Ali Atıf Bir

Özgür Kız'ın yaratıcısına reklam yasağı!

7 Aralık 2003
<B>REKLAM</B> dünyası geçen hafta bomba bir haberle sallandı. <B>‘‘Dahi reklamcı’’</B> <B>Serdar Erener</B>, 1986'dan bu yana çalıştığı Y&R Reklamevi ile 31 Aralık 2003'ten itibaren yollarını ayırma kararı verdiğini açıkladı. Daha önce de (yanlış anımsamıyorsam 12 kez) Erener'in böyle kararlar aldığı konuşulmuştu ama bu kez iş ciddi görünüyor. İşin en ilginci de Serdar Erener, Y&R/Reklamevi ile sözleşmesi gereği, rakip olamıyor. Bunun anlamı şu. Serdar Erener'in üç yıl için reklam ajansı kurması söz konusu değil. Serdar Erener'le görüştüm. O da ajans kurmayacağını, ama marka danışmanlığı, yönetmenlik, yapımcılık yapabileceğini söyledi. Taraflar oturmuşlar, Erener'e bir ‘‘değer’’ biçmişler. Erener de biçilen değeri az bularak kendine bir değer biçmiş, sonuçta anlaşamamışlar.

Y&R/Rekamevi Yönetim Kurulu Başkanı Atilla Aksoy'u ‘‘Verilen parayı da, istenen parayı da duysanız dudaklarınız uçuklar, yılda milyonlarca dolar. Ayrılık kesin’’ diyor. Aksoy'a ‘‘E ne olacak Selo'nun, Çelik'in, David'in, Özgür Kız'ın, 12 Dev Adam'ın, Bonissimo'nun durumu. Bunları Serdar Erener yaratmadı mı? Bunlar öksüz mü kalacak?’’ diye sordum. Aksoy, ‘‘Mümkün mü böyle bir şey Ali Atıf. 100 kişinin çalıştığı reklam ajansında bunları bir kişinin yaratması mümkün mü?’’ diye yanıtladı. Daha sonra da, reklamcılıkta niye starlara karşı olduğunu, kişisel hırsların kurum felsefesinin önüne geçmemesi gerektiğini, bir genel müdürün görevinin tüm ajans çalışanlarının içindeki en iyiyi ortaya çıkarmak olması gerektiğini anlattı. Y&R'nin yeni Genel Müdürü de belli olmuş: Arzu Ünal.

Sonuç şu:
2004'te Türk reklamcılık sektörü çok ciddi bir testten geçecekmiş gibi görünüyor. Y&R Reklamevi son on yılın en başarılı reklam ajanslarından biri. Ses getiren reklam kampanyaları ile diğer sessiz ve derinden giden çokuluslu reklam firmalarından ayrıldığı çok açık. Hazır Kart, 12 Dev Adam, Bonus Cart, Cola-Turka gibi markalar başarının göstergeleri. Bu kampanyalar bir star yarattı: Serdar Erener. Ya da bir star vardı o da bu kampanyaları yarattı. Ya da bir star ona uygun dere yatağını bulup starlığını ortaya çıkardı. Acaba hangisi? Starlar mı önemli kurumlar mı? Starlara mı para ödeyelim yoksa takım oyuncularına mı? İşte 2004'te Türk reklamcılığının geçeceği test. Bizim şu ana kadar bildiğimiz Serdar Erener'in reklam dahisi olduğu. Bakalım Arzu Ünal bildiklerimizin yanlış olduğunu bize ispatlayabilecek mi? Çok heyecanlandım.

Not: Serdar Erener'in ‘‘o benim diğer yarım’’ dediği Uğurcan Ataoğlu da Y/R Reklamevi ile yolarını ayıracağını açıkladı. Belki yorumunuza etkisi olur diye bu haberi de vereyim dedim.


Gökyüzüyle arkadaş!


GEÇEN
hafta ‘‘Suçlu Kim? Viessmann mı yoksa İGDAŞ mı?’’ diye bir yazı yazıp başımızdan geçen doğalgaz kaçağı olayını anlatmıştım. Sağolsunlar hem Viessmann hem İGDAŞ hem de Soyak yetkilileri, tahmin ettiğimden çok daha büyük duyarlılıkla işin üzerine eğildiler. Pazar sabahından itibaren Viessmann'ın Genel Müdürü Dr. Celalettin Çelik, büyük bir titizlikle sorunla ilgilendi ve bütün süreçleri tüm şeffaflığı ile önüme koydu. Conta su contası değil, İGDAŞ'ın tavsiye ettiği klingerit conta imiş. Servis elemanı daha önce kullanmadığı bu contayı tanıyamamış. İGDAŞ'ın gaz açmadan önce tesisatın neresine kadar olan kaçaktan sorumlu olduğu konusunda bir karmaşa var. İGDAŞ ‘‘Ben içerde vanaya kadar sorumluyum’’ diyor. Tüm kombi satıcıları da kombinin içindeki kaçağa kadar İGDAŞ'ın denetlediğini söylüyor. İGDAŞ'tan Kalite Güvence Müdürü Abdullah Nezihi Erdem ve İç Tesisat Müdürü Burhan Özcan da tüm iyi niyetleriyle olaya müdahale ettiler. İşi bilen titiz gençler. Bu yetki karmaşasının 2004'ten itibaren giderileceğine söz verdiler. Gördüğünüz gibi sayemde yeni yılda başta İstanbul olmak üzere tüm Türkiye gaz kaçakları konusunda rahatça bir ‘‘ohh’’ çekecek. Bu hayal mi gerçek mi hep birlikte göreceğiz. Şuna da emin oldum. Başımıza gelen ‘‘istisnai bir olay.’’ Ama böyle istisnalar yüzünden, İGDAŞ'ın sloganın da ifade ettiği gibi, dört kişilik bir ailenin göz açıp kapayıncaya kadar ‘‘gökyüzüyle arkadaş’’ olması pekálá mümkün. Sıfır hata şart!


Akıllı Mor İnek!


SETH Godin
, ‘‘İzinli Pazarlama’’ kitabıyla adını duyuran, kökü dışarıda bir pazarlama gurusu. Godin'in yeni kitabının adı Mor İnek. Mor İnek, Godin'in farklılaşmanın değerini ortaya anlatmak için geliştirdiği bir konsept. Arman Kırım da yerli yönetim (yeni pazarlama) gurularımızdan. Kırım, Godin'in ‘‘Mor İnek’’ konseptinden yola çıkarak ‘‘Mor İneğin Akıllısı’’ diye bir kitap yazmış. Konu benzer: Farklılaşmak. Kitap kısa sürede ikinci baskısını yapmış. Şimdi siz sormaz mısınız Kırım'a ‘‘Benzeyen bir şey de başarılı oluyorsa bu farklılaşma çabası niye?’’ diye... 9 Aralık'ta, Lütfi Kırdar'da Seth Godin'in de telekonferans yöntemiyle katılacağı DBR konferansı var. Arman Kırım da orada olacak. Benim için bir zahmet sorar mısınız?


Bayhan Baba ve dersler!


MUTFAKTA
yemek yiyor ve televizyon izliyoruz. Popstar açık. Yanlış anlamayın, bizim gibi eğitimli, kültürlü aileler hiç böyle popüler şeyler izler mi! Televizyonu Popstar yörüngesine sokan büyük himini Gülce (16). Biz de öylesine bakıyoruz işte. Öyle öyle bakarken Gülce, ‘‘Bayhan Baba adam öldürmüş’’ dedi. ‘‘Bayhan Baba kim?’’ dedim. ‘‘Çıkacak şimdi görürsün’’ dedi. Ağzımdan ‘‘Anlamadım? Popstar adaylarından biri adam mı öldürmüş? Televizyonda katili mi yüceltiyorlar?’’ sözcükleri döküldü. Gülce ‘‘Abartma baba, adam öldürmüş cezasını çekmiş, çıkmış. Hayat boyu ceza mı çekecek. Hayatı kurtuldu işte daha ne istiyorsun’’ diye yanıtladı. Sustuk. Bir daha da bu konu açılmadı. Sonra ben Bayhan Baba'yı izledim. Tek bıçaklı jilet tüketimini körükleyecek ideal bir arkadaşımız. Gözü açık olduğu durumlarda her türlü jilet sponsorluğu için de ideal.‘‘Bayhan Baba’’yı ben almayayım ama alana da engel olmayayım. Popstar'ın başarısı burada zaten. Her türlü yarışmacı var. Ünlü var, ünsüz var, taklide dayalı komik durumlar var, ‘‘Ah kahpe felek ben de şimdi onlardan biri olabilirdim’’ var. Ve de en önemlisi yarışmacı öykülerini aktaran gazeteler var. Buradan ‘‘illa televizyon da televizyon’’ diye inat eden reklamveren çok şey çıkarmalı. Televizyon ve gazete birlikte kullanılınca yaratamayacağı etki yok. Bakınız Popstar raytingleri.


Çekirgelik


Ara sıra kendimiz değişeceğimiz yerde işimizi, eşimizi, arkadaşlarımızı değiştiririz.

(Akbaralı H. JETHA)
Yazının Devamını Oku

Suçlu kim, Viessmann mı İGDAŞ mı?

30 Kasım 2003
<B>ASLINDA</B> biz Demirdöküm Kombi alacaktık. Soyak Palmiye'ye en yakın Demirdöküm bayisine gittik, baktık Viessmann bayisi olmuş, ‘‘Yabancıdır, teknolojisi iyidir, güvenilirdir’’ dedik, (hálá da öyle olduğunu düşünüyorum) Viessmann'da karar kıldık. İki genç geldi kombiyi taktılar. Sonra olması gerektiği gibi İGDAŞ'tan gerekli işlemleri yaptık, gazı açtırdık. İGDAŞ'tan bir kişi geldi, tesisatta gaz kaçağı olup olmadığını ölçtü, ‘‘yok’’ dediler. Sonra Viesmann'ın Kartal-Pendik servisini aradık, Mustafa isimli genç gelip bağlantıları yaptı, gaz kaçağını kontrol etti ve sistemi hizmete soktu. Buraya kadar her şey normal. Biz de..

İki gece evde yaşadık. Birbuçuk saat kadar da kombi yandı. Her mutfağa girdiğimde garip bir koku beni rahatsız etti. Sarmısak kokusu falan kesinlikle değil. Daha çok lavabodan gelen pis koku gibi bir şey. Biraz da moralim bozuldu. ‘‘Yeni bir evde böyle bir koku ne arar hay allah’’ diye söylendim durdum. Evi kapatıp çıktık, bir ay da hiç uğramadık. Bayram öncesi 24 Kasım Pazar gecesi'ne kadar ...

İGDAŞ 35 DAKİKADA GELDİ

Pazar gecesi evin kapısını açtım, hemen girişteki elektrik anahtarına basıp ışıkları yaktım. O saniye o yoğun, garip kokuyu algıladım ve her yanımı müthiş bir korku kapladı. Arkamda Ecmel, küçük ve büyük himini vardı. ‘‘Gaz kaçağı galiba bu’’ dedim. Ecmel ‘‘mobilya kokusuna da benziyor’’ dedi. Hemen çocukları dışarı çıkarıp odaları havalandırdık. ‘‘Gaz olsa şimdiye hepimiz ölmüştük!’’ dedim. İçimize bir şüphe düştü, ana vanayı kapatıp 187'yi aradık.

(Aslında teoride yapmamız gerekenler bunlar ama biz iki üniversite öğretim elemanı şaşkınlıktan bakın neler yaptık: Önce pencereleri açtık. Sonra birimiz mutfak balkonunun kapısını açarken diğerimiz koku ocaktan geliyor mu diye ocağı yaktı. Baktık bu da uçmamızı sağlamadı, kombiyi çalıştırdık. O da kesmeyince bu gaz kaçağı falan diil galiba yine de bir İGDAŞ'ı arayalım dedik ve 187'yi aradık. Gördüğünüz gibi hálá yıkılmadık ayaktayız.)

Tam 35 dakika sonra İGDAŞ elemanları geldi. Elemanlardan biri ‘‘Bu mobilya kokusu’’ derken, bir diğeri gaz kaçağı ölçüm cihazını çalıştırdı ve bir süre sonra ‘‘Kaçak var’’ diye şaşkınlıkla arkadaşına seslendi. O sırada gözüm doğal gaz sayacına takıldı. ‘‘Bir buçuk saatte ne yakar bu kombi’’ diye sordum. ‘‘Bir metre küp’’ falan dedi. ‘‘Evet kaçak var’’ diye tekrarladım ‘‘Bir ayda 60 metreküp gaz kaçmış!’’ Yanlış okumadınız İGDAŞ'ın ve Viessmann'ın ‘‘kaçak yok’’ diye onayladığı sistemden tam 60 metreküp gaz kaçmış. İGDAŞ, sabun köpüğü yöntemiyle kaçağın yerini saptadı, onaramadı, sistemi mühürledi gitti.

GAZA SU CONTASI

Ertesi gün arefe. Tesisatı kuran bayiyi aradım, kapalı. Wiessmann genel merkezi aradım, kapalı. Tele sekreter bir cep numarası verdi. Oradan Anadolu yakası servisine ulaştık. Sorunu anlattım. Adam heyecanlanacak falan sanıyorum, nerdeee. Aradığım için bir fırça yemediğim kaldı. Zar zor Pendik-Kartal servisinin telefonunu alabildim. Orayı aradığımda da telefona çıkan kız anlattığım soruna daha çok ''kekim kabarmadığı için kabartma tozu fabrikasını arıyormuşum da o da sorunu kek tarifinde buluyormuş‘‘ gibi bir tavır sergiledi. Sonunda kombiyi hizmete açan Mustafa'ya ulaştım. Mustafa yaklaşık 8 saat sonra geldi ve sabun köpüğü yöntemiyle o da gaz kaçağını belirledi. Tamirini yaptı ve raporunu yazdı: Gaz giriş rekorunda su contası kullanıldığından gaz kaçağı oluşmuş!

Tekrar İGDAŞ'ı aradık. Yarım saat olmadan geldiler. Mühürü açıp ölçüme başladılar. Bir ölçtüler su seviyesi hızla düştü, ‘‘kaçak var’’ dediler. Bir ölçtüler su seviyesi çok az düştü, yok dediler. Tekrar ölçtüler, bu defa uzun süre beklediler, ‘‘var’’ dediler. Küçük gaz kaçaklarında ölçüm süresini uzatmak gerekiyormuş. Bizdeki tesisatta da küçük bir gaz kaçağı varmış. Soyak'a haber verin deyip, tesisatı mühürleyip gittiler.

Kimden hesap sorayım

SÖYLER
misiniz ne yapayım ben şimdi? Kimden hesap sorayım. Gaz sıkışabilirdi, yanabilirdik, ölebilirdik. Bir facia yaşayabilirdik. İnsan hayatı niye bu ülkede bu kadar ucuz? Uçak bakım firmalarının yüzde 1 hata ile çalıştığını düşünün. Hergün düşen uçak sayısı kaç olurdu sizce? Demekki hatasız bakım yapmak mümkün. Türkiye'de bile. Peki niye İGDAŞ ya da dünyaca ünlü bir kombi markası Türkiye'de böyle hatalar yapabiliyor. Söyleyeyim, eğer uluslarararası zorlamalar yoksa, ‘‘Türk zihniyeti’’ ölçümleme, kayıt tutma, sonuçları düzeltme, yeniden ölçme mantığını reddediyor. Bize altı oku ya da türbanı bayrak yapan parti değil ‘‘altı sigma’’yı amblem olarak seçen parti lazım. ‘‘Altı sigma’’, yani işleri hem hızlı hem de sıfır hata ile yapma yöntemi. Siz hálá istatistik de ne işe yarar diye düşünün! Wiessmann kombilerini belki sıfır hata ile üretiyor ama biz Türklere sıfır hata ile taktıramıyor. Neden? Hatasız montaj olur mu? Hatamla sev beni..

Ders alın

ANLATTIĞIM
olayın raporları hem İGDAŞ'da hem de Viessmann'da mevcut. Facidan kıl payı kurtulduğumuz ortada. Tek kazanç, yaşayarak öğrendiklerim. Doğalgaz gerçekten zehirli değilmiş. Kombinin çalıştığı yerde temiz hava ile teması sağlayan havalandırma menfezi varsa korkmaya gerek yok. Yine de doğal gaz alarmı taktırmakta fayda var. Kombi çevresinde şüpheli bir koku varsa tahmini bırakıp gazı ana vanadan kesin ve 187'yi arayın. İGDAŞ hızlı çalışıyor ama koşullara göre doğru dürüst ölçümleme prosedürü yok. Bu nedenle küçük kaçakları ıskalaması (ayda 60 metreküp kadar) mümkün. Yaşadıklarımdan sonra böyle küçük doğal gaz kaçağıyla yaşayan ev sayısının çok olduğunu düşünüyorum. Bizim ki ortaya çıktı çünkü 30 gün cam çerçeve açılmadı. Şimdi mi ne yapacağım? Soyak ‘‘teslim sonrası hizmetleri’’ arayacağım. Çok umutlu değilim ama. En son ‘‘üst kattakiler banyo yapınca biz de zorunlu duş alıyoruz’’ diye aradığımda pek ilgilenen olmamıştı. Şimdiki de alt tarafı bir doğal gaz kaçağı ihbarı niye ilgilensinler ki!

İki sıcak çikolata mı? Buyur

İŞ
Bankası maksimum kart reklamları yeni bir yola girdi. Nat King Cole'ün duygu yüklü Love şarkısı eşliğinde bir çift gencin yağmur altında çok romantik görüntüleri var. Sonra ısınmak için bir cafeye giriyorlar. Olay New York'ta geçtiği için gençler ‘‘İki sıcak çikolata’’ ısmarlıyorlar. Paraları ıslanmış ama makimum kartları çalışıyor. Ve son söz: Doğru kullanıldığında çok puan kazandırır! Nerede burada çok puan? Ben mi anlamadım? Bütün olarak bakıldığında sıcak bir duygu bırakabilir ama basın reklamları kampanyayı anlamlı kılıyor (Reklam ajansı: Rafineri Rating: Üç Yıldız) (Hafif Neo hafif Örümcek Adam kılıklı kahramanlar nereye gitti hiç sormuyorum. Nereye gittikleri çok belli!)

YENİ ‘‘Molpediniz var mı?’’ reklamları teknik olarak kampanya sürekliliğini sağlayan reklamlar olsa da yataratıcılık adına çok fazla bir şey ifade etmiyorlar. Hülya Avşar niye o kadar aristokrat giyinmiş anlamadım (Reklam Ajansı: Güzel Sanatlar: Rating: İki yıldız).

Artık işimiz çok zor

RAMAZANDA
ders verdiğim 80 kişilik sınıfta bir test yaptım. 20-23 yaş grubundaki öğrencilerden, sınıfta oruç tutanları tahmin etmelerini istedim. Sınıfın neredeyse yüzde 80'i ‘‘Yüzde 15 ve daha azı’’ diye yanıtladı. Sonra gerçek rakamı öğrendik yüzde 45. Yine iki hafta önce 50 kişilik bir satış örgütüne ders veriyordum. Onlardan da aynı şeyi tahmin etmelerini istedim. Bu kez 30-40 yaş grubundaki öğrencilerden yüzde 70'i ‘‘Yüzde 20 ve daha azı’’ diye yanıtladı. Sonra yine gerçek rakamı öğrendik yüzde 55. Bu testlere 130 kişi şahittir. Ne anlarsınız bu sonuçlardan? ‘‘İnsanlar arkadaşlarının bile dini eğilimlerine kafa yormuyorlar’’ diyebilir miyiz? ‘‘Dini gerekliliklerini yerine getirenlerin gösterişle şunla bunla ilgileri yok’’ diyebilir miyiz? ‘‘Bu ülkede laikliğin mayası tuttu’’ diyebilir miyiz? Diyebiliriz. Peki her türlü uygulama eksikliklerine, Avrupa parlamentosundaki her türlü ayak oyunlarına rağmen ‘‘Avrupa Türkiye'yi laik demokratik bir cumhuriyet olarak hálá AB'ye aday ülke olarak görüyor’’ diyebilir miyiz? Diyebilirdik. AKP'nin ‘‘islami terör’’ adlandırmasını, kendi varlığını tahdit edecek bir propaganda taktiği olarak algılayıp, dillendirmekten kaçındığı ve ‘‘geçiştirme’’ taktiğine başvurduğu ana kadar. Yazık oldu. Meyvelerini toplamaya başladık bile!

Çekirgelik

Bir politikacıya şehrin anahtarlarını vermektense kilidi değiştirmek daha iyidir (Doug Larson)
Yazının Devamını Oku

Adını doğru koyun

28 Kasım 2003
15 Kasım 2003 tarihinde sinagoglar bombalandı, Türkiye sarsıldı. Türkiye'nin haftalık haber dergilerinin kapaklarına bir bakalım mı? 19 Kasım'da çıkan Aktüel'in kapağındaki büyük spot şöyle: 'Ruh Eşini Bulmanın Formülleri'. Bu spota uygun tatmin edici bir görsel bulunamamış olacak ki, yine kapaktan verilen daha küçük bir spotla ilgili görsel var: Yıldız Tilbe.

20 Kasım'da çıkan Haftalık dergisinin kapağındaki büyük spot: 'Türkiye Ben Evleniyorum’u izliyor. Onlara seks ve ilişkileri sorduk.' Kapakta da yarışmacıların fotoğrafları var.

Yine 20 Kasım'da çıkan Tempo'nun kapağındaki ana spot: 'İslamcı terörün iç yüzü. El Kaide ve Selefiler'. Görselde Arap kıyafeti içinde patlamaya hazır bir bomba var.

Görünen o ki sinagog bombalamasında haber dergisi olduğunu unutmayan tek dergi Tempo. 'Ciddi haberleri kapağa taşıyınca artık satmıyor' iddiasına hiç itirazım yok. Burası Türkiye buradan çıkış yok. Ama kendini 'haber dergisi' olarak konumlandıran bir derginin de sinagog bombalaması olayını kapağa ana spot olarak taşımaması affedilecek bir şey değil. Eğer Türkiye tedirginlikten tir tir titrerken bile magazin baskın geliyorsa böyle dergilerin de adını doğru koymak lazım: Magazin Dergisi!

Not: Tempo'nun genel yayın yönetmeni Kerem Çalışkan, hálá bu toplumdan umudunu kesmemiş olacak ki, zaman zaman böyle haberciliğini konuşturuyor! Sanmayın ki Tempo'nun beyinleri de sürekli 'haberci' kimlikleri ağır basıp kapak konusu belirliyorlar. Tempo'nun geçen haftaki kapağında hip-hop'çu gençler, daha önceki haftaki kapağında ise dövme konusu vardı. Kısmen light haberler yani. Bu hafta mı? Bu hafta bombalama eylemlerinin de magazini çıktı. Sıkıysa kapak yapmasınlar:))

Lemi Bilgin kararlı görünüyor

Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin aradı. Devlet Tiyatrosu yasasına göre Devlet Tiyatrosu'nda olan biten her şeyden Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü'nün sorumlu olduğunu söyledi.

Anlayacağınız Devlet Tiyatrosu'nun hallerinden hesap sorulması gereken kişi Lemi Bilgin'miş. Bilgin telefonda tatlı tatlı anlattı. Yazdıklarımın çoğunluğuna katılıyormuş. Ancak Devlet Tiyatrosu sadece İstanbul Devlet Tiyatrosu'ndan oluşmuyormuş. Son iki yıldır Lemi Bilgin yönetimi bölge tiyatrolarına ağırlık veriyormuş. Devlet Tiyatrosu 630 sanatçının, 12 bölgede 81 ilde ve bir o kadar da ilçede 100 oyunu yılda 5000 kez sahneledikleri dev bir organizasyonmuş. Bilgin'in tek hedefi varmış, o da yeniden yapılanma ve bunun için de hızla yeni bir yasa taslağı üzerinde çalışıyorlarmış. Bakan Erkan Mumcu kendisine bu konuda verilen brifingi dinlemiş ve 'Sonuna kadar arkanızdayım, siz yeter ki destek isteyin' demiş.

Yeni yasada bölge müdürlüklerine daha fazla yetki verilecekmiş. Edebi kurul yeniden yapılandırılacak ve performansa göre ücretlendirme sistemine geçilecekmiş. Devlet Tiyatrosu Türkiye'de her tiyatro sanatçısından yararlanabilecekmiş. Rekabete dayalı bir 'yarışma' sistemiyle oyunlara kadro seçilip zaman içinde daimi kadrolarını azaltacakmış. Bilgin 'Şu andaki sistem tiyatrocunun içindeki ilkel bir duyguyu 'ünlü olma' duygusunu körükleyerek mutluluğu televizyonda aramasına yol açıyor' diyor. Yeni sistemde tiyatro sanatçılarının öncelikli işi tiyatro olacakmış. Çünkü Devlet Tiyatrosu içinde tiyatro ateşi olan herkesin tiyatrosu olacakmış. Bu yasa da bu yasama yılında çıkacakmış. Mış, muş, müş... Yeni yasa çıkar, söylenenler yapılır, biz de buradan Lemi Bilgin'i alkışlarız. Hatta adının Devlet Tiyatrosu tarihine altın harflerle yazılması gerektiğini yazarız. Bu arada Erkan Mumcu'yu da unutmayız. Ya söylenenler yapılmaz ise? Biz buradayız, görüşürüz.

Cuma Takıntısı

Çelik'in son albümü. Bu albümde Çelik kendini aşmış. Biliyorsunuz bizim popçuların en büyük sorunu kendilerini tekrar etmeleri. Çelik yeni albümünde bu zinciri kırmış. Pop-trinamlar (popseverler) için keyifli bir alternatif olabilir.

Cuma LAKIRDISI

Yarın ölecekmiş gibi eğlen, satın al; hiç ölmeyecekmiş gibi çalış (Anonim).
Yazının Devamını Oku

Medya sınıfı geçti devlet kaldı

23 Kasım 2003
<B>LEVENT</B> ve Beyoğlu bombalamalarında amaç sadece İngiltere'ye gözdağı vermek olsa, sadece başkonsolosu hedef alan bombalı bir suikast düzenleyemezler miydi? Peki niye tahrip gücü bu kadar yüksek bombalar seçildi? Niye bombalama sonrası enkaz görüntüleriyle ‘‘dehşete düşürme’’ olasılığı yüksek binalar ve yerler seçildi? Niçin yaralı insan ya da ceset görüntülerine olanak sağlayacak bir zamanda bombalama yapıldı? Yanıt basit. Teröristler tribünlere oynuyor. Amaç Türkiye'ye korku salmak, karmaşa yaratmak. Amaç Türkiye'yi dünya kamuoyu önünde küçük düşürmek.

Neden? Çünkü El Kaide'de ve onun zihniyetindekilerde olmayan her şey Türkiye'de var. Türkiye'de demokrasi var, laik Cumhuriyet var ve yüzü batıya dönük çoğunluk var. Ve bu çoğunluk iyi yönetimi ve sorumlu medyayı hak ediyor. Nasıl?

Medya terörist eylemlerle ilgili haber verme işlevini yerine getirirken, terörün ekmeğine yağ sürmemeli, korkuyu, karmaşayı tetiklememeli, Türkiye'yi dünya kamuoyu önünde aciz gösterecek mesaj yaymamalı.

Örnek: Bir kısım televizyon kanalları perşembe günü bombalamadan hemen sonra bir süre saçmaladılar, ‘‘ilk veren ben olayım’’ telaşıyla kollar, bacaklar, kafalar gösterip panik ortamını tetiklediler. Daha sonra hem DGM'nin hem de RTÜK Başkanı'nın yerinde müdahalelerinin de etkisiyle yaptıkları sorumlu yayıncılıkla sınıfı geçtiler. Aynı duyarlılığı bir gün sonra da gazeteler büyük çoğunluğu gösterdi. Hep böyle olmak gerekiyor.

Devletin ise aynı HSBC gibi iletişimi de kapsayan kriz planları ve kriz antrenmanları olmalı. Kriz yaratan olayın türüne göre etkilenecek sektörler belirlenmeli ve o sektörlere göre eylem planları oluşturmalı, halkı bilgilendirecek ona güven verecek konuşmaları yapacak sözcüler belirlenmeli.

Örnek: Bakın bakalım Cumhurbaşkanı olaydan kaç saat sonra ulusa seslenmiş. Nasıl? Bu krizden en fazla etkilenecek olan turizm sektörü ve İstanbul markası gibi görünüyor. Turizm Bakanlığı'nın bir etkinliğini duyan oldu mu? ABD ve İngiltere'nin İstanbul'u Beyrut gibi gösterip, vatandaşlarına ‘‘Gitmeyin!’’ uyarısında bulunmasına müdahale edilebilir miydi? Yurtdışına Türkiye'den giden mesajlara bakın ilk 48 saatte dünya kamuoyuna duruşuyla ‘‘Türkiye güvenli bir yer’’ mesajı veren bir devlet yetkilisi var mı? Yabancı basın mensuplarını havaalanında karşılayan? Devletin bu krizin ilk etkilerini yönetmede sınavı geçtiğini söylemek zor.

Laf olsun diye soruyorum. Eğer Cumhurbaşkanımız ya da Başbakanımız İngilizce konuşabilselerdi durum farklı olur muydu? Ya da tüm dünya Türkçe anlayabilse...


Reklam sektörü nasıl davrandı?


BUNUN
için ilk bakılacak yer televizyon reklam yatırımlarının yüzde 85'ini, gazete reklam yatırımlarının ise yüzde 50'sini planlayan medya planlama şirketleri. Lotus Medya Genel Müdürü Bahar Erdoğan'ı, Mindhare Genel Müdürü Demet İkiler'i, OMD Genel Müdür Yardımcısı Oğuz Yavuz'u, yine OMD Maslak şubesinin başındaki Elif Önal'ı, OMD satın alma Direktörü İrem Kılınç'ı, Medyaedge Genel Müdürü Banu Tekin'i aradım ve ‘‘Müşterileriniz bombalama olayına nasıl tepki verdi?’’ diye sordum. Hepsinden ağız birliği etmiş gibi aynı yanıtı aldım. İlk gün ‘‘Bekleyelim görelim’’ psikolojisine giren bazı yerli ve yabancı reklamveren, hem gazetede hem televizyondan ‘‘şen şakrak’’ reklamlarını çekmiş, bazıları da ‘‘dehşet görüntüleri’’ ile arasına markasını sokmamak için reklamlarının yayınını durdurmuş. İkinci gün televizyon akışlarının düzelmesi gazetelerin ‘‘sorumlu davranma’’ sözüne sadık kalmalarıyla birlikte aktif hale geçilmiş ve büyük küçük hiçbir reklam kampanyası iptal edilmemiş. Konuştuğum medya planlama yöneticilerin hepsi bu haliyle İstanbul'daki terörün 2004 reklam yatırımlarını etkilemeyeceği görüşündeler.


Yabancı turist nasıl davrandı?


BEYOĞLU
'ndaki ve Levent'teki bombalama olaylarının olduğu gün The Marmara'da konaklıyordum. The Marmara, Taksim meydanındaki konumu itibariyle kış aylarında bile yüzde 100 doluluk oranını tutturabilen, çoğunlukla da yabancı turistlerin tercih ettiği bir otel. O sabah bir ara ‘‘Randevumu iptal edip Beyoğlu'nda kitapçıları gezsem mi’’ diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. Otelden 09.00'da ayrıldım. Gece döndüğümde olağanüstü güvenlik önlemleri ile karşılaştım. Otelin giriş cebi araç trafiğine kapatılmıştı. Park yerine ise otelde konaklayanlar dışında kimsenin aracı sokulmuyordu. Lobiye çıktığımda elini sallasan İngiliz gazeteciye değiyordu. Cuma sabahı The Marmara'nın Genel Müdürü Cem Gündeş'in yanına uğradım. İptaller konusunda ‘‘Vahim bir durum yok’’ dedi. Ben inanmayınca da getirip önüme rezervasyon tablolarını koydu. Sinagog bombalamasının olduğu gün 70 oda iptal olmuş. Son bombalamada ise iptallerin sanıldığı gibi yağmadığını, hatta daha az olduğunu söyledi. Gündeş de bombalama olaylarından en fazla turizm sektörünün etkileneceğini düşünüyor ve ‘‘Turizm yönetiminde hükümetlerin her gün değişen politikaları değil devlet politikası geçerli olsun’’ diyor. Gündeş'in söylediği şu: ‘‘Eğer turizm gelirleri bu ülkenin gelirleri arasında önemli paya sahipse turizm hükümet değil devlet politikalarıyla yönetilmeli. 1997 Mısır'da terör doğrudan 58 turisti hedef aldı. O yıl Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'in kendisi gidip İsviçre'de kamp kurup tur operatörlerini ikna etti. 2002 yılında Mısır'ı ziyaret eden turist sayısı beş milyon. Bilmem anlatabildim mi?’’ Ben anladım siz? Bir de Gündeş'e ‘‘ABD ve İngiltere'nin vatandaşlarını Türkiye'ye gitmeyin diye uyarması konusunda ne düşünüyorsunuz’’ diye sordum. ‘‘Güçlü bir devlet bu açıklamayı yaptırmaz’’ dedi. Ben yine anladım. Siz?


Yerli turist nasıl davrandı?


GEÇTİĞİMİZ
Cuma (21 Kasım) sabahı himinilerle birlikte Londra'ya uçacaktık. Uçak biletleri alınmıştı, otel rezervasyonu yapılmıştı. Ancak küçük himini bir hafta önce suçiçeği çıkardı. Suçiçeği vücut direncini düşürdüğü için hastalık geçse de vücut hastalık kapmaya çok elverişli olurmuş, bu yüzden geziyi iptal ettik. Pasaportlar vize işlemleri için seyahat acentesindeydi. Bombalama olayının etkisi biraz hafifleyince aynı gün Setur'u arayıp pasaportların akıbetini sordum. Satıştan Esra Hanım ‘‘Şanslısınız dün konsolosluktan çıkmıştı’’ dedi. Cuma öğleden sonra da pasapotları almak için Setur'a uğradım. Genel Müdür Vedat Bayrak'la biraz sohbet ettik. Bu bayramda 47 ülkeye 2 bin 500 kişi götüreceklermiş. Bombalama haberinden sonra sadece 20-25 iptal gelmiş. Onlar da ‘‘vicdan yapıp’’ çocuklarını ailelerini arkada bırakamayanlarmış. Hatta ‘‘Bomba nedeni ile iptaller olmuştur yer açıldı mı?’’ diyen çok sayıda telefon gelmiş. Yerli turist hayatın akışını değiştirmek isteyenlere inatla direnmiş anlayacağımız. Londra turunu bizden başka sadece 3 kişi iptal etmiş. Vize işlemleri için İngiliz Konsolosluğu'na bırakılan 21 pasaport da bombalardan nasibini almış. Bayrak, İstanbul'un kongre ve curise turizminde çok önemli bir marka olduğunu ve son terörist saldırıların bu iki turist hareketini de oldukça etkileyeceğini düşünüyor. Pazar günü (bugün) başlayacak bir tıp kongresi ertelenmiş bile.

Bayrak şöyle diyor: ‘‘Eğer bu bir PKK saldırısı olsaydı durum farklı olurdu. Burada İstanbul'la birlikte bütün Avrupa'yı tehdit eden, yayılma trendine girmiş bir terör var. Bu terör bütün Avrupa'daki seyahat özgürlüğünü tehdit ediyor. Bu nedenle bütün Avrupa'daki seyahat örgütlenmesi gözden geçirilecektir. Yarın Atina'da, öbür gün İtalya'da bir saldırı olmayacağını kim garanti edebilir? Türkiye'nin yurt dışında kamuoyunu bu mesajla oluşturması gerekir.’’

Nasıl ama her turizmci bir derya değil mi? Turizm Bakanlığı'nı sektörden insanlara versek daha iyi yönetirler mi acaba?


Anneler ayakta ölür!


BULAŞIK
biter, anne elinde meyve dolu bir tabakla içeri girer, televizyonun karşısında oturacak yer arar, bulamaz ve ayakta kalır. Neden? Diğer aile üyeleri yemeklerini yer yemez televizyon önündeki yerleri zaptetmişlerdir de ondan. Annelerin kaderidir bu. Hep ayakta kalırlar. Zaten ‘‘cennet annelerin ayaklarının altındadır’’ sözü de buradan gelmemiş midir? Eğer anneler oturuyor olsalardı cennet annelerin nerelerinin altında olurdu? Demek ki Yap Kredi Bireysel Emeklilik doğru söylüyor. Gerçekten anneler hep ayakta kalır. ‘‘Babalar Ayakta Kalır’’ filmi daha etkiliydi ama. Bence Yapı Kredi segmentasyon yapıp orada da kalmalıydı. Annelere işi yayıp ‘‘herkese her keseye’’ sendromunu yenmeliydi. Türk erkeğini‘‘Baba’’sından yakaladın mı yaptıramayacağın iş yok. Üstelik anne filminde niye Muzaffer Tema kılıklı bir baba var? Bakın dediğim yere gelmişsiniz. Size göre de Türkiye ‘‘Baba’’sız yapamıyor. Hem bu anneler var ya, önce bebeği kucaklarına alırlar sonra da ‘‘Bakamayan doğurmasın, benim de bir hayatım var’’ derler. Demezler mi?

(Ajans: Movida Plus. Rating: * *)


Paraları çarçur etmeyin


TURİZM
Bakanlığı 10 Kasım 2003'te 8 yurtdışı bölgede reklam ve halkla ilişkiler çalışmaları için ihale açmış. Bütçe 47 milyon dolar. İş teslim tarihi 12 Aralık. 9 gün bayramı çıkın, şartlar da son olayla değişti, 20 günde kim ne hazırlayabilir? Şartlar gerçekten değişti. İstanbul'daki terörün dünya kamuoyuna yansımasından sonra Türkiye turizm gelirlerini garanti etmek istiyorsa 48 milyon dolara sadece halkla ilişkiler yapmalı. Zaten bu para sadece halkla ilişkilere yeter. Reklamı bu yıl bırakın. Siz hiç Türkiye'de Dubai reklamı gördünüz mü? Niye Dubai'ye gitmek istiyorsunuz acaba? Son iki yıl içinde Emirates Dubai'ye kaç gazeteci uçurdu biliyor musunuz?


Çekirgelik


Yanlış yöne gittiğin anda hemen arkanı dön, doğru yönle karşılaşacaksın, sakın şaşırma.

(Glen A. MCQuirk)
Yazının Devamını Oku

Ne Bruce Bruce ne de Monica Monica

21 Kasım 2003
Bruce Willis ve Monica Bellucci'nin başrolde oldukları Güneşin Gözyaşları'nı izlediğimde bir yönden beklediğimi bulamadım, bir yönden beklemediğimi buldum. Bir kere filmde ne Bruce bizim bildiğimiz Bruce, ne de Monica bizim bildiğimiz Monica. Oysa beni filme sürükleyen, bu ikilinin nasıl bir performansla karşıma çıkacakları idi. Hayal kırıklığına uğradım. Filmde öne çıkan bir karakter yok, karaktersiz bir film.

Willis iyi yetişmiş elemanlardan kurulu bir müfrezenin komutanı. Nijerya'da bir misyoner kampında doktorluk yapan Belluci'yi kurtarma görevi veriliyor ve film başlıyor. Willis ve adamları Nijerya'ya geliyorlar, ama Belluci kampta yaşadığı Afrikalı yerlileri terk etmek istemiyor. Müfreze, çaresiz yerlileri de Belluci'nin yanına katıp tropikal orman içinde isyancı gerillalarla çok da nefes kesici olmayan bir kaçma-kovalamaca içine giriyor. Film Rambo filmlerine has klişelerle dolu. Platoon (Müfreze), Kara Şahin Düştü, bu türün çok daha iyi örnekleri.

Güneşin Gözyaşları Hawaii'de çekilmiş, bazı sahnelerdeki görsel çerçevelemeler çok etkileyici. Müziği çok sevdim. Afrika perküsyonu çok hoşuma gider. Hemen sound track'ini bir yerlerden edinmem gerekiyor.

Filmde beklemediğim ama bulduğum şey etnik temizlik tanımını klişeden arındırması, ona daha farklı, daha insani, daha duygusal bir anlam yüklemesi. Çoğu zaman Afrika ve etnik temizlik deyince kafalardaki klişe 'Ne olacak bir yığın siyah adam biri de bir, bini de bir'' şeklindedir. Güneşin Gözyaşları her türlü Rambo klişesine rağmen kafalardaki bu 'etnik temizlik' klişesine meydan okuyabiliyor. Bu nedenle temposunun yavaş olmasına, öyküsünün hantallığına rağmen bu filmi görmeniz konusunda ısrarcıyım.

Güneşin Gözyaşları siyasi olarak da okunabilir. Powell'a Bush'a yardımcı olduğu söylenebilir, Amerikan ordusunun Irak'a yaptığı saldırıyı yüceltmeye yaradığı iddia edilebilir, ama bu iddialar film Amerika'da izlendiğinde geçerli iddialar. Film Türkiye'de izlendiğinde akla Irak'ta zorlanan Amerikan ordusu geliyor ve insan acı acı gülümsemekten başka bir şey yapamıyor.

Görülmesi gereken 7 çocuk oyunu

Sanat aşkı, tiyatro aşkı, yazı yazma aşkı, müzik aşkı farklı düşünme aşkı bir anda oluşan şeyler değil. Çocuğun sanata ve kültürel olaylara kendisini yakın hissetmesi için bir an önce canlı performans izlemesi şart. Çocuğunuza yıllarca günde 24 saat televizyon izletin, sanatsal faaliyetlere kendini yakın hissetmesi çok zor. Böyle yaparsanız çocuklarınızın yakınlaşacağı şeyler bellidir: Pazar keyfi, televole, Pınar Altuğ, Serdar Ortaç. Ana-baba olarak 'ya ne yapacağız bu çocuk da televizyon kuşu oldu' diyeceğiniz yerde bir an önce sahnede canlı canlı performans izlemesini sağlayın. Çocuk tiyatrosu uzmanı değerli dostum Faik Ertener'den rica ettim sizler için bu sezon mutlaka çocuklarınıza izletmeniz gereken 7 çocuk oyunu seçti. Hepsine götürün demiyorum ama en azından bir iki tanesine götürün, bakalım farkı hissedebilecek misiniz? Hissedeceksiniz.

Görülmesi gereken 7 çocuk oyunu

Masal Gerçek Tiyatrosu: Oynamak İstiyorum ve Pıtırcıklar

Sahne Oyuncuları: Fırtına

Akbank Çocuk Tiyatrosu: Cimri

İstanbul Şehir Tiyatrosu: Altın Küp

Tiyatro Kare: Masalımdaki Korsan

Van Devlet Tiyatrosu: Nereye Koşuyorsun Böyle Minik Tay

Eskişehir Şehir Tiyatrosu: Siz Ne Dersiniz? (Çocuk Müzikali)


Birden kendimi Sofra Tokyo’da sandım

İstanbul'da bir iki yıldır teras-restoranlar çok moda oldu. Bunlardan biri de Sofra London. Tarlabaşı'nda Cartoon Oteli'nin dokuzuncu katında. Park sorunu yok. Otelin park görevlisi Murat, sağolsun her türlü park ilgisini yapıp aklınızın arabanızda kalmasını önlüyor.

Daha dış asansörden yukarı çıkarken Taksim'e ve Haliç'e bir süre tepeden bakacağınızı hissedip nasıl heyecanlanıyorsunuz, nasıl heyecanlanıyorsunuz bir bilseniz. İstanbul'a yeniden, yeniden, yeniden áşık olacağınız geliyor.

Çok övdüler, 'mutlaka gidin' dediler, hatta 'telefonda ısrarla cam kenarı olsun' diye ısrar edin dediler.

Söylenen şu, 'manzara müthiş, servis olağanüstü, Osmanlı yemeklerini yeme de yanında yat'.

Sofra London'un öyküsünü okumuşsunuzdur. Merkez Londra. Sahibi Aşçı Hüseyin Özer. İnat etmiş ve modern Osmanlı mutfağını Londralara taşımış, hatta kısa sürede zincir haline getirmiş. Bir şubesi de Bilkent Üniversitesi’nin içinde.

Asansör teras katına geldiğinde beklentilerimle örtüşmeyen bir şeyle karşılaştım. Niye yalan söyleyeyim ben 'bilumum Abdullah lokantalarındaki' gibi daha Osmanlı bir atmosfer bekliyordum.

Aksine çok modern bir atmosferle karşılaştım. (Tarzlarla hiç işim olmaz, o yüzden anlatmayacağım kusura bakmayın).

Hatta müşteri ilişkilerinden sorumlu bayanı görüp bir de atmosfere bakınca 'Yanlış geldik galiba burası Sofra Tokyo olmasın' demediysem ne olayım. Sonradan öğrendim ki arkadaşımız Eskişehirliymiş. Niye ben kendimi suşi yemeye gelmiş hissetmişim? Niye? Çünkü o bir Tatarmış. Müthiş güleryüzlü, işini de çok iyi yapıyor. Uzun süre Londra'da garson olarak çalışmış. İşine çok hakim.

Manzara olağanüstüydü. Arasıra sağa, hain bombalama olaylarının gerçekleştirildiği yöne baktığımda içimi hüzün kaplamadı desem yalan olur.

Tam hüzün de değil belki nefret, acıma, kaygılanma üçlüsünün karışımından oluşan farklı bir duygu. Belki o duygu daha önce hiç keşfedilmemişti. Ben orada keşfettim.

Yemeklerin lezzeti de olağanüstü. İçli köfte, humus, gavur dağı salatası. Önden çok şey yememek lazım ama. Sonra insanın karnı doyuyor ve ısmarladığınız kebap önünüze geldiğinde 'gavur dağı'ndan bile kocaman görünüyor.

Sofra London'a özgü yoğurtlu bir kebap yedim. Et şahane idi. Hüseyin Özer'e İstanbul'a böyle bir değer kazandırdığı için teşekkür etmek lazım.

Girişimci, ne yaptığını bilen, fark yaratan insanları seviyorum. Hüseyin Özer'i de. Tanımıyorum ama seviyorum. Bu mümkün değil mi? Mümkün. Oldu işte. (212) 297 21 78-79

Mumcu'nun Devlet Tiyatrosu planları

Geçen hafta 'Erkan Mumcu'nun asıl amacı ne?' diye bir yazı yazıp, 'Devlet Tiyatroları nasıl kurtulacak' demeye getirmiştim. İstanbul'da 3.5 sahne var, devlet 180 sanatçı besliyor. Hepsi tam performans çalışsalar beslesin, helali de hoş olsun. 'Ama bazılarının yıllardır herhangi bir oyunda figüran olarak bile rol aldıkları yok. Ne olacak bu işin sonu? Yoksa tiyatroyu asıl öldüren devlet mi?' demeye getirmiştim. Turizm ve Kültür Bakanımız pek oralı olmadı. Biz 'oralı olan' bir yiğit bulana kadar burada anımsatmaya devam edeceğiz.

Cuma Takıntısı

Bursa Carrefour'un içindeki Isot'ta bir lahmacun yedim. Az daha parmaklarımı da yiyecektim. Urfa işi, insanın ağzında eriyip gidiyor. İstanbul'da da şubeleri var. Mutlaka deneyin, süper.

Cuma ALINTISI

Bir kedi ile bir yalanın arasındaki en önemli fark, kedinin sadece dokuz canlı olmasıdır

(Mark Twain)
Yazının Devamını Oku

Fanatik reklam mı, buyur?

16 Kasım 2003
<B>BİR</B> kurum ya da marka tartışmalı sosyal ya da siyasi konuda bir tarafı destekleyen reklam yaparsa işte bu tür reklama <B>‘‘Fanatik Reklam’’</B> deniyor. İngilizcesi ‘advocacy advertising’. Türkiye bu tür reklamla tam olarak ne zaman tanıştı biliyor musunuz? Zeki'nin ‘‘Güneşi Özledik!’’ reklamıyla. Anımsamadınız mı? Hani sayın Başbakanımızın kendini ‘‘İstanbul İmamı’’ ilan ettiği yıllarda İstanbul'da Outdoor'lara cıbıl kadın içeren afişler asılamamıştı ya. Zeki de bunun üzerinde Atatürk'ün mayolu bir fotoğrafını kullanıp başlığa da ‘‘Güneşi Özledik!’’ yazmıştı.

Ne yazık ki Türkiye'de kurumlar ve markalar yeterince cesur değil, tartışmalı konularda yan almaktan korkuyor, bu nedenle de bu tür reklam örneklerine rastlamak çok zor. Oysa Türkiye'de her saat başı bir sosyal ya da siyasal tartışma başlıyor. Markaların eline sayısız fırsat geçiyor. Ancak ‘‘cesaret özrü’’ markaların yan almasını engelliyor. Bu ülke başka markalarda olsa var ya, ortalık toz duman olur. Bizde ise dudaklar mühürlü.

Bu bayram üstü bir mucize gerçekleşti, bir marka cesur davranıp dudaklarını araladı. Kent'ten söz ediyorum. Kent bayramlara sahip çıkmaya devam ediyor. Türkiye'yi ağlatan, kaçınma duygusu yaratan ilk filminden sonra ‘‘duygu sömürüsü’’ dozuna dikkat edince Kent'in bayram filmleri tadından yenmez oldu, Kent markası ilginç bir değer kazandı.

‘‘Korumacı Aile’’ konseptli son film de çok iyi. Duygu dozu çok iyi ayarlanmış. Çocuğun seçimi dahil abartı yok. Kent özellikle çocuk konusunda ‘‘Şirinlik muskası sendromu’’na yenik düşmemiş.

Barış Manço beğenilirlik dozunu arttırıyor. Gel gelelim reklamda bayramlara sahip çıkmanın ötesinde, çok önemli bir sosyal konuda daha, fanatik bir mesaj veriliyor: Korunmaya muhtaç çocuklara haftada bir-iki gün de olsa, bayramlarda da olsa aile sıcaklığını yaşatmak gerekir.

Siz de öyle düşünüyor musunuz? Ben kararsızım. İki gün sevdiğim çocuğu nasıl gerisin geriye postalarım. İki saat sıcaklığını paylaştığım çocuktan ayrılırken göz yaşlarına nasıl dayanırım. Çocukları çok seviyorum. Keşke bin çocuğa bakabilsem. Ama dayanam. Siz dayanabilir misiniz? Bilmem anlatabildim mi? Cesareti için Mümtaz Tahincioğlu'nu alnından öpüyorum. (Reklam Ajansı: Güzel Sanatlar, Rating: * * * * *)

Not
: Advocacy Advertising'e siz ‘‘Taraf Tutan Reklam’’ da diyebilirsiniz ama benim önerim ‘‘Fanatik Reklam’’. Konsepti daha iyi özetliyor...


Formunu artıran tek lider Erdoğan!


SAYGIN araştırma kuruluşlarından Taylor Nelson Sofres'in (TNS) finansmanını üstlenerek yaptığı ‘‘Liderlerin Form Grafiği’’ araştırmasının Ekim 2003 ayağı sonuçlandı. TNS sonuçları bizimle paylaştı, bizde sizle paylaşalım.

Bu araştırmada her ay yaklaşık 2 bin kişiye ‘‘genel olarak şu liderle ilgili görüşleriniz olumlu mu yoksa olumsuz mu?’’ sorusu soruluyor. ‘‘Olumlu düşünüyorum’’ diyenler o liderin form grafiğine art puan olarak yazılıyor. Siyasi iletişim kuramlarından bazıları bize diyor ki: Liderin formda algılanıyorsa partin de formda demektir...

TNS
lider form grafiği araştırmasını her ay yapıyor. Bu nedenle de ‘‘tek atışlık’’ lider algı araştırmalarına göre önemli bir üstünlüğü var, dalgalanmaları görmek siyasi arenadaki eylemlerle dalgalanmaları örtüştürmek mümkün oluyor. Bu nedenle liderler TNS'nin araştırma sonuçlarını kulak arkası etmeseler iyi olur.

Ekim sonuçları Erdoğan dışındaki liderlere (belki de partilere) diyor ki: Titreyin ve kendinize dönün! Baykal, Cem form kaybediyor, Uzan tepetaklak yuvarlanmaya devam ediyor, Tayyip Erdoğan iktidarda form tutuyor!

Bu da bir soruyu kendimize sormamızı zorunlu kılıyor: Erdoğan gerçekten iktidarda mı algılanıyor? Ekonomi IMF'ye, türban ve imam hatipler MGK'ya, yasalar Cumhurbaşkanı'na endekslenmişken Erdoğan'ı gerçekten iktidarda algılamak mümkün mü? Pazar pazar da ne zor sorular soruyorum değil mi? Değil. (Değil sözcüğü bana hep garip gelmiştir: Değil. Ne demekse! Eğil'in önüne D koymuşlar. Komik.)


Bu ucuz taklit Ülker'e yakışmadı...


SİNAN Çetin
'in Propaganda filmini anımsatan bir Asmalı Konak ortamı (ne demekse?), küs olan abi kardeş barışıyor, sonra da birlikte Ülker çikolata yiyorlar. Çok ucuz bir taklit.

Taklit kısmına hiç birşey demiyorum. Bir stareteji iş yapıyorsa ona yaklaşmak gidilebilecek bir yol. Bu çok normal. Ülker'in Kent'in bayrama sahip çıkmasından, bu alanda yer tutmasından etkilenmesi çok normal. En azından, ‘‘Biz de bayrama sahip çıkalım’’ diye satıcıları ayağa kalkmıştır. Bu durum da tabi ki rakibe parazit yapacaksın. Ama öykü dökülüyor, uygulama dökülüyor. Derdim ucuzlukta. Gerçekten de bu ‘‘ucuz taklit’’ Ülker'e yakışmadı. Ülker'in damarlarında daha iyisini yapmaya yetecek enerji var.

(Reklam Ajansı: Ultra, Rating: *)


Bize göre yaratıcı zeka


HAKEM Ali Aydın
'ın sarı kart hatası Uniball için çok hoş bir reklam fırsatına dönüştü: ‘‘Bize göre kalem hatası’’. Burada önemli olan bu fırsatı görebilmek! Hakem Ali Aydın'ın ağzından ‘‘yağmur yağdı böyle oldu’’ lafı dökülür dökülmez, yağmurdan etkilemeyen bir kalemin olduğunu anımsayıp iki olay arasında bağlantı kurabilmek.

İşte yaratıcılık bu... İki bilinen şeyden bilinmeyen bir bağlantı kurmak, kurdurmak. Teşekkürler Uniball, bize çok gereksinim duyduğumuz bir şeyi anımsattın. Reklamda, özellikle basın reklamında, gündemden yararlanmanın gücünü.

(Reklam Ajansı: Ultra, Rating: * * * * *)


Çekirgelik

Terbiyeli olmak bazen başkalarının terbiyesizliklerine katlanmak anlamına gelir.

(Gary Anderson)
Yazının Devamını Oku

Erkan Mumcu'nun asıl amacı ne?

14 Kasım 2003
Kültür ve Turizm Bakanlığı'na Erkan Mumcu gelince içimden 'Bu kez belki tiyatro adına bir şeyler olabilir' diye geçirmiştim. Bugüne kadar yapılan 'müdür' atamalarından anlaşılıyor ki, Erkan Mumcu ‘‘bakan' olmayı üzüm yemek için değil bağcı dövmek için istiyormuş. Mumcu'nun daha önce Turizm Bakanı, Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemlerdeki 'ideolojik' çıkışlarını anımsayanlarınız çoktur. Kültür işlerini de içeren yeni bakanlıktaki performansına bakınca Mumcu'nun 'bakanlık' işini sadece şov amaçlı istediği sanısına kapılıyor insan. Nasıl kapılmasın? Bakanlığının bütçe görüşmelerinde yaptığına bakın. Cumhurbaşkanını 'kamusal alan' konusunda cahil buldu, iki kitap okumaya davet etti, gündeme geldi, rahat etti. Keşke Mumcu, Cumhurbaşkanı'nı Ankara'da yeni başlayan oyunlardan birkaçına davet etseydi. Yoksa Mumcu, Cumhurbaşkanı oyun izlemeye gelir, orada iki üç türbanlıyı görüp, tiyatroları da 'kamusal alan' ilan eder diye mi korktu ne!

Belki de birileri çıkıp Erkan Mumcu'ya tiyatro, opera, bale, sinema gibi konularda 'iki satır bir şeyler oku da ufkun genişlesin' diye öneride bulunsa çok iyi olacak. Belki de Erkan Mumcu'yu kültür, sanat işlerinde işlevsiz bulmakta biraz erkenci davranıyoruzdur. Belki de Erkan Mumcu'nun Türkiye'de tiyatroyu kurtarmak için büyük hazırlıkları vardır da uygulamaya geçmek için uygun zamanı bekliyordur.

Umarız öyledir. Biraz daha bekleyelim bakalım. Beklerken de bu sezon mutlaka görmeniz gereken 11 oyun daha önerelim. Bu oyunları nasıl mı seçiyorum? O da benim sırrım. Haftaya bu sezon çocuklarınıza mutlaka izlettirmeniz gereken çocuk oyunları önereceğim. Çocuk oyunu seçimi konusunda iddiam yok. Bu yüzden bu konuda eline su dökülmeyecek birinden Faik Ertener'den yardım aldım. Merakla bekleyin.

Kaçırırmayın...11 oyun daha...

Oyun Adı Yazar Yönetmen Yer

Yaban Y.K.Karaosmanoğlu Mehmet Ergen İst. D. Tiy.

Bir Kuşluk Vakti Raşit Çeliker Ali İpin Ank. D. Tiy.

Ölümsüz Öykü Karen Blixen Kenan Işık İst. D. Tiy.

Kalpaklılar Samim Kocagöz Tamer Levent İzmir D. Tiy.

Morgan Dağı'ndan İniş Arthur Miller Abdullah Ceran Erzurum D. Tiy.

Hadi Öldürsene Canikom Aziz Nesin Orhan Aklaya İst. Şehir. Tiy.

Söz Veriyorum Arbuzov Müşfik Kenter Bakırköy Şehir

Murtaza Orhan Kemal Işıl Kasapoğlu Semaver

At Gyula Hay Özdemir Nutku Ank. D. Tiy.

Ölümüne Suçlu Richard Harris Hakan Altıner Kedi

Dolu Düşün Boş Konuş Steven Berkoff Haluk Bilginer Oyun Atölyesi


Matrix de hortumcu çıktı

İki haftada üç film, beş oyun izledim, ruhumu acayip besledim. Aslında her filmi, her oyunu bana anlatılan bir masal gibi görüyorum biliyor musunuz? Siz de öyle yapın çok zevkli oluyor. Yönetmeni masalın anlatıcısı, senaristi ya da oyun yazarını masalın yazarı, oyuncuları da masal kahramanları görün, her şey bir anda değişiyor, çok daha keyifli hale geliyor. Bazen de her şey bir anda çöküyor tabii...

Aynı Matrix üçlemesinin son filmi Revolutions'da olduğu gibi. Filmde hortumdan başka bir şey yok. Sağa bak hortum, sola bak hortum. Masalsı hava gitmiş, Wachowski kardeşler bir hızla bize düğümü çözdürmeye çalışıp, karakterleri, öyküyü karman çorman yapmışlar. Smith bir yere gitmiş, kahin bir yere, Neo ise başka bir yere. Bu kadar güzel başlayıp bu kadar hortumla biten bir film daha anımsamıyorum. İlk ikisini görmediyseniz kesinlikle gitmeyin. Zaten Türkiye hortumcudan geçilmiyor, gideyim de şerbetleneyim diyorsanız siz bilirsiniz.

Görünen mizah görünmeyen şiddet tetikçiliği

Toroğlu-Büyüka ikilisinin Türkiye'deki futbol şiddetinin tetikleyicisi olduğu konusunda ısrarcıyım. Toroğlu-Büyüka ikilisinin yarattığı futbol dünyasında ne hakeme, ne futbolcuya, ne çalıştırıcıya ne de hakeme hoşgörü var. Toroğlu'nun görünüşte komik aslında ipe sapa gelmez 'maço-metoforik' anlatımları da bu hoşgörüsüz ortamı besleyen en önemli unsurlar. Görünüşte Maraton bir 'televole' programı ama bir metin analizi yaptığınızda taraftarlar arasında düşmanlığı ve ayrımcılığı körükleyen çok önemli bir tetikleyici olduğunu görmemek için kör olmak gerekiyor. Bakın, Beşiktaş-Galatasaray maçından sonra Beşiktaş menajeri Sinan'ın kameralara karşı yaptığı konuşmaya:

'Erkekliğin kitabında, raconunda bu işler yok. Bir tane gelen bir adam, vurması bizi üzmüştür. Onların davrandığı şekilde müdahale etmiş olsaydık, bu olay çok değişik olurdu. Orası İnönü stadı... Oradan çıkış öyle kolay olmaz... Galatasaraylı Bülent'in konuşmasını dinledim. Öyle yalanla kabadayılık yaparak konuşmasın. Bizim soyunma odasına gelmiş. Başta futbolcular olmak üzere herkese sordum. Efendice 'Ya Pancu biraz centilmen oynasana' demiş, çekmiş gitmiş. Öyle kalkıp da, soyunma odasına gelip de, yok öyle gelin falan diyemez, diyeceğini de sanmıyorum. O zaman olaylar değişir, misafirperverlik de biter. Kavganın da en iyisini biz yaparız, misafirperverliğin de en güzelini biz yaparız.'

Nasıl ama? Eğer Maraton yıllardır 'maço futbol söylemini' meşru hale getirmeseydi, Sinan Engin böyle konuşmaya cesaret edebilir miydi? Amigo gibi 'Burası İnönü, buradan çıkış yok!' demek ne demek! Toroğlu da yıllardır, 'eğer hakem ya da polis görevini yapmazsa futbolcu, takım ya da izleyici hakkını alır' düşüncesini hakim kılmıyor mu? Bu nedenle 'statlara kamera sokmamak’’ gibi ilkel kararlar peşinde koşacağımıza, Türk futbolunu bu ikiliden nasıl kurtarırız diye düşünsek çok daha iyi olacak. Ben düşünüyorum, size de öneririm.

Rostolu, fırıncı kürekli, iki hafta önceki Maraton'u burada eleştirince geçen hafta her nedense Maraton'un pek tadı yoktu. Yine de Toroğlu-Büyüka ikilisi arasıra yaptı yapacağını:

(Beşiktaş-Gençlerbirliği Fair Play tartışmasında)

n Toroğlu: Zaten devamında görürsünüz Ümit'in gidecek hali yok. Ümit sekiyo keklik gibi. Sekerken o noktaya İlhan gidiyor, çok güzel bir gol atıyor.

n Büyüka: Sana göre sonuçta golü görüyoruz hocam.

n Toroğlu: Bana göre bu olay centilmenlik ruhuna aykırı. Ha herkes konuşur buna yok top kalecideydi, oyundaydı, bilmemnedeydi. Hadi kaleci attı, Okan'ın da taca atması lazımdı.

n Büyüka: Okan da farkında değilim diyor hocam.

n Toroğlu: O... Onu geçek. Herkes farkında, hakem de farkında da Gülhane parkında herkes.

n Büyüka: Gençlerbirliği kalecisi atsana kardeşim adam gibi topu taca.

n Toroğlu: Haa at taca... Ümit de yere otursun. Türkiye'de ancak böyle yaparsan başarılı olursun. Oynadığın takım da Beşiktaş. Beşiktaş her zaman haklı olur. Küçük takımlara karşı büyük takımlar hep haklıdır. İstanbul'da bu hareketi Beşiktaş takımının aleyhine yapsınlar, kıyamet kopar (kopmalı demek istiyor). İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır.

(Hakem Adem Dursun'a sarı kart gösterdiğinde)

n Toroğlu: Bu bir hakemin aczidir. Top zaten Ankaragüçlü oyuncunun göğsüne geliyor. Elle oynama yok. Öyle bir karar veriyor ki vereceksen kırmızı ver. Vermeyeceksen hiç verme.

n Büyüka: Yani el diye kestiysen kırmızı ver.

n Toroğlu: Oyunu devam ettir bak ne oluyor. Ki değmiyor tamamen göğüs. Kolsa niye kırmızı vermiyorsun? Niye? Kendinden emin değil (Güvensiz hakem ne olacak!) Görmediğine karar veriyor. Kuddusi'de bir gerisin geriye gitme var. Burada hakem futbolcuya göre karar veriyor. Galatasaraylı oyuncu kart istedi, hakem iskonto yaptı % 50.

n Büyüka: Demek ki Galatasaraylı oyuncu sarı çıkacağını tahmin etmedi kırmızı istedi.

n Toroğlu: Kırmızı istedi. Bir dolmuşa getirdi, o da zırt diye çaldı. Zurnanın son deliği ya o düdük. Zırt diye çalıyorlar. Niye çaldığını da kendi de bilmiyor.

n Büyüka: Çaldıysa kırmızıyı çek ya da çalma diyorsun.

n Toroğlu: Çaldığını kendi de bilmiyor ki ruh gibi. Ne çaldığını bilmiyor saz mı çalıyor düdük mü çalıyor?

Bu haftalık bu kadar düşünmek yeter mi? Emin olun bu ikili futbol yorumlamayı bıraktıktan bir iki sezon içinde Türk futbolundaki gerilim biter. Şaka yapmıyorum, ciddi söylüyorum. Bu köşeyi izlemeyi devam edin, bu konudaki ciddiyetimi anlayacaksınız. Daha sonra sıra Kazım Kanat ve Ahmet Çakar'a da gelecek.

Oruç tutmayan İskender'de ikinci sınıf vatandaş

Geçen pazar canımız iskender çekti, Bursa Carrefour'a bir yolculuk yaptık. Saat 16.00 falan. Girdik içeriye. Baktık bütün masalar iftar pozisyonu almış beklemede. Üst katta üç masa var. Birinde iki kişi bir şey atıştırıyor. Garson 'Rezervasyonunuz var mı?' dedi. 'Yok' dedim. 'O halde yerimiz yok' dedi. 'Yukarıda masalar var, orada oturalım uzak yoldan sırf iskender yemeye geldik' dedik. Garson biraz düşündü. 'Çabuk çabuk iftara kadar yerseniz size servis açabilirim' dedi. Sinirlendik ve çıktık.

İşte içimizdeki gerçek şeriatçı! Oruç tutuyorsan servis var, tutmuyorsan çabuk çabuk yiyip, oruç tutana saygı göstereceksin.

Söyler misiniz, niye ben oruç tutmuyorum diye oruç tutanlar tarafından çaktırmadan terörize ediliyorum? Bir de buna İskender gibi sözde markalaşmaya çalışan bir yer çanak tutuyor. İskender'i örnek olsun diye veriyorum. Bu ülkede bu tür ayırımcı davranışın örnekleri çok. Polis kafası açık olanı paralar, türbanlıya el kaldırmaz. 'Allah Allah' diye tekbir getir, sağa sola saldır kimse dokunmaz, 'Transseksüellere özgürlük' diye bağır, anandan emdiğin sütü burnundan getirirler.

Siz üst kattaki türban, imam hatip tartışmalarına bakmayın. Atatürk devrimlerinin mayası bu ülkede tuttu. Din baronları bu yüzden karşı atakta. Bir de şu içimizdeki ayırımcı şeriatçıyı engelleyebilsek var ya Türkiye'yi kimse tutamaz. Bu ülkede herkes inananla inanmayana aynı muameleyi yapabildiği zaman bu ülke adam olacak. Nereden biliyorsunuz inanıp inanmadığımızı? Alnımızda mı yazıyor? Dinsiz olsam aç mı kalmam gerekiyor? İskender'i de içimizdeki şeriatçıyı beslediği için şiddetle protesto ediyorum. Bir daha da kapısından içeri adımımı atarsam ne olayım.

Cuma Takıntısı

Bu hafta size Sony'nin son albümü Cafe Pera'yı öneriyorum. Duygusal takılayım diyorsanız tam adresi. Beni düşünün demiyorum vardır düşünecek biri elbet değil mi?

Cuma ALINTISI

Kendini disipline etmek ne istediğini anımsamaktır (David Campbell)
Yazının Devamını Oku

Tekel'e fazla bile verdiler

9 Kasım 2003
<B>YABANCILAR</B> Tekel'in sigara bölümüne 1 milyar 150 milyon dolar değer biçti. Deniyor ki <B>‘‘Tekel'in bütün ürünlerinin pazarı hazır, daha yabancılar dayak mı istiyor?’’</B> Doğru Tekel'in birçok ürünü var. Ama hiçbiri markalaşmanın çok önemli olduğu pazar yapılarında marka değiller! Tekel ne zaman çağdaş yönetim ve pazarlama araçlarını kullandı ki? Tekel ne zaman ürünlerinin hiçbirini işlevsel kalitesinin üzerine çıkan bir marka yönetimi anlayışı ile yönetti ki? Tüketicisinin tatmin olup olmadığını ne zaman düşündü ki?

Bana Tekel'e ait bir tane pazarlama planı ya da pazarlama araştırması gösterin de dişimi kırayım. Türkiye'nin 9'uncu büyük şirketi doğru. Peki bugüne kadar doğru dürüst bir reklam ajansı ile doğru dürüst bir hakla ilişkiler şirketiyle çalıştığını gören var mı? Tekel ‘‘ucuz’’ olsun diye ambalaj tasarımlarını, afişlerini bile kendi tasarımcılarını istihdam edip, onlara yaptırmadı mı?

Tekel'in ürün satışlarında her zaman fiyat değişkeni en büyük belirleyici olmadı mı? Çıkardığı ürünler de sadece zaman içinde işlevsel kalite standartları ile doğal süreçte ‘‘isim’’ olmadılar mı? Hepsi bu değil mi? Hepsi bu. Tekel'in ürünlerinin ödenecek bir miktar isim hakları var ama hiçbirinin doğru dürüst bir marka değerleri yok. Bu nedenle de pazarı hazır denen ürünlerinin hepsi aslında pazarlarına çok eğreti tutturulmuş durumdalar.

Sonuç? Tekel'e ödenecek doğru dürüst bir kurum değeri de yok. Tekel'in binasından, arazisinden, makinelerinden ve zincirlerinden başka ödenecek doğru dürüst bir değeri yok. Eğer böyle değerleri olsa yabancılar istikrar falan dinlemez bastırırlar parayı. Gerçekleri görün. Eğer zamanı geldiğinde işinizi ‘‘bi kasa bi masa’’ parasına satmak istemiyorsanız kurumsal iletişime, pazarlama iletişimine önem verin, ürünlerinizi farklılaştıran soyut (intangible) değerler yaratın. Sonra ‘‘Hoca’’ demedi demeyin.


Özgür Kız'a da rakip geldi


‘‘İlk adımlarımı senle attım, senle yattım, senle kalktım, ayakkabım. Aşık oldum, gezdim, tozdum, evlendim, çoluk çocuk ayağımda hep sen vardın, ayakkabım...’’

Anımsadınız mı bu sözleri? Ayakkabı Dünyası'nın yeni vizyona giren reklamında Nil Karaibrahimgil'in söylediği şarkının sözlediği sözler bunlar. İnandınız mı? Çok benziyor değil mi Nil Karaibrahimgil'e. Ama değil işte. Araştırdım gördümki Nil Karaibrahimgilmiş gibi yapan Semra Altınel'miş. Hatta Nil Karaibrahimgil bile kendisiymiş gibi yapan kızın kim olduğunu öğrenmek için reklam sektörünün resmi bestecisi, Jingle House'un sahibi Ömer Ahunbay'ı aramış ‘‘Ömer bu kız niye beni taklit ediyor?’’ demiş, Ömer Ahunbay da ‘‘Etmiyor, kızın tarzı bu’’ demiş. Anlayacağınız rekabetin görünmeyen kuralları işlemiş, köpeksiz köyde değneksiz dolaşan ‘‘Özgür Kız’’a da rakip gelmiş. Siz hiç ensesinde bir rakibinin soluğunu hissetmeyen ürün ya da hizmet kategorisi gördünüz mü? Bırakırlar mı?

Reklamı beğendim. Ayakkabı Dünyası'nın bir ayakkabı perakendecisi olarak markalaşma çabalarını takdirle izliyorum. 32 milyon dolarlık ciro hiç fena değil. Ayakkabı Dünyası'nın ne kadar doğru yolda olduğunu gösteriyor. Yeni reklam da ne dediği anlaşılmaz bir sürü ayakkabı reklamı arasından duygusallığı, doğru bam teline dokunuşu ve özellikle de müziği ile ayrılıyor.


Kadir'in fendi Selo'yu yendi!


TURKCELL'in ‘‘Memleketi sen mi kurtaracaksın Selo’’ kampanyası hem stratejisi hem de taktik anlayışı itibarıyla çok sağlam bir kampanya. Turkcell bu kampanya ile herkese açık açık ‘‘10 yıldır biz çalışıyoruz, herkes oturuyor’’ diyor, bu arada topluma sağladığı faydaları bir bir özetliyor ve tembel Türk halkıyla çaktırmadan dalgasını geçiyor. Türk halkı da ekran karşısında Kadir Çöpdemir'e sırıttıkça sırıtıp ‘‘Ben bu tipi bir yerlerden tanıyorum ama nerden?’’ diye soruyor. Nereden acaba?

Bu arada 10'uncu yıl kampanyası ile Selo'nun ayaklarının iyiden iyiye uzaydan yere bastığını ve Kadir'in fendinin Selo'yu yendiğini söyleyeyim. Ben olsam Selo ve Nil'in birlikte oynadığı ‘‘10. yıl kontür dağıtımı’’ reklamına Kadir Çöpdemir'i mutlaka iliştirirdim. Selo ve Nil bu elele kolkola danstan sonra ömürlerini artık tamamladılar. Mirasçılarının yerini sağlam tutmak lazım.

(Reklam Ajansı: Y&R, Rating: * * * * *)


Bosch damardan ‘güven buhranı’ veriyor


BOSCH'un son reklamı resmen daral getiriyor. Zaten toplum olarak ciddi bir güven buhranı yaşıyoruz, Bosch da ‘‘Robert Bosch’’u haklı çıkarıcağım diye bu güven buhranının altına odun attıkça atıyor. Robert Bosch da mı nereden çıktı? Hani ‘‘Müşterilerimin güvenini kaybedeceğime..’’ falan diye başlayan, gişe rekorları kıran, sonra da Arçelik'in uzunca süre kabus görmesine yol açan bir reklam var dı ya... Hah, işte o.

Bosch hálá güven müven deyip bu reklamla yakaladığı başarıyı yakalamaya, tutunduğu güveni elinden kaçırmamaya (pekiştirmeye) çalışıyor. Bosch daha sonra da güveni çağrıştıran aynalı maynalı bir sürü reklam yaptı ama bugüne kadar ilk reklamın yarattığı etkiyi yaratabildiğini söylemek zor. Bosch bu durumun farkına varmış olacak yeni vizyona giren filmde daha güçlü bir şekilde damardan güven buhranı verip, sonra da ‘‘İşte çözüm: Bosch’’ demeye getiriyor.

Reklamın girişinde bir genç kız görüyoruz. Ailesinin yanından uzaklara gidiyor pozlarında. Korumacı annesi valizini hazırlıyor ‘‘Paranı iyi sakla, her isteyen verme’’ diyor. ‘‘Aneane ya da babaanne’’ ortalarda dolaşıp güven bunalımından hava durumuna da nasibini aldırtıyor: ‘‘Havalara filan güvenme, sıkı giyin!’’ Baba durur mu? Tabii ki daha bir Tecavüzcü Coşkunlara atıf yapan bir nasihatle koroya katılıyor: ‘‘Öyle olur olmaz insanlara da güvenme.’’

Metin yazarı hızını alamamış olacak güvene buhranı ortamına birden ‘‘gözlerini kaçıranları’’ da dahil ediyor. Güvenin bu kadar tacize uğradığı bir ortamda kızın birden kahve pişirmesi geliyor ve mutfağa gidiyor. Bu arada kendini tutamıyor ve ağlıyor. Neden? Sevinçten. Çünkü buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın hálá yerli yerinde. Kız biliyor tabii. Bugünlerde hırsızlar gündüz gözüyle evlere kamyon dayıyorlar da kimsenin haberi olmuyor valla. Ve kapanış: ‘‘Birine ve bir şeye güvenmenin bu kadar zor olduğu bir dünyada yüz milyonlarca insan Bosch'a güveniyor.’’

Nasıl ama? Güven duygusunu geçirmede ilki kadar olmasa da yine de başarılı değil mi? Başarısının nedeni de ilk filmdeki gibi gerçek dünya inançlarından beslenmesi. Tek kusuru sonuca ulaşmak için gerçek dünyayı biraz daha çekilmez hale getirmesi.

(Reklam Ajansı: Adcom.tr,

Rating: * * * *)



Reklamlar orta yaş kuşağını keşfetti


İYİ
ki Bireysel Emeklilik diye bir şey çıktı da reklamlar 40 yaş kuşağını, anneliğin, babalığın değerini keşfetti. Bireysel Emeklilik biraz daha gecikseydi ortalık elli yaşlarında hip-hopçulardan geçilmeyecekti! Yapı Kredi Emeklilik de geç de olsa babalığın değerini bize anımsatanlardan. ‘‘Akıllı adım’’ ile özetlenen kampanyada babalık gururu gibi çok önemli bir psikolojik çekicilik kullanılıyor, erkekler tam can evinden vuruluyor. Kim ister yaşlanınca güçsüz, torunlarının isteklerine yanıt veremeyen bir dede olmayı? Kim ister böyle toplumsal bir ayıbın altında ezilmeyi? Kimse. Yapı Kredi Emeklilik hedefini çok iyi analiz etmiş, segmentini çok iyi seçmiş, reklamla da ürününü erkek psikolojisinin derinliklerine çok iyi nüfuz ettiriyor. Kutlarım.

(Reklam Ajansı: Movida Plus

Rating: * * * * *)



Promosyon deyip geçmeyin!


HÜRRİYET
'teki tasarımcı arkadaşlarımızdan Sanlı Ergin'in sabahın sekiz buçuğunda Aria operatörlü cep telefonu çalıyor. Ergin yanıt veriyor, karşıda bir erkek sesi: ‘‘Ramazanınızın hayırlı geçmesini, ailenize sağlık ve mutluluk getirmesini dilerim.’’ Ergin adama ‘‘Tanışıyor muyuz’’ diye soruyor. Aldığı yanıt ‘‘Hayır’’ oluyor. Ergin, ‘‘E ne diye?’’ söze girecek oluyor. Adam hemen açıklıyor: ‘‘Benim operatör de Aria. Diğer operatörlerden beni aradıklarında sürekli bedava kontör kazanıyorum da. Sadece Ariacıları arayabiliyorum ama. Kontörleri ne yapayım, ne yapayım diye düşünürken aklıma bu fikir geldi. Rastgele telefon numarası çevirip herkesin ramazanını kutluyorum.’’

Şu promosyon denen şeyin yarattığı mucizeyi görüyor musunuz? Buna hayırlara vesile olmak denmez de ne denir? Hem promosyon yap hem cennetlik ol. Yeryüzünde yabancı girişimcisine böyle olanaklar sağlayan başka ülke var mı? Sonra sen kalk Tekel'e 1 milyar 150 milyon dolar öner. Olacak iş mu bu!


Çekirgelik

Şans hazırlıklı olanın yüzüne güler.

(Pasteur)
Yazının Devamını Oku