Armağan Çağlayan

Türkstar biter, Armağan köyüne döner

24 Mart 2004
Geçen Cuma akşamı Türkstar yarışmasını seyrederken, aradaki reklamlarda televizyonda birden kendimi görünce çok garip şeyler hissettim. Yok... Kendimi televizyonda görünce garipsemedim, Türkstar’dan başka bir yerde görünce garipsedim. Sanki ben televizyonda bir tek, Türkstar’da olabilirmişim gibi geldi. Ondan sonra oturdum sürekli reklamları seyredip, kendi reklamımı beklemeye başladım (görgüsüzüm birazcık sanırım). Bilenler bilirler, ben kendimi televizyonda seyretmekten haz etmiyorum. Nitekim reklamı seyrettikten sonra, kendimle ilgili yüz tane şey bulup, söylenmeye başladım. ‘Olmamış’ dedim. Bu kıyafet yakışmamış dedim. Elimi kötü kullanmışım dedim. Bir cümleyi yanlış vurgulamışım dedim. Daha bir sürü şey işte...

***

Bu reklam filmini çekerken, ilk kez oyunculuk yaptım. Benim jüri üyesi olduğum Türkstar’ı, aynı zamanda Genel Müdür Yardımcısı olduğum Med Yapım çektiği için orada prodüksiyonla ilgili işlerle de ilgileniyorum. Ama bir reklam filminde ilk kez, sadece oyuncu olarak sette bulundum. Çok farklı bir duyguymuş.

İki gün öncesinden filmin yapımcısı arayarak, kaçta nerede bulunmam gerektiğini söyledi. Daha sonra sanat yönetmeni arayarak, nerelerden giyindiğimi, hangi renkleri giymeyi tercih ettiğimi sordu. Nasıl kendimi özel hissetmeye başladım anlatamam. Neyse çekim günü geldi çattı, çekimin yapılacağı mekana gittim. Bütün ekip hazır. Herkes ‘Armağan bey hoş geldiniz’, ‘Armağan Bey bir şey içer misiniz?’ falan deyip duruyor. Bir prodüksiyonun içinde alışkın değilim ben böyle şeylere. Ben hep soran taraftayım. (Ve öyle de kalmak istiyorum!) Beni bir odaya aldılar bir sürü kıyafet, ‘Hangisini giymek istersiniz?’ dediler. Neredeyse hepsini denedim. Ve yönetmenle birlikte karar verdik. Ercan Bey hazır, Ahmet Bey hazır, Zerrin Hanım hazır, kısaca hepimiz hazırız. Bizi çekimin yapılacağı salona aldılar.

Ben de sanıyorum ki sadece dördümüz olacağız, çekim öyle yapılacak. Bir girdim salona, ben diyeyim 50, siz deyin 100 kişilik bir figürasyon var. Etrafımda şaryolar, ışıklar, koşuşturan setçiler, prodüksiyon asistanları. Kendimi garip hissettim. Ne oluyor ya dedim? Ben kimim? Burası neresi?

***

Elimizde bize günler önceden verilen 1.5 sayfalık bir metin var.Ben de televizyoncuyum ya, diyorum ki taş çatlasa 5-6 saatte biter bu iş. Neyse çekim başladı. İlk repliği Ahmet Bey söylüyor. Ahmet Bey’den aynı replik belki 25 defa alındı. Sonra Ahmet Bey’den aynı replik benim sırtımdan alındı. O bitti, aynı replik Ercan Bey’in sırtından alındı. Bütün bu süreç boyunca herkes masada oturuyor ama. Saate bir baktım çekimin başlamasından itibaren tam 2 saat geçmiş, biz sadece daha elimizdeki metnin bir satırını çekebilmişiz. Başladı mı benim içim sıkılmaya!

Bir de figürasyon için gelenler var. Ahmet Bey her repliğini söylediğinde iki kız Ahmet Bey’in arkasından yerlerine gidiyorlar. Arka masada oturanlar da, Ahmet Bey repliğini her tekrarladığında, çatalları ağızlarına götürüp yemek yermiş gibi yapıyorlar. Nasıl sıkıcı. Onlara baktıkça benim içim sıkılıyor. Ama sanmayın ki bu işlemler sadece Ahmet Bey için yapıldı, hepimizin replikleri için tekrarlar yapıldı. Beğenilmedi bir daha, yüzümüze gölge düştü bir daha. Lafları unuttuk bir daha. Yakam kırıştı bir daha. Anlayacağınız, aynı replikleri en az 50’şer kere tekrar ettik.

İlk gün akşam olduğunda daha yarım sayfa çekmiştik. Neyse, reklam filminin çekimi iki günde tamamlandı. Ama ikinci günün sonlarına doğru ben kendime bir baktım kaprise başlamışım. Kaçta bitecek bu çekim, bu son tekrar mı, ben tavuk ızgara yerim, salatam yağsız olsun lütfen gibi şeyler söylüyorum. ‘Armağan Bey yüzünüz düştü’ diyorlar, cevap veriyorum: ‘Sıkıldım çünkü’.

Bir de ikinci günün sabahı herkesten erken gittim sete, yakın planlarım çekilsin diye. Utanmadan, ‘Ama ben erken geldim, o zaman niye erken gitmiyorum?’ gibi televizyon sektöründe çalışan birine hiç de yakışmayan sorular sormaya başladım.

Hatta sorularımla yönetmen Rezzan Hanım’ı o kadar bunalttım ki, bana darıldı. Umarım bana olan kızgınlığı geçmiştir. İkinci günün akşamı paydos dediler. Reklam filmi bitmişti. Eve gittim, ‘Armağan’ dedim, ‘Yakıştı mı sana. Sen benzer şeyler sana yapıldığında kızıyordun!’. Hani diyorlar ya, ‘Aslını unutmamak gerek’ diye. Ben de sıkıntıdan ve ilgiden kantarın topuzunu kaçırdım galiba.....

Ve anladım ki benden oyuncu olmazmış. Demek ki ‘Türkstar biter, Armağan köyüne döner’ doğru kararmış. En azından bu sektörde çalışanlar adına...

BUGÜN NE YAPMAYALIM

Terör olayları için sessiz kalmayalım.

Güneydoğulu öğrenciler kitap istiyor

Diyarbakır’ın Hani ilçesindeki Atatürk İlköğretim Okulu öğrencileri hepimizden kitap bekliyor.

Okul müdürü Birol Yazıcı’yla Cuma günü telefonla konuştum. Yazıcı, okul öğretmenlerinin girişimiyle açılan okul kütüphanesinde şimdilik sadece birkaç kitap ve ansiklopedi olduğunu, her türlü kitap ve ansiklopediye ihtiyaçları olduğunu, destek beklediklerini söyledi. Okunmuş, artık kapağını bile kaldırmadığımız, sadece kütüphanemizde ne kadar çok kitabım var dememize yarayan kitaplarımız, belki de Hanili öğrencilerin ufuklarını açacak. Onlara kitap okuma alışkanlığı kazandıracak. Lütfen okunmuş kitaplarımızı yollayarak destek verelim. Kitapları aşağıdaki adrese iletebilirsiniz.

Birol YAZICI
Hani Atatürk İlköğretim Okulu
Hani/DİYARBAKIR
Tel: 0 412 651 20 47


NASIL BÜYÜDÜM


Ben büyürken TV’de en sevdiğim çizgi film ‘Marco’ idi.
Yazının Devamını Oku

Şu anda beklediğim bir tahlil sonucu

22 Mart 2004
Nerden nasıl başlanır bilmiyorum. Bazen böyle anlar da oluyormuş insanın hayatında. Canının hiçbir şey istemediği anlar. Elini kolunu kaldıracak halinin olmadığı anlar. Şu an bu durumdayım. Canım ne yazı yazmak istiyor, ne iş yapmak istiyor, ne de başka bir şey. Sadece öylece oturmak istiyor.

Oysa mutlu olmalıyım. Geçtiğimiz çarşamba gecesi düzenlenen KELEBEK kokteylinde yazılarımı haftada üç güne çıkartmak istediklerini söylediler. ‘Olur’ dedim. Artık pazartesi, çarşamba ve cuma yazacağım yani. Bu iyi bir şey mi karar da veremedim doğrusu. Bir gün daha fazla yazı yazmak demek, kendini daha hızlı tüketmek ve aynılaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmak demek değil mi? Perşembe sabahı Radikal Gazetesi’ni açtığımda, Hakkı Devrim’in bana ‘hoş geldin aramıza’ diyen yazısını okudum. Çok sevindim. Ama içimdeki bu burukluk, sevincimi de kursağımda bıraktı.

***

Bazen hayat ne garip tesadüflerle dolu. Daha bir hafta öncesine kadar yazılarımın yayınlanmaya başlamasını bekliyordum. Sonra benim için o büyük gün geldi ve yazım yayınlandı. Sabah erkenden kalkıp, telefonun çalmasını, birilerinin bana yazımla ilgili bir şeyler söylemesini bekledim. Kısaca şımartılmayı bekledim aslında. İhtiyacım vardı buna. Bunlar da oldu.

Şimdi perşembe sabahı aldığım bir haberle daha tatsız bir şeyi beklemek zorundayım. Bir yakınımın tahlil sonuçlarını. Ama bu kez bu bekleyiş bir hafta sürecek. Zaman uzun. Üstelik sonu tehlikeli de olabilir. Bunu düşünmek bile içimi sıkmaya yetiyor. Ne kadar zormuş böyle zamanlarda beklemek. Ne kadar içini sıkarmış meğerse insanın.

***

Ne çok şey bekliyoruz aslında hayatımız boyunca değil mi? Çocukken okula gitmeyi bekledim sabırsızlıkla. Okula gitmek, hayata başlamanın ilk aşamasıydı çünkü. Çocukken bayramları ve yeni yıl kutlamalarını beklerdim sabırsızlıkla. Hele 31 Aralık günü saat bir türlü gece yarısı 24.00 olmayacakmış gibi gelirdi. Saat bizi ertesi yıla devrettiğinde hiçbir şey olmadığını anlamam için yıllar geçmesi gerekti. Sonra lisede üniversite sonuçlarını bekledim. Merakla. Hayatıma nasıl bir yön vereceğimi anlayabilmek için. Hayatımıza üniversitelerin yön vermediğini anlamam için yine yıllar geçmesi gerekti. Ve en önemlisi 18 yaşıma girmeyi bekledim. Sanıyordum ki 18 yaşıma girince hayat çok daha farklı olacak. Hani sihirli bir değnek bana değecek ve daha güzel, daha mutlu bir hayatım olacaktı. 18 yaşıma girince, bu beklentinin çok da anlamlı olmadığını anladım.

Sonra avukat olmayı bekledim. O mesleği beceremeyince bu beklemenin de çok anlamlı olmadığını anladım. Sonra sevgilim olmasını bekledim, sevmeyi bekledim, sevilmeyi bekledim, ayrılınca geri dönmesini bekledim, çok para kazanmayı bekledim, terapimin sonuçlanmasını bekledim, bir yerde yazar olmayı bekledim... Belki de daha unuttuğum birçok şeyi bekledim.

Bu beklentilerin çoğu, mutlu ya da mutsuz sonuçlandı. Bitti. Şu an çok başka bir şeyi bekliyorum. Bir tahlil sonucunu... O raporda yazacak sonuç, beni ve yakınlarımı çok yakından ilgilendiriyor. Beklemenin bu kadar zor olduğunu, ilk kez bu kadar yakından hissediyorum. Üstelik çelişkili duygular yaşıyorum. Hepimizin yaşadığı gibi. Hani insan en kötüsü hiç kendi başına ya da yakınlarının başına gelmez sanır ya. İşte öyle hissediyorum. ‘Yok canım’ diyorum, ‘Değildir’. Ama sonra bunca yıllık hayat tecrübem, benim de, bizim de başımıza gelebileceğini gösteriyor. O zaman sırtımın arasından incecik bir soğuk su sızıyor. ‘Ne yapmalıyım o zaman’ diyorum? En kötüsü olduğunda ne yapmalıyım?

‘Güçlü müyüm o kadar? Daha ne kadar sınayacağız gücümüzü bu dünyada’ diye düşünüyorum. Nerede bitecek bu sınama?

***

Peh... Nasıl da her şeye sıfırdan başlaman gerekiyor zaman zaman. Ne oldu bu kadar psikoterapi seansı? Ne oldu bu kadar kendinle yüzleşme ve kendini tanımak için verdiğin çaba? Ne oldu hayata karşı daha güçlü olmak için gittiğin bunca seans? Ne oldu o güçlü duran adam? Ne oldu o çok özgüvenli adama?

Ne olur, dua edin en kötüsü olmasın...

Kırlangıç Fırtınası’nın zamanını söyleyebilirim

Her seferinde canımın acımasının biraz daha azalacağını düşünürdüm hep. Ama azalmıyor artıyor bu can acıması. Yıllarla ilgili sanırım, yıllar geçtikçe daha çoğalıyor can acısı.

Gençlik yıllarında canım acıdığında başka şeyler düşünmeye çalışırdım, hatta hatırlıyorum, ilk sevdiğimden ayrılmıştım, daha doğrusu ayrılmamıştım, terk edilmiştim. Çok canım yanıyordu. Kendimi avutmak için bir oyun bulmuştum, takvim yapraklarıyla oynuyordum. Her gün büyük bir özenle koparıyordum takvim yapraklarını, ‘Ohh... Bir gün daha eksildi’ diye. Her gün ‘Bugün bir dakika daha uzadı, daha geç karanlık olacak’ diye. Her gün büyük bir zevkle koparıyordum takvim yapraklarını, her geçen gün canımın acısı daha çok azalacak diye. Ama bugün farkettim ki; bugün bildiğim ve herkesin bildiğimden dolayı çok şaşırdığı bir sürü gereksiz bilgiyi o zamanlar öğrenmişim, takvim yaprağı okumak ne kadar çok şey öğretirmiş insana meğerse! İsterseniz size Kırlangıç Fırtınası’nın ne zaman olduğunu söyleyebilirim, ya da zeytinyağlı biber dolması tarif edebilirim, ya da cemreler ne zaman düşer söyleyebilirim... Öyle hafifletmişim canımın acısını o zamanlar... Ne iyi etmişim de aşık olmuşum.

***

Sonra ikinci sevgilimden ayrılmıştım, daha doğrusu ayrılmamıştım, yine terk edilmiştim... Başka bedenler istemişti canı. Çok canım yanıyordu. Kendimi avutmak için bir oyun bulmuştum, bir takım yazarların kronolojik sırayla kitaplarını okuyordum, her gün başka bir kitap bitiriyordum. Kitapları okumak başka şeyler düşünmemi engelliyordu. Mesela onu telefonla aramak için kendimle mücadele etmem gerekmiyordu (O zamanlar anlamıştım insanın kendisiyle mücadelesinin ne kadar yorucu olduğunu). Mesela onunla nasıl bir yerde kendimi karşılaştırırım diye planlar yapmam gerekmiyordu (O zamanlar anlamıştım insanın kendisiyle oynadığı oyunların ne kadar yorucu olduğunu). Mesela telefon on dakika içinde çalarsa beni arayan odur diye bitmek tükenmek bilmeyen on dakikalar beklemem gerekmiyordu (Ve o zamanlar anlamıştım on dakikanın bazen bir asır olduğunu). Mesela yoldan geçen üçüncü araba kırmızı olursa tekrar barışacağız diye dilekler tutmam gerekmiyordu (O zamanlar fark etmiştim trafikte ne kadar az kırmızı araba olduğunu).

Ama bu gün fark ettim ki, o zamanlar tanıdım, bugün çok az kişinin bildiği ve okuduğu yerli roman ve hikaye yazarlarını, o zamanlar tanıştım Nihat Sırrı Örik’le, Kerime Nadir’le, Muazzez Tahsin Berkand’la, Ethem İzzet Benice’yle, Recaizade Mahmud Ekrem’le, Hüseyin Rahmi Gürpınar’la, Kemal Tahir’le, Pınar Kür’le, Vedat Türkali’yle, Orhan Pamuk’la... Ve şimdi fark ediyorum ki, ne kadar çok şey öğrenmişim o romanlardan, o hikayelerden ve o yazarlardan... Ne iyi etmişim de aşık olmuşum.

***

Sonra üçüncü sevgilimden ayrılmıştım, doğrusu terk edilmiştim. Başkasına aşık olmuştu. Çok canım yanıyordu. Kendimi avutmak için bir oyun bulmuştum, aşk şiirleri okuyordum, terk edilmek üzerine... Başkalarının da terk edildiğini, çok canlarının yandığını görmek ve anlamak acımı hafifletiyordu sanki. İlk ben değilim terk edilen diye düşünüyordum. O zaman ezberlemiştim Atilla İlhan’dan ‘Ben sana mecburum bilemezsin, adını mıh gibi aklımda tutuyorum’ dizelerini. O zaman ezberlemiştim Murathan Mungan’dan ‘Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda, yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim’ dizelerini. Ve o zaman ezberlemiştim Ahmed Arif’ten ‘Hasretinden prangalar eskittim’ şiirini, yine o zaman ezberlemiştim Kavafis’ten ‘Gidecek başka kent bulamayacaksın’ şiirini... Ve şimdi fark ediyorum ki ne çok şey öğrenmişim o şiirlerden... Ne iyi etmişim de aşık olmuşum.

Sonra uzunca bir dönem yeni bir aşkı, yeni bir sevgili bekleme dönemi var. Çok bekledim. Sabırla. Biliyordum, gelecekti bir gün. Bu bekleme döneminde bir oyun bulmuştum kendime, ne kadar tiyatro oyunu varsa onları seyrediyordum, kudurmuş gibi! Hiçbirini kaçırmadan. Ne kadar film varsa onları seyrediyordum, hiçbirini kaçırmadan. İşte o zaman öğrendim benden başka bir sürü aşk bekleyen insan olduğunu ve o zaman öğrendim beklemenin de bazen bir keyif olduğunu, insana çok şey öğrettiğini... Ne iyi etmişim de beklemişim aşkı.

Hep bana soruyorlar nerden biliyorsun bu kadar çok şeyi diye, dilimin ucuna kadar geliyor söylemek istiyorum ‘AŞK YÜZÜNDEN’ diye ama gülerler anlamazlar diye söylemiyorum, vazgeçiyorum.

Yıllar geçtikçe azalacak sanırdım canımın acısı, ama azalmıyor. Ne kadar çok şey öğretmiş aşk bana. Hayat okulu dedikleri bu olsa gerek. Ya da, hani derler ya, okumuş ama adam olamamış diye, sanırım okuyup da adam olamayanlar, aşktan canları yanmamış olanlar, aşkı tanıyamayanlar, bilmeyenler...

Şimdi yine canım yanıyor. Ama biliyorum bu duyguyu. Geçecek! Ama şimdi... Hemen... Bir oyun bulmalıyım kendime. Ey aşk haydi öğret bana bilmediklerimi, eksik kalanları.

Sinemada randevu verenlere

Duvara Karşı filmini seyrederken çalan cep telefonları ve hatta çalmakla kalmayıp konuşulup randevular verilen cep telefonları beni sinir etti. Telefonunu kapatmayı unuttun diyelim, çalınca gayet yüzsüz bir şekilde, telefonu açıp randevu vermek ne oluyor, onu hiç anlamadım. Eğer cep telefonunu kapatmadan bir film izleyemiyorsan, benim konsantrasyonumu niye bozuyorsun? Çok acil işin var ve sana mutlaka ulaşılması gerekiyorsa, niye sinemaya giriyorsun? Benim sinema keyfimden ne istiyorsun? Buna ne hakkın var? Filmin en can alıcı sahnesi, zır zır zır telefon çalıyor. E yuh yani...

Küfür komik midir

Filmi seyrederken dikkatimi çeken ikinci nokta, Türk insanının küfüre ne kadar güldüğü oldu. Güven Kıraç filmde küfürlü konuşan bir tipi oynuyor. Almanya’daki ezikliğini küfürle bastırmaya çalışan bir karakter bu. Güven Kıraç her küfür ettiğinde salonda bir kahkaha tufanı kopuyor. Hani öyle ettiği küfürler, sevimli, gülünesi küfürler de değil. Tumturaklı, oturaklı küfürler. Yani o gülenlere edilse, neredeyse kan çıkacak küfürler.

E şimdi, nasıl oluyor bu? Türk insanı küfür yüzünden adam öldürür yahu. Filmde başkasına küfür edildiğinde niye gülüyorsun ki? Küfür komik bir şey mi?

Hele de filmde nasıl da iç acıtıyor o küfürler. Nasıl bir ezilmişlik duygusuyla, kendini üstün görmek duygusuyla ediliyor küfürler. Bir isyan var o küfürlerin altında, bir varoluş mücadelesi var. Ama gel gör ki, her küfür edildiğinde, filmin en dramatik sahnesinde bile gülüyor seyirci. Ben cidden anlayamadım bu durumu. Komik olan neresi? Hayata isyan etmek mi komik? Yoksa sana edildiğinde kavga çıkaracağın bir küfrün başkasına edilmesi mi komik? Komik bunun neresinde?

Şarkıcılar sahne performanslarını bitirip, kulise gittiklerinde hani alkışla tempo tutar seyirciler ve onu bir kez daha sahneye çağırırlar. İşte o anlarda sahneye çıkan insanın neler hissettiğini hep merak etmişimdir. Sahnede hiç bis için alkış almadım, çünkü sahneye hiç çıkmadım. Ama Hülya Dergisi’ne 14 Şubat Sevgililer Günü için yazdığım yazının bir kez daha yayınlanması için mailler aldım, sayamayacağım kadar çok sayıda. Bu yazıyı okuyan bazı kişiler de bu yazı gerçekten size mi ait diye soruyorlardı. (Sanırım benden böyle bir yazı beklemiyorlardı) İşte ben de bu yazının tekrar yayınlanması için yapılan bise, yazıyı tekrar burada yayınlayarak karşılık veriyorum. Okuyanlardan, tekrar okumak zorunda kalacakları için özür dileyerek...

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: ‘Bis’ çok keyifli bir şeymiş...


BUGÜN NE YAPMAYALIM

Akşam yatarken üzerimizden çıkardıklarımızı gelişigüzel fırlatmayalım.

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken

Her sabah saat 10.00’da radyodan ‘arkası yarın’ dinlerdim.
Yazının Devamını Oku

Meltem Cumbul’u bu filme oturtamadım

18 Mart 2004
Pazar günü, Capitol Spectrum 14 sinemalarında ‘Duvara Karşı’ filmine gittim. Çok merak ediyordum, Berlin Film Festivali’nde yönetmenine ‘Altın Ayı’ ödülünü kazandıran bu filmi. Hadi itiraf edeyim, sadece Altın Ayı ödülü aldığı için değil, Sibel Kekilli’yi seyretmek için de sabırsızlanıyordum. Hakkında bu kadar yazılıp çizilen, ama hiç seyretmediğim bir oyuncu vardı filmde. Ve ben onun oyununu çok merak ediyordum. Filmi anlatmadan önce söylemeliyim ki, Sibel Kekilli’nin oyununu çok beğendim. Sibel Kekilli çok başarılı. Çünkü kendi hayatına çok benzeyen bir rolü oynuyor. Bir anlamda kendisini oynuyor Sibel Kekilli. Üstelik filmdeki adı da ‘Sibel’. Fatih Akın’ın bu ayrıntıyı bile düşündüğüne inanıyorum.

Filmde Sibel Kekilli kadar başarılı diğer bir oyuncu Birol Ünel. Seyrederken bana Marlon Brando ve Johnny Depp’i anımsattı. Oyunculuk olağanüstü.

Bence filmde olmamış, bir türlü filme oturtamadığım iki oyuncu vardı. Birisi Sibel Kekilli’nin annesini oynayan oyuncu (Bütün çabalarıma rağmen ismini öğrenemedim), diğeri de Meltem Cumbul. Bu kadar hüzün dolu bir filmde Meltem Cumbul’un o cıvıl cıvıl, hep neşeli olan ses tonu beni rahatsız etti.

***

Film önce çok eğlenceli başlıyor. Kız isteme ve düğün sahneleri neredeyse komedi filmi. Ama film ilerledikçe, her sahnesiyle, her dakikasıyla giderek içinize bir hüzün yerleşiyor. Filmin sonlarına doğru içinize yerleşen hüzün, bir yumruya dönüşüyor. Aşkı başka bir gözle anlatmış Fatih Akın. Aşkı kendimize bile itiraf etmenin ne kadar güç olduğunu, aşık olduğumuz insan için ne kadar çok şey yapabileceğimizi, aşık olduğumuzda gözümüzün hiçbir şey görmediğini anlatmış. ‘Artık sevmeyeceğim, çok canım yanıyor’ dediğinizde bile sevebileceğimizi anlatmış.

Ben filmi çok beğendim, bence mutlaka gidin ve görün. Aşk insana ne yapar, gidin görün. Hepiniz kendi ‘aşklarınızdan’ bir parça bulacaksınız.

Kaşkollara ne çok anlam yüklemişim

Türkstar seçmelerinin Adana ayağında bir yarışmacı gelmişti. İsmi Çağlar. Üzerinde annesinin ona ördüğü mavi bir kazak vardı. Ben de, ‘Annene söyle bana da kaşkol örsün’ demişim. Bu bölümler zaten yayınlandı. Bu bölümün yayınlanmasından sonra şirkete onlarca kaşkol geldi. Hepsi el emeği göz nuru. Hepsini bir dahaki kış büyük bir zevkle kullanmak üzere gardırobuma kaldırdım. Kaşkol yollayan herkese, emekleri için çok teşekkür ederim.

Kaşkolların benim hayatımda hep önemli bir yeri olmuştur. Severim kaşkolları. Rengarenktir kaşkollar. İnsanı sarar sarmalar.

İnsanı çok sıcak tutar kaşkollar.

Çünkü, sarılır size kaşkollar.

Çünkü, üşüyen bedenimizi ısıtır kaşkollar.

Çünkü bedenimizi soğuktan korur kaşkollar.

Ne kadar çok anlam yüklemişim kaşkollara. Ya da ne kadar çok anlamı varmış kaşkolun benim hayatımda.

Yoksa bu yüzden mi yeni doğan bebeklerine, çocuklarına hep kaşkol örer anneler? Bu sebeple mi, anneanneler, babaanneler rengarenk kaşkol örerler torunlarına. Kızlar, sevgililerine kendi el emeği göz nuruyla kaşkol örerler. İlk hediye örülen kaşkoldur.

O yayından sonra bana gelen kaşkollar, kaşkolların sevgi ile bağını hatırlattı bana. Ne kadar çok benziyorlar birbirlerine değil mi? Sevgiler de ısıtır insanı, kaşkollar gibi. Sevgiler de korur insanı, kaşkollar gibi. Sevgiler de sarar insanı, kaşkollar gibi.

Böyle düşününce utandım birden kendimden. Ben kaşkolları çok severim ya, bu kadar mı sevgi açıyım ben diye. Durun, şimdi bu yazı bitsin, hemen gidip yeni bir kaşkol alayım kendime...

NASIL

Ben büyürken

En moda oyuncaklardan birisi ‘lak lak’dı. Aynı ipin ucuna bağlı, iki farklı renkteki mika topu, kim daha çok birbirine vurdurup ses çıkaracak diye oyun oynardık.

BÜYÜDÜM

O gittiğinde zil değişti ama acı hiç değişmedi

Bazen gidebilmeyi başarmak ne kadar zordur. Terk etmek yani. Bir şehri terk etmek, sevgilini terk etmek... Hani insan çok terk etmek ister de terk edemez ya, işte o zamanlar daha da zordur. Ne yapacağını bilemez insan. Deli tavuk gibi kendini oradan oraya vurur.

Nereden mi aklıma geldi terk etmek? Ya da terk edebilmek? Bir arkadaşım var, sevgilisiyle çalkantılı günler yaşıyor. Terk etmeye çalışıyor, ama başaramıyor. Bir arada olmaya çalışıyor, onu da başaramıyor. Sevgilisi gidiyor, depresyona giriyor. Yanına geliyor, yine depresyona giriyor.

Telefonla konuştukça, ya da arkadaşımla karşılaştıkça benim de canım yanıyor. Ne yapabileceğimi bilemiyorum onun için. Ben de darmadağın oluyorum. Çünkü hepimiz aynı şeyleri yaşıyoruz aslında. Sadece insanlar, zamanlar ve mekanlar farklı. O kadar iyi hissedebiliyorum ki yaşadıklarını, o kadar iyi anlayabiliyorum ki yaşadıklarını, hatta çektiklerini. ’Geçecek’ demek istiyorum, dilimin ucuna kadar geliyor, sonra yutuyorum dilimin ucuna kadar gelen kelimeyi. Çünkü biliyorum bana da öyle demişlerdi de çok sinirlenmiştim.

***

İnsan ‘geçmesin’ mi istiyor ne? Bence geçmesin istiyor. Çünkü o acıyı çektikçe, o acıyı yaşadıkça hala onunla olduğunu hissediyor. Canı acıdıkça bir köşeden karşısına çıkacak ve her şey bitecekmiş gibi hissediyor. Canı acıdıkça onu hissediyor. Onu hissetmek hiç geçmesin istiyor.

O kadar iyi anlıyorum ki arkadaşımı, yaptıklarını. Evdeki her şeyi yenilemek istiyor. Konuşurken bana, ‘Karmaşık desenli her şeyden nefret ediyorum’ diyor.

Güldüm bunu duyunca. Aslında nefret ettiği şey, karmaşık desenli objeler değil, içinin karmaşasıydı. Kendinden nefret ediyordu. Çünkü kendini güçsüz buluyordu. Kendine sinirleniyor, hırsını eşyalardan çıkarmak istiyordu. Çünkü biliyorum, bana da öyle olmuştu. Taşınmak istemiştim o evden. O geldiğinde çalan zil sesini duymak istememiştim bir süre. Zili değiştirmiştim, kendimi değiştirmeye çalışmak yerine. Zil değişmişti ama, çektiğim acı hala yerinde duruyordu. Acı hiç değişmemişti.

O kadar iyi anlıyorum ki arkadaşımı. ‘Bazen çok iyi hissediyorum kendimi’ dedi, ‘Ama bazen de içim tükeniyor, dayanamayacak gibi oluyorum’. Hep aynı şeyler hissettiklerimiz işte. Sabah kalktığımda yataktan, içimin sesini dinlerdim ben de. ‘Hımmm, iyiyim bugün galiba’ derdim. Yaşasın. Geçmiş, kurtulmuşum. Bitmiş her şey. Ama gün ilerledikçe, koskocaman bir boşluk duygusu otururdu içime. Kurtulmuşum duygusu, giderek yerini sıkıntıya, iç burkan bir sıkıntıya bırakırdı. Hele baharsa. Ve hele baharda gün akşama dönüyorsa yavaş yavaş. Ne tarif edilmez bir acıdır o.

***

O kadar iyi anlıyorum ki arkadaşımı. Bir şey anlatıyorsun. Kafa sallıyor ama boş bakıyor. Biliyorum ne hissettiğini. Biliyorum aslında ne konuşmak istediğini. Hep sevgilisinden, hep çektiği acıdan, hep sevgilerinin düzelme umudundan bahsetmek istiyor. Hep onu konuşmak istiyor. Çünkü konuştukça düzelme umudu artıyor. Çünkü konuştukça, onu paylaşıyor.

O kadar iyi anlıyorum ki arkadaşımı. Uyuyamıyor. Dikkatini hiçbir şeyde toplayamıyor. Sadece ve sadece onu düşünüyor. Ve hepimizin o anlarında olduğu gibi yalnız kalmak istemiyor. Hep yanında birisi olsun istiyor. Korkutuyor yalnızlık onu da, hepimizin o anları gibi. Çünkü biliyorum, yalnız kalınca daha da artacak içindeki o ezilmişlik, yok olmuşluk ve çaresizlik duygusu. Biliyorum, yalnız kalınca daha çok bekleyecek, telefon çalacak diye. Biliyorum ki yalnız kalınca daha çok ağlayacak, ne oldu bize böyle diye. Birlikte geçirdikleri, mutlu günlerini düşünecek. İçi daha da kıyılacak. Tükenmişlik duygusu, içindeki yalnızlık daha da artacak. Yaptığı hataları düşünecek. Keşke yapmasaydım diyecek. Hata olmayanlar bile hata gibi gelecek ve kendine daha çok kızacak...

***

O kadar iyi anlıyorum ki onu. Yatağa yatıp, dönüp duracak. Yorgun gözleri, uykuya dalacak gecenin bir saatinde. Ama o yatakta uyumaya çalıştığı zamanlarda, yeni kararlar alacak. Yepyeni kendini yaratabilmek için. İçinden defalarca aynı sözcükleri geçirecek. ‘Bir daha sevgilime onu çok sevdiğimi hissettirmeyeceğim’ diye. Ya da unutmak için yeni uğraşlar, yeni oyuncaklarla kendini avutmak için kararlar alacak. Sinemaya gidilecek, kitap okunacak, aranmamış arkadaşlar aranacak... Ama sabah kalkıp hiçbirini yapamayacak! Bıraktığı yerden aynen devam edecek....

O’nu evinde bırakıp çıkarken, kendimi çok suçlu hissettim. Hiçbir şey yapamamıştım O’nun için. Sadece dinlemiştim.Birde bildiğim birkaç sözcük işte.En klişesinden.O’nun için bir şeyler yapabilmeyi çok isterdim.Ama hep diyorlar ve bizde kızıyoruz ya ‘Zaman en iyi ilaç’ diye.Biliyorum kızacak, tıpkı benim kızdığım gibi. Ama GEÇECEK......

BUGÜN NE YAPMAMALIYIM

Gençlere ‘Bizim zamanımızda’ diye başlayan hikayeler anlatmayalım.

Çocuk üstünü kirletsin ki öğrensin

Anneler çocuklarını ‘Aman kirletme’ diye uyarıyor, uzmanlar da anneleri uyarıyor: ‘Bırakın kirletsin!’

Çocuk, ergen ve erişkin psikiyatrisi alanında uzman olan Prof. Dr. Yankı Yazgan çocuk psikolojisinde öğrenme ve hayatı keşfetme olgularını ‘kir ve kirlenme’ ile ilişkilendiriyor. Yazgan, ‘Çocuklar büyüklere benzemez; onların küçülmüş halleri değillerdir. Çocuklar, bireysel gelişimlerinin en kritik, en etkili ve değişime en açık dönemlerinde olan bireylerdir. Bu değişimin hızına ayak uyduracak yaklaşım, çocuğu içinde olduğu koşullarla birlikte değerlendirilerek onun gelişiminin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlar’ diyor. Çocukla ilişki kurarken, onun temposuyla uyumlu, ona erişmeyi hedefleyen yollar kullanmalıyız. Çocuklara hayatı tanımaları ve arkadaşlık, paylaşma ve kendine güven duygularını geliştirmeleri için fırsat yaratmalıyız.

İşte Yazgan, bu fırsatlar arasında kir ve lekelerin de bulunduğunu söylüyor. Hatta ‘Hayatı düşe kalkarak öğrenen çocuklar için son derece doğal bir olgudur kirlenmek. Anne-babaların çocuklarının hayatı keşfederken üstlerini başlarını kirletmelerini dert etmemelerini öneririm’ diye uyarıyor ebeveynleri.

Yazgan, OMO’nun reklamlarında öne çıkardığı ve ‘Kirlenmek Güzeldir’ teması altında işlediği ‘Eğer hiçbir şey öğrenmeyeceksek, temiz kalmanın ne yararı var’ yaklaşımını sağlıklı nesiller yetiştirmek açısından doğru bulduğunu da ekliyor.
Yazının Devamını Oku

Sevgiliniz benden daha yeteneklidir, eminim!..

17 Mart 2004
Merhaba...<br>Şimdi bana yazı yazmam için ayrılan bu köşeyi görünce aşağı yukarı hepinizin ne hissettiğini ve ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum. Bundan beş ay önce hiç kimsenin tanımadığı, hatta ismini bile bilmediği birine Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet’in Kelebek ekinde köşe vermişler. Zaten bu ülke böyle... Meşhur olacaksın ki hak etmediğin gibi yaşayasın. Zaten bu ülke böyle, eline fırsat geçmediği için kendini gösteremeyen ne kadar da çok insan var. Adamın biri bir yarışmada jüri üyesi olacak, ünlü olacak. Sonra gazetede köşesi olacak. Ne yaptı ki o adam? Herkesin söylediği çok popüler bir şarkı mı? HAYIR! Elektriği mi buldu? HAYIR! İnsanlık için çok önemli bir buluş mu yaptı? HAYIR! Oturdu dört ay boyunca televizyondan saçın olmamış, şarkının sözünü unuttun, bu kıyafet oldu mu şimdi, göbeklisin diye ahkam kesti. Ve hasbelkader ünlü oldu.

Eeee... Benim oğlum da bu kadar yetenekli. Hem eğitimi, birikimi ondan çok daha iyidir eminim. Sevgilim, Armağan denen bu adamdan çok daha yeteneklidir, eminim! İşte bu ülke böyle kardeşim! Arkanda dayın olacak. İyi ilişkiler kuracaksın ki iyi yerlere gelesin. Herkes hak etmediği yerde zaten bu ülkede. Şimdi iki dakika durun ve düşünün lütfen. Bunlar geçmedi mi bu köşeyi ilk gördüğünüzde aklınızdan. En az yüzde 60’ınızın aklından geçmiştir.

Şimdi sizden bir şey rica edeceğim. Lütfen bana ve hiç kimseye karşı önyargılı olmayın. Ben önyargılı olmanın çok cezasını çektim. Bana biraz tahammül edin. Bu köşeyi bir süre okuyun ve sonra kararınızı verin. Şöhretini kullanan biri miyim? Yoksa bu köşeyi hak ediyor muyum? Ama kararınızı bana bildirin olur mu? Belki de paylaşacak çok şeyimiz vardır? Hayata aynı pencereden, aynı şeyleri düşünerek bakıyoruzdur. Lütfen, hayatınızda bir kez olsun önyargılı davranmayın ve okumayı deneyin. Kısa yoldan şöhret olduğunu düşündüğünüz insanlar da yazı yazabilirler unutmayın.

Ben önyargılarımdan kurtuldum ve hayat o zaman çok daha yaşanır hale geldi benim için. Ne dersiniz denemeye değmez mi?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken...

Zambo cikletlerinin içinden çıkan ‘artist’ ve ‘futbolcu’ resimlerini biriktirirdim.

BAŞKALARI İÇİN YAŞAYAN KADINA

Bu yazı Kadınlar Günü için yazılmıştı

Aslında bu yazılar, önümüzdeki hafta başlayacaktı. Tam Diyarbakır elemeleri sırasında bir telefon geldi. Biz yazılarınıza 8 Mart’ta başlamaya karar verdik dediler. Birden fark ettim ki, o gün Dünya Kadınlar Günü. Şimdi el mecbur kadınlarla ilgili bir yazı yazmam gerekir diye düşündüm.

Kadınlar konusunda edilmemiş bir laf, söylenmemiş bir söz, yeni bir bakış açısı var mıdır diye günlerdir kafa patlatıyorum. Yazmayı deneyeceğim. Yeni olmasa da...

***

Hepimizin hayatının en önemli kadın figürü kuşkusuz annelerimiz. Benim annem, hepinizden farklı olarak, aynı zamanda ilkokul öğretmenim. Bana okuma yazmayı annem öğretti. Ama benim hayatımın en önemli kadın figürü anneannem. Annem çalıştığı için bana anneannem baktı, büyüttü. Çok severim anneannemi. Bu sevgiden olsa gerek, çok dinledim akrabalarımdan anneannemle ilgili hikayeleri.

***

Anneannem Gebze’li... Batılı yani. Dedem, Gebze’de yedek subaylığını yaparken tanışmışlar dedemle ve evlenmişler. Dedem Gebze’de tanıştığı o yarı batılı genç kızı, küçücük yaşında Gebze’den alıp Kelkit’e götürmüş. Gebze’de büyüyen o genç kız, önceleri alışamamış o zamanın doğu şartlarına. Çok zorlanmış. Çok zor gelmiş su taşımak çeşmelerden eve. Çok zor gelmiş kaynana yanı, görümce yanı ona. Çok zor gelmiş anne, baba, kardeş hasreti. Mutsuz olmuş. Ama o zamanlar yok öyle ‘Zor geldi, boşanıyorum’ demek. O zamanlar yok öyle ‘Çizdim oynamıyorum’ demek.

Alışmış zamanla pestil yapmaya, sac üzerinde ekmek pişirmeye. Alışmış zamanla anne, baba hasretine. Gurbete. 5 tane çocukları olmuş. Hepsini büyütmüş, adam etmiş. Gençken Gebze’de kendisi için yaşamaya çalıştığı hayatı, artık Kelkit’te kocası için, çocukları için, ailesi için yaşamaya başlamış. Vazgeçmiş kendi için yaşadığı hayattan. Artık hayat her şartta, diğerleri için yaşanan bir hayat olmuş. Her şeye rağmen dimdik hayatta kalmış.

***

Hayatımın en önemli kadın figürlerinden birisi olan ve beni büyüten anneannem bir gün kansere karşı o dik başlı mücadelesini sürdüremeyerek hayata veda etti. Ben hayatla mücadeleyi, hayatın her şeye rağmen yaşanır olduğunu ondan öğrenmiştim. Çiçek sevgisini, anneannemin evinde büyüttüğü ve her sabah sevgiyle seyrederek karşısında çayını içtiği çiçeklerden öğrenmiştim. Ben yemek zevkimi anneannemden öğrenmiştim. Kuzu kapamayı, kesme çorbasını, kısırı... Ben mutsuz olduğum zamanlarda bile başkalarını mutlu etmeyi ondan öğrenmiştim. Her şartta hayata sarılmayı ve hayatın çok da komik yanları olduğunu ondan öğrenmiştim.

İlk masalımı ondan dinledim. Başımıza gelen her şeyle ilgili anlatacak bir hikayesi vardı. İlkokul mezunuydu anneannem. Ama bugün fark ediyorum ki hayatla ilgili çok şeyi ondan öğrenmişim ben. Ne çok şey öğretmiş bana anneannemin bitirdiği Hayat Okulu.

O aramızdan ayrıldı; ama hala oturduğu bütün evlerin telefon numarası aklımda. O aramızdan ayrıldı; ama hala sarıldığımdaki teninin kokusu burnumda. O aramızdan ayrıldı; ama hala olaylar karşısında söylediği atasözleri hafızamda. O aramızdan ayrıldı; ama hala verdiği öğütler aklımda.

***

Keşke yaşasaydı ve bu yazıyı okusaydı. Eminim kendisiyle değil, benimle gurur duyardı. Keşke bu yazıyı okuyup, benimle değil, kendisiyle gurur duyabilseydi. Çünkü o da çoğu kadın gibi başkaları için yaşamayı öğrenmişti ve buna alışmıştı.

Anneanne... Dünya Kadınlar Günün kutlu olsun.

Her şey için teşekkürler.

SEFARAD...

Tatlıses’ten sonra sahnede göbek atmanın yakıştığı ikinci erkek Sami

Geçtiğimiz perşembe gecesi İstanbul’un, belki de Türkiye’nin en iyi performans mekanı Babylon’da Sefarad konseri vardı. Saat 21.30 gibi Babylon’a gittiğimde kapının önü ana baba günü gibiydi. Herkes bilet bulmak için uğraşıyordu.

Babylon çok başarılı bir performans salonu. Her ay mutlaka ‘Babylon’da ne etkinlikler var’ diye takip ediyordum, bundan önce bir kez gitmiştim, ama artık devamlı müşterisi olacağım sanırım.

Sefarad sahneye çıktığında Babylon yıkılıyordu. Nasıl güzel müzik yapıyorlar, nasıl sizi daha sahneye çıkar çıkmaz kavrıyorlar, bir yerde yakalayıp mutlaka bu performansı izlemeniz gerek. Sahnedeki herkes yaptığı işten çok keyif alıyor ve en önemlisi, işini yaparken eğleniyor. Tabii bu eğlence size de geçiyor.

Basda Cem, gitarda Ceki ve solist Sami. Üçü de çok iyiler. Biz Ceki ile Cem’in konuşma seslerini pek duyamadık. Çok az konuşuyorlar. Çok utangaçlar. İnsan bu kadar eğlenceli ve güzel müzik yapıp nasıl hala utangaç ve sessiz kalıyor, o başka bir tartışmanın konusu. Grubun solisti Sami sahneye çok yakışıyor. Sesi olağanüstü. Ve Türkiye’de İbrahim Tatlıses’ten sonra, sahnede oynamanın yakıştığı ikinci erkek bence.

Babylon’daki herkes çok eğleniyordu. Bir ara solumda ayakta duran genç bir kızla birlikte dans ettik. Bir şarkı sonra Sami, ‘Şimdi eşim dostum beni hastayım sanıyor, ama yastayım hiç kimse bilmiyor’ diye şarkı söylemeye başladı. Baktım az evvel deli gibi dans eden kız, bu kez ağlıyor. Yaşlar süzülüyor gözlerinden. ’Evlendi mi sevgilin’ dedim, kafasını salladı. Evet anlamında mı, yoksa hayır anlamında mı anlamadım. Üstüne de gitmedim. İşte bu da performans başarısı; dans ettirirken birden ağlatmayı başarabilmek.

Konser bitti. Alkışlar dinmedi. İkinci kez sahneye geldiler ve ‘Osman Aga’ ile ağzımıza bir parmak bal çalıp yine geri gittiler. ’Bitti mi ya?’ dedim. Saatime baktım. Onlar sahneye çıkalı iki buçuk saat olmuş ama zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım.

Sevgili Sami, Cem ve Ceki... Ağzınıza, yüreğinize sağlık.

Mutlaka bir Sefarad kaseti edinin ve dinleyin, bana hak vereceksiniz. Ve mutlaka bir konserlerine gidin. Son yılların en başarılı grup performansını seyredeceksiniz.

AKLIMDA KALANLAR

Sahneye çıkarken bir mikrofon, bir de cevşen

Türkstar elemeleri için yaklaşık 20 gün, Türkiye’nin 8 ilini gezip, yaklaşık 20 bin kişiyi dinledik. Yani hayatıma yeni 20 bin kişi daha girdi. Bu 20 bin kişiden aklımda kalan, yeni ‘insan manzaraları’ var tabii ki. Ama beni en çok şaşırtan aynı ya da benzer meslekleri yapan insanların, giderek ne kadar birbirlerine benzedikleri.

Mesela sahneye çıkan şarkıcıların çoğu boyunlarına cevşen takıyor. Anadolu’da sahneye çıkan şarkıcılar, kendilerini ‘okuyucu’ olarak nitelendiriyor. Üniversiteye hazırlanan genç kızlar saçlarına balyaj yaptırıyor, üniversiteye hazırlanan delikanlılar ise dudak altına üçgen sakal bırakıyorlar. Rock söyleyenler saçlarını uzatıp, keçi sakal bırakıyorlar. Özgün müzik söyleyen genç kızlar, saçlarını koyu siyaha boyatıp, az makyaj yapıyorlar, ama gözlerinin altına mutlaka koyu renk kalem çekiyorlar. Sahnede dans edenler, Sibel Can gibi, bir gün mutlaka solist olacaklarını düşünüyorlar. Ve vücuduna güvenen her genç kız mutlaka düşük belli kot giyiyor. Kendini yakışıklı bulan delikanlılar saçlarına mutlaka jöle, dax ya da briyantin sürüyorlar. Gençler ne kadar çok kendilerini bir yere ait hissetmek istiyorlar. Hiçbirisi kendisi gibi olmayı denemiyor. Oysa en çok kendimiz gibi olduğumuzda gerçek değil miyiz? Kendisi gibi olmayan gençler çok canımı acıttı benim.

BUGÜN NE YAPMAMALIYIM

Benim yazı yazmaya başlamam şerefine diyet yapmayalım. (Ne kadar çok bahane var, diyet yapmamak için!)
Yazının Devamını Oku