Ali Atıf Bir

Bu bildirinin neresi bilimsel

4 Ocak 2004
<B>BEN</B> siyaset yazmayayım da kim siyaset yazsın! Genel Yayın Yönetmenimiz <B>Ertuğrul Özkök</B> yine <B>‘‘Sen de mi Brutus!’’</B> diye içerleyecek ama yönetim dalında öğretim üyesi olan Prof. Dr. <B>Ömer Dinçer</B>'in <B>‘‘21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam’’</B> konusundaki bireysel görüşlerini bilimsel bildiri diye sunup üzerine de <B>‘‘Prof. Dr.’’</B> diye imzasını attığı bir ülkede ben siyaset yazmayım da kim siyaset yazsın! Halen Başbakanlık Müsteşarı olan Prof. Ömer Dinçer'in benim bildiğim profesörlüğü ‘‘İslami Hareketler’’ alanında değil ‘‘yönetim’’ alanında. 1998'de yazdığı ‘‘Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası’’ kitabının içinde de ‘‘İslam’’a dayalı hiçbir şey yok. Ömer Dinçer kalkıyor 1995 yılında Sivas'ta ‘‘21'nci Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam’’ konusunda bir bildiri veriyor. Dinçer bildirisinde dünyadaki ve Türkiye'deki islami hareketleri anlatıyor ve bu hareketleri sınıflandırmaya çalışıyor. ‘‘Çalışıyor’’ diyorum çünkü söz konusu sınıflandırmanın da hiçbir bilimsel dayanağı yok. Dinçer, ‘‘Bana göre böyle, dünyada böyle’’ diyor geçiyor.

Saydım, bildiride 130 cümle var. Çoğunluğu da Dinçer'in ‘‘dini inançlarından etkilenen subjektif yargılar’’ içeriyor. Dinçer de böyle olduğunun farkında, cümlelerinin sonunu‘‘..gibi geliyor bana’’, ‘‘düşüncesindeyim’’, ‘‘daha doğru olur’’, ‘‘olduğunu da düşünmüyorum’’, ‘‘düşüncesini taşıyorum’’, ‘‘söylememiz mümkündür’’ gibi sözcüklerle bitirmiş. İşte en önemlisi: ‘‘Böylece Türkiye Cumhuriyetinin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha adem-i merkeziyetçi, daha müslüman, bir yapıya devretmesi zorunluluğu(nu) ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.’’

Dinçer
'in Sivas'ta sunduğu bildirinin kendi bilimselliği ile de evrensel bilimsellikle de alakası olmadığı ortada! Peki, Dinçer bilimsellikle uzaktan yakından alakası olmayan bu bildiriyi niye sunmuş? Dinçer'i 8 yıl sonra Başbakanlık Müsteşarı koltuğunda gördüğümüze göre bu bildiriyi niye sunduğu ortada. Bilim adamlığı etiketini kullanıp islami harekete ‘‘zihni taban’’ kendine de siyasi bir gelecek hazırlamaya çalışmış. Dinçer'in sunduğu resmen bir ‘‘İslami Hareket Manifestosu!’’ Sunulan bir manifesto olmasa ‘‘İktidara gelmek yolun sonu değildir. Yeni bir başlangıçtır. İktidara gelince yapılması gerekenler bitmiş gibi düşünülürse, İslam iktidara geliş aracı gibi kullanılmış, istismar edilmiş olur’’ gibi bir ifadeye niye verilsin!

Keşke Dinçer böyle bir manifestoya ‘‘Prof. Dr.’’ unvanını koyup akademik saygınlığını mesajlarına saygınlık kazandırmak için kullanmasaydı. Türkiye'de bu davranış çok yaygın ama İslami Hareket Manifestosu yazan biri için doğru davranış değil.

Norveçli balıkçılar mı

‘‘NORVEÇLİ balıkçılarla Neutrogena el kremi arasında ne alaka var?’’
diye bazıları soruyor. İster inanın ister inanmayın bu reklam kısa ama çok etkili. Neutrogena'nın hedef kitlesi mahalle pazarından alışveriş yapan Ayşe Teyze değil. Neutrogena'nın hedef kitlesi az çok Norveç'te hava koşullarının sert olduğunu tahmin ediyorlar. Tam burada da Aristo mantığı başlıyor. ‘‘Alt tarafı bulaşık yıkıyor, ev işi yapıyoruz, niye bizim elimize daha iyi gelmesin?’’ diye düşünemeden edemiyor tabii ki kadınlar. Pazarlamada reklamda karmaşıklığa gerek yok. Basit olacaksınız, kazanacaksınız.

(* * * *)

Bonus değer katıyor

DENİZBANK
-Bonuscard işbirliği penguene peruk denettirme esprisi ile çok iyi çözülmüş. Mizah hoş bir mesaj alım ortamı yaratıyor. Bonuscard öyle bir marka oldu ki içine girdiği diğer markalara da değer katmaya başladı. Bonus cart reklamının Bonuscard'tan daha çok Denizbank'a değer kattığını düşünüyorum. Ne dersiniz?

Alternatif enerji gerekiyor

ÖMER Dinçer
'in Manifesto'su hakkındaki görüşlerimi de mi merak ediyorsunuz? Denecek bir şey var mı? Müsteşar Ömer Dinçer'in de 8 yıl önce ima ettiği gibi, Türkiye İslamcı gazeteleriyle, İslamcı dergileriyle, İslamcı televizyonlarıyla, İslamcı köşe yazarlarıyla, İslamcı siyasetçileriyle, İslamcı bürokratlarıyla, İslamcı vakıflarıyla sistemli bir şekilde ‘‘daha da Müslümanlaştırılıyor.’’

AKP Belediye seçimlerinde % 40 oy aldığında (ki alacak) bazıları iktidara gelmenin yolun sonu olmadığını kanıtlamaya çalışacaklar ve Türkiye gereksiz yere gerildikçe gerilecek! Sonra Türkiye kendi içine kapanacak ve çağdaş dünyadan uzaklaşacak! Sorunu yaratan kesinlikle Hüsrev Kutlu gibi açıktan görüşlerini ifade edenler değil onlar denizin üstünde görünenler. Siz asıl aşağıdaki işlerini sinsice yürüten büyük kitlelere bakın.

Pazar pazar moralinizi bozmak istemem ama ben yolun sonunda ışık görmüyorum. CHP'de de ışık yok. Türkiye'ye alternatif bir enerji kaynağı lazım. Dinlere saygılı ve onları iktidarı elde etmek için kullanmayan, Türkiye'yi bir an önce çağdaş dünyaya kenetleyecek bir enerji kaynağı... Bakalım Popstar ve Biz Evleniyoruz izleyicileri böyle bir yeni enerji kaynağı gereksinimini ne zaman fark edecekler. Dediğim gibi martta da fark etmeyecekleri kesin.. AKP en az % 40.

Tatlıses'e yol halısı olmak

MERİNOS
bir süredir markasına reklam yatırım yapan halı üreticilerimizden. Aslında Merinos'un yatırım yaptığı markası değil İbrahim Tatlıses. Biraz da Asena. Asena, Merinos'un ‘‘Olmazsa Olmazı’’ oldu. Konuyla ilgili ilgisiz çıksın iki yürüsün Merinos'a yetiyor. Niye işin içine Derya Tuna'yı da sokmuyorlar ki! Diğer aile fertlerine de eklersek alın size Urfalı Konak..

Burada sorulması gereken soru şu: İbrahim Tatlıses isminin etrafında dönen o kadar o kadar adli olaya, maço algılamalara, kadını hor gören tavrına rağmen bir markaya değer katabilir mi? Merinos, İbrahim Tatlıses'e üç dört yıldır yatırım yapıyor. Yaprak kımıldamasa yatırım yapmaz herhalde değil mi?

Yanıt için Merinos'a bir bakalım. Makine halısı. Yani orta sınıf ve hemen altına hitap eden kalite-fiyat yapısı var. Bu kitlede de İbrahim Tatlıses'e tapan, söylentiler umrunda olmayan, hatta maço tarzı ile onu İmparator olarak gören bir sürü hayranı var. Alın size psikografik bölümleme.

Merinos reklamları da onu İmparator olarak görenlerin zevkine, zekasına uygun eski Türk filmi tadında reklamlar değil mi? Eski Türk filmlerini uzaylılar mı izliyor? Anlayacağınız, stratejik açıdan planlı olmasa da, zevk ve yapım kalitesi açısından ‘‘sorunlu’’ olsa da Tatlıses’li reklamlar Merinos'u belirli bir hedef kitlede rakiplerinden ayırmaya yarayabilir. Ürün özellikleri ile değil ama.. İbrahim Tatlıses'in sesi ile müziği ile...

Doğru mu yaklaşım? Çok doğru görünmüyor. Merinos, bu kadar reklam yatırımını daha kalıcı marka değerleri oluşturmak ve daha yüksek fiyat pozisyonunu hedef almak için kullanabilirdi. Üstelik varını yoğunu bir ünlüye (hele de böyle nerede ne yapacağı belli olmayan bir ünlüye) bağlamak da çok doğru değil. Yine de Merinos'u ısrarlı reklam yatırımı, tutarlılığı konusunda alkışlamak gerekiyor.

Merinos'un İbrahim Tatlıses'i yerlere göklere sığdıramamasına gelince... Kusura bakmayın bunu içime sindirmem mümkün değil. İki Kürtçe şarkı söylüyor diye Tatlıses'i yerlere göklere sığdıramayanları da anlamıyorum. Kürtçe şarkı söylüyor diye her şeyi unutacak mıyız? Çoluğa çocuğa magandalık öğretsin, kadına ‘‘elinin kiri’’ muamelesi yapsın biz de Kürtçe şarkı söylüyor diye ağzımız açık onu onaylayalım. İsterse 2004 yılında AB için görüşme tarihi alsın Tatlıses'e yol halısı olan hiçbir şeyi onaylamam mümkün değil. Merinos'a da önerim mesaj stratejisini bir kez daha gözden geçirmesi. (*)

Çekirgelik

Karım beni dindar yaptı. Evlenene kadar cehenneme inanmazdım! (Hal Roach)...
Yazının Devamını Oku

Özpetek'le Almodovar'ı hafiften benzetiyorum

2 Ocak 2004
Ferzan Özpetek'in Karşı Pencere'si sürükleyici, etkileyici ve düşündürücü bir film. Davide'nin 1943'te Roma'da olanları bir iki cümleyle özetleyip 'kreşendo' yaptığı noktaya kadar bir iki küçük oyunculuk hatası dışında eleştirim yoktu ama o noktadan sonra söyleyecek bir sözüm oldu.

Film 1943 yılında Roma'da bir fırında, iki çalışanın ekmek üretirken görüntüleriyle başlıyor. Kısa süreli bir boğuşmadan sonra genç olan diğerini öldürüyor ve kaçıyor. O kaçadursun biz bir İtalyan işçi ailesinin günlük yaşamıyla yüzleşmek için bugüne geliyoruz.

Giovanna ve Filippo 15 yıldır evliler, iki küçük çocukları var. Giovanna bir piliç kesimhanesinde, Filippo ise benzinle ilgili bir tesiste çalışıyor. Onları tanıdığımız noktada, onlar da hafızasını kaybetmiş oldukça yaşlı birini bulup (Davide) evlerine götürüyorlar.

Daha sonra kader ağlarını örüyor. Daha doğrusu biz beynimizde, örülmüş ağları bir araya getirip yeniden ağ örmeye çalışıyoruz. Özpetek'in başarısı da burada. Filmde hiçbir şeyi izleyicisine 'armut piş ağzıma düş' diye vermiyor. Film bittikten sonra bile filmde ne olmuş olabileceğini tartışıyorsunuz. Ben böyle filmler seviyorum zaten. Bu tür filmlere taktığım isim de şu: Düşünce Ayartıcı Film!

Film ilerliyor, Davide kim olduğunu anımsamaya çalışıyor, bazı geri dönüşlerden pastacı olduğunu ve baştaki kaçan fırıncı ile ilgisi olduğunu anlıyoruz. Bu arada Giovanna hayallerine ulaşamamanın, istediği işte çalışamamanın, 'kaybeden durumdaki' bir kocayla birlikte olmanın verdiği iç sıkıntıları ile mutluluğu karşı penceredeki genç bankacı Lorenzo'ya yönelmekte buluyor.

Lorenzo filmin en plastik kişisi. Bir ihtimal Özpetek bu karakteri 'kapitalist yapaylığı' versin diye böyle plastikleştirmiş olabilir ama Raoul Bova'nın da biraz bu yapaylığa varoluşu ile katkı yapması gerekirdi diye düşünüyorum.

Giovanna bir yandan Karşı Pencere fantezilerine devam ederken, diğer yandan aileye katkı olsun diye evde pasta yapıp bir bara satıyor. Davide ile yakınlığı sağlayan ortak payda da bulunmuş oluyor: Pasta yapımı. Davide- Giovanna yakınlaşması ile Davide'nin Yahudi olduğunu ve Simone adındaki sevgilisinin peşinde olduğunu, Simone'nin de erkek olduğunu anlayınca öyküde çözülme başlıyor.

Karşı Pencere'nin en çarpıcı sahnelerinden biri Giovanna'nin Lorenzo'nun evinden kendi penceresini 'Karşı Pencere' olarak algıladığı an. Bu an bize ister istemez 'komşunun tavuğu' atasözünü anımsatıyor. İkinci çarpıcı sahne, işini bırakacağını söyleyen Giovanna karşısında ezilmişliği yaşayan Filippo'nun ağladığı sahne. Bence Filippo, Lorenzo'ya göre bin kat daha sevimli, çekici ve yakışıklı. Ama gelin görün ki uzun süren birliktelikler, parasızlık, hayal kırıklıkları tüm güzellikleri aşındırıyor işte. İtalyan işçi sınıfının gerçeği de bu. Yoksa bu evrensel bir gerçek mi?

Ve gelelim beni Özpetek sineması ile ilgili düşündüren vurucu noktaya... Davide'nin, 1943'te ölümüne sevdiği Simone'yi ölüme terk edip, eşcinselliğini hor gören çok sayıda insanın hayatını kurtarmayı seçtiğini söylemesi, kaba bir cinsel tercih onaylatması değil mi? Derdim mesajda değil kabalıkta. Gösterdim, yetmedi bir de bağırtayım. Dert sadece bu mu?

Kusura bakmayın, vizyonda olan bir filmi haddinden fazla anlattım. Dediğim gibi bu tür filmler düşüncelerimi tetikliyor. Kendimi tutamıyorum. Anımsarsanız bir de Almodovar'ın 'Konuş Onunla'sında kendimi tutamamıştım. Zaten Özpetek'le Almodovar'ı hafiften benzetiyorum. Sakın kaçırmayın, sıkı film.

Spagetti Meksikan

Robert Rodriguez resmen canımıza yetti. El Mariachi ve Desperado kuş kondurmuştu. Şimdi de başımıza Bir Zamanlar Meksika'da çıktı. Rodriguez'in bir taklitçi olduğu filmin adından bile belli. Diğer filmlerde olduğu gibi Bir Zamanlar Meksika'da da spagetti western filmlerinden alınmış bir sürü klişe var. Zaten filmin yönetmeni de bunu inkar etmiyor, diyor ki: 'Üçlemem iyi, kötü, çirkin olacak!' Biraz zor. Filmin Latin müziklerini kaldırın, yerine spagetti western müzikleri koyun, ortaya çok kötü bir spagetti western taklidi çıkıyor. Antonio Banderas'ın karakter atmaları, Salma Hayek'in eğreti duran rolü, Johnny Depp'in anlamsız CIA ajanlığı ve diğer ünlüler Rodriugez'in son filmini kült film yapmaya yetmiyor (yani yetmeyecek). Neye yetiyor? Eğer aksiyon filmlerinden, Latin müziğinden ve Meksika atmosferinden hoşlanıyorsanız bir iki saatlik bir 'eğlencelik' yaşamaya yetiyor. Sinemanın içine düşenler için bu film çekirdek niyetine gelir, gençlerin zevk alması için ölüm, seks, işkence, patlama, havaya uçma her şey var. Ama biraz fazlasıyla... Zaten ABD'li film reytingcileri bu filmi 17 yaşın altına itinayla izlettirin diyor. Bizim gençler televizyondan kaşarlanmış oldukları için siz ABD'li reytingcileri takmayın.

Kolej Cafe kimlik sormalı

Bir yıldır Ortaköy'deki Princess Otel'in içinde bulunan Rock House'a uğramıyordum. Uğradım, Rock House falan kalmamış, oraya Hayal Kahvesi gelmiş. Bana Günaydııın! Hoş da olmuş. Kocaman bir mekan. İçerde de keyifli bir İtalyan lokantası var, La Dolce Vita Pizzeria. Yine aynı kata bir de Kolej Cafe diye değişik konseptte bir cafe açılmış. Daha çok üniversite öğrencilerinin hedeflendiği belli. Okumak isteyenler için dergi köşesi, oyun oynamak isteyenler için Tabu, Scrabble gibi oyunların bulunduğu bir köşe var. Maç izlemek isteyenler unutulur mu hiç? Kolej Cafe dev ekranlarla işi çözmüş. Kolej'de içki servisi de var. Buraya kadar her şey normal. Sorun buraya girenlerin yaşlarında. İki hafta üst üste gittim, ikisinde de içki içen yaşı küçük (büyük olasılıkla lise öğrencileri) gördüm. Yaşlarını tahmin edemedim ama Kolej çalışanlarının da tahmin edebildiğini sanmıyorum. Türkiye'de 18 yaşın altına içki servisi yasak. Bana sorarsanız bu yaş sınırı 21 olmalı. 21 yaşın altı, bırakın içkili yerlere girmeyi, içki dahi alamamalı. Türkiye'de 18 yaş kuralına uyulsa ona da razıyız. Siz hiç kimlik kontrolü yapan bir içkili mekan gördünüz mü? Oysa yaşından şüphe duyulan herkese kimlik sorulmalı. Ya da içki servisi kaldırılmalı. Kolej'in bir de hedef kitlesi kolej öğrencileri, iki kere aynı şeyi yapmalı. Polislik yaptığımı falan sanmayın. Gençleri sigaradan, içkiden, uyuşturucudan korumak zorundayız. Uygun yaştan sonra ne yaparlarsa yapsınlar, kim ne karışır! Kurallara uymazsak, uymayanları uyarmazsak bu toplumun hali nice olur.

Cuma Takıntısı

Ortaköy Princess'in içindeki İtalyan lokantası, La Dolce Vita Pizzeria. Pizzalar, pastalar gayet lezzetli. Bu hafta sonu böyle bir değişiklik öneririm. Arkadaşlarla gidilir, sonra bir güzel eğlenilir! Daha ne istiyonuz?

Cuma LAKIRDISI

Zamanını kötü kullananların şikayet ettikleri ilk şey zamanın kısa olduğudur (Jean De La Bruyere)
Yazının Devamını Oku

Gilan'ın markalaşma sırları

28 Aralık 2003
<B>GİLAN </B>markasının mimarlarından <B>Levent Pişkiner</B> ve <B>Muharrem Geylan</B>'la İstanbul Akmerkez'deki mağazalarında neredeyse iki saate yakın konuştuktan sonra bir kez daha karar verdim ki dünya markası olmak gerçekten yürek işi. Türkiye'den de dünya markası tabii ki çıkabilir yeter ki birileri çıkıp taşın altına yüreklerini koysunlar, doğru adımları atsınlar, kazandıkları paraları yine işlerine harcasınlar!

Hemen söyleyeyim ‘‘bomba ihbarı’’ İstanbul'da alışverişin kabesi Akmerkezi ciddi olarak vurmuş. Gilan'ın satışlarında ise bir düşme yok. Muharrem Geylan'ın söylediğine göre yılbaşı alışverişi cirolarının % 20'sini oluşturuyor (sevgililer günü ve anneler günü ile birlikte % 35) ve müşterileriyle aralarında oluşturdukları ‘‘güven köprüsü’’ her şeyin ilacı. Bugünlerde ‘‘paranoya’’ yapıp Akmerkez'e gelmek istemeyen müşterileri Gilan'ı arıyor ve mücevher örneklerini evinde, ofisinde görmek istediğini söylüyor, Gilan'cılar da bu isteği yerine getiriyorlar. Teknik anlamda bakacak olursak bu bir müşteri ilşkileri yönetimi (CRM) başarısı. Zaten Geylan da öyle söylüyor: ‘‘Biz CRM'in önemini 1995'te herkesten önce keşfettik. O günden beri müşterilerimizin hangi çiçeği sevdiğini bile öğrenip veri tabanı oluşturuyoruz.’’

Türkiye'de mücevher sektörünün 400-450 milyon dolarlık bir pazar olduğu tahmin ediliyor. Bu rakamın yarısı Net ve Lapis firmalarının egemen olduğu Antalya ve dolaylarındaki turist pazarına, geri kalanın % 40'ı ise ‘‘Houte Couture’’ pazarına ait. Gilan'ın hedefi bu pazarın % 25'ini Akmerkez, Suadiye, ve Ankara'daki mağazalarıyla ele geçirmek. Yani 30-40 milyon dolarlık bir hedeften söz ettikleri söylenebilir. İzmir'de de mağaza açmışlar ama çalışmamış. Aslen İzmirli olan Pişkiner bu başarısızlıktan çıkardıkler dersi şöyle özetliyor: ‘‘Duygusal davranmamak gerekiyormuş. Marka metropol işiymiş. Pahalı bir ders oldu ama öğrendik.’’

Dünyaya açılıp Dior, Channel, Cartier, Bvlgari gibi bir ‘‘houte couture’’ mücevher markası olmak isteyen Gilan'ın ilk mağazasını New York'ta açmasının nedeni ne dersiniz? Evet, doğru New York dünyanın moda başkenti. Ama dünyada satılan tüm mücevherlerin % 40'ı da ABD'de satılıyor. New York da hem ses hem görüntü var anlayacağınız.

Suyun başındakilerle konuştuktan sonra gördüm ki, New York'ta kat mağazası açma işi falan şans değil. Gilan'cılar bu işe kendilerini 1994'ten bu yana adamışlar. İşte 1994 yılında kaleme alıp mağaza duvarına astıkları vizyonları: Kurum değerlerine sahip çıkarak, mücevherde tasarım, ürün, müşteri hizmetleri ve insan kalitesiyle Türkiye'deki öncü marka kimliğini dünya markası kimliğiyle bütünleştirmek!

Nasıl vizyon ama?

Geylan kardeşler 1980'li yıllarda Bursa'da işe ‘‘klasik’’ kuyumculukla başlayıp, 1986'da İstanbul'a gelmişler. Bir süre Deta markasıyla mücevher ihracatı yapmışlar. O günlerde, Japonya, Amerika ve Belçika'da yapılan mücevher fuarlarına katılmışlar. Türkiye'den başka katılan da yokmuş zaten. Bu fuarlarda gördükleri ufuklarını çok genişletmiş. Mücevver işinde markalaşmanın önemini, bu alandaki markalaşma sürecinde kaldıraç noktalarının farklı mağazacılık anlayışı, farklı tasarımlar ve planlı iletişim çabası olduğunu o günlerde keşfetmişler. 1991'deki yaşadıkları ve çok etkilendikleri krizden çıkışın yolu olarak da marka yaratmayı görmüşler.

NOT: Konuşmalar sırasında birşey öğrendim çok ilginç. Gilan'ın İstanbul'da kadın müşterisi daha fazla, Ankara'da ise erkek müşterisi. Neden acaba? İstanbul'da çalışan kadın çok olabilir ama Ankara'da da ‘‘çalışan’’ erkeğin çok olduğu belli değil mi?

Moskova, Paris, Şangay ve Tokyo'ya gidecekler

GİLAN halen yoğun olarak halkla ilişkiler faaliyetleriyle ABD'deki marka iletişimini sürdürürken bir yandan da reklam ajansı arayışını sürdürüyor. Hedef beş yıl içinde Moskova, Paris, Şangay, Tokyo ve Yeni Delhi de mağaza açmak, Anadolu'yu oralara da taşımak. Muharrem Geylan kısa sürede başarılı olacaklarından emin. Hatta Gilan markasını saat ve parfüm kategorilerine de taşıyacaklarmış. Niye yalan söyleyeyim Geylan'ın gözlerindeki ‘‘meydan okuma’’ ışığını yakalayınca ben de kesinlikle emin oldum: Gilan, Mavi'den, Dice Kayek'ten sonra global arenada çok başarılı bir markamız olabilir.

Türkiye'de marka olmak gerçekten kolay

DÜNYADA markalaşmak için önce cesaret gerekiyor. Sonra becerikli olmak ve girilecek ülkedeki pazar dinamiklerini çözmek gerekiyor. Gerekli olan parayı gözünü kırpmadan yatırma basiretini de gösterirseniz Veezy kim tutar sizi! Türkiye'nin insanlarına daha refah içinde bir hayat yaşatabilmesi için global arenadaki her türlü rekabetçi avantajını iyi değerlendirmesi şart. Kapalı çarşıdaki ermeni asıllı mücevher ustaları dünyadaki mücevher ustalarının hocaları! Bu avantajı kullanan keşke başka mücevher markalarımız da olsa... Geylan'ın bu konuda söyledikleri ilginç: ‘‘Öyle lafla, oraya buraya yazmakla dünya markası olunmuyor. Taşın altına elini koyacaksın. Yurtdışında bu 20-30 yıllık bir süreç. Türkiye'de marka olmak 5 milyon dolar yetiyorsa, ABD'de bu iş için 50 milyon dolarlar gerekiyor. Yola çıkan bu yatırıma katlanacak. Türkiye'de bunu yapacak yiğit yok!’’

Katılıyorum. Türkiye'de baba çok ama yiğit az! Ve Türkiye'de marka olmak gerçekten kolay. Şu anda geçerli televizyon ve gazete reklam tarifeleriyle 2004'te de marka olmayan bir daha marka olamaz. Olmasın da zaten! Bu zamanda aklını kullanmayıp iletişime para yatırmayanın marka olmak nesine! Beklesinler Amerika'daki gibi tam sayfa dergi reklamı 20 milyar lira, gazete reklamı 50 milyar lira, 30 saniyelik televizyon reklamının bir kere gösterimi 150 milyar lira olsun o zaman olurlar.

Anadolu toprakları rüzgar gibi arkamızda

MUHARREM Geylan, ‘‘1993'te Anadolu topraklarının mücevher tasarımındaki rekabetçi avantajını arkamıza rüzgar olarak alıp Gilan'ı kurduk ve kurulduğumuz günden bu yana da Sardes, Hitit, Selçuklu, Osmanlı, Topkapı koleksiyonları ve harem konseptinde Anadolu izlerini tasarımlarımızla birleştirdik’’ diyor. 2001 yılında da dünya markası olma yolunda ilk adımı atmışlar. Küçük kardeş, şirket CEO'su (markanın babası) Ferhan Geylan, Eylül 2001'de pazar araştırması yapmak üzere New York'a yerleşmiş. Amerika'daki mücevher pazarlaması uzmanları ile Dior gibi markaların reklam ajansları ile görüşmüş. Görmüş ki ‘‘houte couture’’ müşterinin istekleri Amerika'da da aynı, Türkiye'de de aynı. Bu segmentte mücevver alacak kişinin isteği şu: Ürünüm değerli olsun, tasarımı da farkedilsin! Amerikalılar daha fazla etnik tasarıma önem veriyorlar hepsi bu. Amerika'da danışılan mücevher uzmanlarının hepsinin söylediğ de şu: İstanbul markası ve Anadolu'ya özgü tasarımlar da Gilan'ı ABD'de farklılaştırabilir. Dikkat edin Türkiye değil İstanbul markası!

Pazar araştırması bitince sıra insan kaynağının seçimine gelmiş. Burada da Gilan'cılar akıllı davranıp ünlü markaların, örneğin Esprit'nin, Lous Vuitton'un, belirli müşteri portföyü olan satış ve pazarlama elemanlarını işe almışlar. Mağaza yeri olarak ünlü 5'inci caddedeki The Crown Building seçilmiş. Türkiye'deki mağazaların kimliği orada da korunmuş. Halkla İlişkiler konusunda daha önce Dior'a hizmet veren, şu anda Salvatore Ferragamo'ya hizmet vermekte olan butik bir firma anlaşılmış: Andoscia&Moss.

Ve Aralık 2003'ün başında da Gilan dünya markası olma yolculuğuna başlamış.

NOT: Sevgili okurlarım kalbinize ve aklınıza göre yepyeni bir yıl diliyorum. 2004'te görüşmek üzere..

Çekirgelik

Yakından bakınca kimse normal değildir.

(Caetane Veloso)
Yazının Devamını Oku

Benim kahramanım Sam

26 Aralık 2003
Bilmiyorum, Yüzüklerin Efendisi'nin üçüncü ayağı Kralın Dönüşü ile ilgili söylenecek bir şey kaldı mı? Kalmadı diyelim, İki Kule'nin Paris'teki galasına katılıp Liv Tyler'dan Peter Jackson'a filmin birçok kahramanı ile röportaj yapmış biri olarak, 'Kralın Dönüşü' üzerine birkaç söz söyleme hakkım yok mu? Var, söylüyorum. Kralın Dönüşü tam anlamıyla bir yaratıcılık şöleni. Peter Jackson artık hem en iyi film hem en iyi yönetmen, hem de en iyi görsel efekt Oscar’larını hak ediyor, eğer alamazsa bilin ki Akademi üyeleri sinema adına değil de başka 'şeyler' adına hareket edeceklerdir. Dikkat edin, Yeni Zelandalı Jackson bu üçlemede Hollywood'a ait star sistemini yerle bir etti. Bu davranış bile cezalandırılması için yeterli değil mi? Kralın Dönüşü, biraz başa dönerek başlıyor. İlk dakikalarda Smeagol'ın nasıl Gollum haline dönüştüğünü görüyoruz. Jackson bu dakikalarda ilk iki filme gitmeyeni pek sallamamış. Üçüncü filmde 'herkes her şeyi biliyor, her karakteri tanıyor' kabul ediliyor. Filmin karakter yapısı çok karmaşık, bu nedenle ilk ikisini izlemeden üçüncüye gitmenizi pek önermem. Eğer Frodo ve Sam'in, Gollum eşliğinde şeytani yüzüğü yok etmek için Doom Dağı'na doğru yol aldıklarından haberiniz yoksa filmden nasıl keyif alabilirsiniz? Ya da Aragorn'un eskiyi yad etmek üzere kral tacının peşinden koştuğunu bilmiyorsanız yapılan savaşların sizin için ne anlamı olur? Gandalf, Legolas, Gimli kim bilmiyorsanız, savaşıp savaşıp bir türlü neden ölmediklerini nereden bilebilirsiniz? Pippin ve Merry ile daha doğrusu Hobbit ırkı ile Tolkien'in neyi anlatmak istediğini bilmiyorsanız, Frodo'nun kötülüğe karşı direnişine nasıl anlam yükleyebilirsiniz? Beni dinleyin ilk iki filmi de izleyin.

İki Kule'de savaş sahneleri çok etkileyici idi. Üçüncü filmde tam anlamıyla muhteşem. Jackson kesinlikle bu filmde kendini aşmış. Bir yanda toplu bir mücadeleyi devam ettirirken diğer taraftan yüzüğü yok etmek için verilen bireysel mücadeleyle bizi baş başa bırakması filmi nefes nefese izlenir hale getirmiş. Filmde kurgu da harika ama ödül alır mı bilmem. Son filmde anladım ki Jackson Elijah Wood'a Frodo, Sean Austin'e de Sam rolünü vermekte hata yapmış. Tam tersi olmalıymış. Filmin kahramanı, sevgi ve bağlılık kavramlarını yücelten kişi Sam Gangee. En azından benim kahramanım o. Ama Sean Austin'in kahramanlığı taşıyacak karizması yok. Austin kahraman olmak için biraz hımbıl, bizi kesmez. Bize Elijah gibi kahramanlar lazım.

Not: 13 yaşın altına bu filmi izletirken dikkatli olun. Örümcekli sahneler 13 yaşın altında geleceğe yönelik birtakım izler bırakabilir.

Pijama verseler al sana home theatre!

Filmi Levent Kırca Tiyatrosu'nun yerine inşa edilen G-Mall'da izledim. G-Mall'un sinemalarına Mars Entertainment Group (MEG) damgasını vurmuş. Koltuklar çok rahat, keyifli bir seyir hakim. Gece yarısı seansına gittim, bir de pijama, yastık, terlik falan verseler al sana 'Home Theatre!' Hele de film 3 saat 21 dakika olunca insan haliyle pijamalarını arıyor. G-Mall'da sinemalar bitmiş ama giriş holünde hálá yapılacak işler var. Ortadaki barvari yapılanma değişik bir atmosfer yaratmış. Yakında 'Nam Nam' isimli bir gençlik restoranı bizle birlikte olacakmış. D&R da yakında farklı bir konseptle yine sinemaların yanında yerini alacakmış. Bir de üst kata son teknoloji ürünü, dijital çekilmiş filmlerin oynayacağı özel bir sinema perdesi konacakmış ve çok özel filmler orada oynayacakmış. Bunların hepsi mış muş... Anlatan Mars'ın ortaklarından Muzaffer Bey. Bir süre sonra gider bakarız, eğer 'mışlar muşlar' hayata geçmemişse size rapor veririz. Ancaaak... MEG'in bu zamana kadarki performansına baktığımızda raporlayacak pek bir şeyimiz olacağa da benzemiyor, onu da söyleyeyim.

Patron gerçekten kim?

15 yıl önce ABD'de öğrenciyken TV'de zevkle izlediğim bir durum komedisi vardı. Adı 'Who is The Boss'. Türkçesi 'Patron Kim'. Bir erkek uşak öyküsü. Eşinden ayrı, ilkokul çağındaki kızıyla yaşayan işsiz kahramanımız, çaresizlikten bir eve yatılı uşak olarak girer. Kızı da birliktedir tabii ki. Sonra hayat ağlarını örer. O, kızı, evin hanımı, onun ilkokul çağındaki oğlu ve evin anneannesi mutlu mutlu hayat yaşamaya başlarlar. ATV'de, 'Patron Kim' diye bir dizi başlayacağını öğrenince anında aklıma ABD'de izlediğim bu 'Who is The boss' dizisi ve başrolü oynayan Tony Danza geldi.

İki hafta önce ATV'de başlayan dizinin ilk bölümünü izledim evet, tam üstüne basmışım. Kare kare 'Who is The Boss'. Dekor, konu, kişiler, espriler... Oyuncu seçimine diyecek yok. Cem Davran 'hık' demiş, Tony Danza'nın burnundan düşmüş. İnternet'e baktım, 'Who is The Boss''un ABD'de başlangıç tarihi 1984. Tony Danza da 52 yaşına gelmiş. Birkaç fotoğrafını da gördüm. Danza hálá çakı gibi. Darısı Cem Davran'ın başına. Bazı erkekler ne yapsalar ne etseler yaşlı göstermiyorlar işte! Saçtan mıdır nedir! Belli ki birileri (ATV ya da yapım şirketi), 'Who is the Boss''un senaryo haklarını parayı bastırıp almış. Aynı Dadı ya da Tatlı Hayat'ta olduğu gibi. Bunda bir sorun yok. Sorun, elalemin naftalin kokulu dizilerini alıp yirmi yirmi beş yıl sonra Türkiye'ye yamamakta. Sorun Amerikan popüler kültür ürünlerini damardan Türk kültürünün üstüne boca etmekte.

Dallas'ı, Küçük Ev'i, Tatlı Sert'i, Uzay Yolu'nu, Tekerlekler’i, Kaptanlar ve Krallar’ı, Sihirbaz'ı, Zengin ve Yoksul'u anımsayın. TRT tekeli zamanının kasıp kavuran dizileri idi bunlar. Çaktırmadan da kültürel değerlerimizi etkiliyorlardı. Tekel dönemi bitti, rating dönemi başladı ve seçimi 'halka' bıraktığınızda bu tür Amerikan dizilerin hiçbiri rating yapmadı. Türkiye kendi dizilerini üretti, kendi senaryo yazarlarını, yönetmenlerini yarattı. Ratinglerden yakınanlar, rating sisteminin bu olumlu yanını hiç göremediler. Bu kişiler Amerikan dizlerinin 'uyarlama' altında yeniden Türk televizyonlarını istila ettiğini de göremiyorlar. Üstelik naftalin kokuluları. Neden naftalin kokanlar? Çünkü ucuzlar. 'Uyarlanıyorlar' çünkü oldukları gibi yayınlandıklarında tutunmaları mümkün değil. Ama 'uyarlanmaları' da aynı 'Who is the Boss'da olduğu gibi bu dizileri Türkiye'nin değerlerine uygun hale asla getirmiyor. Sanmayın ki tutucuyum. Asla! Bildiğim, 'Patron Kim''de ne Janset Janset, ne Cem Davran Cem Davran, ne de Ayten Gökçer Ayten Gökçer. Hepsi birer Amerikalı. İlişkiler Amerikalı, espriler Amerikalı. ‘‘Patron Kim’’ bir durum komedisi ve durumlar Amerikalı.

Bu dizi hiçbir zaman 'Çocuklar Duymasın' kadar iş yapmaz. Dizide her şey zorlama. Hiç rating de almaz diyemem. Peki böyle 'yapay' ratinglere gerek var mı? Kesinlikle yok. Eğer TV kanalları sorumluluk sahibi ise işin ucuzuna kaçıp böyle 'uyarlamalara' kapı açmamalı. Özel televizyonlar olgunluk dönemine geçmek üzere. Artık bu işte paradan başka patronlarının da olması gerektiğini öğrenseler iyi olacak!

Cuma Takıntısı

Fukuyama'nın genetik devriminin felsefi yönünü anlatan kitabı Çiğdem Aksoy Fromm'un çevirisiyle ODTÜ yayıncılıktan çıktı. İnsan Ötesi Geleceğimiz: Biyoteknoloji Devriminin Sonuçları ismiyle yayınlanan kitapta Fukuyama, insan kopyalaması gibi radikal bir noktaya gelmeden önce, insan ömrünü uzatmak ya da kalıtsal hastalıklara engel olmak amacıyla başlatılan ancak, ana-babaların istedikleri fiziksel özelliklerde çocuk sahibi olmalarına kadar gidebilecek sonuçlara gebe olan genetik araştırmaların insan onuru kavramını nasıl etkileyeceğini tartışıyor. Bu hafta sonu genetik haftası ilan edeyim diyenlere öneririm. Genlerinizde 'felsefi düşünceye' (belki de düşünmeye) yer yoksa başka alternatifler arasanız iyi olur.


Cuma LAKIRDISI

Enerjinin en büyük kaynaklarından biri, yaptığınız işle gurur duymaktır. (Spokes)


Yazının Devamını Oku

Anlamamak anlamaktan zor

21 Aralık 2003
<B>YAPI</B> Kredi imaj reklamından hiçbir şey anlaşılmıyor. Kim o adamlar? Umut Market ne? Uzman Mühendislik ne işe yarar? Kiralık yazısını söken hangi rakip? Niye top oynuyorlar? ‘‘Futbol boş adam işi mi?’’ denmek isteniyor? Bu kadar çok anlaşılmaz öge bir reklamda nasıl buluşabiliyor? Yoksa ‘‘Kim Beş Yüz Milyar İster’’in büyük sorusu bu mu? İzleyicinin bir reklamı bu kadar ince eleyip sık dokuyacak zamanı var mı? Frank Sinatra'nın söylediği‘‘That's Life’’ ile Yapı Kredi'nin müşteri portföyü ne kadar örtüşüyor? Tamam ‘‘Bayhan Baba’’ olmaz. Peki, Frank Sinatra'dan Bayhan Baba'ya gelene kadar da epeyce bir yol yok mu? (Reklam Ajansı: Rpm Radar Rating: *)

NOT:
Bu yazının başlığını anlamadınız değil mi? Ben de anlamadım. Bu reklama başka bir başlık yakışmazdı ama. Aslında reklamda üç ayrı reel sektör öyküsü ve onlara inanan Yapı Kredi bankası varmış. Yapı Kredi'nin girişimciliği ödüllendirdiği anlatılıyormuş. Siz anladınız mı? Demek ki sorun ben de.

Kırmızı'nın galibi Rafineri

BASININ
reklam oskarları yani ‘‘Kırmızı Ödülleri’’ sahiplerini buldu. Kristal Elma'yı eleştirip Kırmızı'yı eleştirmezsek çarpılırız.

Önce şunu söyleyeyim. Hürriyet Reklam Grup Başkanı Ayşe Sözeri Cemal, ilk ‘‘Kırmızı’’ yarışmasından yüzünün akıyla çıktı. Sonuç ortada: 661 eser, 800'den fazla konuk. Tabi ki Taner İçten, Gürül Öğüd, Gönül Birkiye, Sedef Türkmen, Özlem Savran'dan oluşan ‘‘Kırmızı Özel Timi’’ni de unutmamak lazım. Böyle işler ekip işi, bilen bilir.

‘‘Kırmızı’’ ödül törenini Kristal Elma ile özdeşleşen Lütfi Kırda'da yapmamak doğru fikirdi. Bu fikri ben de destekledim. Ancak Antrepo doğru yer değilmiş. Büyük mekan, rahat mekan ama el emeği göz nuruyla ‘‘Kırmızı’’ya hazırlansa bile ödül tören çoskuşunun tüm salon birlikte yaşanmasına izin vermedi. Podyum atmosferi konuşmaların izleyicileri kapsayıcılığını engelledi. Ödüller alan işler tam olarak sergilenemedi. Ödül alanlar ve verenler pek seçilemedi.

1934'te yayınlanan ‘‘Şen Şapka- Vakko’’ reklamı nedeniyle duayenler Eli Acıman ve Vitali Hakko'ya özel ödül vermek iyi fikirdi. Ödüllerin sırası konusunda bir karmaşa yaşandı. Ödül verecek kişiler çok iyi seçilmiş. Şakir Eczacıbaşı, Hamit Belli, Osman Boyner, Nazar Büyüm, Ersin Salman, İzodor Barouh ve Aydın Doğan'ın basın reklamları konusundaki anılarını dinlemek oldukça keyifliydi. Bu bölüm sonraki ‘‘Kırmızı’’larda geliştirilmeli (Aydın Bey, gece bitince karşılaştığımızda ‘‘Hoca sana da kürsüden laf atacaktım ama ucuz kurtuldun’’ dedi, beni bitirdi, üç gecedir atılacak taşı düşünüp uyuyamıyorum).

Ödüle başvuran tüm eserlerin yer aldığı ‘‘Kırmızı’’ kitapçığında bazı reklamlar seçilemiyor. Daha büyük formatta çalışılsa daha iyi olurmuş. Ödül kategorileri de bence yeniden gözden geçirilmeli. ‘‘En iyi basın reklamı uygulaması’’ ödülünün ne anlama geldiğini anlamadım.

Gecenin galibi Rafineri idi. Rafineri son üç yılın en iyi reklam ajanslarından biri. Basın reklamlarında da gerçekten fark yaratıyor. Bu farkı da ‘‘en iyi sektörel reklam’’ ve ‘‘Kıpkırmızı’’ ödülünü alarak kanıtladı. Büyük ödülü alan ‘‘Konser salonu’’ reklamı gerçekten iyi iş. Bence de büyük ödül hakkıydı.

‘‘Kırmızı’’ya tüm gazete ve dergilerde yayınlanan reklamlar başvuruyor ama ödül törenine damgasını vuran Hürriyet oldu. ‘‘Kırmızı’’ ödülü basın reklamları konusunda yaratıcıları teşvik etmek için gerçekten çok önemli bir ödül. Herkesin sahip çıkması lazım. Mümkünse seneye ‘‘sunucular’’ konusuna da birileri sahip çıksa çok iyi olacak! Şurada 2004 ödülleri için başvuru tarihine ne kaldı..

Kasım ayında hangi lider formdaydı?

TAYLOR
Nelson Sofres'in (TNS) her ay yapmış olduğu ‘‘Liderlerin Form Grafiği’’ araştırmasının kasım ayı sonuçları elimize ulaştı. Bu sonuçları dört gözle bekliyordum. ‘‘İstanbul'daki terörist bombalamaların sonuca bir etkisi oldu mu?’’ diye meraklandım. Araştırmacı merakı. Beni yakından tanıyanlar sürekli sorarlar: ‘‘Bu kadar enerjiyi nereden buluyorsun!’’, ‘‘Tek ilacım var’’ derim ‘‘Merak!’’

Sonuçlar yine ilginç! Başbakan Tayyip Erdoğan, sevin ya da sevmeyin, çatlayın ya da patlayın, formunu arttırmaya devam ediyor. Siyasal gündemi meşgul eden imam hatip, türban, kuran kursları, dinci-islamcı terör, Kıbrıs, vergi düzenlemeleri tartışmaları AKP lideri Tayyip Erdoğan'a ‘‘yaramış’’ görünüyor. Ekim ayına göre 4,1 puanlık bir form artışı hiç de küçümsenecek bir artış değil. Hep söylüyorum, hem bir yıldır iktidarda olup hem de form kaybetmemek gerçekten ilginç.

İkinci sıradaki CHP lideri Deniz Baykal'ın formunda da bir değişme yok. Baykal daha fazla medyada göründüğü kongre döneminde bir parça form tuttu. Daha sonra yine eski formuna geri döndü. CHP'nin, burada da defalarca yazdığım gibi, ‘‘neyi, nasıl, nerede’’ söyleyeceğini yeniden, yeniden, yeniden gözden geçirmesinde fayda var.

Beşinci sıradaki Cem Uzan'da bu ay küçük de olsa bir artış görünüyor. ‘‘Maç arası fırsatçı duygu sömürüsü’’ az da olsa etkili olmuş görünüyor. Tek inanmak istemediğim sonuç da bu. Bu konuda objektif olmam mümkün değil. Bu ülkede hálá Cem Uzan'a oy vermeyi düşünenler var! Ciddi ciddi daralıyorum. Size daral getiren bir sonuç var mı?

Seks filmi izle bira reklamı yapama

GEÇEN
hafta Hürriyet'in Stanford Üniversitesi'nden yaklaşık otuz kadar işletme yüksek lisans öğrencisi konuğu vardı. Stanford'lu öğrencilere Türkiye ekonomisinden sıcak politik gelişmelere kadar birçok konuda brifing verildi. Ben de onlara ‘‘21.yüzyılda Türkiye Profili, Tüketici Davranışı ve Reklamlar’’ konulu bir sunuş yaptım. Sunuş bitince konuklar akıllarına takılan soruları sordular. Öğrencilerden biri ‘‘Televizyonda hafif alkollü içki reklamları yasak mı’’ dedi. ‘‘Evet’’ dedim. ‘‘Paralı kanallarda ya da gece yarısından sonra da mı?’’ diye sordu. Ben ‘‘Her yerde her an’’ diye yanıtladım. Stanford'lu gencin yorumda şöyle oldu: ‘‘Çok ilginç bu ülkede televizyonda gece yarısından sonra seks filmi izleyebiliyorsun ama bira reklamı izleyemiyorsun.’’

Nasıl mantık ama? Ben sevdim. Siz?

Erkan Mumcu kime ‘Sahtekar’ dedi

CUMA
günü Ankara'da Ankara Ticaret Odası (ATO) Reklamcılık Komitesi ile Ankara Reklamcılar Derneği'nin düzenlediği 2'nci Marka Konferansı vardı. Açılış konuşmasını Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu yaptı. Konu marka kár ilişkisine geldiğinde Mumcu reklamcıların ve reklamverenlerin marka yaratma işini abarttıklarını söyleyerek ‘‘Tamahkarlarla sahtekarlar çok iyi anlaşırlar’’ diye bir cümle kullandı. Mumcu salondan ayrıldıktan sonra salondaki reklamcılar ve reklamverenler Mumcu'nun kime tamahkar kime sahtekar dediği konusunu bir süre tartıştılar ama karar veremediler. Biz buradan Mumcu'ya açıkca soralım. Sayın Mumcu ‘‘sahtekar’’ derken kimi kastetmiştiniz?

Devamı var

BİR
kişi yanlış uçağa nasıl biner? Hadi bindi diyelim o kadar kontrole rağmen Paris yerine Londra'ya ya da Şanghay yerine Pekin'e nasıl uçar? Otobüs mü bu da mola yerinde indiğin otobüsü şaşırıp Bolu yerine Adapazarı'na gidesin! Keşke Anadolu Hayat Emeklilik reklamında mantığımıza sığmayan senaryo ögesi sadece bu olsa! Böyle bir reklam öyküsü için niye Çin'e gidilmiş anlamak oldukça zor. Daha önce de anımsarsanız Pamukbank Şener Şen'le Çin dolaylarından bize seslenmişti. Kuş mu kondurmuştu? Anımsayan var mı? İsterseniz daha fazla ileri gitmeyeyim. MF'li (Özkan kayıp) Anadolu Hayat Emeklilik kampanyasının beş filmi daha varmış, onları da izleyeyim daha sonra burada muhteşem bir analiz yapalım. (Reklam Ajansı: 3. Kuşak Rating: Delayed).

Çekirgelik

Sanıyorum bu dünyada bilgisizliğin bilime karşı duyduğu kin ve nefretten daha büyük bir kin ve nefret yoktur.

(Galileo)
Yazının Devamını Oku

Londra usulü Uzakdoğu restoranı Wanna

19 Aralık 2003
Geçen hafta üniversiteden arkadaşım Rıza Büyükuğur aradı, Levent Büyükuğur ve Berk Ekşioğlu ile birlikte yeni açtıkları Uzakdoğu yemekleri restoranı Wanna'nın açılış partisine davet etti. Söz vermiştim, yemedim içmedim, kalktım gittim. İtalyan yemekleri ile ünlü Da Mario'yu ve Beşiktaş Plaza'nın en üst katındaki Vouge'u bilirsiniz, aynı üçlü, diğer adlarıyla İstanbul Doors Group, oraların da sahibi. Rıza'dan öğrendiğime göre uzun süredir hayalleri Londra'daki Hakkasan gibi bir Uzakdoğu restoranı açmakmış. Sonunda hemen Odakule'nin dibindeki Anjelique'i Wanna'ya çevirerek hayallerini gerçekleştirmişler. İşin ilginci ne biliyor musunuz? Reklam ajanslarının önerdiği 'Wanna' ismini onayladıklarında 'Wanna'nın Çince'de 'Hayalleri satın almak' anlamına geldiğini bilmiyorlarmış.

Rıza'nın, Levent'in ve Berk'in restoran işine adanmışlıklarına şapka çıkarıyorum. Üç restoranda toplam 170 kişi istihdam ediyorlar ve sadece lojistik hizmetler için 15 kişi var. Çok profesyonel oldukları Wanna'dan da belli. Çinli Aşçı Chen'i Sydney'den getirmişler. Ayrıca mutfakta 4'ü Türk, 5'i Çinli 9 yamak çalışıyormuş. Bir de danışmanları var. Londra'daki ünlü Vietnam Lokantası'nın sahibi Nam Long. Açılış partisinin ilerleyen saatlerinde karşılıklı göbek attığımda bu şahsın Nam Long olduğundan haberim yoktu. Olsa yine atardım.

Rıza'nın eşi Mine'yi de Wanna'da görünce pek sevindim. O da okuldan arkadaşım. Uzun süredir görmüyordum. Hele onaltı yaşına gelen kızlarını da alıp mutlu aile tablosu şeklinde dans ettiğimizde 'Ah ah günler nasıl geçiyor' diye neredeyse bir hüngürdemediğimiz kaldı.

Wanna bizim bildiğimiz kırmızı halılı, ejderha resimli, çekik gözlü garsonlu, gıy gıy da gıy gıy müzikli klasik Uzakdoğu restoranlarından değil. Son derece çağdaş bir mimari tasarımı var. Aralara ayrıntı olarak Uzakdoğu figürleri serpiştirilmiş, en belirgin Uzakdoğu figürü de aydınlatmalar. Mimarın, aydınlatma çözümünü çok beğendim. Hani dışarıda satılsa iki tane de eve ben alacağım. Müzik ise fevkalade. Bir kere seviye yüksek.

Mönüde Çin, Vietnam, Tai, Japon usulü çorbalar, dürümler, dana, kuzu, ördek, balık her şey var. Benim bu tür restoranlardaki test ürünüm acılı ekşili çorbadır. Denedim. Harika. İkinci test ürünüm de çıtır dana etidir. O da süperdi. Tatlılardan ılık mango keki mutlaka deneyin. Wanna'nın kendine özgü hoş kokteylleri de var. Alkolsüz Good Driver'ı öneririm.

Wanna'yı tümüyle çok beğendim. Rıza'yla bir kere daha gurur duydum. Rıza'ya da, Berk'e de, Levent'e de İstanbul adına teşekkür ediyorum. İstanbul'a böyle rafine bir yeme-içme mekanı kazandırdıkları için. Wanna'nın kategorisinde Da Mario ve Vouge gibi bir İstanbul klasiği olacağına eminim. Çok belli. (0-212-244 59 22- 243 17 94)

Hürriyet'te haberin tanımı mı değişti?

Son on yıldır medya eleştirisi yapmak çok moda. Hele internet çıktı, elini sallasan medya eleştirisine daha doğrusu etikçisine çarpıyor. 'Gazeteciden çok medya eleştirmeni var' desek yeri.

Medya eleştirisi yapmak için bir ehliyet falan da gerekmiyor. Futbol eleştirisi yapan bile 'Acaba zamanında futbol oynamış mı?' diye sorgulanıyor, ama medya eleştirisi yapana 'Kim bu muhterem? Medya eleştirisi yapıyor ama acaba Kolombiya ekolü ile Frankfurt okulunu birbirinden ayıracak kadar iletişim alanında birikimi var mı?' diye soran yok.

Horkheimer ve Adorno'nun 'Kültür Sektörüne' bakışlarından haberi olan zaten yok. McLuhan, Joshua Meyrowitz, Raymond Williams, Stuart Hall, Walter Benjamin, Pierre Bourdieu da tahminen çoğunluk için Şampiyonlar Ligi'nde top koşturan oyuncular neyse o.

Oysa iletişim alanındaki temel metinleri bilmeden çalakalem eleştiri yapmak, temel tıp bilgisi olmadan kırık çıkık tamir etmeye benziyor. Böyle durumlarda hastanın sakat kalma olasılığı iyileşme olasılığından daha yüksek değil midir?

Yüksektir, ama yapılıyor işte. Amaç, fırsat varken aşağılamak, kendine gazetecilik uzmanı süsü vermek ve medya çalışanları arasında medya gurusu olarak itibar görmek. İşin ilginci de bu yoldan itibar sağlayan çok. Aynı sahte peygamberler gibi. Suç iletişim fakültelerinde ama. Onlar hálá Ertuğrul Özkök'ün 'Medyaya düşman yetiştiriyorlar' sözünü tartışadursunlar, medya çıkıkçıları önüne geleni sakat bırakmaya devam ediyorlar.

Bu 'bıçak kemiğe dayandı' girişinden sonra gelelim G-string olayının analizine... Malum fotoğrafın yayınlandığı gazete Hürriyet. Hakkıyla medya eleştirisi yapacaksanız o gazetenin duruşunu, yayın çevresini değerlendirmek zorundasınız. Hürriyet 350 bin lira kategorisinde hem en çok satan, hem de okuyucuları için kurumsal itibarı en yüksek gazete. Hürriyet, Tan değil. 'İş kazası' fotoğrafının pornografik olarak algılandığını düşünmek art niyetlilik onu geçelim. Dolayısıyla Hürriyet yazı işlerinin 'cinsel sorunları var' demeye getirmek son derece hesapçı bir zihniyet, hele de onlarca penis yazısı yazıp kimseden 'Acaba arkadaşımızın cinsel sorunları mı var?' tepkisi görülmediği halde.

Hürriyet, başarısını, haberi seçerken editoryal yargılar, pazarın istekleri ve etik ilkeler arasında denge kurmasına borçlu. Hürriyet için haberin tanımı belli: Beklenmeyen, alışılmışın dışında olan. 'İş kazası' fotoğrafına konsept olarak 'her gün gördüğümüz fotoğraflardan' diyen var mı? Eğer varsa bırakın onun gazeteciliğini, normal duyularının doğru çalıştığından bile şüphe duyarım.

Hürriyet okurları bu haberi görmek istemezler mi? Her gün 'Hadi beni şaşırt diye eline Hürriyet'i alan Hürriyet bağımlıları niye bu haberi reddetsinler ki? Hem Hürriyet okuru buradaki 'şaşırtıcı' durumu anlayamayacak kadar ebleh mi?

Hürriyet yazı işleri bu fotoğrafı seviyesiz bulur mu? Niye bulsun ki? Burada önemli olan G-string'li bir kalça göstermek değil ki. Eğer öyle olsa bu fotoğrafın zaten yeri belli, arka sayfa üst köşe. (Gerçi bu fotoğrafı konseptinden ayırın arka sayfaya bile giremez ya, o da başka bir gerçek) Burada önemli olan haberin konsepti. Ciddi bir haber toplantısı, düşülen komik durum. Eğer muhabir düşük maaşını protesto etmek için kalçasına patronunun resmini çizip, G-stringini öyle gösterseydi ne yapacaktık? Yine basacağımız fotoğraf iki yuvarlak arasına giren bir ipten çok daha fazla şeyi, yani bir konsept'i ifade etmeyecek miydi?

Peki ya muhabirin durumu? Bu muhabirin aynı duruma düşerek fotoğrafı çekilen amatör bir tenisçiden ne farkı var? 'Kızım, karım, ablam gibi' namusa yönelik feodal erkek söylemini bırakalım. Burada kimsenin röntgencilik yaptığı yok, sadece bir konsept haber var. Haberci de denizden babası çıksa yer! Yoksa yemeyenler mi var?

Cinsiyet ayrımcılığı mı? Türkiye'de yıllardır eğilince G-stringi ortaya çıkan bir sürü erkek tüpçü yok mu? Var. Hiç onlarla ilgilenen gördünüz mü? Bu bir sosyal gerçek. Aynı, kadınlara kapı açmak ya da hesap ödettirmemek gibi. Bence de nezaket gereği önde giden herkese kapı açmalı, hesap da ortak ödenmeli. Ama bir de gerçek var. Dolayısıyla burada ayrımcılık argümanı da doğru değil. Bir de bu olayda 'iş kazasına' uğrayanın erkek olduğunu ve G-string giydiğini düşünsenize!

Sonuç: Hürriyet Yazı İşleri tepkiler karşısında geri adım attı. Benim analizim haber yayınlanmalıydı diyor. Dolayısıyla yazı işlerinin kararını yadırgadım. Yoksa Hürriyet'te haberin tanımı değişti de benim mi haberim yok! Neyse, laf açılmışken, bu muhabir hangi toplantıyı izliyordu anımsayan var mı?

Cuma LAKIRDISI

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için. (W. Shakespeare)

Cuma Takıntısı

Ta Nisia&Varelli bu hafta sonu şiddetle önereceğim lokanta. Eğer canınız Rum yemekleri çekiyorsa tabii ki. Ben, böyle lezzetli lahana dolma yemedim. Daha neler neler... Abartmıyorum. Mutlaka deneyin. İstiklal'den Odakule'nin arkasına çıkın ve sorun. Çok kolay.

(212) 292 55 16
Yazının Devamını Oku

Heeç alakası yok!

14 Aralık 2003
<B>ORKİDE</B> yağlarının reklamları için söyleyecek bir şey bulamıyorum. Bir sıvı yağ reklamının ancak bu kadar yağı yağ yapan özelliklerle alakası bulunmayabilir. Tahminen iki satıcı, iki bayi ‘‘Çok iyi abi ya. Bizim reklam herkeslerin ağzında. Geçen gün çocuğun okuluna gitmiştim, öğretmeni annesi yerine beni görünce ‘Ne alakası var?' dedi. İyi mi? Heh heh’’ deyince, hafiften maruz kalma etkisiyle de raflar Orkide’ye açılınca, Orkideciler reklamlarını yedinci sanat harikası sanmaya başladılar. Ne diyeyim Allah kurtarsın. Yıldız veremiyorum. Otur sıfır.

Arzum Onan'ın Porche'u olabilir mi?

ARZUM
'un son reklamının Ali Taran'ın mutfağından çıkma olduğunu öğrenince biraz şaşırdım. Bu reklam bir Ali Taran formatı değil çünkü. Andırıyor ama tam değil. Tamam Türk formatı ama asla Ali Taran değil!

Anımsarsanız Arzum'u Hasan Şaş ve annesinin oynadığı ‘‘Bakın analar nasıl futbolcu yetiştiriyor. Bu analara Arzum yakışmaz da ne yakışır?’’ reklamında bırakmıştık. Arzum bu kampanyaya çok fazla yüklenmedi ama yayınlandığı kadarı Arzum'un ‘‘C2D sosyo-ekonomik sınıfının küçük ev aletleri markası’’ konumunu pekiştirmesine yetti!
Arzum bu kez yine bir ünlü ile Arzum Onan'la karşımızda! İyi ki annesi, babası, Onan'a Arzum ismini vermişler, ya kazara Tefal deselerdi! O zaman Arzum nasıl böyle bir reklam yapacaktı? Hangi Arzum mu? İşte taktik bu. İki Arzum'un karışması isteniyor. Fikir kötü değil. Arzum sınıf atlamak istiyor, Arzum Onan'ın ve Porche'un ‘‘kaliteli’’ çağrışımlarından yararlanmak istiyor. Yararlanıyor da. İki yaşlı arasındaki konuşmalar biraz yapmacık olmasa daha da yararlanacak. Bir de gazete reklamı konusu var. Arzum'u daha önce de uyardım. Dinlemedi. Yine uyarayım. Gazete kullan Arzum. Ürün kategorisi koşulların bunu emrediyor. Buz üzerine yazı yazıyorsun, sonra yaptığın reklamları ben anımsatmazsam kimse anımsamıyor!

‘‘Arzum Onan'ın Porche'u olabilir mi?’’ ya da ‘‘Arzum Onan'ın gırgırla ne alakası var?’’ gibi mantık sorularını pek önemsemiyorum. Bunlar zihni sinir soruları. Bu kadar çok reklamın ayrıntısına giriliyorsa, yine biraz düşünülüp ‘‘Babasının arabasını kullanıyordur!’’ ya da ‘‘Birine hediye almıştır!’’ yanıtları da üretilebilir. Reklamın bu tür soruları üreten insanlar üzerinde çok da etkili olması mümkün değil onu da söyleyeyim. Arzum'un hedef kitlesinin de bu zihni sinirler olduğunu hiç sanmıyorum.

Arzum, aynı reklam kuşağında, ürünlerini gösterdiği ikinci bir reklamı daha yayınlanıyor. Bu da iyi medya planlama taktiği. İlk reklam yoluyla dikkati çekilenler, ardından yayınlanan reklama daha fazla ilgi duyup, Arzum'un değişen yüzünü görüyorlar. Ve üsttekiler düşünmeye başlıyorlar: Acaba Arzum'un işlevsel kalitesi de reklamlarına paralel olarak değişmiş olabilir mi? Denesem mi? Eğer öyleyse kim tutar Arzum'u.

Tabii anlamadığım bir şey var. Hasan Şaş'lı, Arzum'un varolan konumunu pekiştirme reklamına onay verenlerle, sınıf atlamaya çalışan yeni reklama onay verenler aynı insanlar değil mi? Sanki aynı değillermiş gibi görünüyor...

NOT: Reklamın Arzum için değil ama Mehmet Aslantuğ için risk taşıdığı ortada. Ya küçük ev aletleri Arzum'un çağrışımları Arzum Onan'ın çağrışımlarını etkilerse. Düşünsenize, karınızı her gördüğünüzde aklınıza rondo, rende, portakal sıkacağı, düdüklü tencere geliyor. Ve ‘‘Rondom benim, çatalkaram, çingenem’’ dememek için kendinizi zor tutuyorsunuz...

(Reklam Ajansı: ATCW, Rating: * * *)

Colin's kendini aştı!

COLİNS
, Yunus Günçe'nin oynadığı reklamla kendini aştı. Kullanılan metafor ilginç. Yunus ve kız arkadaşı Türkiye'yi temsil ediyorlar. İçerde dansedenler de Avrupa ülkelerini. Türkiye içeri alınmayınca bir ıslık çalıp bütün Colins'lerini geri istiyor. Zindandaki Kara Murat, Bizanslı kumandan Bilal İnci'nin suratına tükürünce, izleyiciler kısa süreli bir milliyetçilik komasına girer ya, Colin's reklam filmin böyle bir etki var. Kısmen Mavi'nin ‘‘Çok oluyoruz’’ stratejisi, kısmen de bir zamanlar giysilerin mankenleri kovaladığı Loft reklamı taklidi. Yapım kalitesi markaya değer kazandırıyor. Otur üç.

(Reklam ajansı: Art Grup

Rating: * * *).


Bravo THY!

TÜRK
Hava Yolları'nın THY'yi eleştiren köşe yazarlarına dava üstüne dava açmaya başladığını duydum. Kanım dondu! THY gibi köklü bir kurumun gazetecilerle olan sorunlarını mahkemeye taşıyarak çözmeye çalışması olacak iş değil! THY dava açacak, gazeteciler de THY hakkında gördüklerini, duyduklarını, hissettiklerini yazmayı bırakacaklar öyle mi? Ne kötü bir halkla ilişkiler yönetimi. THY yönetimine sesleniyorum. Dava açacağınıza, köşe yazarlarının gördüklerini, duyduklarını ve hissetiklerini bilgilendirerek değiştirmeye çalışsanız. Sorunları mahkemeyle çözeceksiniz THY halkla ilişkiler müdürlüğüne ne gerek var. Halkla ilişkiler bölümünü hukuk dairesine bağlarsınız olur biter. Öyle değil mi sayın Gaye Çavuşoğulları? (THY'nin şu an çalıştığı bir halkla şirketi yok. Yarışma açmış, süreç devam ediyormuş. Bence THY bu süreçten de vazgeçsin, hukuk büroları arasında bir yarışma açsın, ona yakışan bu!)

Çaykur'dan star kıyımı

ÇAYKUR
reklamını anlatmak için ‘‘çok kötü’’ sözcüğü yetmiyor. Çaykur hálá Rize çayını mı, Filiz çayını mı Çaykur'u mu öne çıkaracağına karar verememiş. Öykü demode, çekimler demode, mekan Mümtaz Sevinç (bu sefer yanılmadım!), Devin Çınar'ı Tardu'yu resmen harcamışlar. Böyle kötü işler yapıp sonra da özelleştirme de ‘‘yabancılar bize az değer biçti’’ demenin alemi yok. İnsan değerini düşürmek için reklam yapar mı? Haklı adamlar. Yıldız vermiyorum. Sıfır.

Çekirgelik

Dilini yakan ve şirketine çorbanın sıcak olduğunu söylemeyen dürüst biri değildir.

(Yugoslav Atasözü)
Yazının Devamını Oku

Mabeyin’de ayvalı kebap

12 Aralık 2003
Ramazan Bayramı'nda Kısıklı'da (Altunizade tarafına yakın) eylül ayında açılan Mabeyin Lokantası'nı keşfettim. Mabeyin'i Antepli Çavuşoğulları açmış. Mabeyin Anadolu yakasında 'Antep mutfağı' diye diretenler için iyi bir alternatif gibi göründü bana. Dört ayrı salonu var. Otopark sorunu yok. Ancak otoparktan çıkarken dikkatli olun, sobelenebilirsiniz.

Mabeyincinin ne demek olduğunu bilmeyenler için anımsatayım. Mabeyinci Osmanlı'da padişahların dış ilişkilerine bakan, onun buyruklarını ilgililere bildiren, kimi kişilerin de dileklerini padişaha ileten kişi. Bir bakıma ilkel bir ombudsman anlayacağınız. Mabeyin Lokantası'nın içine yerleştiği konak Osmanlı mabeyincilerinden birinin konağı imiş. Muhterem, kalkıp yatak odasında içli köfte, söğürme, ceviz lahmacun, fıstıklı baklava, adana, urfa yendiğini görse ne derdi bilemem ama eğer başta saydığım yemeklerin tadına bakarsa çok da muhalefet edeceğini sanmıyorum. Mönüde ilginç yemekler de var. İlginç bir şey bulabilir miyim diye ayvalı kebap denedim. Bir ilginçliği yok. Adana kebap tanelerinin yanına ızgara ayva dilimleri. Adana yerken arada ayvayı yemek çok değişik gelmedi bana. Belki siz seversiniz.

Mabeyin ailecek, arkadaşlarla, dostlarla gidilecek ferah bir mekan. Öneriyorum. Bu arada hemen şunu söyleyeyim. Bundan sonra bu köşede ramazanda iftar terörü estiren lokantaları kara listeye alacağım. Daha önce Bursa İskender'i size anlatmıştım. Sağolsun Cuma'cı arkadaşlar bir hafta sonra neredeyse sekiz sütuna manşet 'İskender İstanbul'da diye haber yaptılar. Ne diyeyim, hayrını görsünler. Ya Günaydın'la Develi'nin yaptıklarına ne demeli! On bir ay içki servisi yap, ramazanda içkiyi kes. Olacak iş değil. Bu konuda en takdir ettiğim yer Tike. Ne içki servisini kesiyor ne de oruçluya hizmet etmeyi ihmal ediyor. Bir masada iftar açılıyor. Bir masada isteyen kebabını yiyor, içkisini içiyor. Herkes birbirine saygılı. Olması gereken de bu.

mabeyin.com


Biz 'Altı Sigma' diyoruz Türkiye vagon kaybediyor!

İki haftadır pazar yazılarımda evcek yaşadığımız 'doğalgaz krizinden' söz edip Türkiye'nin özel sektörde olsun kamu sektöründe olsun işleri sıfır hata ile yapmasını öğrenmesi gerektiğini söylüyorum. Bir de 'Altı Sigma' diye bir şeyden söz ediyorum. Bu yazılarımı okuyan Kılıçoğlu Kiremit İhracat yetkilisi Mahmut Allahmanlı aradı ve 'Hocam ne sıfır hatası ya Türkiye vagon kaybediyor vagon!' dedi. Olay şöyle gelişmiş. Allahmanlı Eskişehir'den Irak'a ihraç edeceği kiremitleri 14 Ekim 2003 günü iki vagona yüklemiş ve uğurlamış. 30 Ekim günü ilk vagonun Irak'a ulaştığı haberi gelmiş. İkinci vagonu sormuş. 'Ne ikinci vagonu?' demişler. Allahmanlı hemen Eskişehir'de vagonu teslim ettiği yeri aramış ve 'Bizim vagon kayıp, bir baksanız' demiş. Eskişehir'dekiler de 'Kusura bakmayın Nusaybin'i arayamıyoruz, telefonlarımız dışa kapalı. Biz onlara bir şekilde ulaşalım, haber veririz' demişler. Bayram geçmiş, kasım sonu gelmiş koca vagon hálá ortada yok. Vagonun en son Nusaybin'de görülüğüne dair rivayet var ama Irak'taki müşterinin rivayete karnı tok, o malını bekliyor. Bu kez Allahmanlı Eskişehir'e yazılı olarak başvurmuş. Bir hafta sonra 4 Aralık'ta vagon bulunmuş ve yerine teslim edilmiş. Ne diyeyim? Karayollarını kayırıp, demiryollarını bu hale düşürenler utansın. Demiryollarını altı değil on altı sigma bile kurtaramaz.

Dağınık Roman

Geçen sezon Ağır Roman'ı izlemeyi çok istedim ama kısmet olmamıştı. Bu sezon kısmet oldu.

Önce şunu söyleyeyim. İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin Ağır Roman'a ve Metin Kaçan'a bu kadar prim vermesini doğru bulmuyorum. Ne Metin Kaçan'ın 'faideli bir yazar' ne de 'Ağır Roman'ın 'faideli bir eser' olduğunu düşünüyorum.

Aysun Arslan'ın sahneye koyduğu Ağır Roman'ı biraz dağınık buldum. İlk yarım saat sahnede ne olduğundan bir anlam çıkarana aşk olsun. Daha sonra oyun biraz toparlanıyor ama danslardaki uyumsuzluklar oyundan alınacak tadı etkiliyor. Bence bunun bir nedeni de Ağır Roman gibi 80 kişilik danslı bir oyunun neredeyse ayda sadece bir kez gösteri yapması. İstediğimiz kadar dağınık diyelim, istediğimiz kadar 'Bula bula Metin Kaçan'ın faideli eserini mi buldunuz' diyelim, eğer oyun sahnelendiyse oynama sıklığı bu olmamalı. Eğer bu olursa bırakalım, sahnelemedeki genel dağınıklığı danslar da işte böyle dağılır. Düşünün bundan sonraki gösteri tarihi 13 Ocak 2003. Olacak iş mi bu? Sahne imkanları bu kadar kısıtlı iken zengin göstersin diye bu kadar çok gösteriyi aynı anda programa almak hiç akılcı değil. İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nde her yapım neredeyse ayda bir oynuyor. Kesinlikle olacak iş değil. İşte sonucu: Dağınık roman.

Müdür ve Sanat Yönetmeni Mesut İktu görevinden ayrıldı. Yerine gelecek kişi umarım bu uyarımı dikkate alır. Unutmadan, Gıli gıli Salih rolündeki Selim Borak'ı çok beğendim. Gelecekte adını sıkça duyabiliriz.

Keçi boynuzu gibi bir film

Zirveye Tırmanış (View From The Top) sözde romantik komedi. Sözde ama... İzleyin, eğer bir komik ya da romantik yanını bulursanız ne olur bana da haber verin de sorunun bende olmadığını anlayayım. Bir kadın (Gwyneth Paltrow) hostes olmak istiyor, bu işe soyununca da senaryo gereği uydurulmuş bir takım yapay sorunlar, çelmeleyen arkadaşlarla karşılaşıyor. Hosteslik dersleri alıyor. Hoca Austin Power Mike... Bu sahnelerin komik olmasını bekliyoruz ama Mike Myers bence en 'armut' rollerinden birini bu filmde oynuyor. Bir de sözünü etmemiz gereken deneyimli hostes rolündeki Candice Bergen var. Dizilerden tanıyabileceğiniz Bergen'i özlemişseniz belki film derdinize derman olabilir. Aksi durumda film gerçekten hayal kırıklığı. Ne kokuyor, ne bulaşıyor. Sinemada izlemeye gerek yok, yakında Digiturk salonlarından birine gelir, orada izlemek daha akıllıca...

Cuma Takıntısı

Bandırma Meydanı'nda İnegöl ızgara. Ne köfte kardeşim! Kaşarlısı da, seki de süper. Piyazı, yoğurdu unutmamak lazım, hepsi birbirinden nefis. İsteyen işkembe de içebilir. Terbiyeli... Kemal Paşa tatlısını unutmayın.

Cuma LAKIRDISI

Ev, büyüyüp ayrılmak istediğin, büyüyünce de geri dönmek istediğin yerdir.

(John Ed Pearce)
Yazının Devamını Oku