.
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken her evde televizyona bağlı regülatörler vardı.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2004
Bu yazıyı çarşamba günü yazıyorum... Cannes’dan akşamüstü gelip, hemen Türkstar yaptım. Zaten Cannes seyahatinden de hiçbir şey anlamadım ki! Gitmeden önce pazartesi ve çarşamba yazılarını teslim etmiştim. Ama cumanın yazısının da yazılması gerekiyordu. Aklımda sürekli ‘Şimdi ben Cuma günü için ne yazacağım’ sorusu dolaştı durdu. Bir türlü hangi konuda yazı yazacağıma karar veremedim.
Önce ‘Genel seçimler hakkında yazayım’ dedim. AKP oy oranını arttırmıştı, ama beklenen oy oranına da ulaşamamıştı. Sonra hemen vazgeçtim,’Yahu Armağan’ dedim, şimdi diyecekler ki ‘Kelebek gazetesinde bir köşesi oldu diye, hemen kendini Oktay Ekşi, Ertuğrul Özkök ya da Fatih Altaylı sanmaya başladı. Üzerine vazife olmayan konularda ahkam keser oldu.’
Haksız da sayılmazlar doğrusu. Tüm bunları düşünüp, üstelik böyle düşünecek olanlara da hak verip, hemen yerel seçimler konusunda yazmaktan vazgeçtim.
CANNES’I YAZ OĞLUM
Baktım o konuda yazamayacağım, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın yerel seçimlerde CHP’nin aldığı oy oranıyla ilgili olarak yaptığı ‘CHP, seçimlerden başarıyla çıkmıştır’ açıklaması üzerine bir yazı yazayım dedim. Kafamda evirdim, çevirdim. Zaten neresinden baksan, garip bir açıklama. E, bir de ben Kelebek ekinde yazıyorum, hedef kitleme bu konu zaten uymaz. Hem yine, ‘Siyasetten sen ne anlıyorsun ki bu konuda yazıyorsun’ diyecekler. Ben de ‘Daha yazmaya başlayalı 3 hafta oldu, Ana Muhalefet Partisi Lideri’nin açıklaması hakkında ahkam kesmek sana mı kaldı’ diye düşünüp, bu konuda da yazmaktan vazgeçtim.
Bir yandan Cannes’daki televizyon fuarını geziyorum, bir yandan da aklım gazeteye yazacağım yazıda. ‘Aman Armağan yazı konusu gözünün önünde sen hala bulamıyorsun konuyu’ dedim kendi kendime. ‘Yaz şu Cannes fuarını, olsun bitsin. Mesela TV dünyasında ünlülerle ‘reality show’ yapmanın, ne kadar trend olmaya başladığını yaz. Hemen hemen yeni çıkan bütün formatlarda bir jürinin mutlaka bulunduğunu yaz. Yeni televizyon trendlerini yaz, olsun bitsin’ dedim. Sonra düşündüm, ‘Kime ne dünyada televizyon trendinin nereye gittiğinden?’ Bu benim işim olması sebebiyle beni ilgilendiriyor. Ama okuyucu neden ilgilensin ki, dünya televizyon trendleriyle! Üstelik daha geçen gün yazmışım Cannes’la ilgili bir yazı, bir de kendime görgüsüz mü dedirteceğim durduk yerde? Hemen bu konudan da vazgeçtim.
Bu hafta üzerine yazı yazılacak önemli bir gün olup olmadığını öğrenmek için hemen elime bir takvim aldım. Daha takvimi elime alır almaz, ‘Yuh olsun sana’ dedim içimden. İşte konu gözünün önünde, 1 Nisan şakaları ile ilgili bir yazı, Cuma gününü kurtarır. Bir Nisan’la ilgili bana yapılan ya da benim başkasına yaptığım enteresan bir şaka var mı diye hemen düşünmeye başladım.
Düşündüm, taşındım bir türlü bulamadım. En son lisede öğretmenimiz, tahtaya yazı yazarken tebeşir kaysın diye tahtayı sabunlamış, ya da bütün sınıf tahtaya arkamızı dönüp sıralarımıza öyle oturmuştuk ki, sınıfa giren şaşırsın diye. Aman ne yaratıcı! Aman ne komik! Gerçekten çok sıkıcı ve sıradan 1 Nisan anılarıymış bunlar. Öyle bana yapılan çok enteresan bir şaka da yok ki 1 Nisanlarda, onu yazı konusu yapayım! İşte, bu da sosyal olmamanın, insanın az arkadaşı olmasının bir cezası. O zamanlar geniş bir arkadaş çevrem olsaydı, şimdi yazacak bir anım da olurdu. Böylece kıvranmaktan da kurtulurdum. Ama ‘Artık hayıflanmak için çok geç’ diyerek bu konuda da yazmaktan vazgeçtim. Sonraki haftalara baktım, 8 Nisan benim doğum günüm ya, ‘Burçlarla ilgili bir yazı yazayım’ dedim. Ama ben kendim burçlara inanmam ki, burçları yazayım, Üstelik hiç bilgi sahibi de değilimdir burçlar konusunda. Şimdi ben olmayan bilgimle bu konuda yazsam, Yasemin Boran’a ayıp etmiş olmaz mıyım?
YOKSA SPOR MU YAZSAM
Sabah kalkıyorum ne yazacağımı düşünmeye başlıyorum, yatana kadar aklımda hep bu konu. Cannes sokaklarında dolaşıp, vitrinlere bakarken, moda konusunda yazayım, diye karar verdim. Bu yıl rengarenk ayakkabıların, cart renklerde t-shirtlerin, çiçekli gömleklerin ve elbiselerin çok moda olduğunu yazayım dedim. Sonra düşündüm, ‘Eeeee nereye vardıracağım bu yazının sonunu. Yok işte bir sonu. Zaten meraklısı modayı takip ediyor. Bu yıl neyin moda olduğunu da çoktan öğrenmiştir. Hem benden mi öğrenecekler neyin moda olup olmadığını. Niye okusunlar ki böyle bir yazıyı. ‘ Hemen bu konudan da vazgeçtim.
Fatih Terim’in Galatasaray Teknik Direktörlüğü’nden ayrılıp, yerine Hagi’nin gelmesini yazsam, hiç beceremem. Futbol kim ben kim? Sonra diyecekler ki ‘Bak Hıncal Uluç’a özendi, spor da yazmaya başladı.’ Iıhhhh, o da olmaz. Bu gece Türkstar’ın canlı yayınları başlayacak ya, ‘işte’ dedim. ‘Ya konu aslında bu ama ben göremiyorum. Türkstar’la ilgili yazayım. ‘Sonra düşündüm, daha Çarşamba günü yazdım Türkstar’la ilgili bir yazı ve düşünülenleri ve konuşulanları duyar gibi olup, hemen Türkstar yazmaktan da
vazgeçtim.... ‘Adam konu bulamıyor, her başı sıkıştığında Türkstar yazıyor. Zaten belliydi böyle olacağı.’ Birden içim sıkıldı, bu konudan da vazgeçtim.
Hiçbir konu bulamayınca, kaldım mı gene kendime. Öz kaynaklara dönmeye karar verdim! Ben bir senede 16 kilo verdim ya, hazır yaz da geliyor, ‘Diyet deneyimlerimi yazayım bari’ dedim.. E ama bu da enteresan değil ki, zaten yaz geliyor diye bütün dergiler ve gazeteler, konunun uzmanlarına danışarak bu konu ile ilgili yazı dizileri hazırladılar, herkes de okudu, diyetine başlayıp yarıladı bile. Geç kaldım bu konu için, 3 haftada bu kadar da demode olur mu bir insan! Bana maillerle gelen soruları cevaplayacağım bir yazı yazayım karar verdim. Bu aralar en çok gelen iki soru var, ‘Tahlil sonucunu beklediğiniz yakınınız Ayşe Arman’mış doğru mu?’, diğeri de ‘Kırşehirli olduğunuzu duyduk doğru mu?’ İkisinin cevabı da ‘Hayır.’ Yakınım Ayşe Arman değil, ben Kırşehirli değil Hereke’liyim. E, bu da bitti. Ne yazacağım şimdi ben devamında? ‘Cuma gününe ne yazacağım’ diye düşüne düşüne İstanbul’a döndüm. Hemen maillerin başına oturdum, bütün gazeteleri elime aldım, arkadaşlarıma sürekli sorular soruyorum ki konu çıksın yazı yazacak. Tam bu sırada, zırrrr... cep telefonu. Karşımda Yazıişleri Müdürü Emre Bey.
‘Armağan, ne zaman yolluyorsun Cuma yazısını’ diye sordu. Hıh! Ne diyeceğim ben şimdi? ‘Daha ortada yazı olmadığı gibi, konusu bile yok’ mu diyeceğim. Utana sıkıla ‘Ancak yarın sabah yollayabilirim Emre Bey’ dedim. Saat gece yarısını çoktan geçti. Ben hala bir yazı konusu düşünüyorum. Konuyu bulacağım, yazıyı yazacağım, yarın sabah da gazeteye yollayacağım. Yorgunum. Gözlerimden uyku akıyor. Ama hala bir yazı konusu bulamadım. Allah’ım çoooook beceriksizim ben yaaaaa. Hem de çok!
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken en sevdiğim dizi ‘Tatlı cadı’ idi.
BUGÜN NE YAPMAYALIM
Bugün de yiyeyim de, yarın az yemek yerim demeyelim.
OYLAMA
Türkiye’nin son 20 yıldaki en seksi kadını ve en yakışıklı erkeği ile ilgili olarak yolladığınız mailler gelmeye başladı. Kadınlarda Hülya Avşar, Nurgül Yeşilçay, Deniz Akkaya ve Arzum Onan ilk sıralardalar. Erkeklerde ise Tarkan, Mehmet Günsür ve Mehmet Aslantuğ önde gidiyorlar. Biliyorsunuz oylama 30 Nisan’a kadar devam edecek.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2004
Türkstar seçmeleri sırasında, çok maceralı bir Trabzon yolculuğumuz oldu. Aslında bütün Türkstar seçmelerinde ulaşım çok sorunluydu ama özellikle Trabzon yolculuğu en zorlusuydu. Jüri üyeleri ve sunucular, 07.00 uçağı ile Trabzon’a gitmek üzere saat 05.30’da İstanbul Atatürk Havalimanı’nda buluştuk. Hepimiz bizi uçağa çağırmalarını beklerken, uçuşun 1 saat rötarlı olduğu anonsu yapıldı. Bir saat geçtikten sonra da, Trabzon’daki yoğun kar yağışı sebebiyle seferin iptal edildiği duyuruldu. Trabzon’da da bizi bekleyen yaklaşık 1000 kişilik bir kalabalık var.
***
Rezervasyonlarımızın akşamüstü 17.00 uçağına alınmasına karar verildi. 17.00 uçağı ile gidip, geceyarısına kadar seçmeleri yapacağız. Hepimiz saat 16.00’da havalimanında buluşmak üzere ayrıldık. Trabzon’a gitmek üzere ikinci kez buluştuğumuzda, uçağın 2 saat rötarla kalkacağını öğrendik. Trabzon’da neler oluyor diye de sürekli telefonlaşıyoruz oradaki ekiple. Neyse, bu kadar eziyetten sonra, nihayet saat 19.10 gibi havalandık. Hepimiz derin bir oh çektik.
Bu arada da Zerrin Hanım uçaktan çok korkuyor. Panik atak bir yandan, uçuş korkusu diğer yandan, sakinleştirici ilaçlar almadan uçağa binemiyor. Zaten biner binmez bembeyaz olmuş yüzü ve tedirgin bakışlarıyla hemen kafasını koyup uyuyormuş gibi yapmaya başladı.
1.5 saatlik yolculuktan sonra, pilotun ‘İniş için kemerlerinizi bağlayın’ anonsu duyuldu. Zerrin Hanım’ın yüzünde derin bir rahatlama ifadesi. Aradan 20 dakika geçti, uçak inmedi. Hepimiz endişeli bir şekilde birbirimize bakıyoruz. Ben şehrin ışıkları falan gözüküyor mu diye camdan bakıyorum. Yok... Ne ışık, ne bir kara parçası. Aradan 30 dakika falan geçtikten sonra yine pilotun sesi duyuldu; Trabzon’daki hava şartları nedeniyle uçak Trabzon’a inemiyor ve İstanbul’a geri dönüyordu.
İşte tam bu anons bittiği anda Zerrin Hanım’ın sesini duydum. Zaten uçak yolculuğu onun için bir eziyetti, Trabzon’da Türkstar yarışmasına katılmak üzere bekleyenlere ulaşmak için bu kadar eziyeti çekmişti, şimdi bir kez daha 1.5 saat uçması gerekiyordu. ‘Ben sigara içeceğim’ dedi. Uçakta sigara içmek yasak, ama ne fayda. Bütün hostesler yanına geldi, içmemesi için ikna etmeye çalıştılar.
Zerrin Hanım baktı ki umut yok, birden hosteslere döndü ve dedi ki; ‘O zaman uçak Ankara’ya insin’. Hostesler şaşkın. Niye uçak Ankara’ya iniyor hiç anlamadılar. Ben de şaşırdım, niye Ankara’ya gitmemiz gerektiğini anlamaya çalışıyorum. Zerrin Hanım bombayı patlattı, ‘Ertesi gün Ankara seçmelerimiz var, bari bizi oraya götürün’.
Hepimizin sinirleri bozuldu, gülmeye başladık. Zerrin Hanım’ın görev sorumluluğu, uçak korkusuyla birleşince, kendince olaya pratik bir çözüm yolu bulmuştu. Ankara’ya gitmek için bir kez daha uçağa binmek zorunda kalmadan, Ankara’ya ulaşacaktı.
Ama uçak İstanbul’a döndü ve biz ertesi gün yine Ankara uçağındaydık. Ve Zerrin Hanım yine gergin ve tedirgindi.
Bu anıyı yazdım diye Zerrin Hanım bana kızacak zannetmeyin, çünkü ondan izin aldım!
TÜRK OLMANIN KURALLARI
Sevgili Banu Kanat, bana bir mail göndermiş. Mailde Türk olmanın kuralları yazıyor. Sizlerle paylaşmak istedim...
1. Diş fırçasıyla dişini fırçalamayıp da saçını boyamak için kullanan birini görürseniz, o bir Türk’tür. (Annem ve ailemin bütün kadınları okudunuz mu?)
2. Güneşlendikten sonra yanan sırtına yoğurt sürerek iyileştirmeye çalışır. (Sevgili kuzenim Pınar, tenin hala beyaz mı?)
3. Çorabının kirlenip kirlenmediğini burnuna götürüp kısa süreli koklayarak anlayan tek kişi temizliğine düşkün bir Türk’tür. (Vallahi artık yapmıyorum. En son yaptığımda sanırım Orta 3’e gidiyordum.)
4. Cebinden çıkardığı paraların içinde en eskisini özenle arayıp bulduktan sonra, para üstü olarak verir. (Dede, keşke yaşasaydın ve bütün yeni paralarımla, senin eski paralarını değiştirseydik.)
5. Gece aşırı sıcak ve nemli olmasına rağmen, üzerini örtmese de yanına yorgan alıp yatar. (Babacığım hálá çok üşüyor musun?)
6. Çocuk yanlışlıkla elini kestiği veya düştüğünde, çocuğunu döver. (Canan Teyze kulakların çınlasın.)
7. Birini çağırmak için kapını zilini çalmak yerine, evin camına taş atar. (İsmail Dayı artık yaşlandın, gücün yetmiyordur taş atmaya.)
8. Odada ampul patladığı zaman, yenisini almayıp da fazla kullanmadığı bir odanın ampulünü takar. (Kimi saysam, ötekine haksızlık olacak şimdi.)
9. Yoğurt kabını saksı yapar. (Kamuran Teyze, sana söylüyorum.)
10. Çayı çay tabağına döker içer. (Kuzenim İpek, her sabah yapardın aynı şeyi.)
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken Müjde Ar ‘Fuar’ kolonyalarının reklamlarında oynardı.
BUGÜN NE YAPMAYALIM
Sabah işe geç kalıp, saatimi ileri almayı unutmuşum demeyelim.
O uçak düşerse kral olacağım
Siz bu yazıyı okurken, ben Cannes’da olacağım. Yok hava atmak için söylemedim. Yedi senedir, yılda iki kere gittiğim yer zaten! Neyin havasını atayım. Efendim Cannes’da her yıl iki kez televizyon fuarı düzenleniyor. Biz televizyoncular da, gidip yeni formatlara, dizilere, dünyada televizyon trendinin nereye doğru gittiğine bakıyoruz. Dünyanın hemen hemen bütün televizyoncuları orada oluyor. Tabii Türkiye’deki bütün üst düzey televizyoncular da.
***
Hepimiz aynı uçakla gidip, aynı uçakla dönüyoruz. Fuar zamanı Nice’e giden uçağı bir görün... Silme televizyoncu dolu. Her sene uçakta giderken aynı şey geliyordu aklıma. Şimdi diyordum, bu uçak düşse, Türk televizyonları ve televizyon yapım firmaları yöneticisiz kalacaklar topluca. Böylece arkada yönetici olmak için sıra bekleyenlere gün doğacak! Hele benim asistanlar şapkalarını havaya atacaklar. İster misin diyordum, iletişim fakültesi öğrencileri, Türkiye’deki televizyonlardan memnun olmayanlar, ya da benim canım asistanlarım (!) beddua etmiş olsunlar, uçak düşsün, hepimiz televizyonculuk trendini takip edeceğiz diye ölelim.
Bunları düşündükten sonra, hemen ertesi yıl, içimdeki yönetici olma hırsına engel olamayarak (!), iki gün önceden yola çıkıp, Cannes’a aktarmalı olarak gitmeye başladım. Daha uzun sürüyor yolculuk ama, olsun içim rahat!
***
Bu yazıyı da büyük bir gönül ferahlığıyla yazdım, hiç korkum yok vallahi. Çünkü benim patronlarım da dahil bütün televizyon yöneticileri Cannes’da. Kimse okuyamaz bu yazıyı...
Çok mu hırsılıyım ne?
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2004
Geçen hafta Antalya’daki Titanic Resort Hotel’de tatildeydim. Hepinizin bildiği bekleme sürecini, daha kolay atlatırım belki diye, önceden ayarlanmış olan tatilimi ertelemedim ve gittim. İyi ki de gitmişim. Titanic Otel harika, Antalya’da hava harika. Çok güzel dinlendim, güneşlendim ve bu mevsimde bronz bir tene sahip olarak İstanbul’a döndüm.
Benden size bir tavsiye; bu mevsimde Antalya’ya tatile gidin. Çok güzel kafanızı dinliyorsunuz. Bir kere sabah saat 10.00 olunca bangır bangır bir müzik sesiyle başlamıyorsunuz güne. Üstelik, işe gitmek için sabah saat 05.00’te kalkan, erken kalkma alışkanlığına tatilde de ara vermeyen Almanlar henüz gelmemişler. Bunun iyi tarafı ne diye düşünmüş olabilirsiniz, anlatayım.
***
Almanlar sabah 05.00’te kalkıp, havuzun ve denizin kenarındaki bütün gölge yerleri tutuyorlar. ‘Şimdi tatildeyim biraz uyuyayım da dinleneyim’ diyenlerdenseniz, size kabak gibi güneşin alnı kalıyor. Bir geliyorsunuz havuzun ya da denizin kenarına, bütün gölge yerlerde havlular, ya da çoktan güneşlenmeye başlayan Almanlar var. Siz de giriyorsunuz bulduğunuz bir çalının gölgesine, omzunuzu korusanız, kolunuzu koruyamıyorsunuz, bacağınızı korusanız, göbeğiniz açıkta kalıyor. Haydi bakalım akşama ‘diş macunu’ ya da ‘Bepanthen’ tedavisi. Oysa bu mevsimde, istediğiniz saatte kalkıp, havuzun kenarına kurulabiliyorsunuz.
Üstelik havuzun kenarında aklına estikçe sizi oranızdan buranızdan çekiştiren animatörler de yok. Hiç kimse ‘havuz oyunlarııııı’ diye bağırıp kolunuzdan kavradığı gibi havuza atmıyor. Ya da dalmışsınız bir kitaba, en heyecanlı yerindesiniz, tam o sırada çığlık çığlığa bir ses; ‘Arzuuuuu, Arzuuuuuuuuu, kolluklarını takmadan havuza girme demedim mi ben sana. Hayır diyorum Arzu. Bak şimdi çağırcam ama babanı. Arzu diyorum, duymuyor musun?’. Tabii meraktan insan kafasını kaldırıp hemen başlıyor aranmaya, kim bu Arzu? Ve bu sesin sahibi olan, Arzu’nun annesi kim?
Artık kitaba olan ilginiz bölünmüş, zaten gölge bir yer de bulamamışsınız, oranızı buranızı güneşten korumaktan yorulmuşsunuz, bari havuza gireyim de biraz serinleyeyim diye düşünüp, kendinizi atıyorsunuz havuza. Tam ‘ohhh serinledim, iyi geldi’ diye düşünürken. Doinnnnk! Kafanıza bir top geliyor. Dönüp bakıyorsunuz. Baba-oğul su topu oynuyorlar havuzun içinde. Nasıl bir hırs... Nasıl bir kazanma arzusu. Sanırsınız ki bu maçı alan Türkiye Sutopu Şampiyonu olacak. Bu belayı da defedip, ‘Aman tatildeyim şimdi sinirimi oynatmayayım’ diye içinizden geçirerek havuzun diğer kenarına gitmeye karar veriyorsunuz. O yöne doğru yüzerken, birden tam yanınıza bir ağırlık düşüyor. ‘Cump’. Korkuyla kafanızı çevirip baktığınızda, sırtlarına çocuklarını almış babalar, ya da birbirlerinin sırtına binmiş kocaman adamların ‘deve güreşi’ yaptıklarına şahit olup, gözlerinize inanamıyorsunuz. Tabii havuzun kenarından, kocalarına destek çığlıkları atan kadınlar da cabası. Ben de diğer tarafa giderim diyip, havuzun üçüncü köşesine yöneldiğinizde, su jimnastiği yapan, hafif (!) kilolu, memeleri suyun kaldırma kuvvetine karşı dayanamamış kadınların tam ortasına düştüğünüzü fark ediyorsunuz. ‘Yok sinirlenmeyeceğim, tatildeyim zaten’ diye düşünerek, havuzdan çıkıp tekrar güneşin kabağına dönüyorsunuz.
***
Kitabınıza kaldığınız yerden devam edeceksiniz. Açıyorsunuz kitabı, daha bir sayfa okumadan, çeşitli sesler çalınıyor kulaklarınıza: ‘5’te devre 10’da biter’. Ne oluyor ya demeden, hemen anlıyorsunuz. Koltuklarının altında lastik bir topla, babalar ve oğulları geri dönmüş, minyatür kale futbol maçı yapacaklar. Maç sırasında ki ‘ohoooo faul abi’ , ‘itmeden oyna bak küfür edeceğim’ , ‘hayır golden önce elle oynama vardı’, ‘Çok sert giriyorsun baba ya’ bağırışlarının arasına tiz bir kadın sesi karışıyor, ‘Caaaan... Can oğlum gel sırtına güneş kremi sürelim. Can diyorum. Akşam uyuyamazsan sorarım ben sana. Caaaan!’
Hemen karar veriyorsunuz, ‘bari öğlen yemeğine gideyim’. En tenha masaların bulunduğu köşeyi gözünüze kestirip, o masaya oturuyorsunuz. Yemeğinizi alıp, masanıza oturur oturmaz bağırış ve çığlık seslerine doğru dönüp bakıyorsunuz: ‘Mehmet sen döner kuyruğuna gir, ben de balık kuyruğuna’, ‘Selin... Seliiiinnnn, kızım ekmek aldın mı?’, ‘Hakan oturma öyle masada, kalk sen de içecekleri al, her şeyi de ayağınıza istiyorsunuz’. Yemeğinizi mümkün olacak en hızlı şekilde yiyip, hemen güneşin altına geri dönüyorsunuz.
Yemeği de yediniz ya, bir rehavet çöktü üstünüze. Biraz şurada kestireyim bari diye düşünüp, tam uykuya dalacakken canhıraş bir anonsla kendinize geliyorsunuz. ‘Animation Team’ (Animasyon ekibi) akşam anfi tiyatrodaki unutulamayacak, ve hatta yıllarca hafızanızdan silinmeyecek şovlarına bekliyorlar sizi! Yaklaşık 10 dakika kadar ‘Show time, show time’ diye bağırarak kafanızda boza pişiriyorlar. Aman kaçırmayın, kaçırırsanız ne yaparsınız sonra? Olmadı uyuyamadınız da. Biraz güneşleneyim bari diye atıyorsunuz kendinizi güneşe.
Siz havlunuzu sermişsiniz çimenlerin üstüne (E ne yapalım tatilde de bu kadar miskin olup, uyursanız sabah 10.00’lara kadar, ancak çimen üstünde güneşlenebilirsiniz), hemen yanınıza bikinisini giymiş, vücudu son derece mütenasip, bakımlı bir Alman hatunu havlusunu serip güneşlenmeye başlıyor. Daha kızcağız havlusunu sermeden, birden etrafınız kalabalıklaşmaya başlıyor. Kıza yazılan, Alman, Avusturyalı, Rus, Türk, İsrailli kısacası yetmiş iki buçuk milletin yağız delikanlıları etrafınızda bitiyor. Tabii dikkat çekecekler ya, nasıl gürültülü bir muhabbet. Nasıl eğlenme havaları. Yani kıza diyorlar ki, ‘Bak bizle beraber olursan ne kadar eğlenirsin’. Hepsi avuçlarında gizledikleri çakmaklarıyla bekliyorlar. Kız sigarasını çıkarıp yakmaya çalışırken, atlayacaklar çakmaklarıyla kızın üzerine. Artık bu bağırış çağırışa da daha fazla dayanamayıp odanıza gitmeye karar veriyorsunuz.
***
Tam odanıza doğru yol alırken, bir müzik başlıyor. Animatör çığlık çığlığa bağırıyor, ‘kulüp daaaannnsı, eller havaya’, ‘ Hepberaber’ , ‘Zusammen, all together’... Bu ne ya diye düşünürken, her etkinlikten (!) sonra yapılan klüp dansı olduğunu anlayıp, bir animatör kolunuzdan tutup sizi ortaya çekmesin diye yandan yandan kaçmaya çalışıyorsunuz. Ama ne fayda. Herkes ayakta, hatta havuzun içindekiler, havuzun içinde kulüp dansı yapıyorlar.
Herkes, güneşlenip havuza, denize girerken, siz odanızda sinir içinde uyumaya çalışıyorsunuz.
Akşam yemeğinde de benzer badireler atlattıktan sonra, ‘Şimdi herkes anfi tiyatrodaki şovu seyrederken, ben de içkimi içerim’ diye düşünerek, havuzun kenarındaki bara gidiyorsunuz. Artık ikinci kadehin sonlarına yaklaşırken, kafanız hafif çakır keyif olmuş, dalmış yıldızları seyrederken, bir gürültü, bir koşuşturmaca sesiyle kendinize geliyorsunuz. Şov bitmiş, herkes masa kapma telaşıyla, 100 metre deparına kalkmış koşuyor size doğru. Ve aynı anda bir orkestra sesi. Kendisi henüz Türkstar jürisinin önüne çıkıp keşfedilmediği için, hayata son derecede kırgın, kızgın ve bedbaht bir genç, görevi ya, en bayatından şarkılar söylüyor. Hemen bütün Avusturyalılar, dans kurslarında öğrendikleri vals figürlerini göstermek üzere piste atıyorlar kendilerini. Ve tabii çapkın erkekler ve kızlar için en bulunmaz an. Ne kadar dans etmeyi beceremesen de çık piste, elbet boş birisi gelir karşına. Akşamüstü çimenlerde güneşlenen kızın etrafında, bu kez dans etmeye çalışan, onlarca genç görüyorsunuz. Tam bu sırada animatör kolunuza yapışıyor, ‘Dans edelim mi?’. Ama diğer taraftan gelen gürültü, kızın sesini bastırıyor, herkes birbirinin omuzundan tutup, tren yapmış bağıra çağıra eğleniyorlar. Aman ne kadar da eğlenceli!..
Artık uyku hapı alıp uyumaktan başka çare kalmadı sanırım, çünkü odam havuza bakıyor ve bu gürültüde başka türlü uyuyamam!
***
Çok güzel bir tesis olan Titanic Resort Otel’de bunların hiçbirisi başıma gelmedi. Çok huzurlu bir beş gün geçirdim. Ve her sene bu mevsimde tatile çıkmaya karar verdim (Patrona duyrulur).
Tabii bu yazıdan sonra, hangi tatil köyü bu sene yaz tatilimde beni kabul eder onu bilemiyorum. Sanırım bu sene leğene doldurduğum suda, evde yüzmek zorunda kalacağım...
BUGÜN NE YAPMAYALIM
Sevgilimizle kavga ettikten sonra, önce o arasın diye inatlaşmayalım.
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, Kelebek gazetesinin ikinci sayfasında fotoroman yayınlanırdı.
YA BİZİMKİLER...
Amerikan ‘People’ dergisi son 20 yılın en seksi kadın ve en yakışıklı erkeğini belirlemiş. Kadınlarda Britney Spears, erkeklerde Brad Pitt birinci sıradalar. Haydi gelin biz de Kelebek okurları olarak, Türkiye’deki son 20 yılın en seksi kadınını ve en yakışıklı erkeğini belirleyelim. Oylarınızı mail adresime gönderebilirsiniz. En son oy gönderme tarihini de 30 Nisan olarak belirleyelim de, sonra ‘Benim oyum daha fazlaydı’ diye kavga çıkmasın.
TEŞEKKÜR...
Geçtiğimiz Çarşamba günü Diyarbakır’ın Hani ilçesindeki okul için başlatılan kitap kampanyasını size duyurmuştum. Dün okul müdürü arayıp, hepinizin yoğun ilgisine teşekkür etti. Hatta, okul müdürünü Amerika’dan arayan bir kişi, okula 2 adet de bilgisayar bağışlayacağını söylemiş. Hani İlköğretim Okulu adına hepinize teşekkürler.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2004
Hiç temizlik hastası birisiyle aynı evde yaşadınız mı? Hayatınızı nasıl cehenneme çevirirler biliyor musunuz? Benim annem, teyzem ve kız kardeşim hastalık derecesinde titizler. Hele kız kardeşimi görmeniz lazım. Temizlik yapamadığı günler kendisini hasta hissediyor.
Kız kardeşim evlenip Almanya’ya yerleşti. Almanya’ya gittiğinin ikinci senesindeydi sanıyorum, dil öğrenmek için ben de Almanya’ya onun yanına gittim. Münih’de küçük ama sevimli bir evde oturuyorlar. Ev müze gibi. Bütün eşyalar askeri disipline sokulmuş. Evde sanki hiç yaşanmıyormuş gibi. Bütün ev halı kaplanmış. Hem de krem rengi. Eşyalar uçuk yeşil. Salonun köşesinde cam bir yemek masası. Yukarıya çıkan bir merdiven var, yukarda da yine yerleri krem rengi halıyla kaplanmış bir yatak odası.
***
Mevsimlerden kış. Eve girdiğimde paltomu asmam gerek. Portmantoya rast gele paltomu astım. Ama hemen kardeşim yerini değiştirdi. Çünkü evde herkesin paltosunu asacağı yer belliymiş. Kardeşimin paltosu uzun olduğu için en başa asılacak, onun paltosunun altına da botlar ya da ayakkabılar konacak ki paltonun ucu ayakkabılara değmesin. Hemen kardeşimin paltosunun yanına, kocası asacak paltosunu, çünkü onun paltosunun boyu kısa. O paltonun altına da çizmeler koyulacak. Ben de en sona asmalıymışım. ‘Peki’ dedim . Ama içimden nasıl sinir oluyorum anlatamam. Paltonun da asılacak yeri mi olurmuş diye.
Evde sigara içmeye başlıyorsunuz, Almanya’nın soğuğunda birden bütün camlar açılıyor. Kardeşimin gözü sigaramda. Küller yere düşmesin diye. Halı krem rengi ya... Bir sigara içimlik sürede evde sıkıyönetim ilan ediliyor neredeyse. Sigara içmek eziyete dönüşüyor. Üstelik o ev sigara içilmeyen bir ev de değil!
Geceleri kardeşim herkes uyumadan yatamıyor. Niye mi? Çünkü herkes yatınca onun koltukların yastıklarını kabartması gerekiyor. Sabah kalktığında yastıklar kabartılmış olmalı. Hatta o kadar takmış ki bu yastıkların sürekli kabarık durmasına, arada otururken birden ayağa kalkıyor, hadiiii herkes de onla beraber oturduğu yerden kalkıyor. Kardeşim yastıkları elleriyle kabartıp tekrar yerleştiriyor. Bildiğiniz işkence yani. Ben en son çareyi artık koltuklara değil yere, halının üzerine oturmaya başlayarak buldum.
Ama halının üzerine oturunca da sorun çözülmedi ki. Bu kez de halının tüyleri basılıyor diye hayıflanıyor kardeşim. Halılar krem rengi ya. Üzerinde sigara içilirken kül düşmesin diye, sigara içerken kültablasının altına bir bez seriliyor. Sen yerden kalkınca da hemen kardeşim ayaklarını halıya sürterek, halının tüylerinin aynı tarafa bakmasını sağlıyor.
***
Bu halı zaten oradaki iki aylık hayatımı yeterince cehenneme çevirdi. Evin içinde yaklaşık olarak günde 5 (yazı ile beş!) kere elektrik süpürgesi ile halı süpürülüyor. Haftada iki hatta üç kez de halı siliniyor. Ve en önemlisi halının üzerinde siz yürürken, sürekli kardeşim yere bakıyor. Ayak izi oldu mu diye. Ayak izi olduğunu görünce hemen, o malum hareketi yapıyor. Bacaklarını iki yana açıp, sağ ayağını halını üzerinde bir sağa bir sola gezdiriyor ve ayak izini yok ediyor. Bütün bu işlemi yaptıktan sonra da halıya eğilip yandan yandan bakıyor. Halının tüm tüyleri aynı tarafa bakıyor mu diye?
Üzerinden çıkarıp katladığın giyim eşyaları da, koyu renkten açık renge doğru üst üste konulacak. Gardropta askıların çengelleri hep sana doğru bakacak. Gardroba astığın her şey açık renkten koyu renge doğru gidecek. Evde tam bir askeri disiplin!
O evde tuvalete girmenin nasıl bir eziyet olduğunu, ben anlatmadan düşünebileceğinizi sanıyorum. Çünkü siz tuvaletten çıkar çıkmaz arkanızdan birisi tuvalete giriyor ve başlıyor tuvalet lavabosunu, yerleri ovmaya. Tabii insan bunu bir kez yaşadıktan sonra, artık çatlayana kadar tuvaletini tutmaya çalışıyor. Sonuna kadar tutmak, tuvalete girmekten çok daha iyi çünkü. Hele tuvalet henüz temizlendiyse ve sizin tuvaletiniz geldiyse, nasıl ters bir bakış fırlatıyor size anlatamam. ‘Ne lüzumu var şimdi tuvalete girmenin... Daha şimdi temizledim’ diyor bakışlarıyla. Hani elinden gelse parka yollayacak sizi, işinizi orada görün diye. (Daha sonraki yıllarda kocasını tuvalet için parka yolladığı dedikoduları çıktı ama, bütün bunların rivayet olduğuna inanmak istiyorum!)
Evde cam masada oturup kağıt oyunu falan oynamak ayrı bir eziyet. Oyunun tam ortasında kardeşim ayağa kalkıyor. Elinde bir adet ‘camsil’. Masanın etrafında oyun oynamaya çalışan herkes, masadaki her şeyi eline alıp ayağa kalkıyor. Kardeşim camsili masaya sıkıp, başlıyor temizlemeye. Sebep: Masaya kül düştü. Ya da masa da el izi oldu. Haydaaaa! E kardeşim kağıt oynarken, insanın eli ister istemez dokunuyor işte masaya. Bu camsil taarruzu bir kağıt oyunu esnasında yaklaşık 8-10 kez tekrarlanıyor. Tabii artık sen oyun mu oynarsın, yoksa camsil saldırısı ne zaman başlayacak diye gardını mı alırsın, o ayrı... Zaten camsil taarruzundan sonra oyunun nerede kaldığını da unutuyorsun!
***
Almanya’da kardeşimin yanındayken insanların titizlik hastalığına niye tutulduğunu anladım aslında. Tüm dikkatini evin düzenine ve temizliğe verdiğin zaman, hayat sadece evdeki eşyaların temizliği, düzeni, halıların tüylerinin aynı yöne bakması, yastıkların kabarık olması, tuvaletin temiz olması, evin sigara kokmaması üzerine kurulu. Çünkü tüm bunları düşündüğünde, yabancı bir ülkede yaşadığını, aileni özlediğini, arkadaşlarını, akrabalarını, uzaklarda çoook uzaklarda sevdiklerin olduğunu, hasreti, büyüdüğün evi, yabancı bir ülkeye uyum sorunlarını, her şeyi ama her şeyi unutuyorsun. En azından temizlik yaparken geçici bir süre unuttuğunu sanıyorsun...
Şimdi kardeşim Almanya’ya alıştı. İki kızı var, eşiyle ve kızlarıyla çok mutlu. Ve artık daha az titiz... Ve onun evinde rahat rahat tuvalete girebiliyorum artık!
NASIL BÜYÜDÜM
En moda oyuncaklardan birisi ‘lak lak’dı. Aynı ipin ucuna bağlı, iki farklı renkteki mika topu, kim daha çok birbirine vurdurup ses çıkaracak diye oyun oynardık.
BUGÜN NE YAPMAYALIM
Sınavlara hazırlanan çocuklarımızı ‘Ders çalışsana’ diyerek bunaltmayalım.
Kıssadan hisse...
Hepimizin başına gelmiştir, hani öğretmen sözlüye kaldırır, siz de sorunun cevabını bilmiyorsunuzdur. Lafı dolandırıp durursunuz. Bir sürü laf kalabalığı yaparsınız ama sorunun cevabı yoktur o laf kalabalığının içinde.
Ya da hepimizin hayatında, ‘Dünya bir ateş parçasıydı’ diye lafa başlayan bir arkadaşı olmuştur. Hani hayatın ne kadar pahalandığından bahsedecekken konuya, yumurtanın oluşumundan başlayan arkadaşımız. Ne kadar da içimizi sıkarlar değil mi?
Geçen gün Kelebek’in yazıişleri müdürü ile konuşurken, ‘Çok mu uzun yazıyorum ben’ dedim. Emre Bey de utana sıkıla, ‘Evet’ dedi... ‘Biraz uzun oluyor.’ (Bak hala lafı uzatıyorum yaaaaa.)
Sonra kısa yazmaya çalıştım yazdıklarımı. Olmuyor. Olmuyor.
Konuşurken ‘dan’ diye her şeyi söyleyen ben, bir türlü derdimi anlatamıyorum kısa yazarak. Uzatıyorum da uzatıyorum yazıyı. Tıpkı o benim sinir olduğum lafı uzatan, dolandıranlar gibi.
İşte o zaman anladım ki, usta yazarlar derdini kısa yazılarla anlatabilenler. Bense hala lafı uzattıkça uzatıyorum. Ama söz, bir gün ben de kısa yazılarla derdimi anlatmayı öğreneceğim. (Ama biraz el alacak galiba!)
Size iyi bir haberim var
Pazartesi günkü yazımda bahsetmiştim, ‘Bu kez beklediğim bir tahlil sonucu’ diye. İşte o beklediğim tahlil sonucu temiz çıktı. Bana çok uzun gelen bekleyiş mutlulukla sonuçlandı.
Mailleriyle bana destek veren, dualarıyla yanımda olan herkese çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız, iyi ki benimlesiniz.
Çok çok teşekkürler...
Yazının Devamını Oku