Geçen hafta Los Angeles gezisini bitirememiştim anımsarsanız. Los Angeles da bitecek gibi değil hani. Öyle bir yer ki, bir dudağı yerde bir dudağı gökte, gez gez bitmiyor.
Size bu yazıları nereden yazıyorum dersiniz? Yazmıştım geçen hafta! Ne çabuk unuttunuz. Colorado‘nun başkenti Denver‘dan yazıyorum. Biliyorum bu yaz çok gezenti oldum ama ne yapalım kader! Kendim için bir şey istiyorsam namerdim! Her şey ülkem için, sizler için.
Önce bir Los Angeles‘i bitirelim, haftaya Denver‘da ne var ne yok oraya da geliriz.
Eminem eşliğinde omlet sanatı
Hollywood'daki Hollywood Renaissance Oteli'nin (HRO) sabah kahvaltısından çok etkilendim. Bizde böyle bir kahvaltı ortamı bir Ritz Carlton‘da var. HRO'nun kahvaltısı Ritz'i de sollamiş durumda.
Daha siz masaya oturur oturmaz bardağınıza buz gibi soğuk taze sıkılmış portakal suyu konuyor. İsteyene greyfurt suyu da var. Bu bardak kahvaltı bitene kadar hiç boş kalmıyor.
Sonra çay ve kahve tercihi soruluyor. Binbir çeşit kahve ve çay arasından beğendiğinizi seçiyorsunuz. Çay ve kahvenin arkası bitmek bilmiyor.
Açık büfede birbirinden taze meyveler sizi bekliyor. Ananaslar, kavunlar, karpuzlar bir tarafta, diğer tarafta pastalar börekler... Omleti de unutmayalım.
Yakışıklılığı ile 'best' modellere taş çıkartacak şefimiz bir kenarda, bembeyaz elbiseler içinde isteyene birbirinden güzel omletler hazırlıyor. Bir yandan otelin ses sisteminden yayılan Eminem şarkılarına eşlik ederek bir yandan da omlet pişirme sanatının inceliklerini göstererek.
Genellikle otel kahvaltıları beni şaşırtmaz ama HRO'nunki şaşırttı işte. Fiyatı mı? Kahvaltı, otel fiyatına dahil değildi ve 14 dolardı. Birçok eşdeğeriyle karşılaştırdığınızda pahalı demek zor. Unutmayın memnun olan parasının karşılığını aldığını savunur.
Ottmar Liebert'den çıplak ayaklı performans
Los Angeles (LA)'in 'Where (Nerede)' isimli çok güzel bir 'turist' bilgilendirme dergisi var. LA'de çok 'turist' dergisi var da bence en güzeli bu 'Where'.
Nerede eğlenilir, nerede yemek yenir, nerede alışveriş yapılır hepsi 'Where'de var. Ayrıca derginin içinde küçük ama neyin nerede olduğunu gösteren birkaç da harita bulmak mümkün. Çok kullanışlı bir dergi anlayacağınız.
Kaldığım otelin barında, bir yandan Guiness biramı içip, bir yandan da 'Gece ne yapacağım?' diye 'Where'i karıştırırken Ottmar Libert ismini eğlence yerlerinden birinin altında görünce kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Ben ciddi bir Ottmar Libert hayranıyımdır.
'Kim bu Ottmar?' diyenlere anımsatayım. Ottmar Libert Alman asıllı ünlü flemenko gitarcı. 'Barcelona Nights' isimli bestesini dinlemediyseniz, bir yerlerden bulup mutlaka dinleyin.
O gece, Ottmar Liebert Los Angeles'ın ünlü müzikhollerinden 'House of Blues'da sahne alacaktı. Saate baktım akşamın sekizi olmak üzereydi. Hemen taksiye atlayıp House of Blues'un yolunu tuttum. Yirmi dakika sonra kendimi bilet kuyruğunda beklerken buldum. Onbeş dakika içinde de sıra geldi. 34 dolara ayakta yer buldum ve içeri girdim.
Liebert sahneye çıplak ayakla geldi ve iki saat sahnede kaldı. Onun ve perküsyoncusunun performansı muhteşemdi. Bir ara yaptığı konuşmada 'isteyenin dinlemek amacıyla CD'lerini kopyalayabileceğini söyledi'. Liebert kendisi de Led Zeplin‘in albümlerini kopyalaya kopyalaya büyüdüğü için, kopyalamanın önüne geçilemeyeceğini düşünüyor.
Ottmar Libert 'Turkish Nights' isimli bestesini seslendirirken acayip tezahürat yaptığımı da belirteyim. Hatta ısrarlı tezahüratım karşısında‘Turkish Nights'i iki kere çalmak zorunda kaldı, ben de keyiften dört köşe oldum.
Eski bestelerinden oluşan yeni bir CD de çıkarmış Liebert. Gelirini de Kızılhaç ve Uluslararası Af Örgütü'ne bağışlamış. Bunu anons edince dinleyiciler birden CD satış bankosuna hücum ettiler ve CD'lerin tamamı satıldı.
Üç bin kişi ayakta alkışladı!
Baktım bu 'Where' dergisi çok verimli, ertesi gün yine sayfalarını karıştırmaya devam ettim. Birazdan yine 'Anaa!' diye irkildim. Bu kez irkilmemi sağlayan bir müzikaldi. Bir Mel Brooks müzikali: Producers (Yapımcılar). Başrollerde de Jason Alexander ve Martin Short.
Producers müzikali yeni bir müzikal değil. Mel Brooks'un 1968'de çektiği bir filmden uyarlanmış ve 2001 yılında da Broadway'de sahnelenirken Toy ödüllerini silmiş süpürmüş. Hollywood'da oynayan yeni oyuncularla yeni bir uyarlama ama... Ne pazarlama değil mi? Ülkenin başka bir yerinde aynı oyun başka oyuncularla sahneleniyor. Bence süper.
Neyse, hemen müzikalin oynadığı Pantage Theatre'ın adresini öğrendim. Kaldığım otele uzak değildi. On dakika içinde yine bilet kuyruğunda buldum kendimi.
Yarım saatte sıra geldi. Gişeye geldiğimde 'Neresi var?' diye sordum. Gişedeki görevli 'Kaç liran var onu söyle?' dedi. '75 dolar' dedim. Görevli biraz düşündü sonra '20 dolar daha verirsen en iyi yerden veririm' dedi. Bu sefer düşünme sırası bana geldi. 'Şurada kırk yılda bir Hollywood'da müzikal izleyeceğim, atın ölümü arpadan olsun' düşüncesi baskın çıkınca 95 dolara bir müzikal bileti sahibi oldum.
Pantage Theatre'ın içine girince şok geçirdim. Dışardan hiç de bu kadar büyük durmuyordu. Balkonuyla falan rahat üçbin kişilik vardı. Bordo kaplanmış klasik koltukları ve klasik kocaman avizeleri ile sanki 18'inci yüzyıldan kalma bir tiyatro salonunu andırıyordu. Yerime geçip oturdum. Üçüncü sıranın ortasında kabak gibi sahneyi görüyordum.
Oyunun başlamasına on dakika kala, takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş hafiften yaşlanmaya yüz tutmuş Amerikalılar salonu bütünüyle doldurdu. Sanırsınız ki adamlar Başkan Bush'un Beyaz Saray'da verdiği davete katılacaklarmış da bir aksilik çıkıp gidemediklerinden yanlışlıkla müzikale gelmişler! (Bazen çok abartıyorlar süslenme işini bu Amerikalılar. Bir de rüküşler ki, bir görseniz.)
Jason Alexander ve Martin Short'un sahne performanslarına bayıldım. İkisi de çok hızlı konuşuyorlar. Sinemada tanıdığım birkaç ünlü daha vardı sahnede. Onları da iki adım ötede canlı kanlı görmek çok heyecen vericiydi. Sahne değişimlerindeki zeki çözümler çok hoşuma gitti.
Oyunun bitiminde üç bin kişi ayağa fırlayıp avuçları patlayana kadar oyuncuları alkışadılar. Ben de aynı şeyi yaptım. 95 dolar verdim ama hayat boyu unutamayacağım bir müzikal deneyimi yaşadığımı düşünüyorum.
Kara kara şeyler ne
Akşamüstü sekiz suları idi. Bir Los Angeles'ın merkezine ineyim dedim. ABD'de şehirlerin merkez bölümüne Downtown adı verilir. Buralarda daha çok filmlerde gördüğümüz gökdelenler yer alır ve şehirlerin iş hayatı daha çok buralarda döner.
Taksiden iner inmez bir gariplik olduğunu sezdim. Galiba Downtown'da o günkü iş yaşamı sona ermiş, sokakları işsizlerin zaptetme vakti gelmişti. Ortalarda üstü başı düzgün kimse kalmamıştı. Nerede mezarlık kaçkını adam varsa üstüme üstüme geliyordu. Hepsinde aynı ortak dil: 'Şu fakire bir sadaka...'
ABD'nin değişik eyaletlerinde soyulmuş biri olarak tehlikeyi görüp acele acele Los Angeles Central Library'ye doğru yürümeye başladım. Birden ne göreyim? Karşıdan karşıya bir karaltı geçiyor. Kolum kadar bir şey. Gözlerime inanamadım. Kocaman simsiyah bir fare gözümün önünden geçip binaların arasında kayboldu. Peşinden bir tane daha...
Dilim tutulmak üzereydi. Bir taksi çevirip doğru otele gittim. Bir daha da LA Downtown'ı aklımdan bile geçirmedim. Bendeki şansa bakar mısınız?
Favorim Santa Monica
Los Angeles'ın pasifik kıyıları müthiş. Dünyaca ünlü tatil merkezleri Malibu, Santa Monica, Venedik Plaji ve San Pedro mutlaka görülmesi gereken yerler. Buralara Los Angeles'ın fareli merkezinden taksiyle 40 dakikada falan geliniyor.
Benim favorim Santa Monica ve oradaki Third Street Promenade. Sadece yayalara açık bu cadde geceleri bir harika oluyor. Cadde üzerindeki restoranları, gece kulüplerini, sinemaları buralara kadar gelip görmeden gidene enayi denir.
Santa Monica'da bir de eğlence parkı var, adı Santa Monica Pier. Çocukla gidenler burayla daha fazla ilgilenseler iyi olur. Burada birkaç tane de hoş deniz ürünleri lokantası var. Ben denemedim ama isterseniz siz deneyebilirsiniz.
Size bir de yararlı bilgi vereyim. Santa Monica Pier'in geçmişi 1908 yılına dayanıyor. 1970 yılında da Paul Newman ve Robert Redford'un oynadıkları 'The Sting' filmi de burada çekilmiş.
Pier'in bir ucu okyanusa çıkıyor. Eğlence işiniz bitti mi cup diye denize dalmamanız için bir neden yok. Aynı benim gibi...
Cuma lakırdısı
Artmadan yetmez
(Anonim).
Cuma Takıntısı
Cem Kozlu, Öfkeden Çözüme, İş Bankası Yayınları, 2003. Türkiye'nin sorunlarını çözmek için kafa yoranlara birebir. Roman falan değil sakın yanılmayın. 'Türkiye nasıl refah toplumu olur?' sorusuna yanıt arayan bir deneme olarak görülebilir.