Armağan Çağlayan

Nükhet Duru’nun çorabını kaçırdım

30 Nisan 2004
Kendinizi ‘tutucu bir insan’ olarak tanımlar mısınız? Mesela her sabah alışveriş yaptığınız bakkalın bir sabah gittiğinizde kapanmış olduğunu görürseniz üzülmez, hayatınızda bir boşluk hissetmez misiniz? Ben bu anlamda çok tutucu biriyim. Değişiklikleri sevmiyorum. Hep aynı bakkaldan alışveriş etmeyi, hep aynı tatil köyüne gitmeyi, hep aynı restoranda yemeği seviyorum. Hatta o kadar abartıyorum ki durumu, aynı tatil köyüne gidip, hep aynı yerde güneşlenip, hep aynı masada yemek yiyiyorum.

Kısacası hayatımda yeniliklere çok açık birisi değilim. Hayatımın ‘kendimle’ ilgili bölümünde fazlasıyla ‘tutucuyum.’ Alışkanlıklarımdan çok zor vazgeçiyorum, hatta vazgeçemiyorum. Oysa çoğunuz benim uçuk kaçık, yeni şeyler denemeyi seven, hatta yamaç paraşütüyle atlayıp, bungeee cumping yapan birisi olduğumu tahmin ediyordunuz eminim ki. Yok ama öyle birisi değilim. Olamam da. Sanırım olmak da istemiyorum!

Eminim bazen size de oluyordur. Hani aklınıza geçmişle ilgili bir şey gelir, ama hemen o düşünceyi uzaklaştırırsınız beyninizden, çünkü o anı bir kez daha hatırlamak hiç hoşunuza gitmez. Sanki hatırlamamak, o anı bildiğiniz gerçeğini değiştiriyormuş gibi. İşte geçenlerde böyle bir durum geldi başıma. Nükhet Duru ve Cenk Eren’i izlemek için Günay restorana gittik.

***

Sahneye çıkmadan önce Nükhet Hanım’a bir merhaba demek için kulise gittim. O’da tam sahneye çıkmak üzere, bir telaştır gidiyor kuliste. Yine çok şık, bacak dekoltesi gayet yerinde bir elbise var üzerinde. Ama hani öyle böyle bir dekolte değil. Minicik bir elbise!

Nükhet Hanım bir yandan son hazırlıklarını yapıyor, bir yandan da benimle sohbet ediyor. Bende elimde sigara, konuşuyoruz. Baktım gevezeliğim üzerimde, konuştukça konuşuyorum, artık bir yerde de susup yerime dönmem gerek değil mi? Vedalaşma merasimi sırasında tam Nükhet Hanım’ı öperken, bir çığlık attı Nükhet Hanım. Ama acı bir çığlık. Ve elini hemen bacağına götürdü. Ben de ne olduğunu anlamak için bön bön bakıyorum! Meğerse, Nükhet Hanım’ı öperken, elimdeki sigarayı kadıncağızın bacaklarına değdirmişim.

Kadın hem yandı, hem de o kadar bacak dekoltesi olan elbisenin altıdaki çorapta sigara yanığından oluşmuş kocaman bir delik açıldı. Orkestra introya başlamış, artık sahneye çıkması gerekiyor. Geri dönüş yok yani. Ben nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum, kıpkırmızı oldum, her yerimden ateşler çıkıyor. Dilim tutuldu neredeyse. Nükhet Hanım’ın yardımcıları ‘Ne yapacağız şimdi?’ diye konuşmaya başladılar.

Onlar öyle konuştukça ben daha utançtan daha çok yerin dibine giriyorum. Sahnede müzik devam ediyor. Vokaller şarkıya başlamış. Nükhet Hanım son derece profesyonel bir tavırla, yardımcısından istediği uhu ile çorabını yapıştırıp (Valla nasıl olduğunu ben de anlamadım) sahneye çıktı. ‘Dikkatsizliğin bu kadarı!’ dediğinizi duyar gibiyim. Nükhet Hanım tekrar özür dilerim. Valla isteyerek olmadı!

DJ’lik ne zormuş

Bu hafta tam popüler kültür mantarıydım. Pazartesi akşamı Safran’da dj’lik yaptım ya, hiç öyle göründüğü kadar kolay bir iş değilmiş meğerse. Hangi şarkıdan sonra ne çalınacak, şarkıların arasındaki geçişler nasıl olacak, meğer ne kadar zormuş! Ama çok keyif aldığım da bir gerçek. Bütün sevdiğim şarkıları çaldım.

Şu sıra okuduğum kitap Susanna Tamaro’nun ‘Yanıtla Beni’ kitabı. Üç uzun öykü anlatıyor kitapta Tamaro.

Dinlediğim kasetler şu aralarda değişti, şimdi Abidin ve Yıldız Tilbe dinliyorum en çok. Abidin’in zırr zırrr şarkısına bayılıyorum bile denebilir. Çok akılda kalıcı ve ritmik. Işın Karaca’nın 15 kilo vermiş resimlerini çok beğendim. Azmine hayran kaldım. (Simge tartışması sırasında bana demediğini bırakmamıştı ama, o sıralar Işın Karaca da diyet yapıyormuş meğerse) Dünkü gazetelerde yer alan gençlikle ilgili araştırma da çok ilgimi çekti. 1980 gençliği zengin olma yolunu eğitim ve ticarette görürken, yeni neslin tercihi miras ve şans oyunlarıymış! Hampadan para yani!

***

İstanbul Üniversitesi psikoloji bölümünde okuyan iki öğrenci, dönem ödevi olarak beni seçmişler. Med Yapım’a gelip benimle bir test yaptılar. Çıkan sonuç şu oldu: Ben üstünmüşüm! Ama üstün olmak zeki olmak anlamına da gelmiyormuş! Ha bu arada ödev olarak beni seçtikleri dersin adı da ‘Üstün çocukların eğitimi’ymiş. Valla ben onların yalancısıyım. Bir de gidemeyip merak ettiklerim var tabii ki, olmaz mı? Q Jazz Bar’da Ferhat Göçer’in Türk filmi müzikleri dinletisini çok merak ediyorum mesela. En kısa zamanda gidip dinleyeceğim.

Bu arada unutmadan hani bir anket yapıyorduk ya, Türkiye’nin en seksi kadını ve en yakışıklı erkeği diye, çok mail geldi. Mail yollayan herkese teşekkürler. Sonuçlar şöyle, en seksi kadın Hülya Avşar, ikinci Nurgül Yeşilçay, en yakışıklı erkek Tarkan, Mehmet Aslantuğ oldular.(Bana da hatırı sayılır miktarda oy geldi ama şimdi olmaz, kendimi yazmam. Artık kendini beğenmişliğin de cılkını çıkarttı dedirtmeyeyim değil mi?) Yazıyı bitirmeden sizlerden bir ricam olabilir mi? Yaklaşık 2 aydır, Ephraim Kishon’un kitaplarını arıyorum. Sadece ‘Can boğazdan gelir’i bulabildim. Elinde Ephraim Kishon’un yazdığı kitaplar olan varsa, okuyup geri vermek üzere bana yollayabilir mi? Sahaflarda bile bulamadım da... Anlayacağınız, popüler kültür mantarı olmaya devam ediyorum son hızla.

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken Ayı Yogi, Akıllı Bıdık ve Bıcır’la Gıcır en sevilen çizgi film karakterleriydi.
Yazının Devamını Oku

Kaçış noktalarımı bir bir kaybettim

28 Nisan 2004
Birçok insan gibi ben de bahar aylarında depresyon belirtileri gösterenlerdenim. Bir arkadaşımla sohbet ederken, bana sordu ‘Sen ne yaparak rahatlarsın’ diye. Rahatlamak için yaptığım şeyleri düşündüm bir an.

İlk aklıma televizyon seyretmek geldi, şöyle geçip televizyonun karşısına, meyveleri bir tabağa koyup, ayaklarını uzatıp sevdiğin bir diziyi ya da eğlence programını seyretmek beni pek rahatlatmıyor. Çünkü o anda da iş yapıyor beynim. Meslek hastalığı başlıyor burada doğal olarak, ‘Şurası olmamış’ gibi, ‘Bu programın seyirci tarafından tutulmasının sebebi şudur’ gibi çalışıyor beynim, dolayısı ile televizyon seyretmek rahatlatmıyor. Vakit geçirmek, eğlenmek için karşısına oturduğum televizyonda hala iş yaptığımı fark ediyorum.

Müzik dinlerken de, aynı sorunu yaşıyorum, tamam işte bu şarkı çok tutacak, hemen yaptığımız bir eğlence programına bu şarkıyı söyleyen şarkıcıyı konuk alalım diye çalışıyor beynim.

Gazete dergi okurken de, gündemdeki konuları, kişileri, olayları, kadınların ve çocukların dünyasını bir televizyoncu gözüyle okuduğum için, bunu yapmak da bir rahatlama yöntemi değil benim için.

***

Tiyatroya gittiğimde, kitap okuduğumda, müzik dinlediğimde, televizyon seyrettiğimde hep iş yapıyorum aslında. Eskiden rahatlamak için alışverişe çıkardım, artık onu da pek yapamıyorum. Sanırım popüler kültürün bu kadar içinden bir iş yapmak, insanın kaçış noktalarını elinden alıyor. Televizyoncu olmayı düşünen arkadaşlara duyrulur.

BUGÜN NE YAPMAYALIM

Sigara içmeyelim içiyorsak azaltalım...

Neden ‘Sınıf Öğretmeni’

Bu köşenin adının niye ‘Sınıf Öğretmeni’ olduğunu bana çok kişi sordu. Ailemde birçok ilkokul öğretmeni var. Hem dedem, hem de annem öğretmen. Bana okuma yazmayı öğreten kişi annemdir, annemin birinci sınıfı okuttuğu yıl, bana bakacak kimse olmadığı için okula başladım ve okumayı öğrendim. Sınıfta herkes öğretmenim diye bağırırken, ben anne diye bağırdığım için, sınıfın asayişini bozmam sebebiyle, annem bir daha ki yıl başka bir öğretmenin sınıfında öğrencilik hayatımı sürdürmemin doğru olacağını düşündü.

***

Ancak köşenin isminin, annemin ya da dedemin öğretmen olmasıyla hiçbir ilgisi yok. İlkokuldaki üçüncü öğretmenimin ilginç bir yöntemi vardı. O yaşlarda bilirsiniz, çocuklar yerli yersiz sorular sorarlar, büyükler de bu soruları çocuk dilinde olduğu için anlatmakta zorlanırlar.

Öğretmenimiz bir konuyu anlatırken, aramızdan herhangi birisi bir soru sorduğunda, birden sınıfa döner ve şöyle derdi: ‘Arkadaşınız çok güzel bir soru sordu. Bu akşamki ev ödeviniz bu. Herkes akşama araştırsın ve yarın bu konuya hazırlansın.’

Bu sebeple, bu tip sorular soran arkadaşlarıma kızmışlığım bile vardır. Ne zor olurdu o soruların cevaplarını bulmak... O konuda öğretmenimizin bir fikri mi yoktu, yoksa bizi araştırmaya sevk etmek için mi bu yöntemi oluşturdu, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim.

***

Ben o öğretmenim sayesinde, araştırmayla, kitaplarla, ansiklopedilerle haşır neşir oldum. Belki arkadaşlarımın o zaman çok kızdığım manasız soruları olmasaydı, öğretmenim müfredat peşinde koşan klasik bir eğitmen olsaydı, hayata bu kadar sorgulayıcı gözlerle de bakmayacaktım.

İşte belki de televizyoncu olmamın (ve daha sonra gelen ünümün) ilk tohumlarını o zaman öğretmenim atmış. Hatta bu yazıların da. İşte bu sebeple bu köşenin adı ‘Sınıf öğretmeni’... Buradan öğretmenime selam olsun!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken gazoz içenler, içine sarı leblebi atardı.
Yazının Devamını Oku

Yok mu cesurca terk edecek biri?

26 Nisan 2004
Bilirsiniz, hep tartışılan bir konudur terk edilmek mi zor, yoksa terk etmek mi? Eminim ki giden de kalan kadar acı çekiyordur. Bir ilişki yaşarken, gidenin terk etmek için çevirdiği dolaplar bana hep çok komik gelmiştir. (Ya da şimdi komik geliyor. Eskiden terk etmek için yaptığını anlamıyordum bile!. Deneyim ne de olsa!) Herkesin kendine göre bir terk etme (ya da edememe) biçimi var.

***

1. ARAYI SOĞUTANLAR

Bazıları terk etmek için arayı soğutmayı denerler. Telefon etmezler, sizinle ilgilenmezler, her zaman buluştuğunuz günlerde kendilerine çeşitli işler çıkarırlar buluşmamak için.. Ama sorduğunuzda ‘evet ayrılmak istiyorum’ diyemeyecek kadar da cesaretsizdirler. Zaten terk etmeyi bu kadar sündürmeleri de kesin kararlı olmamalarındandır. ‘Seni terk ediyorum’ diyecek kadar cesaretleri yoktur.

2. PEŞİMDEN KOŞUCULAR

Kimileri de terk edebilmek için kasti sorunlar ve bu sorunlara bağlı kavgalar çıkarırlar. Amaç bellidir, sudan bir sebepten kavga çıkacak, o da mesela birlikte yemek yediğiniz masadan ‘artık bitti’ diyerek kalkacak, hızlı adımlarla bulunduğunuz mekanı terk edecek, siz önce gururunuza yediremeyerek yerinizden bile kalkmayacak, hatta ‘sen bilirsin’ diyeceksiniz. Ama aradan on dakika geçtikten sonra, içinizi bir kurt kemirmeye başlayacak ve onu aramak üzere cep telefonunuza sarılacaksınız. Ama karşınızda ısrarla şu sesi duyacaksınız: ‘Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.’ Tabii bu durum, sizin ona karşı olan ilginizi daha da artıracak, çünkü ulaşamıyorsunuz, konuşamıyorsunuz. Ama eğer sevgiliniz, hem bulunduğunuz yeri ‘tamam bitti’ diye terk etmiş, hem de telefonunu kapatmışsa, bilin ki hálá sizin ilginizi çekmeye çalışıyor ve sizi terk etmeye hiç niyeti yok, sadece kafası biraz karışık. (Ne demekse!)

3. TENEFÜSE ÇIKMAK İSTEYENLER

Bir de çok uygar insan rollerine bürünmüş sevgililer vardır. Bir akşam yemeğe çıkarsınız ve konuşmalar aynen şöyle geçer:

‘İlişkimizin daha sağlıklı yürümesi için, konuşmayı istedim. Görüyorum ki birkaç zamandır, aramızda hep sorun çıkıyor. İstersen bir süre ilişkimize ara verelim ne dersin. Birbirimizi özlüyorsak, hálá birbirimizi istiyorsak kaldığımız yerden devam ederiz.’

Haydaaa ne şimdi bu? Neyin tenefüsü? Niye lafı dolandırıyorsun ki, söyle işte söyleyebiliyorsan, cesaretin varsa, ‘Ayrılalım‘ de. Bir yalan dolan, bir kıvırmaca ki değmeyin gitsin! Merak etmeyin bunlar da sizi terk etmeyeceklerdir. Sadece kendilerini denemek istiyorlar. Bakalım yapabiliyor muyum diye. Ve emin olun yapamayacaklardır...

4. DOST KALALIMCILAR

Bir de, ‘İstersen artık dost kalalım’ modeli var ki, bunlar en sinir olduklarımdır. Ya bu boyacı küpü mü, dün sevgiliydik, yarından itibaren dost olacağız. Bir gecede ne değişecek ki? Bu kadar basit bir şey mi bu sevgili olma durumu. Dün gece sevgili olarak uyuduk, ama sabah bir uyanmışız ki arkadaşız. Olabilir mi? Tabii ki eski sevgiliyle de arkadaş olunabilir ama bunun için ‘zamana’ ihtiyaç yok mu? (Bu yaşa gelmişim, ne yani sen bana arkadaş edinemiyorsun mu demek istiyorsun) Siz, ‘Yok ben dost olmak istemiyorum’ dersiniz, karşıdan gelen cevap şudur: ‘Ama ben seni dostum olarak görmek istiyorum.’ Eee, ben de sevgilim olarak görmek istiyorum, ne olacak şimdi?

5. SANA DA DAHA FAZLA ACI VERMEYEYİMCİLER

Bu gruba girenler, terk etme isteklerini şu cümlelerle özetlerler: ‘Bu aralar yaşantımda öyle sorunlar var ki, bunlarla seni de boğmak ve yıpratmak istemiyorum. Çünkü sen benim için çok özelsin. Seni üzmek hayatta istediğim en son şey, buna emin ol. Sen benden daha iyilerine layıksın’ (Ne demek şimdi bu? Ben senle sevgili olurken, senin acılarını da paylaşmaya talip oldum. Sen beni terk ederek, bana acı vermediğini mi düşünüyorsun?)

Bence bu terk edişin altında yatan neden çok açık. Tüm bu dolambaçlı sözlerin alt yazısı şu: ‘Bir gün beni başkasıyla sarmaş dolaş görüp üzüleceğine, şimdi üzül. Çünkü kendime yeni bir sevgili buldum!’

6. BAHANE BİLE İLERİ SÜRMEYENLER

Bu başlık altına yakışan ve bana anlatılan iki olay var. Bir arkadaşım sevgilisini telefonla aradığında sevgilisi şu cevabı verir: ‘Şimdi konuşamayacağım, duştayım, çıkayım seni ararım.’ Aradan altı ay geçer, ne arayan vardır ne de soran... Diğer arkadaşımın sevgilisi de en son arabasını yıkatmak için çıkmıştı evden, hálá geri dönmüş değil...

***

Yahu yok mu şöyle dürüst ve cesurca ortaya çıkıp, ‘Artık seni sevmiyorum. Terk ediyorum‘ diyen birisi! Her işi illa dolandırmamız mı gerekir?

BUGÜN NE YAPMAYALIM

Dedikodu yapmayalım

NASILBÜYÜDÜM

Ben büyürken ‘Yak şu kaloriferi kapıcı, donuyoruz’ en meşhur reklam sloganıydı.
Yazının Devamını Oku

4 ayı köpek uluması dinleyerek geçirdim

23 Nisan 2004
Pazartesi gecesi eve gidip ana haber bültenini izlemek için televizyonu açtığımda, karşımda koskocaman bir yazı gördüm: Son Dakika. Eyvah dedim, yine bir yer bombalandı. Ama hayır, spiker Marmara Denizi’nde olan 4.5 şiddetindeki depremden söz ediyordu, telefon hattının öbür ucunda da Dr. Oğuz Gündoğdu, olan depremle ilgili bilgiler veriyordu. ‘Tamam işte, geliyor’ dedim. Tabii hemen deprem paranoyalarım, obsesyonlarım, nevrozlarım, yani ne kadar ruhsal hastalığım varsa harekete geçti.

Kendi kendimi telkin etmeye çalışıyorum, ama ne fayda. ‘Hayır’ diyorum, ‘O sefer yaptığım gibi yapmayacağım. Huzursuz etmeyeceğim kendimi’. Ama bunu dedikten tam tamına iki dakika sonra elimde televizyonun uzaktan kumandası, kanaldan kanala gezerken buldum kendimi. Ne aradığımı tabii ki biliyorum: Bu deprem büyük bir depremin habercisi mi? Konu hakkında konuşan herhangi bir jeofizik mühendisi ya da dinlediğimden farklı bir haber verecek olan televizyon kanalı.

Eyvah dedim, yine o günlere dönüyorum! Marmara Depremi’nin olduğu o kötü zamanlara. Çocukluğumdan beri en korktuğum şeylerden bir tanesi depremdir. Deprem denilince hep aklıma, siyah-beyaz televizyondan izlediğim Van Varto Depremi’nin görüntüleri gelir. Kış ayları, hava soğuk, kaynayan bir kazanın önünde ellerinde çorba taslarıyla bekleşen kalabalık. Çok etkilenmişim o görüntülerden, belleğimde yer etmiş, yaşamım boyunca hep korktum bu doğal afetten.

***

Marmara Depremi’nin olduğu zaman bir apartmanın altıncı katında oturuyorum. (Haydi itiraf edeyim, evimi deprem korkusu yüzünden değiştirdim.) Hava çok sıcak, uyuyamıyorum bir türlü. Üzerimde sadece şortla yatağa girdim. Birden büyük bir gürültüyle sallanmaya başladık. Yataktan kalktım, camdan karşı apartmana bakıyorum (İlk yanlış). Nasıl bir o yana bir bu yana sallanıyor apartman, dehşetle seyrediyorum. Sanki o apartman yıkılsa benim oturduğum yıkılmazmış gibi. Bunu düşününce, hemen çıplak ayaklarla, merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladım (İşte ikinci yanlış). Düşünün o kadar hızlı inmişim ki korkudan, sokakta benden başka hiç kimse yok, daha elektrikler de kesilmemiş. Hemen, apartmanın bütün zillerini çaldım, hani hissetmeyen varsa depremi, zili duyup uyansın diye (O derece ağır uykusu olan, sanki zili duyarmış gibi). Ve yukarı katlardan bir ses geldi: ‘Kim ooooooo’. Haydaaaa. Ölür müsün, öldürür müsün? Ben korkuyorum ya, herkes korksun istiyorum besbelli, yukarı doğru bağırdım: ‘Depreeeem’.

Bu arada sokak artık hınca hınç dolmuş, apartmandan insanlar dışarıya alı al, moru mor çıkıyorlar, elektrikler kesilmiş. Komşular bana bir garip bakıyorlar, ben de onlarla sürekli travmamı tekrarlamak için nasıl sallandığımızı konuşup duruyorum. Karşı komşum yanıma geldi, ‘Armağan’ dedi, ‘Ayakların acımıyor mu böyle?’. Birden kendime bir baktım ki, üzerimde bir şorttan başka hiçbir şey yok, ayakkabı dahil. Ayaklarım çıplak, üzerim çıplak.

Aradan beş dakika geçti geçmedi, sokak Mısır çarşısı kalabalığını bulmuş, her yer araba ve insan dolmuş, ortaya bir arabanın aküsüne bağlanmış küçük bir televizyon çıktı. Herkes başında televizyonun; depremin merkez üssünün İzmit olduğu söylendi. Benim ailem de İzmit’e 20 km. uzaklıktaki Hereke’de oturuyor ya, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Hemen cep telefonuma sarıldım, aramaya çalıştım. Telefon kaput. Yaklaşık 20 dakika sonra düşürdüm, telefon çalıyor ama (doğal olarak) cevap yok. Benden ilk tepki şu: ‘Demek ki bizim ev yıkılmamış telefon çalıyor.’ Ne alakası varsa!

***

Salaklığım geçince, bir saat kadar sonra, ailemin yanına gitmeye karar verdim, ama arabanın anahtarları evde, yani altıncı katta ve elektrikler yok. Yukarıya çıkmaya korkuyorum, ama ailemi de deli gibi merak ediyorum. Birden bir cesaret geldi, merdivenleri hızla tırmanıp, eve girdim. Tam o sırada, artçı deprem olmaz mı? Olabilir tabii. Oldu da nitekim! Ben artık korkudan, her yerim titrer bir vaziyette, anahtarları alıp, aşağıya indim, Hereke’ye gittim ve ailemi sağ salim görüp tekrar İstanbul’a geldim. İnanmayacaksınız ama, giyinip işe geldim. İşin ne kadar ciddi boyutlara vardığını, öğle saatlerinde ancak öğrenebildik, hepinizin bildiği gibi.

Asıl paranoyalarım da zaten bundan sonra başladı. Yaklaşık 3 hafta kadar, ufacık bir arabanın içinde şirketin bahçesinde uyudum. Her sabah vücudumun çeşitli yerleri tutulmuş vaziyette kalktım. Televizyonda ne kadar depremle ilgili konuşan uzman varsa dinledim. Artık hepsinin ne diyeceğini, kimin kimin tezine karşı olduğunu, hangi profesörün kaç büyüklüğünde deprem beklediğini, ‘yanal atılımlı fay’ın ne demek olduğunu, Marmara’da ölü fay olup olmadığını, Kandilli Rasathanesi’nin internet adresini (www.koeri.boun.edu.tr), hangi hayvanların depremden önce davranış bozukluğu gösterdiğini, Marmara Denizi’ndeki fayların haritasını, fayların Adalar’ın neresinden geçtiğini, Ahmet Mete Işıkara’yı, Şener Üşümezsoy’u, Oğuz Gündoğdu’yu, Celal Şengör’ü, Aykut Barka’yı, hatta Fransız yer bilimci Xavier le Pichon’u, Berk Üstündağ’ın depremi önceden tahmin projesini, artçı depremi, deprem fırtınasını, kolonu, kirişi, deprem çantasının içine neler koymam gerektiğini, uyumadan önce köpekler havlıyor mu diye dinlemeyi, İstanbul zemin haritasını, kuşların deprem sırasında ne yaptığını öğrendim. Dört ayı, ‘sallanıyor muyuz’ diye yeri, ‘sallanacak mıyız’ diye köpek ulumalarını dinleyerek geçirdim.

Ama depremden, yerin sallanmasından bu kadar korkarken, ayaklarımı sallamamayı da öğrenemedim. Depremden, 3 hafta kadar sonra, film izlemek üzere sinemaya gittim. Filmin tam ortasında, birden bire benim oturduğum sıra panik içinde ayağa kalktı. Bazı kadınlar çığlık falan atıyor. Ben de ne oluyor, millet iyice kafayı çizdi diye bakıyorum. O sıradaki herkes ayakta, ben ise oturduğum yerde ayağımı sallıyorum. Herkes deprem oluyor sanarak ayağa fırlamış. Utanç verici değil mi?

***

İşte pazartesi günkü deprem, yine benim paranoyalarımı azdırdı. Yine haberleri zaplamaya, interneti taramaya başladım. Halbuki artık eskiye oranla daha bilinçliyim. Ya bir dakika, bu duvarda daha önceden de çatlak var mıydı? Kedim bana beş saniye önceden haber verebilir değil mi depremi? Havada da bu gün garip bir sıkıntı mı var ne?

BUGÜN NE YAPMAYALIM

İhtiyacımız olmadığını bile bile alışveriş yapmayalım.
Yazının Devamını Oku

Gitmek mi, kalmak mı zor o baharı sen bana sor...

21 Nisan 2004
Yaşadığınız şehri, evi, kısaca her şeyinizi bırakıp, başka bir yerde yepyeni bir hayata başlamak sizin de aklınızdan geçmiştir zaman zaman. Benim de çok geçti. Yaptım da. Her bahar aynı duygu geçer içimden. ‘Bıraksam gitsem buraları’ diye düşünürüm, başka bir şehre, başka bir kasabaya gitsem. Keşfetmek için uğraşsam o kenti.

***

Yeni bir bakkal, yeni bir kasap, yeni bir gazete bayiim olsa, onları tanımak için uğraşsam. İki bin lira tutan alışverişim için, yirmi bin lira verdiğimde bakkalın bana nasıl kızacağını keşfetsem, ya da beni tanıyana kadar meyvelerin en kötülerini seçip bana veren manavın, tanıştıktan sonra bana nasıl ‘bizim çocuk’ muamelesi yapacağını görsem.

Mutfak tüpünü nereden alacağımı, su tesisatçısını nereden bulacağımı, hiç tanımadığım, ama tanımak için uğraşacağım insanlara sorsam. Yeni evimi keşfetsem, hangi odasının yazın daha serin, hangi odasının kışın daha sıcak olduğunu öğrenmeye çalışsam.

Yeni insanlar tanısam, hangileriyle arkadaş olacağımı sınasam. Önce çok iyi anlaştığımı düşünüp, sonra vazgeçsem, ya da önce ‘Ben bununla anlaşamam’ desem, ama sonra canciğer dostum olsa. Kendi hayatımın içinde, yepyeni bir hayat kursam. Aslında ben yıllar önce denedim bunu. Büyüdüğüm, gençliğimi geçirdiğim kasabadan, tasımı tarağımı toplayıp geldim İstanbul’a. Kötü de olmadı. O zaman ki cahil cesaretim, bambaşka ufuklar açtı önümde.

***

Yeni iş, yeni arkadaşlar, yeni sevdiklerim, sevmediklerim oldu. O zaman da bahardı. Şimdi yine bahar. O zaman toydum. Benim için önemli olan şeyler, şimdiye göre çok farklıydı. O zaman bana ‘Çocuk gibisin’ diyorlardı, artık demiyorlar.

Artık eskisi kadar kolay mı? Değil. Kolay olsaydı çoğumuz çoktan yapardık değil mi? Nedir bizi bu kadar zorlayan? Nereye gidersek gidelim kendimizi de nasıl olsa yanımızda götüreceğimiz gerçeğini bilmemiz mi? Yoksa, alışkanlıklarımızdan kurtulamamamız mı?

Belki hepsi. Galiba en çok sevdiklerimizden kopamamak, orada yeni seveceğimiz insanlar bulamamaktan korkmak. Ama şarkı çok güzel çalıyor. ‘Gitmek mi zor, kalmak mı zor, o baharı sen bana sor, o baharı sen bana sor... ’

BUGÜN NE YAPMAYALIM

Otomobilimizi hızlı kullanmayalım

Mutluluk nedir?

‘Nasıl gidiyor hayat?’

‘Of çok mutsuzum ya’

Nedir ki mutluluk dediğimiz şeyin tarifi? Herkese göre değişir sanırım. Nitekim, Hessen Radyosu’nda Eylül 1972’de Akşam Stüdyosu Programı’nın yedinci bölümünde, ‘Mutluluk nedir’ konulu, 7 saat süren bir tartışma yapılmış. Yedi saatin sonunda tartışmaya katılanlar, ortak bir sonuca varamamışlar. Ama aşağıdaki tarif bana çok uydu bilmem size uyar mı? Büyük bir kedi, kuyruğuyla oynayan küçük bir kediye sormuş: ‘Neden kuyruğunu kovalıyorsun?’ Yavru kedi yanıt vermiş: ‘Bir kedi için en güzel şeyin mutluluk, mutluluğun da kuyruğum olduğunu öğrendim. Bu nedenle onu kovalıyorum, yakaladığımda mutluluğa kavuşacağım.’ Bunun üzerine yaşlı kedi şöyle demiş : ‘Gençken ben de mutluluğun kuyruğum olduğuna karar vermiştim. Ama şunu fark ettim; ne zaman onu kovalasam benden uzaklaşıyor, ne zaman kendi yoluma gitsem hep peşimden geliyor. ‘

***

Demek ki ben de yaşlanmışım artık! Ben bir sürü gereksiz bilgiyi aklında tutanlardanım. Kafamın içi çöplük gibi. Okuduğum bir kitabın kapak resmini unutmam mesela, ya da ne bileyim Nilüfer’in ‘Sevince’ şarkısıyla Türkiye’yi Eurovision’da temsil ederken giydiği kıyafet hala aklımda. Bütün bunlar ne işime yarıyor, ya da yarayacak bilmiyorum, sadece aklımda tutuyorum.

***

Ama bazen bu gereksiz bilgileri akılda tutmak hayatı daha eğlenceli bir hale getirmiyor da değil. Birdenbire herhangi bir arkadaşınıza, ilk tanıştığınızda üstünde ne olduğunu söylediğinizde dehşete düşüyor. Ya da, bir klip seyrederken, şarkıyı söyleyeni ilk hatırladığınız ilk yüz ifadesi ve kıyafetiyle o klibin içine koyduğunuzda klip olduğunda daha eğlenceli bir hale gelebiliyor.

***

Ama hatırlamasanız hiçbir şey kaybetmezsiniz, emin olun. Tıpkı şunları bilmenin hiçbir işe yaramayacağı gibi:

- Hindistan’da oyun kağıtlarının yuvarlak olduğunu,

- Ödemeli telefon konuşmalarının çoğunun babalar gününde yapıldığını,

- Eğer Barbie bebekler gerçekten yaşasaydı vücut ölçülerinin 97-72-82 olacağını,

- Kadınların erkeklere oranla iki kat daha fazla göz kırptığını,

- Kutup ayılarının solak olduğunu,

- Buckhingham Sarayı’nda 602 odanın bulunduğunu,

- Külot giymediği için Donald Duck çizgi filmlerinin Danimarka’da oynatılmasının yasak olduğunu,

- Bir Big Mac hamburgerin ekmeğinde ortalama olarak 178 adet susamın bulunduğunu,

- Bir köstebeğin bir gecede 90 cm. tünel kazabileceğini,

Bilsek ne olur, bilmesek ne olur?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken Vita yağ tenekelerinde çiçek yetiştirilirdi.
Yazının Devamını Oku

Siz hangi tipsiniz?

19 Nisan 2004
Şöhretlere davranış tarzı açısından üç grup insan tipi var. Alışverişe çıktığımda ya da herhangi bir yerde karşılaştığımda artık hemen anlayabiliyorum, karşımdaki insanın hangi gruba dahil olduğunu. Birinci gruptakiler, kendileri için değil, arkadaşları için sizle konuşup, imza isteyenler. Bu gruba girenler, ellerinde bir kağıt ve kalemle yanıma yaklaşıp şunu söylüyorlar: ‘Armağan Bey, arkadaşım size çok hayran, şimdi o burada olsaydı nasıl sevinirdi, tüh ya, çok üzülecek duyunca, onun için buraya bir imzanızı atabilir misiniz?’

Eskiden inanıyordum ben bu yalana. Ama artık inanmıyorum. Benden imza isteyenlerin yüzde 80’inin arkadaşı bana hayransa, bayağı bir hayran kitlem var demektir. E peki niye ben hep hayranlarımla değil de, bana hayran olanların arkadaşlarıyla karşılaşıyorum o zaman? Bana hayran olanlar, utanıp eve mi kapanıyorlar? Bir de arkadaşları adına mail yazıp, ona sürpriz yapmak için cevap isteyenler var ki, onlar başka bir tarz.

İkinci gruptakiler, tanımamış gibi yapanlar. Ben ona bakmadığım zaman, beni tepeden tırnağa süzen, ama ben ona baktığım anda, hiç bana bakmıyormuş, hayatında da beni görmemiş gibi davrananlar var ki, bunlar benim kendimi en yakın hissettiğim gruba dahil olanlar. Çünkü eskiden ben de öyle yapardım. Onları tanımamış, hayatımda hiç görmemiş gibi davranıp, nasıl kötü hissettirirdim kendilerini!

Üçüncü gruptakiler, bir ünlüyle ilk kez tanışıp, bir ünlüyü ilk kez öpme şansı bulanlar. Nedense bu gruba dahil olanlar, ‘Senden önce hiçbir ünlüyle tanışmak istemedim’ diyerek konuşmaya başlıyorlar.

Dedim ya ben ikinci gruptanım, kendi grubunuzu siz seçin.

İyi bir aşık olmak için değişmek mi gerekir...

Son günlerin en popüler şarkısı ‘Zalim’. Hani şarkının bir yerinde diyor ya ‘Değişecek misin söyle, değişebilecek misin... Zalim’. Ben burasına takıldım şarkının. İyi bir aşık olmak için değişmek mi gerekir? İlla ki sevgilinin istediği gibi mi olmak gerekir? Belki ben öyle mutluyum, sevgilimin sevmediği ama benim çok sevdiğim huylarım var.

Çok bencilce geliyor bana bu tavır. ‘Ya değiş ya da ayrılalım’. E ne demek şimdi bu? Yani ben senin istediğin gibi olmalıyım öyle mi! O zaman niye sen benim istediğim gibi olmuyorsun? Sen değiş! Madem değişmek bu kadar kolay, sen dene. Ben böyle mutluyum işte. Benimle mutsuz olan sensin.

İnsanı ifrit eden bir tavır değil mi? Allahaşkına söyleyin! Hele bir de bunun için seramoniler yapılır ya, asıl ona ölüyorum işte. Önce garip bir gerginlik başlar aranızda, öyle soğuk durmalar, sorulara cevap vermemeler, aramamalar, buluşmayı mümkün olduğunca ertelemeler, ertelemek için çeşitli bahaneler uydurmalar falan. Her defasında sorarsınız, ‘Ne oldu bir şeyin mi var?’ Yanıt kısa ve net... ‘Yok bir şeyim, sadece biraz yorgunum’. Nasıl yalan! Siz üstelersiniz, ‘Doğru söyle’, karşıdan cevap net gelir, ‘Yok bir şeyim dedim ya!’

***

Aradan birkaç gün geçince, sevgiliniz de cesaretini toplamıştır ve telefonla sizi arar, en metalik, en mesafeli, en ölçülü ve en kendine güvenli ses tonuyla konuşmaktadır; ‘Bu akşam yemeğe çıkalım mı, seninle konuşmak istediğim şeyler var...’

Yemeğe çıkarsınız. Siz, sevgilinizin aksine, ortamı yumuşatmak için en şirin, en sevimli, en cana yakın ve en espritüel halinizi takınmış, sürekli konuşmaktasınızdır. Ama masadaki buz gibi havayı değiştirmek pek mümkün değildir. Sanki Kıbrıs konusunda BM toplantısındayız. Mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalışmalar, lafı eveleyip gevelemeler... Siz üstelersiniz, ‘Neyin var senin, ne oldu?’

Ve o an gelir. ‘Bak, böyle olmuyor, anlaşamıyoruz bir türlü, ya değiş ya da bitsin burada bu iş.’ Refleks olarak hemen cevap verirsiniz, ‘Tamam söz, değişeceğim. Bak sen de göreceksin nasıl değiştiğimi, şaşıracaksın.’

***

O günden sonra, hangi konuda değişmeniz emredildiyse, o konuda artık azami dikkat göstermeye başlarsınız. Ama heyhat! Siz değişmediniz ki, sadece değişmiş ‘gibi’ yapıyorsunuz. Çünkü sevgilinizi kaybetmekten korkuyorsunuz. Oyun oynuyorsunuz aslında, hem kendinize, hem de ona. Tabii bir gün içinizdeki gerçek siz ortaya çıkar ve yine o beğenilmeyen ve yapılmaması emredilenleri yaparsınız. Her şey en baştan başlar; ‘Hani değişmiştin? Hani bir daha yapmayacaktın? Tam işte oldu dedim, yine aynısın, olmayacak, değişmeyeceksin sen. Ayrılalım.’

E tamam değişemiyorum demek ki. Sen dene değişmeyi. Niye değişen taraf ben oluyorum ki? Sen benim istediğim gibi ol! Ya da ben nasıl seni olduğun gibi kabul ediyorsam, sen de beni et. Olmaz mı?

Hem ne oldu ‘Dayakla eğitim olmaz’ konusundaki fikirlerine? ‘Bak değişmezsen senden ayrılırım’ demek de bir nevi dayakla eğitim!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken arabesk sanatçılarının TRT ekranlarına çıkıp şarkı söylemeleri yasaktı.

Popüler kültür canavarının güncesi

Son zamanlarda benim popüler kültür trendimde neler var merak ediyor musunuz? (Soru da saçma oldu. Sanki okurken hayır deseniz, bu yazıyı yazmayacakmışım gibi!) Ama ben evet dediğinizi düşünerek, yazmaya başlıyorum. Dınınınınnn!

İki CD’yi otomobilimde değiştire değiştire dinliyorum. Gülben Ergen’den ‘Uçacaksın’, Yalın’dan ‘Zalim’. Gülben Ergen’in ‘Uçacaksın’ şarkısına yaratıcı bir katkım da oldu kendi çapımda. Hani şarkının bir yerinde ‘Ayağını yerden kescem senin’ diyor ya, ben hemen ekliyorum kendi kendime devamını, ‘Çok kötü yapcam seni, üstünü başını yırtcam seniiin’ diye.

Yalın’ın CD’sini de çok beğenerek dinliyorum, ama bazı şarkılar Mirkelam’ı anımsatıyor bana. Hele bir şarkı var, aynı Mirkelam’ın ‘tavla’ şarkısı gibi. Ama olsun, güzel albüm.

Bir de merakla beklediğim kasetler var, Yıldız Tilbe’nin türkü albümüyle, Abidin’in albümü.

***

Efendim bendeniz bu aralar polisiyeye merak saldım. Bir polisiye tutkusudur gidiyor, bakalım sonu nereye varacak. Ayşe Akdeniz’den Rüzgar, Kan ve Kelebek ile Ateşle Tango’yu okudum, ama benim polisiye yazarlar arasındaki favorim belli, Ruth Rendel...

Televizyonda en çok Okan Bayülgen’in ‘Şelale’ tiplemesini seyretmeyi seviyorum. Bayılıyorum Şelale’ye...

En son AKM’de ‘Folklorama’yı seyrettim. Pek fazla sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Sanırım konser salonundan, AKM büyük salona alınması kötü etkilemiş oyunu.

Ve Safran kış sezonunu kapatmadan önce, muhteşem İstanbul manzarasına karşı, çok keyifli bir yemek yedim. Unutmadan, 26 Nisan pazartesi akşamı, Safran’ın DJ’i benim. Müzikleri ben çalacağım.

Ya sahi ben kaçırdım, Tuğçe Kazaz’la, Kenan Doğulu’nun son durumu ne oldu? Barıştılar mı? Ayrıldılar mı? Ya Caner’le Tülin’in son durumu nedir? Beraberler mi? Yoksa ayrılar mı?
Yazının Devamını Oku

Evet öpüştüm ve çok güzel bir duyguydu...

16 Nisan 2004
Bu köşede yazmam teklif edildiğinde, her istediğini yapabilirsin orada, istersen röportaj bile yapabilirsin demişlerdi.

Günlerdir düşünüyorum, acaba röportaj yapsam becerebilir miyim diye. Hoş popüler kültür mantarı olduktan sonra böyle bir deneyimim de olmadı değil hani. İlk yarışmanın son haftasında, bir dergide yayınlanmak üzere, Abidin ve Firdevs’le röportaj yapmış ve ilk kez ‘soru soran’ tarafına geçmiştim.

Benimle bugüne kadar hatırı sayılı sayıda röportaj yapıldı ve ben hep sorulara cevap veren tarafta oldum. Sonra düşündüm, acaba ben Armağan Çağlayan’la röportaj yapsaydım neler sorardım diye. ‘Sınıf Öğretmeni’ köşesinin yazarı olarak, Armağan Çağlayan’la ilk röportajımı yapmaya karar verdim. (Biraz narsizm kokan bir durum mu oldu yoksa?)

S.Ö. Sınıf Öğretmeni’dir, A.Ç. ise Armağan Çağlayan. Parantez içleri de, akıldan geçenler...

***S.Ö: Armağan Bey, öncelikle ilk röportajımı sizinle yapmamı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim.

Yazının Devamını Oku

Hülya, Gülben, Süheyl ne kadar haklıymışsınız

14 Nisan 2004
Türkstar Yarışması’nda jüri üyeliği yapmadan önce sadece popüler kültüre ilgi duyan birisiyken, yarışmadan sonra popüler kültürün tam da göbeğinde oturan birisi haline geldim ve Hanya’yı Konya’yı anladım! Sadece kamera arkasında çalışan birisiyken, zaman zaman popüler insanlarla dertleşir, onlara fikirlerimi söylerdim. ‘Amaaan, ne takıyorsunuz bütün yazılanları ve söylenenleri, meyve veren ağacı taşlarlar’ derdim. Ya da, ‘Değer mi onlar için kendinizi bu kadar sıkmaya, siz bildiğiniz yolda yürümeye devam edin’ derdim. Hatta zaman zaman kızardım içimden onlara, ‘Daha ne istiyorlar, öyle ya da böyle gündeme geliyorlar işte’ diye düşünürdüm.

***

İşin başında ben de pek ‘takmıyordum’ doğrusunu isterseniz. Popüler kültürün bir parçası olduğuma göre ‘Yazacaklar tabii... Ekrana çıkmayı kabul etmek, ‘hakkımda her türlü yorumda bulunabilirsiniz’i kabul etmektir zaten’ diyordum. Hatta TV’deki ve gazetelerdeki yorumlardan dolayı çok sıkılan ailemi teselli bile ediyordum! ‘Aman anne/baba, siz de alışamadınız gitti’ dediğim günleri bile hatırlıyorum.

Jüri üyeliğinden sonra, reklam filmi oyunculuğu ve Kelebek’te kompozisyon (!) yazarlığı yapmaya başladım ya, bu sefer bunun üzerine yazılar yazılmaya başlandı. E tamam bu da iyi hoş, olacak tabii. Zaten benim yazdıklarımın üzerine köşeler yazılması ne anlama gelir, benim yazılarımın (gülmek için dahi olsa) okunduğu anlamına gelir, değil mi? Bu da tamam. Tabii ki eleştirilecek, tabii ki yazılacak, bundan daha doğal ne olabilir. (Sırası gelmişken şunu da açıklayayım, sit-com oyunculuğu falan yapmayacağım, yok böyle bir şey!) Hem kötü mü ettim jüri üyesi olmakla, köşe yazarlığı yapmakla, ne güzel dedikodu malzemesi ve yazı konusu çıkıyor işte!

***

Jüri üyesi olarak söylediklerim ve bu köşede yazdıklarım konusundaki bütün eleştirilere açığım, (Hatta benimle ilgili olumlu ya da olumsuz yazı kaleme alanların, çoğunu arayıp teşekkür etmişliğim bile vardır). En azından ne yapmamam gerektiğini öğreniyorum, hatta çoğu zaman eğleniyorum da hakkımda yazılan yazıları okuduğumda. Ama eleştiri yaparken, eleştiriyi kişisel hakarete vardırmayı, kişilik tespitleri yapmayı hiç de doğru bulmuyorum. Bu da benim nacizane fikrim.

Bu sebeple, birlikte çalıştığım ve onları anlamakta güçlük çektiğim, Hülya Avşar, Gülben Ergen, Bülent Ersoy, Nükhet Duru, Kenan Işık, Sinan Çetin, Yıldız Tilbe, Süheyl-Behzat Uygur ve daha nicelerinden özür diliyorum. Zormuş vallahi.

BUGÜN NE YAPMAYALIM

Kredi kartlarını, borcunu biz ödemeyecekmiş gibi harcamayalım.

En sevdiğim şeyi sonunda buldum

Elele Dergisi’nden Esra Hanım aradı ve dedi ki: ‘Önümüzdeki ayın dergisi için bir konu belirledik, Türkiye’de şu anda popüler olan 6 kişiyi en sevdikleri şeylerle birlikte resimleyeceğiz, sizin en sevdiğiniz şey nedir?’ Birden üzerime ‘kal geldi’. Neydi benim en sevdiğim şey? 5 dakika kadar düşünüp bulamayınca, hemen sordum ‘Mesela diğerleri neyle çektiriyorlar resimlerini, bir iki örnek verebilir misiniz?’ Esra Hanım bir sürü örnek verdi. Ben telefonun başında öylece dinliyorum. Bulamıyorum bir türlü, neyi severim ben?

***

Önce kitaplarla çekelim diye düşündüm ama ‘ohooo’ dedim, ‘Şimdi kim inanır, benim kitap okuduğuma’. Herkes diyecek ki almış eline sadece kapakları güzel diye bir takım kitapları, bize okuyor havası atıyor. Vazgeçtim... Halbuki kötü bir okur da sayılmam!

Türk pop müziği CD’leri ile çekelim diye geçirdim aklımdan. Ama hemen ondan da vazgeçtim, iyi ki jüri üyesi oldu, yani demek istiyor ki ben sıkı bir Türkçe pop dinleyicisiyim, o yüzden de bu jürideyim. İnsanlara Türk pop müziğini ne kadar iyi bildiğini ispat etmeye çalışıyor. Hemen bundan da vazgeçtim... Oysa ki kötü bir dinleyici olduğum söylenemez.

Kedimle (adı Zeynep) beraber çektireyim diye geçirdim içimden... Yok olmaz... Hayvanlar bir süre sonra sahiplerine benzerlermiş ya, benim kedim de çok yabani. Ne kucağa gelir, ne kendini sevdirir, ne de 15 saniyeden fazla sabit olarak bir yerde durur. Patiyi yersiniz hemen! Üstelik diyecekler ki, kendini hayvansever olarak tanıtmak için almış bir sokak kedisini kucağına, resim çektiriyor... Bu da olmadı. Halbuki severim kedileri...

Bir televizyonun yanında çektireyim diye geçirdim içimden. O da olmayacak. İşkolik diyecekler. Bir yapım şirketinde genel müdür yardımcısı oldu, hava atıyor; bu senin işin, niye en sevdiğin şey televizyon olsun ki, zevksiz adam, sıkıcısın işte...

***

Bilgisayarımla resim vereyim diye düşündüm. Ne de olsa günümün neredeyse 5-6 saati bilgisayar başında geçiyor. Iııh o da olmadı. Tabii, insanlarla iletişim kuramadığı için, ancak bilgisayarı sevebilir. Oysa ki bilgisayar benim hayatımda da önemli bir yer tutar. Evde baktığım çiçeklerim? Olmaz...

Duygusal adam pozlarına yatmış yine!

Spor yaparken... O da olmaz, çok tiki!

Kıyafetlerim... Olmaz... ne görgüsüz adam derler !

Yahu bende mi başkaları için yaşamaya başladım ne? O olmaz ne derler, bu olmaz ne demezler, bak ünlü olmanın bir de bu yönü varmış da bilmiyormuşum. Ben artık başkaları için yaşıyorum! (Yukarıda ismini saydığım ve sayamadığım bütün ünlülere selam olsun.)

Ama en sonunda buldum! Elele dergisinin Mayıs sayısında çiğ köfteyle çekilmiş resmimi göreceksiniz. Evet, çiğ köfte yerken. Hayatta en sevdiğim şeylerden bir tanesi... Çiğ köfte konusunda kimin diyecek bir şeyi olabilir ki? Hem belki, şu anoreksia dedikoduları da bir son bulur...

***

Önemli not: Sevgili psikiyatristim, seansları artık bitirmeye karar vermiştik. Ama bugünkü yazılarımı okuduktan sonra, sanırım bir 2 yıl daha seanslara devam etmem gerektiğini söyleyeceksiniz. Korkuyorum bu haftaki seanstan...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken her Pazar günü mandolin kursuna giderdim.

Türkstar biter, Armağan doğru Hollywood’a gider

Geçen hafta bir gazetenin sayfalarını çevirirken, Milliyet Sanat Dergisi’nin reklamına gözüm iliştiğinde, gözlerime inanamadım. Derginin kapağında benim resmim vardı! ‘Yok canım’ dedim, ne alaka. Tamam popüler kültür mantarıyız falan ama, bu kadar da değil yani! Bir yandan da garip bir gurur duymadım da değil hani. Hemen sayfaya biraz daha yaklaşıp, ne sebeple beni kapak yaptıklarını okumaya çalıştım. Amanın, o da ne? Derginin kapağındaki benim resmim değil! Resim Mel Gibson’a ait.

Ama bu kadar mı benzenir yani? Neredeyse ikizim! Bakın dergiye, bana hak vereceksiniz. Şimdi ben ikide birde ‘Türkstar biter Armağan köyüne döner’ diyorum ya. Bundan sonraki hayatıma Hollywood’da da devam edebilirim! Eğer şöhretten başımın döndüğü bu günleri çok özlersem, ne yapacağımı buldum. Hemen Mel Gibson’ın menajerlik ofisine bir mail atacağım, tabii bir de resmimi ekleyerek. Belki Mel Gibson’ın dublörü falan olurum. Popüler kültür mantarlığını bir de Hollywood’da sürdürürüm... Oh be rahatladım. Yoksa korkuyordum bazıları gibi ben de bir gün şöhretli olamam diye...
Yazının Devamını Oku