29 Kasım 2004
Sanırım sadece benim değil, gazetelere iyi kötü yazı yazan herkesin en önemli sorunu konu bulmak. Şimdi tabii bunu okuyan herkes, suratını ekşitip, <B>‘Canım konudan bol ne var Türkiye’de? Elini sallasan konuya çarpıyor’ </B>diyor ama, yok öyle değil... Sadece bu işte de değil, yapılan birçok işte ‘konu sıkıntısı’ yaşanır.
Mizahçı espri konusu, talk show’cu muhabbet konusu, sinemacı çekecek iyi konulu bir senaryo arar. Bu liste böyle uzar gider...
Hatta işi ‘konu bulmak’ olanlar bile mevcut. Bu işin asortik bir tanımı dahi var; ‘KONSEPT YARATMAK.’ Yani açılımı, ‘Manalardan mana beğenmek.’
Her işin de kendine göre farklı konu arama yöntemi var doğal olarak. ‘Köşe Tutmuş Yazarlar Topluluğu’ tarafından onaylanmasa da, konu bulamadığını yazmak da bir yazı konusu.
Ama son zamanlarda yazı konusu sıkıntısı çekildiğinde başvurulan bir yöntem var ki, bu yöntem benim çok takdir ettiğim ‘Yazı konusu bulamayan yılana sarılır’ yöntemlerinden birisidir:
Okuyuculara cevap vermek.
Ama tabii bunun için elektronik posta adresinizin mailden yıkılması gerekir. Belki de bu okuyucuya cevap verenler, bize ‘Bakın ne kadar çok okunuyorum. Elektronik posta adresim, gelen maillerden yıkılıyor, hatta kilitleniyor’ demek istiyordur.
Maalesef benim mail kutum ne kilitleniyor, ne de öyle aman aman mail geliyor. Zaten artık elektronik posta adresiyle haberleşmek yerine dededen kalma mektup, telgraf yöntemlerini kullansak belki de hepimiz için daha hayırlı olacak.
Hani, ‘Oh ne rahatlık yahu’ diye öve öve bitiremediğimiz, yere göğe sığdıramadığımız bu ‘elektronik haberleşme’ yönteminin de, topluca cılkını çıkartmış durumdayız bence. Sabah işyerine gidince hani iş dolayısı ile gelmiş herhangi bir posta var mı diye elektronik posta adresini açtığında, gözlerine inanamıyor insan.
Çünkü toplam yeni gelen mail sayısı bir gecede 350... Bunların hepsinin okuyuculardan ya da yaptığım televizyon işi dolayısı ile geldiğini sanmayın.
Gelen elektronik postaların yaklaşık yüzde ellisi reklam. Ama öyle sizin bildiğiniz reklamlardan değil.
Porno sitesi reklamları!
Diğer yüzde yirmibeşi, eş, dost ve akrabalar tarafından yollanmış, komik ve ilginç olduğu düşünülen internet geyikleri. Yok efendim, ‘Bu maili 20 kişiye yollamazsan öleceksin’ ya da yüz yıllık, artık dinlemekten kustuğunuz Temel fıkraları...
Ama ‘Bana o kadar çok elektronik posta gelmiyor’ dedim diye, hiç de gelmiyor sanmayın. İyi kötü geliyor işte!!
Cuma günü, herkesin fikir beyan ettiği bir konu olduğu için benim de kendimi tutamayarak fikirlerimi şıfttırdığım ‘İnönü Stadyumu cinayeti’ ile ilgili olarak yazdığım yazıdan sonra gelen bir elektronik posta, burada yazmazsam arkamdan ağlar. Elektronik posta aynen şöyle:
‘Bir Beşiktaş taraftarı olarak ilk önce şunu söylemeliyim ki, hakikaten çok acı veren bir olay. Ama ben Cihat Aktaş’ınki gibi bir ölümü isterdim. Niye böyle bir ölüm istediğimin sebepleri de şunlardır: 1) İnönü Stadı’nda can veriyorsun. 2) Beşiktaş Kulübü, adını kapalı tribün ya da açılacak herhangi bir tesise verme kararı alıyor. 3) Öldürüldüğün çakının üzerinde kartal amblemi var. 4) Her zaman kahraman bir Beşiktaşlı olarak anılacaksın. Daha ne olsun? Ama bu istek sadece Beşiktaş aşkından kaynaklanan kişisel bir istektir. Tribün terörüne, maçlarda küfüre bir bayan taraftar olarak her zaman karşıyım. Umarız bir an önce gereken önlemler alınır.’
Eğer beni kafalamıyorlar ise, bu elektronik posta ‘kartal başlı’ bıçakla ölmenin onurunu yaşamak isteyen Beşiktaşlı bir bayan taraftar tarafından kaleme alınmış. Bu elektronik posta, fanatizmin boyutlarını en iyi özetleyen durumlardan bir tanesidir.
Fanatizm sadece sporda yok tabii ki, hayatın her alanında var...
‘Gelinim Olur musun’ evindeki Semra Hanım, ne kadar ‘duygusuzluk ve mantık’ fanatiği ise oğlu Ata da, Sinem’e söylediğine göre, ‘Kadın kız ve seks’ fanatiği.
Çünkü Ata’nın hayatından kendi söylemesine göre bir gecelik geçenler dahil, yaklaşık bin adet kız geçmiş. Ata kaç yaşındadır?Taş çatlasın 22. Ata’nın 16 yaşından beri kızlarla haşır neşir olduğunu düşünürsek, bu da altı yılda Ata’nın hayatından bir gecelik kızlar dahil, günde 2.19 kız geçmiş demek olur ki, bu da ifrata kaçar!!
Bir nevi Michael Douglas durumu yani!!!
MERAK KEDİYİ ÖLDÜRÜR
Televizyonda konuşan herkes niye kendisini yetmiş milyonun dinlediğini ve seyrettiğini sanır?
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2004
Mardinli, annesi, babası, ablası yani neredeyse tüm ailesi İstanbul’da, kendisi Adana’da akrabalarının yanında yaşayan, açık öğretim lisesinde okuyup iş bulabildiği zamanlarda komilik, bulamadığı zamanlarda ‘öğrencilik’ yapan... Annesinin ısrarlı ‘gel oğlum seni çok özledim, burnumda tütüyorsun’ çağrılarını kıramayıp bayram tatilini İstanbul’da geçirmeye gelen, kuzenlerinin söylediklerine göre aslında futboldan çok da haz etmeyen Cihat Aktaş, pazar akşamı Beşiktaş-Çaykur Rizespor arasında İstanbul İnönü Stadı’nda oynanan ve tribünlere kapasitesinin üzerinde seyirci alındığı söylenen lig maçı sırasında, İstanbul Çağlayan’da oturan, babası kuru temizleme dükkanını kapatmadan önce onun yanında çalışan, ailesinin söylediğine göre kendisine ‘okuması için tüm imkanlar sağlanmasına rağmen’ liseyi bitiremeyen, babasına ve mahalle komşusuna göre ‘tribün lideri olmaya hevesli’ olacak kadar koyu Beşiktaşlı, kendisine göre Galatasaraylı, şu anda işsiz, Ülkü Ocakları’na üye, uyuşturucu kullanmak dahil çeşitli suçlardan sabıkası bulunan Fatih Sözüer tarafından, ayakkabısının içinde stada soktuğu ‘kartal başlı’ bıçakla öldürüldü.
Pazartesi gününden beri yayınlanan bütün gazetelerde ve TV’lerin ana haber bültenlerinde bu ‘iç acıtıcı’, bundan da öte ‘vahim’ olay, manşetlere taşındı. Türkiye’nin en iyi kalemleri bu konuyu yazdı, en yetkin ağızları bu konu hakkında konuştu. Bu bir ‘tribün terörüydü’, ‘holiganizm’di, artık ‘Ölmeye ölmeye ölmeye geldik’, ‘Söyle senden başka kimim var benim’, ‘Bu stat Fener’e/ Cim Bom’a mezar olacak’ şarttı.
Bence de bu tribün terörünün, holiganizmin, şiddetin, bir sonu gelmeli, bitmeli, ama...
Peki, ‘erkek’ çocuklarını daha 4-5 yaşlarındayken kucağında direksiyona oturtan babaların, 5-6 yaşına geldiğinde eline silah verip ‘hadi nişan al’ diyen amcaların, dayıların, eniştelerin, içki masalarında ‘içki içmeyene erkek denmez’ deyip 6 yaşındaki oğluyla kadeh tokuşturan babaların, daha ilkokula giderken yeğenlerinin eline ‘delikanlıya da bu yakışır’ diyerek tespih veren eniştelerin, sokakta arkadaşlarıyla kavga eden oğluna ‘ezdirmeyeceksin kendini, çakacaksın o zaman ağzının ortasına bir tane’ diyen annelerin, ‘ne lan, bu yaşa gelmişsin sakalın bile çıkmamış, erkek dediğin bir tomar bıyıklı olur, muhallebi çocuğu’ diyen ‘delikanlı arkadaşlar’ın, erkeğin namusunu üç şey belirler; ‘at, avrat, silah’ diye torunlarına öğüt veren büyükbabaların sonu ne zaman gelecek?
Delikanlılığın kitabını yazan Aynalı Tahir, Asmalı Konak, Zerda, Berivan, Gurbet Kadını, Kınalı Kar, Kurtlar Vadisi gibi ‘maçoluğu’ simgeleyen, ağalık düzenini öven, başrollerden birisini tabancanın, bıçağın oynadığı dizileri üretmenin ve seyretmenin sonu ne zaman gelecek?
Eğitimsizlik, işsizlik ve bunların sonucunda gelen ekonomik sorunlar nedeniyle ‘kendini herhangi bir yere ait hissetmeme’ sorununu bir türlü çözemeyen ve bunu ‘sokak çeteleri’, ‘mafya’, ‘kabadayılık gösterileri’ ile çözmeye çalışan yeni yetişenlerin/yetiş(eme)mişlerin sorunları ne zaman çözülecek?
Kendilerine ancak bellerindeki silah, ayakkabılarının içindeki bıçak, ceplerindeki çakıyla anlam bulanların bir sonu gelecek mi?
Almanya’nın Aşağı Saksonya Eyaleti Adalet Bakanı’nın, Almanya’daki Türk gençleriyle ilgili yaptırdığı araştırmaya göre, polis kayıtlarına geçen Türk gençlerinin büyük çoğunluğu temel eğitim okullarına (Hauptschule) devam ediyor ve işsizlik yardımı alan yoksul ailelerden geliyormuş. Bakan, Türk gençleri arasındaki yüksek suç oranlarını, Türk toplumundaki erkeklik rollerine bağlayarak maço kültürün saldırgan davranışı körüklediğini iddia ediyor. Araştırmayı yapan bakan, ‘Okullarda kavgalara karışan öğrencilerin önemli bir bölümü Türk erkek öğrenciler. Beş dakikalık bir tenefüste gerçekleşen bu kavgalar bir tür erkeklik gösterisine dönüşüyor’ diyor.
Uzun süredir farklı değerler önemliymiş gibi sunuldu, öğretildi bize. Demokrasi, eşitlik, insan hakları, bu toplumda çok da önemli değil. Önemli olanlar çok daha başka değerler değil mi?
MERAK KEDİYİ ÖLDÜRÜR
Niye popüler kişiler, kurduğu çoğu cümleye ‘gerçekten’ diyerek başlar?
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2004
İstanbul ve İstanbullular soğuk, trafiğin insanı ağlatacak derecede sıkıştığı, saatlerce bir yakadan diğer yakaya ulaşılamayan, okul servislerinin ve inatla yokuşlardan çıkmaya çalışan taksilerin kapattığı yollara uyandı bu sabah. Trafikte işime varmaya çalışırken fark ettim ki, ben çok meraklı birisiyim.
Çünkü ben birçok şeyi merak ediyorum.
- İş çıkışı eve kaç saatte varacağım?
- Yağmur, çamur, lodos, karayel gibi her türlü gerekli ve gereksiz, zamanlı ve zamansız olarak bizi ‘uyaran’ İstanbul Büyükşehir Belediyesi Afet Koordinasyon Merkezi (AKOM) bizi bu kez niye uyarmadı?
- Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş niye dün geceden itibaren kanal kanal gezip, bize bugün ne yapmamız gerektiğini anlatmadı? AKOM ve afet üzerinden ‘halkla ilişkiler’ yapmanın son noktasına gelindiğini gördü mü?
- ‘Gelinim Olur musun?’ evinde Semra Hanım, Ata’sını evlendiremeyince ve evlendirmesinin gayri kabili mümkün olduğunu anlayıp, evdeki duygusal yakınlaşmaların tamamının ‘köküne kibrit suyu’ ektikten sonra, Ata’yı Dilek ile evlendirebilecek mi, evlendiremeyecek mi? (Şahsen ben Ata’nın Pınar ile evlenmesini ve Pınar’ın Semra Hanım’a kök üzerine kök söktürmesini tercih ederim!)
- Ünlüler Çiftliği’nin üçüncü serisinde hava şartları bu kadar ağırlaşmışken, evi önce kimin terk edeceğini?
- Bugün bir ok gazetede Nazan Öncel’in sesine kulak vererek, ‘yan yana fotoğraf’ çektiren, fakat çektirirken de ‘Vahşi Orkide’ Carre Otis’ten daha güzel, çok daha alımlı ve ondan tartışmasız daha seksi çıkmalıyım ‘gerginliğini’ saklayamamış olan Demet Şener’in, bu sabah resimlere baktığında ‘maçın sonucu’ hakkında ne düşündüğünü? (Keşke sarılmaya çalışmasaymış ‘Vahşi Orkide’ ye, eli nasıl da fotomontaj gibi duruyor.)
- Kültür Bakanı Erkan Mumcu’nun sanatçılar için hazırladığı ‘kolay emeklilik’ yasa tasarısına göre (Belirli okullardan mezun olmuş ve bir meslek birliğine üye sanatçıların bir çalışma günü beş gün sayılacak) kimin ‘kanun önünde eşitliğe aykırılık’ sebebiyle ‘iptal davası’ açma cesareti göstereceğini?
- ‘Gılgamış’ filminin çekilip çekilmeyeceğini?
- Popüler şarkıcı ve oyuncuların başarıyı yakalayıp, para kazandıktan ve çok popüler olduktan sonra, niye sürekli ‘mesaj’ vermeye çalıştıklarını ve çok ‘kaliteli’ işlere imza atmak için kendilerini niye komik durumlara düşürdüklerini?
- Popüler kişilerin hayatları boyunca niye ve ne sebeple ‘hiç yalan söyleyemediklerini’ ve hepsinin ‘hayatta en nefret ettikleri şeyin yalan’ olduğunu?
- Bütün şarkıcıların kendilerini alkışlayan seyircilere her konserde neden bıkmadan usanmadan ‘hepinizi çok seviyorum’ dediğini?
- Popüler kültürden ve onun yarattığı simgelerden bu kadar nefret edenlerin niye popüler kültür yazısından başka bir şey yazmadıklarını, okumadıklarını, seyretmediklerini?
-’Köşe Tutan Yazarlar Topluluğu’nu kaç kişinin okuduğunu?
- Belediye başkanlığı sürecinde, dört kilometre uzunluğundaki bayrakla en uzun bayrak rekorunu kırıp, Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeyi başaran Mustafa Sarıgül’ün CHP Genel Başkanı olup olamayacağını?
- G.O.R.A’yı eleştiren kaç adet köşe yazısı daha yazılacağını?
Merak ediyorum.. Biliyorum ‘merak kediyi öldürür!’
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, banker skandalları yaşanırdı.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2004
Bu sabah gazeteleri okurken bazı haberlere takıldım, takıldığım anda da bana orada ‘kal’ geldi. Biliyorum Türkçe’yi bozmak, sokak ağzı ve argo konuşmak bazı köşe yazarlarımız tarafından yasaklanmış bulunuyor ve onay (!) görmüyor. Ama ben seviyorum ‘yaratıcı gücümüzle’ oluşturduğumuz bu deyimleri ve sözcükleri kullanmayı.
Çünkü bunları kullanabilmek bana, hálá ‘genç’ ve ‘sokakta’ yani hayatın içinde olduğumu hissettiriyor, aynı zamanda çok da heyecanlandırıyor beni.
Siz de en az benim kadar farkındasınızdır ki, yaratıcılığımız sadece Türkçe’ye yaptığımız ‘katkılarla’ da sınırlı kalmıyor. Hayatın her alanında, dili kullandığımız her alanda, hepimiz birer yeteneğiz. Duvarlara, camlara yapıştırılan el yapımı ilanlarda, birbirimize yazdığımız notlarda ve özellikle ‘duvar edebiyatı’nda, gösteriyoruz yaratıcılığımızı. Cep telefonlarının hayatımızın tam ortasında yerini almasıyla birlikte, kandil ve bayramlarda gelen kısa mesajları hatırlarsanız bana hak vereceksiniz.
Geçtiğimiz kandillerde cep telefonuma gelen, ‘Rabbimden çiçek istedik kırları verdi, ağaç istedik ormanları verdi, dost istedik bu numarayı verdi. Kandiliniz mübarek olsun’ kısa mesaj örneklerindeki yaratıcılığı gözardı edersek, yuh olsun bize!!!!
Ama geçen Kurban Bayramı’nda gelen, bayram kutlaması mesajı benim favorilerimin arasında birinciliğe oturmuş bulunmakta: ‘Bayram sabahları demli bir çay, su böreği, bayram şekerleri, şeker isteyen çocuklar, kurbanlık hayvanların sesleri, bir telaş, bir koşturmaca. Köprü hep kalabalık, bayram programları, kolonya ikramları, bayram harçlıkları, uzun bayram tatilleri, ev gezmeleri, kısa hal hatır sormalar, el öpenlerin çok olsunlar ve daha bir dolu küçük ayrıntı. Hayatın üzerindeki ‘pause’ düğmesine dokunun. Kısa bir süre için hayatı durdurun. Mutlu bayramlar.’
Nasıl? Kabul edin ki, yaratıcı. Özellikle ‘pause’ kısmına öldüm, bittim ve hatta geberdim. Artık her dini bayram ve kandilde, telefonuma gelen kısa mesajlar arasında ufak çaplı bir ‘en yaratıcı kandil / bayram mesajı’ yarışması düzenleyip, kazanan arkadaşıma hediye almaya karar verdim. Bu vesileyle şimdiden dost, akraba ve üçüncü şahıslara duyurulur.
Bu sabah elektronik posta adresime gelen ve yaratıcılığımızı tasdik edip onaylayan, ‘yaratıcılık dehası’ bir kandil mesajı var ki, artık bence bu, ‘kandil mesajlarında’ gelinebilecek son noktadır ve bundan daha ötesi de yoktur.
Şu saniyeden itibaren de, bu meseleye dair yaratıcılık adına kafa patlatmak ve düşünmek beyhude bir çabadır! Doğru mudur, yanlış mıdır bilemem, ben gelen mail’in yalancısıyım. Yıkılan Ayça’nın popüler bir şarkısından uyarlanan mesaj aynen şöyle:
‘Buraları yıkılıyor/Nurdan yıkılıyor/Her gün peşime şeytan takılıyor/Ben İslam’ı seçtim/Tercihim doğru/İndir başını haydi secdeye doğru.’
Yahu yaz en kısasından bir kutlama mesajı olsun bitsin, ama yok illa en janjanlısından ve en yaratıcısından olacak.
Ayrıca yaratıcılığımız sadece bu konularla da sınırlı değil, unutulmaz Türk filmi replikleri de yaratıcılıkta sınır tanımadığımızın örneği değil mi?
Hulusi Kentmen zalim bir patrondur, doğal olarak karısı da iyi ve yumuşak huylu Adile Naşit’tir. Adile Naşit çocuklarının kışkırtmasıyla greve giden işçiler için Hulusi Kentmen’e şöyle der: ‘Alemler aya gidiyor bey, bizimkiler greve gitmiş çok mu?’
Peki biz televizyoncuların hazırladığımız her yeni ‘reality show’da’ başınıza musallat ettiği arıza tiplerin yaratılma gücüne ne diyorsunuz? (Allah’tan ben de o keşfedilmiş arızalardanım da, rahat rahat konuşuyorum.)
Süregelen show’ların her yeni bölümünde karşınıza çıkarttığımız bu tiplerin, bir öncekinden daha ‘arıza’ ve daha ‘yaratıcı’ olması durumu, yaratıcılıkta sınır tanımamak değil midir? Belki de artık televizyon sektöründe iş arayanlara şöyle bir soru yöneltilecek:
‘Arızayı gözünden, duruşundan, oturuşundan ve yüz kilometre öteden görsen tanır mısın?’
Cevap ‘evet’ ise kaptınız işi!...
Ve bundan böyle her televizyon şirketi danışman olarak ‘reyting garantili ruh doktoru’ çalıştıracak... Tabii o ruh doktorlarını seçmek içinde, ‘reyting garantili ruh doktorunu’ yüz metreden tanıyabilen elemanlara ihtiyaç duyulacak...
Galiba gelecek televizyon showlarında ki ‘yaratıcılık’ düzeyi, hepimizi biraz daha yıpratacak.....
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2004
Bugünden ve bu yaştan sonra burcumu değiştirmişler. Oysa ben alışmıştım ona, kuzu kuzu geçinip gidiyorduk. Otuz sekiz yıldır Koç olan burcum, 13’üncü burcun bulunmasıyla birlikte, ‘balık’ olmuş. Şimdi kendi hakkımda bildiğim her şeyi çöpe mi atmam gerekecek? Yani ben, Descartes, Evliya Çelebi, Vincent Van Gough, Charlie Chaplin ve Sakıp Sabancı ile değilde, Albert Einstein, George Washington, Frederic Chopin, Michelangelo ve Victor Hugo’yla mı aynı burçtanım? Ama bildiğimiz ve ezberlediğimiz bütün ünlülerin burçları da değişti değil mi?
Bu günden itibaren ben, bencil ve çabuk sinirlenen birisi değil, aşırı kırılgan, bağımlılığa yatkın ve çelişkili kişiliğe sahip birisi olarak hayatımı sürdüreceğim demek ki.
Birisi bana, ‘Çok affedersiniz burcunuzu öğrenebilir miyim?’ diye sorduğunda, ben ne cevap vereceğim? Balık mıyım, yoksa Koç mu?
Şimdi bu burçlara fazlasıyla ilgi duyup, siz burcunuzu söylediğinizde, gözünü bile kırpmadan, hafif bilmiş bir eda takınıp, kişilik özelliğinizden, seks, para, iş ve aile yaşantınıza kadar her şeyi, arada gözlerinizin içine bakıp, ‘Nasıl da biliyorum ama değil mi?’ havasıyla size söyleyenler, bunca zamandır boşuna mı ezberlediler o kadar bilgiyi? Okudukları onca burç kitabı, büyük özverilerle çıkarttırdıkları ve ezberledikleri yıldız haritalarının durumu ne olacak? Yazık değil mi onlara!
Şimdi gazetenin burç sayfasında, yeni burcunu değil de, eski burcunu okuyup gününü, hatta kariyer ve aşk hayatını ona göre planlayanların durumuna kim çözüm getirecek?
Neyse ki durum astroloji uzmanları arasında bile henüz tartışmalı...
13’üncü burcun varlığı ya da yokluğu tartışıla dursun, Asena’nın bayram ziyareti sırasında oturduğu koltuğun yanında, bir çaputa sarılmış ve birbirine yapışmış halde bulduğu iki mıknatısa ne demeli? (Bkz. Mıknatıs büyüsü)
Kasabalıların intikam alma yollarından birisi ve en önemlisi büyüdür. Gelin kaynana anlaşmazlıklarında (Semra Hanım da yaptırır mutlaka değil mi?) önce kaynana civarın en popüler, nefesi en kuvvetli büyücüsüne giderek, domuz yağından bir büyü patlattırır. Bu domuz yağı, kaynana tarafından derhal gelinin oturduğu evin en görünmez, en ulaşılmaz, en güneş görmedik, köşesine sürülür.
Ta ki, gelinin annesi ‘Kızım seni bir hocaya götüreyim, kaynananla arandaki anlaşmazlık başka türlü çözülmeyecek’ diyene kadar. Çünkü kaynananın amacı da, damadına büyü yaptırıp, gözlerinin kızından başka bir şeyi görmemesini sağlamaktır. (Bkz. Şirinlik büyüsü, Şirinlik muskası, sıcaklık büyüsü)
Fakat sıcaklık büyüsü için gidilen hoca geline der ki: ‘Evinizde büyü var kızım. Onu bul bana getir ki, o büyüyü çözelim. O çözülmeden size rahat, huzur yok.’
İşte o andan itibaren, gelin ile annesi, evin içinde hummalı bir arayışa başlarlar. Kaynana domuz yağını evin neresine sürmüştür?
Aylar ya da yıllar önce, bir kapının çok gıcırdaması, yada çamaşır, dikiş makinelerinden birisinin çok ses çıkarması yüzünden, herhangi birinin yağlanması sırasında, dikkatsizlik sonucu, tesadüfen bir yere bulaşmış bulunan ‘makine yağı’, artık o tarihten itibaren maalesef ki ‘domuz yağı’ muamelesi görecektir.
Bu ‘lekenin’ bulunmasıyla beraber, kızın annesi yaygaraya başlar, gelin ağlayarak ve derinden sarsılarak ve hatta kendinden geçerek bayılır. Zaten konu komşuya çoktan gösterilip, dertlenilen büyü, damat işten gelince, ‘Bak görüyor musun annenin marifetlerini, tabii bu evde dirlik düzen olmaz’ denilerek bir de ona gösterilir.
Bundan sonrası artık büyüyü çözmeye kalmıştır ki, o işin en meşakkatli kısmıdır. Asena işin bu kısmını da sirkeyle, kolayca çözmüş. Mıknatısları sirkeli suya sokup, sonra da denize atmış. (Kıssadan hisse: Gereksiz bilgi diye bir şey yoktur. Her bilgi birgün insana lazım olurrrrr)
Acaba, Pamukova Çiftliği’nde çıkan devekuşu yumurtaları da birgün lazım olur diye mi saklanmış?
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2004
Köşe yazarı olmanın en zor taraflarından birisi de, tatil günleri için önceden yazı yazmanızın şart olması. Şimdi ‘Köşe yazarı’ yazdım ya kendim için, birden bire huzursuzluk kapladı içimi. Yazdım, sildim, sonra yine yazdım, yine sildim. Ama ‘köşe yazarı’ yerine uygun bir niteleme sıfatı da bulamadım bu yaptığım işi tanımlamak için.
‘Karalama deftercisi’ desem, fena durmuyor ama pek de uymuyor gibi sanki. Hem Sayın Doğan Hızlan’ın CNN Türk’de yaptığı kültür sanat programının adı Karalama Defteri. Şimdi Doğan Hızlan’a özeniyor falan derler. Aman benim ne haddime. Doğan Hızlan usta kim, ben kim? Hemen bu sıfattan da vazgeçtim doğal olarak.
‘Şeytan’ın avukatlığını yapmaya çalışan kişi’ desem, hani bana yakışıyor, fena da durmuyor. Ama, koskocaman Çetin Altan’ın köşesinin adını çağrıştırıyor. Hadsizlik diz boyu olur ki, bunun üzerine zaten ne desem boş!!
‘Doğrucu Davutçuluk Oynamaca’ geldi aklıma. Hani öylee tanındım ya, aklına geleni söylüyormuşum gibi. Ama durdum düşündüm, Koskoca kalem ustası, Bekir Coşkun’un ‘Onuncu Köy’ köşesinin adını çalmışım gibi durur ki, o durumda şuursuzluğumu sizde affetmezsiniz sanırım.
‘Bir türlü duygularını ifade edemeyen yazarlamacı’ , ‘Yazı yazmaya çalışarak, egosunu tatmin etmeye çalışan sıradan, hissiz, duygusuz kişi’, ‘Bir popüler kültür mantarının güncesi’, ‘Hasbelkader şöhret olmuş bir popüler kültür mantarının evrak-ı metrukesi’, ‘Çalakalem yazı yazabilme üstadının yazı yazma denemeleri’ diyeyim dedim, bütün bu niteleme sıfatları benim durumumu gerçekten, doğru olarak tanımlamasına rağmen, sırf kendime ‘köşe yazarı’ dememek adına, biraz fazla uzun geldiler bana.
Ne de olsa ‘köşe yazarı’ olunca derdinizi kısa, net ve anlaşılır biçimde ifade etmeniz gerekiyor ki, bu durumda ben daha baştan kaybetmiş oluyorum yarışı!( Ne yarışıysa!!. )
Bulduğum bütün niteleme sıfatları işe yaramayınca, olmayan zeka ve yaratıcılık gücümü daha fazla zorlamamı istemedikleri için buluyorlar bana bu sıfatları herhalde diye düşündüğüm, diğer köşe yazarları tarafından bana yakıştırılmış (her birinin kaleminden adıma yazılmış iyi kötü her cümleye saygı duyuyorum, o ayrı mevzuu!) sıfatları kullanayım bari dedim.
Sayın Hakkı Devrim tarafından, ‘Bulduğu bütün kitapları okuyup, kasetleri dinleyerek kendini yetiştirdiğini düşünen Armağan Çağlayan, TDK deyişiyle tam bir televizyon görüngüsü.’
Bu uzun sıfattan çıkarılacak kıssadan hisse olarak, ‘Bir televizyon görüngüsünün karalamacısı’ diyebiliriz mesela. Ama bu da uzun.
Sayın Nur Çintay tarafından bana atfedilmiş bulunan ‘Varlığım bu egoya Armağan olsun’ cümlesi var ki, bence fena durmuyor gibi.....
Sayın Perihan Mağden’in niteleme sıfatları kabul etmem gerekir ki, beni iyi tanımlayan, yaratıcı, ve önünde fazlasıyla bir saygıyla eğilip, taktir ettiğim sıfatlar. Buyrun örnekleri: ‘Kompleks yumurcağı’ , ‘Kasabanın intikamı’, ‘Mantık düşüklüğü’, ‘Üstün yeteneksizliğiyle, yarışmacılara çımkırdığı kadar şişman, detone ve sözleri unutulmuş şarkıcılık muadili yazı(r)lamacı.’
Bir de son olarak unutmadan ve söylemeden geçemeyeceğim, Sayın Hakkı Devrim tarafından söylenmiş bir sıfatım daha var: ‘Bok yedibaşı.’ (3.10.2004 Radikal)
Bana başarıyla yakıştırılmış sıfatlar içinde en çok beğendiklerimin, ‘Bok yedibaşı’ ve ‘Kasabanın intikamı’ ile ‘Kompleks yumurcağı’ olduğunu söylemek isterim.
Sonunda bunca yerinde ve doğru söylenmiş ve emekle bulunmuş sıfata rağmen, ‘köşe yazarı’ yerine hangisini kullanmam gerektiğine bir türlü karar veremediğim için, seçimi size bıraktım. Lütfen elektronik posta marifeti ile bana en çok yakıştığını düşündüğünüzü bildiriniz. Merci!
Bu bir araba lafı sırf kendime ‘köşe yazarı’ dememek için ettim. Çünkü ‘köşe yazarı’ olabilmenin belirli kuralları var. Her meslekte olduğu gibi, yasası ve kitabı olmasa da, köşe yazarlığının da kural koyucuları var. Köşe yazarlığının görünmez kuralına uymazsan çarpılırsın. Ve ben bu kitabın koşullarını yerine getirememiş birisiyim maalesef ki.
Bir kere o (Köşe yazarlığı bundan böyle ‘o’ sıfatıyla anılacaktır. Kendi kendime köşe yazarı unvanını vermemek için bulabildiğim en yaratıcı fikir de budur!) sıfata sahip olabilmek için, televizyon şöhreti olmamanız gerekir. Bu en gerek ve yeter şarttır. Öyle haddiniz olmayan şeyler konusunda zaten ‘ahkam’ kesmemeniz gerekir. (Mesela İbrahim Tatlıses’in kişilik hakları gibi!) Ayrıca yapmanız gereken şeylerden bir tanesi de, köşeciler komiserliğidir’. Yani benim Popstar jüri üyeliğim sırasında yarışmacılardan Ceyda’ya yaptığım gibi, ‘Kötüüüü, kötüüüü, çok kötüüüü yazıyorsun’ diyebilmektir ki, ben bunu zaten diyemem. Haddime düşmez. Kişi kendini bilmek kadar da irfan olmaz!
Her zaman olduğu gibi beynimin sol tarafına ev ödevi veriyorum, ‘o’ sıfat yerine bir şey bulunacak! Başka yolu yok!!!
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2004
<B>Zor iş(miş) yazı yazmak. </B>Bugün günlerden daha cuma ama siz bu yazıyı okurken, pazartesi olacak. Geçen gün büyük bir ümitle Yazı İşleri Müdürü Emre Bey’i arayıp sordum, ‘Bayramda da benden yazı isteyecek misiniz?’ diye. Emre bey ‘ Evet’ deyince, iki günlük yazı yazmam gerektiğini fark edip, daha çok karamsarlığa kapıldım.
Oysa eskiden dini bayramların sadece birinci günü gündelik gazeteler yayınlanır, ikinci ve üçüncü günlerinde ise Gazeteciler Cemiyeti’nin hazırladığı ‘BAYRAM’ Gazetesi çıkardı. Gazeteciler de bayramlarda tatil yaparlardı. Hatırladığım kadarıyla, sayfası bol bir gazeteydi Bayram Gazetesi.
Neden bilmem eski bayramlara dair aklıma gelen ilk şey ‘Bayram Gazetesi.’
İşte gazetede yazı yazmanın bir derdi de bu. Günün anlam ve önemine uygun yazı yazacaksın diye kendini kasmak!
Şimdiye kadar hiç takvime bakmadan çalakalem yazdığım için, yazımın yayınlanacağı günün ‘önemli bir gün’ olup olmadığını bilmeden yazdım hep yazdıklarımı.
Ama şimdi, bu yazının Şeker Bayramı’nın ikinci günü yayınlanacağını biliyorum ya, mutlaka ‘bayram yazısı’ yazmalıyım gibi hissediyorum nedense?
Çünkü tatile gidilecek ya, daha günler öncesinden başladı, ’bayram tatili’ kıvranmaları bende. Tıpkı bu bayram olduğu gibi, cumartesi pazara gelen ‘bayram tatilleri’ büyük hayalkırıklığına uğratıyorlar beni. Yok korkmayın en klasiğinden bir ‘bayram’ geyiği daha yapmayacağım. Eskiden büyüklere el öpmeğe giderdik, şimdi dini bayramlar tatil vesilesi oldu geyiği yapmayacağım.. .
Hem bayramda tatile gitmek niye kötü oluyor? Kendi adıma konuşayım, benim için hayırlı bile oluyor.
Bundan birkaç yıl önce, ben de son modaya uyup ‘cool’ takılayım dedim ve ‘Bayramda her yer çok kalabalık oluyor, tatil yapmasını bilmeyen Türkler(!) her yeri dolduruyorlar, şöyle sakin sakin evimde oturup, huzurlu(!) bir bayram geçirip, kafamı dinleyeyim’ diye karar verdim.
Arife gecesinden, huzurlu bayram hazırlıklarına başlayıp, elimde kumanda televizyonun karşısında uyuya kaldım. Sabah ısrarla çalan kapı ziliyle açtım gözlerimi. Ama zil ne çalmak, zır zır susmuyor. Gözümün ucuyla saate baktım. Daha saat yedi, sabahın körü yani. Ama yok durmuyor zil.
Uyku mahmuru açtım kapıyı, karşımda dört beş tane, ellerinde naylon torbalarla çocuklar. ‘Bayramınız kutlu olsun’ diye, sarıldılar elime, öpmeye çalışıyorlar. Ben neye uğradığımı şaşırmış vaziyette, ne yapmalıyım şimdi diye düşünürken, asansörün kapısı açılıp, ikinci ‘naylon torbalı şeker toplayan çocuklar’ dalgası geldi dayandı kapıya.
Hani ben de öyle bayram geldi, hisli ve de içli şeker reklamlarından çok etkilendim, eve ‘şekerleme ‘alayım diyenlerden olmadığımdan, bulunmuyor evde öyle şeker, meker.
Allahtan gürültüleri duyan tedarikli karşı komşum, elinde şekerlikle kapıya çıktı da, kaldığım zor durumdan kurtardı beni. İlk dalgayı savurup, tam içeri girecekken, zil yine çalmaya başladı. Ve zil, ben zili yerinden sökene kadar bütün gün çalmaya devam etti.
Hem bayram tatiline gitmek niye kötü olsun ki? Eskiden, el öperdim herkes bana harçlık verirdi. Şimdi bütün kuzenler, kuzenlerin çocukları benden harçlık bekliyor.
Hem de eskiden elini öpüp, harçlık aldığım, bayram sabahları o çocuksu neşeyle kahvaltı edip, el yapımı baklavalarını yediğim dedemleri, anneannemi, babaannemi, halalarımı, eniştelerimi bu kez mezarlıkta ziyaret etmek zorunda kalmıyorum.
Artık ‘hayatta olmadıkları’ gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmek zorunda da kalmıyorum.
Vallahi kötü değil bayramlarda tatile gitmek...
Mutlu bayramlar.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2004
Sinirlenip kendinden geçme, çıldırma ve hatta giderek ‘kudurma’ durumlarına siz de zaman zaman gelmişsinizdir. Neden bilmem, ben bugün tam da bu durumdayım. Sabah işyerine gelince masamın üzerinde bulduğum bir kredi kartı ekstresi beni çileden çıkartıp, çıldırma noktasına getirdi. Şimdi bunlar beni (bizi) kek buldular ya, bilmem neye bilmem kaç taksit, bilmem ne kadar harcama yapana fazladan şu kadar bilmem ne para deyip henüz kazanmadığımız paralarımızı harcatıyorlar ya bize.
Biz de, ‘Aman nasıl olsa 12 taksit, ödenir’ deyip, ‘Borç yiğidin kamçısıdır’, ‘Emek olmadan yemek olmaz’ gibi öğrendiğimiz bütün gereksiz atasözlerinin etkisiyle, ha babam de babam veriyoruz plastik paraları satıcılara.
Sonra o 12 taksitler alt alta gelince başlıyor mu sana yekün tutmaya!!! Bakıyorsun o kartın limiti fazla şişti, o zaman ne yapmalı? Alışverişlerde hemen başka bankanın kredi kartını kullanmaya başlamalı. Tabii bir süre sonra o kart da giderek şişip elinizde patlama noktasına gelmeye başlayınca, gelsin üçüncü bankanın kartıııııı!!
Böyle böyle cebimde tam tamına 12 ayrı kredi kartı olmuş. Neredeyse maaşın tamamı kredi kartlarına gitmeye başlayınca ve ekstrelerde sürekli bilmem kaç taksitli alışverişin bilmem kaçıncı taksidi yazılarını gördükçe, baktım bu iş olmayacak. Oturdum telefonun başına, çıkardım cüzdandan acı acı ödediğimiz kredi kartlarını, aldım karşıma.
Önce alfabetik sıraya dizdim. Tek tek ‘Alo bilmem ne telefon bankacılığını’ aramaya başladım. Her bankanın kendine has şirinlikte konuşan telesekreter kızları var. Bunlar sizi telefonunuzun tuşlarını kullanmanız konusunda yönlendiriyorlar. (Sesle yanıt sistemiymişşş!!!) Ama müşteri temsilcisine ulaşmanız o kadar kolay olmuyor tabii. Müşteri temsilcilerinin başka müşterilerin, usturupluca, fark ettirmeden, usul usul aklını çelme, pardon aydınlatma turları sırasında, siz aradığınız bankanın, konut kredisi, mok para, püsür para reklamlarını dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Tabii kendinize bu kadar şuursuzca kredi kartı kullanıp bankaların tuzağına düştüğünüz için yeteri kadar sinirliyken, bu reklamları dinlemek sinirsel katsayınızı dört chipbonuspuanworldparaartılamacakazandırmaca kadar arttırıyor!!!!
Ama durum müşteri temsilcisine ulaşınca henüz bitmiş sayılmıyor, aksine yeni başlamış sayılıyor!
‘İyi günler, ben Meral. Size nasıl yardımcı olabilirim?’
‘Meral Hanım, ben size kart numaramı vereyim. Kredi kartımı iptal ettirmek istiyorum.’
‘Niye?’
‘Artık kredi kartı kullanmak istemiyorum da ondan.’
‘Anladım da, niye?’
‘İstemiyorummmmmm.’
‘Efendim ben sistemden iptal edemiyorum kartınızı, lütfen size en yakın şubemize uğrayarak, bir form doldurun ve o formla birlikte kartınızı şubemize iade edin. Gerekli işlemler yapıldıktan sonra kartınız kullanıma kapatılacaktır.’
‘Hanımefendi, bu kartı zaten ben talep etmeden siz bana yolladınız. O zaman bana sordunuz mu? Hayır.
‘Ee şimdi ben bana sormadan yolladığınız kartı iptal etmek istiyorum.’
‘Maalesef yapamıyoruz efendim.’
Buyurun. Girdiniz bir kere bu çukura, o ki girdiniz, battınız dibe kadar, şimdi çıkmak için yine siz çabalayacaksınız!!!!
Sabah saat 09.00’dan akşamüstü saat 16.00’ya kadar uğraşarak bütün kredi kartlarımı iptal ettirmeyi başardım. Tam on kez annemin kızlık soyadını, babamın adını ve göbek adını, doğum yerimi, nüfuz cüzdanı seri numaramı, ev, iş adreslerimi ve telefon numaralarımı teker teker söyledim. Kartsız bir hayata başladım. Bu mübarek günlerde, Allah size de nasip eder inşallah!!!!!!
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, naylon poşet değil ipten fileler vardı.
Yazının Devamını Oku