Ali Atıf Bir

Gelir kaynağı mı dış, politika aracı mı?

12 Nisan 2004
<B>11 </B>Eylül’deki ikiz kule saldırısından sonra artık Amerika’dan öğrenci vizesi almak o kadar kolay değil. Vize işlemlerindeki yavaşlama nedeniyle de ‘dünya yabancı öğrenci hareketi’ Amerika’dan, Kanada ve Avustralya’ya kaymaya başladı. Amerikan Üniversitelerine yüzde 2 daha az yabancı öğrenci alınıyor.

The Wall Street Journal’daki yazısında George Melloan bu konuda Amerika yönetimini uyarıyor: ‘Yabancı öğrenciler Amerika’nın sadece en güvenilir yurtdışı gelir kaynağı değil aynı zamanda Amerikan dış politikasının önemli bir aracıdır. Amerika kabul ettiği yabancı öğrencilerle tüm dünyada geleceğin liderlerini yetiştirmektedir, aman dikkat!’

Harvard Öğretim Üyesi Joseph Nye’in bu konudaki düşüncesi ise şöyle: ‘Yabancı seçkinleri eğitmek Amerikan yönetimin bilinçli bir stratejik hedefi değil. Amerikan yüksek öğretimi dev bir özel sektör ve verilen eğitimi siyasi açıdan tektip hale getirmek mümkün olmadığı gibi yüksek öğretime devlet müdahalesi de mümkün değil. Amerikan yüksek öğretiminin çekici olmasının tek nedeni var. O da giriş kolaylıkları ve eğitim kalitesi. Yabancı öğrenciler ülkelerinde bulamadıkları eğitim kalitesini Amerikan üniversitelerinin kampuslarında buluyor, çok iyi imajlarla da evlerine dönüyorlar.’

YÖK yasası tartışmalarının yeniden alevleneceği belli olan şu günlerde Amerika’daki bu tartışmayı bir anımsatayım dedim. Hani bir Milli Eğitim Bakanı çıkar, bu yazıyı okur sonra da ‘yüksek öğretimde yasasında önceliği türban ya da imam hatiplere değil de eğitim kalitesine verir’ diye düş kurmadan edemiyor insan. Nerede Türkiye’de öyle bir Milli Eğitim Bakanı değil mi?

Micra ve Mio’ya ne oldu?

KISA
bir süre önce deterjan pazarına Micra ve Mio isimli iki deterjan girdi, televizyonlardan kısa bir süre için bize ‘cee’ dediler, sonra bir daha ne gelen ver ne giden dönen yok seferinden! Siz siz olun markanızın tüketici zihninde doğru dürüst konumunu belirlemeden, bu konuma uygun dağıtım kanallarına hakim olmadan, bu kanallarda raf kontrolünü elinize almadan reklam yapacağım diye ortaya çıkmayın. Hele de deterjan pazarında! Deterjan pazarı Unilever (Omo, Rinso), P&G (Alo, Ariel) gibi dünyaya pazarlama öğreten çokuluslu şirketlerin at koşturduğu bir alan. Bu alana dört dörtlük pazarlama stratejileriyle girmezseniz, çok üzülürsünüz.Reklam sadece mesajı iletir, bakkala markete gidip malı doğru rafa koymak, orada da malı tercih edilir hale getirmek ayrıca kırk takla atmayı gerektirir! Biz buna kısaca pazarlama diyoruz.

Nelere dikkat ediyorlar!

GEÇEN
hafta Tarkan’ın oynadığı Opet Full Force 98 Oktan reklamıyla ilgili genç bir okurumdan şöyle bir e-posta aldım: ‘Reklamda Tarkan Saab 95 2.0 lt’den iniyor. Bu araba öncelikle yeni falan değil, bir önceki kasa, daha doğrusu makyajsız yeni almış olması imkansız. Ayrıca 150 beygir bu ağırlığa göre yetersiz öyle asfaltı falan kazımaz. Bu reklama uygun araba Mercedes S 500 veya BMW 745i olmalıydı. Bu iki araba da hem güç hem prestije sahip, bu nedenle de reklamdaki oktan farkı sonucu oluşacak gücü daha iyi anlatabilirler. Ayrıca virajlardaki hareketler el freni ile yapılmış, araba önden çekişli yapmacık duruyor. Arkadan çekişli bir araçla daha gerçekçi olurdu.’ (Uygar Kılıç, 20).

Şimdinin gençleri reklamları çok daha ayrıntılı okuyorlar. Havalara bakmayın, kabahat sizde. Bebekken, mama yedireceğiz diye üç öğün reklam izlettirirseniz olacağı bu. Başka ne bekliyordunuz?
Yazının Devamını Oku

Ya ‘Gani Gani’ sorun çıkarırsa?

11 Nisan 2004
<B>‘GANİ</B> Gani’ öncelikle iyi bir markalama örneği. Hem ürünü, hedef kitlesi olan küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin rahatlıkla anlayacağı ve hoşlanacağı bir şekilde çağrıştırıyor, hem <B>Garanti Bankası</B> ile mükemmel bir şekilde özdeşleştiriyor. Bir ‘Nakit Yönetimi Programını’ bırakın reklamla çekici hale getirmeyi, ne olduğunu anlatmak bile başlıbaşına bir iş. ‘Gani Gani’ markası böyle zor bir işin üstesinden gelmeyi sağlayan ilk faktör.

Reklama gelince.. Müziğe diyecek yok, ‘Gani Gani’ yi adeta kafalar çakıyor. Ahmet Gülhan doğru seçim, iyi oynuyor. Soyut bir bilgisayar programını insani bir kılığa sokmak ve bu karakterin ağzından, kullanım ortamında programın işlevlerini anlatmak, hiç de fena fikir değil. Reklamın en karışık yeri nakit yönetim programının ‘faydalarının’ özetlendiği bölüm.

Nakit ihtiyacını karşılama, kur karşılaştırma, dünya piyasalarından ürün fiyatı öğrenme gibi üç ayrı fayda üzerine gitmek, hem reklamın temposunu düşürüyor, hem de akılda tutmayı engelliyor. Tek ve çarpıcı bir özellik üzerine gitmek daha etkili ve meraklandırıcı olabilirdi. Sanırım burada reklamveren, ‘Ne buldunsa koy sendromuna’ yenilmiş!

Gani gani’ reklamında ne anlama geldiğini çözdüğüm ama iyi iletilmediğini düşündüğüm iki mesaj var.

Biri ‘Gani Gani’ sözcüsünün zamanla ‘sadece kendi aklını sevenAhmet Gülhan’a benzemesi. Diğeri ise Ahmet Gülhan’ın otoriteyi tekrar ele aldığını göstermek için ‘Hadi git çay getir len’ diye delikanlıya terslenmesi.. İpuçlarını verdim, mesajları şimdi aldınız mı?

Reklamın sorunu, tekrar izlenme değerinin biraz düşük olması. Ancak bu sorun ‘Gani Gani’nin markalaşmasını engelleyemiyor. Olsa olsa ‘Gani Gani’ sıcak değil de biraz daha ‘soğuk’ bir marka olarak algılanıyor olabilir.

Siz hálá ‘Gani Gani’nin ne olduğunu anlamadınız mı? Var mı yönetecek naktiniz? Yok. O halde sizin ‘Gani Gani’ neyiniz ki!

Durun, bir sorun daha var. Ya ‘Gani Gani’ girdiği işletmede başarısız olursa? O zaman da adama şey demezler mi.. Şey.. Allah ‘Gani Gani’ rahmet eylesin.. Demezler mi?

(Reklam Ajansı: Alameti Farika Rating: * * * *)

Caaaart Finans!

REKLAM
sektörü popstar yarışmasından yararlanmakta geç kaldı. Card Finans da olmasa böyle ‘popüler’ bir fırsat kaçmış olacaktı. Card Finans reklamındaki fikri sevdim. Popstar’ın (şimdiki Türkstar’ın) jüri üyelerini ‘popstar halleriyle’ (ve hoşluklarıyla, örneğin Zerrin Özer gülüşü gibi) reklama yansıtmak reklamı beğenilir kılmış.

Sorun oyuncu yönetiminde. Oyuncular daha iyi yönetilse ‘daha doğal halleri’ bulununcaya kadar uğrasılsaymış, reklam daha inandırıcı ve etkili olurmuş. Reklam tekrar tekrar izlenme değerine sahip, Armağan’ın Card Finans (C’li yazılmıştır) esprisi de yeniden izlemeyi sağlayan önemli unsurlardan biri. ‘Popstar’ gündeminden yararlanmak Card Finans’ın ‘beğenilirliğini’ artıracaktır. Ahmet San’a yüklenen ‘Niye Finans Card?’ söyleminin ise daha akılda kalıcı yorumunun olabileceğini düşünüyorum. Card Finans (C’li okuyun) gibi oraya da kartı ayrıştıran temel özellikle ilgili bir espri konsaymış reklam tadından yenmez dört yıldızlık olurmuş.

( Reklam Ajansı: ATCW Rating: * * *).

Not: Card’ı Kart okumak öyle yerleşti ki başlıktaki gibi yazmayınca mümkün değil kimse Cart (Yani Cart gibi Cart) diye okumuyor..

Bob Garfield’den On Emir!

UZUN
süredir dünyaca ünlü reklam meslek dergisi Advertising Age’de reklam eleştirileri yapan, reklamları yıldızlayan, Amerikan reklam eleştirmeni Bob Garfield yarın İstanbul’da, Mövenpick otelde, bir seminer verecek. Seminerin ismi Reklamcılığın On Emri.

Garfield, ayrıca katılımcılara bir dizi ‘en iyi ve en berbat’ reklamlar izlettirip oylama yaptıracak. Toplantıyı, Marketing Türkiye düzenliyor. Katılım Ücreti 150 milyon TL.

Garfield, ‘aynı gösteriyi’ 13 Nisan’da Bilgi Üniversitesi’nin Dolapdere Kampusu’nda öğrencilere ve öğretim görevlilerine ücretsiz olarak da yapacak. Kontenjan sınırlı olduğundan önceden rezervasyon yaptırsanız iyi olur. Garfield’e gidenlerden bir ricam olacak, ‘Gani Gani’ reklamına o kaç yıldız veriyor, bir öğrenebilir misiniz? Bir de ‘Allah gani gani rahmet eylesin’ cümlesini İngilizce’ye çevirmek istiyorum acaba bir önerisi var mı?

Salı patron kimmiş öğrenin!

BİR
ay önce Cansu Akbel aradı, ‘Patron Kim’i çekiyoruz, tam sana uygun bir rol var, konuk oyuncumuz olur musun?’ dedi. Cansu’yu çok severim, kıramam ama yine de ağzımdan şöyle cümleler döküldü:

Nasıl yani? Cem Davran’la, Janset’le ben.. Karşılıklı.. Onlar benim idol dizi oyuncularım, nasıl yaparım, olur mu?’ oldu. Cem Davran’la, Janset’le karşı karşıya geçtim, şakır şakır oynadım. Hatta fark ettim ki, içimde dizi kurtları varmış, onları da bir güzel döktüm. Bir süredir benim oynadığım bölüm ne zaman yayınlanacak diye bekliyorum, hatta bir ara dayanamadım, ‘Ne oldu?’ diye, Cem Davran’ı aradım. O da ‘Seni çok beğendiler, yeni bölümler yazıyorlar, yerimi alırsın diye korktum, yayınlatmıyorum’ diye gırgır geçti. Sonra öğrendim ki, bu hafta milli oluyormuşum. Cem Davran’ı oyunculuğumla nasıl ezdiğimi görmek isteyen varsa, Salı akşamı 19.50’de ekran karşısında olsun.. Görün bakalım gerçek patron kim?

Sabancı bir halk kahramanıydı!

Tekirdağ’dan İstanbul’a doğru geliyorum. Cep telefonu ile konuşarak benzinciden içeri girdim. Kasaya yöneldim. Kredi kartını uzattım. Bir yandan da konuşmaya devam ediyorum. Arkadaşıma ‘Sakıp Sabancı’yı kaybettik’ dedim. Sonra biraz daha konuşup telefonu kapattım. Kasada duran yirmi yaşlarındaki kara yağız delikanlı ‘Ya abi kaybettik. Sabancı’yı da.’ dedi. Arkamda birden peydahlanan genç pompacı ‘Halk çok seviyordu onu çok. Her şeyden önce dürüst adamdı, ben de babam kadar severdim’ diye ekledi. Kasadaki genç devam etti: ‘Allahıma kitabıma öyle patronum olmasını çok isterdim’.

Sakıp Sabancı’nın, Türk insanı için ne ifade ettiğini yukardaki konuşmalardan daha iyi ne anlatabilir onu bilmiyorum. Sabancı’nın Türk siyasetinde, ticaretinde nasıl bir ‘denge’ unsuru olduğunu bir yana bırakalım, üzerine basa basa söylenmesi gereken gerçek şudur:

Türk halkı bir kahramanını kaybetmiştir.

1950 ile 1980 arasında Türkiye’de işadamı ‘göbekli, puro içen, gözü paradan başka bir şey görmeyen’ biri olarak algılanıyordu. Sakıp Sabancı renkli, sıcak, halka yakın duruşu ile işadamının bu kötü imajını değiştirdi. Halkla işadamını barıştırdı. Neredeyse, ‘Sosyal demokrat şirket modelinin ilk temellerini attı’ desem yeri. Düşünün şimdi kocaaa Sabancı İmparatorluğu’nu, bir de Sakıp Sabancı’nın sizdeki imajını düşünün. Bu karışım sizde hiç ‘vermeden almış!’ duygusu yaratıyor mu? Yaratmıyor. İşte Sakıp Sabancı’nın kahramanlığı buradadır. Amerika’daki 11 Eylül saldırısından sonra ‘sosyal demokrat şirketler yaratmak isteyen’ Avrupalı, Amerikalı hatta Türk şirketler kendilerine iyi bir örnek istiyorlarsa işte örnek:

Sakıp Sabancı.

O benim de kahramanımdı. Üzüntüm büyük. Nur içinde yatsın...


Çekirgelik

‘Kaynaklar... Küçülmeler... Teknolojiye yetişmek... Yeniden yapılanma... Yeniden konumlandırma... Biz aslında ne iş yapıyorduk, unuttum!

(Çok Anonim)
Yazının Devamını Oku

Nefis ve leziz bir gece

9 Nisan 2004
Mutfak Dostları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi, çok sevgili dostum Orhan Kesikoğlu 1 Nisan günü derneğin Four Season Oteli’nde yapılacak gala yemeğine davet etti, kalktık gittik. İyi ki gitmişim, hayatımda bu kadar eğlendiğimi anımsamıyorum. Bir kere Mutfak Dostları Derneği’nin kuruluşuna, bugüne kadar gelişine emeği geçen başta rahmetli Ergin Köknar ve Tuğrul Şavkay olmak üzere herkese teşekkür etmek lazım. Yemek yemek denilen sıradan bir iş ancak bu kadar kutsal bir iş haline getirilebilir, bravo! Şu andaki başkan Semih Soner’e ve yönetim kuruluna da teşekkür etmek lazım, bayrağı almışlar heyecanla daha da ilerilere bir yerlere dikmeye çalışıyorlar.

Four Seasons’ı bilirsiniz Avrupa’nın ve İstanbul’un en iyi mutfağına sahip otellerimizden. Gala gecesinin şefi Giancarlo Gottarda idi. Gottarda gerçekten de rüya gibi bir mönü hazırlamış. Mönü güzel ama yemek için sabırlı olmak gerekiyor. Önce bir kaşık ayıni var. Mutfak Dostları Ruhban Sınıfı, -pardon yönetimi-, birer senyör olduklarını belirten bordo yakalıkları ile ‘hu’ çekerek içeri giriyorlar. Sonra ‘Niye böyle bir mönü, bu şaraplar’ konuşmaları yapılıyor. Bu arada siz elinizde mönü, hafif hafif yalanmaya başlamışken, Battal Gazi filmlerinin ‘düşmana hücum’ sahnelerinde çalınan bir müzik eşliğinde ilk tabak yemek içeri giriyor. Başkana sunuluyor. Başkan ‘benim yerime şu tatsın’ diyor, yemek o kişiye gidiyor, o kişi ağırdan ağırdan yemeği ağzında çeviriyor çeviriyor, sonra ayağa kalkıp başkana ‘Nefis ve leziz olmuştur komutanım’ diyor.

Daha sonra birden kapılar açılıp içeri akıncılar giriyor ve her masayı ablukaya alıyorlar. Siyahlar giymiş bir bayan şefin uyarısıyla aynı anda tabaklar masalara konuyor. Eğer o ana kadar mide töreni krampından gitmemişseniz afiyetle yemeğinizi yemeğe başlıyorsunuz. O gece bu töreni tam altı kez yaptık, şarap vitesini dört kez değiştirdik ve beş saat sonunda babalar gibi yıkılmadım, ayaktaydım! Tek sorunum her masaya konan tabakta kendime şu soruyu sormak oldu: Niye bu kadar küçük porsiyona bu kadar büyük tabak!

Giancarlo’nun yemekleri çok lezzetliydi. Her çatalda ne kadar doğru dostlar edindiğim konusunda bir kere daha kendimi tebrik ettim. Ama üçüncü tabaktan sonra anladığınız ya da anlamadığınız ne yerseniz yiyin ‘marjinal fayda kuramı’ devreye giriyor ve lezzet etkisi azalıyor. Sicilya usulü cheese cake’in hayrını gördüysem ne olayım! Mönüyü de ekte veriyorum sanırım ne demek istediğimi anlayacaksınız. Yazıyı şöyle bitireyim: Kendinize mutfak dostu bir arkadaş mutlaka edinin, pişman olmazsınız, böyle keyifli geceler kolay kolay bulunmuyor, sağolasın Orhan Kesikoğlu.

Yemek mönüsü

Cenova usulü fesleğen kapuçino, parmesan gofreti

Kimyon ile marine edilmiş dana karpaçyo

Hindiba-tere salatası, gevretilmiş badem sosu

‘Carnaroli’ pirinci rizottosu

Konfi domates, füme patlıcan, Sicilya pesto sosu, kalamar yahnisi

Provans usulü otlarla kaplı lipsos balığı

Kereviz, domates, siyah zeytin, biberiyeli limon sosu

Portakal ve kekik soğuk şerbeti

Fırında kuzu sırtı

Kırmızı dolmalık biber ile doldurulmuş ‘agnolotti’, konfi enginar, adaçayı sosu

Sicilya usulü ‘cheese cake’, yeşil fıstık kulisi

Çay-kahve & ‘petit four’

Şarap Mönüsü

Sarafin Fume Blanc 2002

Sarafin Chardonnay 2002

Karma Cabernet Sauvignon-Öküzgözü 2000

Doluca Safir 2001

Cuma LAKIRDISI




Kırk üstü kadınlar açıksözlü, doğrucu ve dürüsttürler. Geri zekalı gibi davranırsanız ne kadar geri zekalı olduğunuzu bir çırpıda açık açık söyleyiverirler. (Andy Rooney)


Safran Firuzecilerden nasıl intikam aldı

Bu yazı geç kalan bir yazı ama yazmadan da edemeyeceğim. İki hafta önce cuma akşamı Neredesin Firuze’nin müzikleri için İstanbul Safran’da bir parti verildi. Beklenmediği üzere filmin müziklerinden oluşan albüm 100 binden fazla satmış ve filmin yapımcıları bu mutlu olayı, günün anlam ve önemine uygun bir ‘cemaatle’ paylaşmak istemişlerdi. Müslüm Gürses hariç albümde yer alan herkes bu partiye gelecek ve albümdeki şarkısını ‘canlı canlı’ söyleyecekti. Parti haddinden fazla ilgi gördü, Safran doldu taştı, gecenin ilerleyen saatleri oldu, ne gelen vardı ne giden. Davetliler sadece Erol Büyükburç’la yetindiler. Hatta DJ ‘Neredesin Firuze’ albümündeki bir iki parçayı çaldı, sonra bir daha ‘Neredesin Firuze’nin F’sini bile çalmadı. Üst üste çalan Orhan Gencebay parçalarından bir gerilimin yaşandığı belliydi. Biraz soruşturunca gerçek ortaya çıktı. Safran’ın sahibi Aslı Altan, Neredesin Firuze albümündeki sanatçılar gelmeyince, konuklara 100 kadeh de bedava içki dağıtılınca, Safran’ın düşürüldüğü duruma kızıp, Firuze müziklerinin çalınmasını yasaklamıştı. Altan Safran’ın hem manevi hem de maddi olarak zarar gördüğünü düşünüp o kadar çok kızmıştı ki, Neredesin Firuzecilerden intikamını bütün gece Müslüm Gürses yerine Orhan Gencebay parçaları çaldırarak almıştı. Öğrendiğimize göre Neredesin Firuze’de yer alan tüm sanatçılar gerçekten de ‘geceye geleceğiz’ diye söz vermişler ama daha sonra sözlerini tutmamışlar. Bir görüşe göre ‘Beklenmedik şekilde çok satan albümden onların payına bir şey düşmeyince kimse programını bozmak istememiş’. Sonuç: Aslı Altan’ın zararı bir ölçüde tazmin edilmiş, olay kısmen de olsa tatlıya bağlanmış. Yorum: Aslı Altan haklı. İlginç not: Müslüm Baba bir yere gidip, ‘cee’ bile dese, iki buçuk milyar alıyormuş.

Cuma TAKINTISI

Bu hafta sonu size Taksim’de T-Square Restoran’ı öneriyorum. Buranın atmosferini seviyorum. Her nedense bana minimalist bir Meksika restoranını çağrıştırıyor. Yemekler Meksika yemeği falan değil ama son derece leziz etler, piliçler var. Salatalara da dikkat. Müzik kafa ütülemiyor ama biraz daha azaltılsa daha iyi olur. Yine de rahatça sohbet mümkün (0-212- 252 62 45).

Küçük şeylerle mutlu olmak için

Bu hafta size çok hoş bir fotoğraf sergisi gezmenizi öneriyorum. Serginin ismi ‘Küçük Şeyler’. Sergideki fotoğraflar Melih Zafer Arıcan’a ait. Arıcan, ABD’de San Francisco Academy of Art College’de fotoğraf üzerine yüksek lisans yaptı. Halen Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak fotoğraf dersleri veriyor. ‘Küçük Şeyler’ Arıcan’ın ABD’de başlayan bir projesinin uzantısı ve ilham kaynağını da Bach’tan almış. Lafı uzatmayayım, gidin görün, mutlu olun, ben iki tanesini koleksiyonuma kattım. (Fotoğrafevi Koç Allianz Galerisi Tel: (0212) 251 05 66)

Gönül aşk ister resim bahane

İnci Küpeli Kız filmini mutlaka görmelisiniz. Tablo gibi bir film. Yönetmen Peter Webber her kareyi nasıl bu kadar ustalıkla görsel bir şölene dönüştürdü aklım almadı. Hatta bazı kareler birebir ünlü Hollandalı ressam Johannes Vermeer’in tabloları... İnanamadım.

Film iki milyondan fazla satan Tracy Chevalier’in kitabından uyarlama. İlk bakışta da Hollandalı Johannes Vermeer’in hayatından bir kesit gibi görünüyor. Ama öyle değil. İzleyin, bir ‘aldatma’ nasıl bu kadar masum anlatılır göreceksiniz. İnci Küpeli Kız kesinlikle bir ‘aldatma’ filmi. Amerikan filmlerinin görüntü ve ses efektleriyle yoğurulmuş sanal dünyasını seviyorsanız tavsiye etmem. Sinema meraklısı, romantik bir entelektüel olduğunuzu düşünüyorsanız tam size göre.
Yazının Devamını Oku

Elalemin düşüncesi torba değil ki büzesin

5 Nisan 2004
<B>GEÇENLERDE</B> Genç Rozi ile ilgili bir yazı yazarken Evy Baby reklamından <B>‘pedofili azdıran’ </B>diye söz ettim, <B>Ecmel </B>o gün boyunca resmen kafamın etini yedi.Ecmel’e göre ‘Nasıl olurda bu reklama bakınca böyle bir şey görebilir mişim? Eğer bir sorun görüyorsam niye doğru dürüst yazmıyor muşum?’

Ecmel
haklı mı? Kesinlikle haksız. ‘Pedofili azdıran’ benim reklamı eleştirmek için yaptığım bir tanımlama değil, bu reklamı bu şekilde algılayanların olduğunu vurgulamak için yaptığım bir tanımlama. Reklam daha başlar başlamaz, ertesi gün‘çocuk müstehcenliği’ ile ilgili üç e-posta aldım. Eğer önemli görsem, kimsenin gözünün yaşına bakmaz doğrudan eleştirimi yapardım. Reklamın ‘pedofili azdırma’ yönüyle ilgili ‘tahriş’ olanların sayısını anlamak için gelin bir de RTÜK’e gelen şikayetler bakalım.

Eyv reklamı başlayalı bu reklamla ilgili RTÜK’e tam 924 şikayet gelmiş.

Çocuklara kötü örnek olduğunu düşünenler 441 kişi.

Çocukların istismar ve rencide edildiğini düşünenler 187 kişi.

Toplum ahlakına aykırı olduğunu düşüneler 156 kişi.

Çocuk cinselliğinin ön plana çıkartıldığını düşünenler 74 kişi.

Çocuk ruh sağlığını olumsuz etkilediğini düşünenler 62 kişi.

Elalemin düşüncesi torba değil ki büzesin! Düşünüyor işte! Tüm bu şikayetler reklamın yasaklanmasını gerektirir mi? Kesinlikle hayır. Burada eğer sorun varsa, hukuki değil, toplumsal ahlakla ilgili değil, reklamcı ahlakıyla ilgili görmek gerekir. Reklamcı ahlakıyla ilgili olarak da şu sorular sorgulanabilir:

Türkiye genel olarak reklamda çocuğun bu şekilde‘çıplak’ kullanımına tolerans gösterebilir, böyle diye böyle bir tabuyu zorlamak gerekli mi? Reklamda çocuğun ‘temel satıcı öge ’ olmasına RTÜK göz yumabilir, ama reklamcı yummalı mı?Eğer çocuğun bu tür ‘bezsiz’ kullanımı, kategoriye hakim bir davranış haline gelirse kamuoyu döner mi? Prima’nın niye dünyada bebeği böyle ‘açık açık’ gösteren reklamı yok! Prima aptal mı?

Oksimoron

BİZİM
reklamcıları anlaması zor. Duayeninden, emeklisine, orta yaşlısından gencine tümünü anlaması zor. Bizim reklamcıların elleri işte gözleri marksizmde. Anlıyorum da, hazmetmesi zorÖ Reklam ve Marksizm. İki zıt kutup. Türk reklamcılarının duayeni Eli Acıman kalkıyor, 60 yıllık reklamcılık hayatını anlattığı kitabın önsözünü İlhan Selçuk’a yazdırıyor. Türkiye’de reklamcılığın 60 yıllık gelişimini özetleyerek Eli Acıman’ın durduğu yeri bize anlatacak kişi İlhan Selçuk. Olacak iş değil..

İlhan Selçuk yönetimindeki 11 Ocak 2004 Tarihli Cumhuriyet Gazetesinde bakın Öztin Akgüç ne diyor: ‘Karl Marx ‘İşçiler Birleşiniz’ demiştir. İşçiler değil ama kapitalistler birleşmişlerdir, sermayenim küresel egemenliğini, çokuluslu şirketler aracılığıyla oluşturmuşlardırÖGörülebilir bir zaman boyutunda demokrasi adı altında büyük firmaların egemenliğini ortadan kaldırmaya, değiştirmeye olanak yok gibi. Belki yapılması gereken sosyal devlet anlayışını yaşama geçirmeye zorlamaktır. Sosyal devlet uygulamasıyla düzen değişmez ama daha insancıl hale gelir.’

Nasıl ama?

Kapitalizmin resmi sanatçıları reklamcılar Marksistlerle ele ele kol kola. Durun daha bitmedi. Şimdi de bir gurup reklamcı sosyal demokrat eğilimli ‘Birgün’ isimli bir gazete çıkarmaya çalışıyorlarmış. Gazeteyi perde arkasından yöneten eski Dev-Yol Şefi Oğuzhan Müftüoğlu. Bir zamanların TKP üyesi Aydın Engin de tam genel yayın yönetmeni olacakmış, Müftüoğlu ile anlaşmazlığa düşmüş, ayrılmış. Kim bu reklamcılar diyorsunuz değil mi?

Sayayım... Atilla Aksoy, Şükrü Öksüz, Ersin Salman, Nazar Büyüm, Nuri Koçak, Faruk Yalın, Mumammer Oflu, Mustafa Kamer, Zeynep Necipoğlu.

Güneşin zaptı yakın arkadaşlar! Devrimi reklam dünyasından başlatıyoruz ileri! (Kimse revizyonistlik yapmasın dağıtırım!)
Yazının Devamını Oku

Laik, liberal ekonomi küreselleşme standart

4 Nisan 2004
<B>28 </B>Mart seçimlerinin AKP tarafından değil de rakipler tarafından bakıldığında iki gerçek kahramanı var. Biri Eskişehir’de <B>Yılmaz Büyükerşen,</B> diğeri Şişli ‘de <B>Mustafa Sarıgül. Büyükerşen, iktidar partisinin ‘Tam saha pres’ uyguladığı, seçimi almak için hiçbir masraftan kaçınmadığı, zaman zaman da kantarın topuzunu kaçırıp ‘baskıcı’ yöntemlere başvurduğu, bir seçim bölgesinde oyların yüzde 44.7’sini alarak yeniden başkan seçildi. Hem de seçime girdiği parti DSP‘nin yerlerde sürünen oy oranına rağmen. Büyükerşen’e ‘Niye bu kadar zor oldu?’ dedim. Büyükerşen şu yanıtı verdi: ‘Seçimden bir hafta önce araştırma yaptık ve bugün genel seçim olsa kime oy verirsin dediğimizde yüzde 54’ü AKP diyen bir yerde seçimi aldık! Daha zor olmasın mı?

Büyükerşen’in yaptığı seçim kampanyasını yakından izledim. Büyükerşen, hiçbir yerde şeriat korkusu salmadı, Atatürkçülüğü ve laikliği kalkan gibi kullanmadı, bu kavramların arkasına sığınan bir söylem geliştirmedi. Büyükerşen, sadece yaptıklarını; hafif raylı sistemi, Porsuk’u nasıl temizlediğin, Kalabak Projesi’ni, kültür sanat hayatını nasıl canlandırdığını anlattı. Büyükerşen vizyonu ve çalışkanlığı ile kazandı..

Sarıgül, 219 bin seçmenin oy kullandığı Şişli’de oyların yüzde 67.2’sini alarak, CHP’nin Türkiye ortalamasının dört beş kat üstüne çıkarak adeta mucize yarattı. Sarıgül’ün kampanyasını da yakından izledim. Sarıgül de, şeriat geliyor korkusu salmadı, körükörüne laikçiliğin Ataürkçülüğün arkasına sığınmadı. Sarıgül, ‘Sevgi kazanacak’ dedi, bu slogana uygun biçim de Şişli’deki 1065 sokağa fırından yeni, sıcak sıcak çıkmış sevgi götürdü. Partiler üstü, dinler üstü bir söylem geliştirdi, herkesi kucakladı, içindeki samimi ruhu dışarı vurdu, sağın da solun da gönlünü aldı. Sarıgül de yaptıkları ile, çalışkanlığı ile ve çizdiği samimi lider portresi ile kazandı. Sarıgül’e başarısının sırrını sordum: ‘1974 CHP ruhunu, inancını Şişli’ye geri getirdik kimse farkında değil’ dedi.

Büyükerşen ve Sarıgül herkese örnek olmalı. Türkiye’de politika yapan herkes artık lafla peynir gemisi yürümediğini anlamalı. Türkiye çalışkan vizyon sahibi insanları işbaşında görmek istiyor. Çoğunluk için de laiklik, piyasa ekonomisi, küreselleşme gereksinimi standart. AKP’liler de yüzde 43 oy aldık diye geri gerim gerinmesin, eğer standarda uyarlarsa oylarını korurlar, aksi halde bu halk bir gecede lastiklerinin havasını alır, ruhları bile duymaz. .

Ankara yıkılmıyor hálá ayakta

HERKES
seçim düşünüyor, ben makarna düşünüyorum. Durup dururken kim hangi makarna markasını anımsıyor diye merak etmenin alemi var mı? Ettim işte. Taylor Nelson Sofres 2016 kişiye ‘Aklınıza gelen ilk üç makarna markasını söyleyin’ diye sordu. Yılda 300-350 bin ton makarna üretiminin bulunduğu Türkiye’de en çok anımsanan marka Nuhun Ankara Makarnası (% 67.4) çıktı. Markanın gücüne bakar mısınız? Annemizin makarnası hálá birinci sırada anımsanıyor. Daha sonra sırayı Filiz (% 64. 5) ve Piyale (% 45.5) alıyor. Piyale de hálá hiç küçümsenecek bir anımsama oranına sahip değil. Acaba birkaç yıl sonra Piyale daha çok bisküvi olarak mı algılanacak yoksa un mu? Ne mi fark eder? Göreceğiz!

Dememiş miydik?

4
Ocak 2004 tarihinde ‘Türkiye’ye Alternatif Enerji gerekiyor’ başlıklı yazımı şöyle bitirmiştim:

‘Pazar pazar moralinizi bozmak istemem ama ben yolun sonunda ışık görmüyorum. CHP’de de ışık yok. Türkiye’ye alternatif bir enerji kaynağı lazım. Dinlere saygılı ve onları iktidarı elde etmek için kullanmayan, Türkiye’yi bir an önce çağdaş dünyaya kenetleyecek bir enerji kaynağı. Bakalım Popstar ve Biz Evleniyoruz izleyicileri böyle bir yeni enerji kaynağı gereksinimini ne zaman fark edecekler. Dediğim gibi martta da fark etmeyecekleri kesin. AKP en az yüzde 40.

22 Şubat 2004’te ise Ağar’la ilgili şu yorumu yaptım: ‘Ağar formunu dört puan arttırdı. Eğer bugün seçim olsa DYP barajı aşabilir.

İki hafta önce de Bahçeli’nin küçük bir atakla üçüncü formda lider olduğunu duyurdum.

Seçim tahminlerimi kafamdan uydurmadım. Taylor Nelson Sofres’in yapmış olduğu ‘Liderlerin Form Grafiği’ araştırmasını ay ay incelediğimde 28 Mart 2004 yerel seçimlerinin sonuçlarını tahmin etmem hiç sorun olmadı.

Size de önerim şu: Anketçi anketçi dolasıp kafanızı karıştırmayın. Hele de 16 puan yanılan ‘araştırma otoritelerine’ siz siz olun bir daha da güvenmeyin. Dünya seçim araştırma tarihinde böyle bir yanılma payı yok! Gözünüz Hürriyet’te olsun, sadece Taylor Nelson Sofres’in ‘Liderlerin Form Grafiği’ araştırmasına odaklanın.

Türkiye gibi örneklem alt yapısı sorunlu bir ülkede ‘tek atışlık’ seçim arastırmaları dertlere derman olmuyor, anlayın artık. Trendlere bakmak şart. TNS’in ‘lider formu’ araştırmasının gücü buradan kaynaklanıyor. Her ay yapılıyor. Siyasi markalaşma trendlerini mükemmel şekilde gösteriyor. (Bkz. 28 Mart İl Genel Meclisi Sonuçları) Bundan iyisi şamda kayısı. Teşekkürler TNS’ciler. Elinize sağlık.

Her marka ölümü tadacaktır (değişmezse!)

28
Mart’ta da gördük ki, Baykal’lı CHP ciddi şekilde marka yorgunu. Baykal’ın CHP’nin hatta Türkiye’nin geleceği için bir an önce hatta yarın kongre çağrısı yapıp genel başkanlığı daha formda bir lidere devretmesi, o liderin de CHP’ye yeni söylem kazandırması şart. Aksi durumda ne mi olur? Dünyadaki bazı yorgun marka örneklerine ne olduğunu bakarsak, sanırım CHP’nin de sonunu tahmin edebiliriz.

Oldsmobile ilk örneğimiz. Oldsmobile GM’in mit olmuş beş otomobil markasından biriydi. (diğerleri Chevrolet, Pontiac, Buick, Cadillac) ‘Kromun kralı’ diye anılırdı. İlk Oldsmobile 1897’de üretildi. 1980’lere kadar da dünyaya sarsan bir otomobil markası oldu. Ancak GM gerekli tasarım değişikliklerini zamanında yapamayınca marka inişe geçti. GM markayı toparlayayım derken en büyük yanlışı yaptı ve Oldsmobile’ı diğer markalarına benzetmeye hatta gençleştirmeye karar verdi. Ama marka bir türlü gençleşmiyordu. Oldsmobile’ın yaşlı algısı üstüne o kadar yapışmıştı ki, tüketiciler marka değeri değişimini markaya ihanet olarak kabul ediyorlardı. Oldsmobile on yıl önce aramızdan ayrıldı, sizlere ömür.

 İkinci örneğimiz Kodak. Kodak deyince aklınıza ne geliyor? Sarı karton bir film kutusu? Evet, dünyadaki birçok insanın aklına Kodak deyince aynen bu görüntü geliyor. 1885 yılında temelleri atılan Kodak’ın 1995 yılına kadar insan aklında bıraktığı iz buydu ve onu kimse dijital teknolojilerle birlikte anımsamıyordu. Yoksa siz hálá Kodak’ı eskisi gibi mi algılıyorsunuz? Kodak 1995 yılında bu yana Sony, Minolta, Canon, Sharp, Casio gibi daha ‘dijital’ olarak algılanmaya çalışıyor ve siz onu hálá eskisi gibi algılıyorsunuz. Durun, üzülmeyin, suç sizde değil. Bir konudaki başarı ya da başarısızlık çok derinleşince bir markayı eski konumundan oynatmak mümkün olmuyor ki!. Bazı sektörlerde teknoloji çok belirleyici ve bir süre statik kalanlar bir daha uzun süre kendilerine gelemiyorlar. Uzmanlar Kodak’a yeni bir marka yaratmasını öneriyorlar.

 Son örneğimiz Polaroid. Düşünün, Kodak gibi marka bile ‘dijital rüzgarlar’ karşısında sorun yaşıyorsa Polaroid ne yapsın değil mi? Polaroid’i 1937 yılında Harvard’lı Edwin Land kurdu. Polaroid ikinci dünya savaşından sonra ‘şipşak fotoğrafçılığın’ tek adı oldu. 1990’lara kadar bu üstünlüğünü korudu. Uzun süre Kodak’ın çıkardığı ‘şipşak fotoğraf makinaları’ ile rekabet etmeye çalıştı. Daha sonra film banyosu süresini kısaltan teknolojik yenilikler ve dijital gelişmeler karşısında kendini yenileyemeyerek, marka değerinden çok şey kaybetti. Polaroid insanlar için aynı zamanda bir ‘eğlence aracı’ olarak görüldüğünü çok sonra farketti ama o zaman da iş işten geçmişti. Polaroid 2001 yılında iflasını istedi ve Bank One tarafından satın alındı, şu anda can çekişiyor.

Yukardaki üç örnekten tahmin edebildik mi CHP’nin sonunu? Baykal çekilip değişimi bir an önce ateşlemezse CHP için yarın çok geç olacaktır. İster ticari marka ister siyasal marka, değişime ayak uyduramayan ölümü öyle ya da böyle tadar. Hiçbir markanın değişime karşı bağışıklık sistemi yoktur. CHP’nin de yok. Çok açık değil mi?

Çekirgelik

Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır.

Peyami Sefa
Yazının Devamını Oku

Mustafa hakkında okur şeyleri

2 Nisan 2004
Geçen hafta ‘Mustafa Hakkında Hiçbirşey’ başlıklı yazdığım yazıyla ilgili olarak okurlardan yağmur gibi oluk oluk e-posta aktı. Bu hafta ‘Mustafa’nın hatırına bir değişiklik yapıp bazı okur mektuplarına yer vermek istiyorum. Usta yönetmeni belirleyen gişe başarısı mı?

‘...Mustafa Hakkında Hiçbirşey’ biraz ağır bir yazı değil miydi? Türkiye sinema sektöründe yeni yeni bir hareket kazanıyor. Çağan Irmak da bence bu harekete ivme kazandıracak genç yönetmenler zincirinin en önemli halkalarından. Yazınızda sözünü ettiğiniz sizi geren noktalara belki bir o kadar noktayı da ben ekleyebilirim, ama bazı noktalarda da abartıya kaçtığınızı düşünüyorum. ‘Dikkat Acemi Yönetmen’ şeklindeki yaklaşımınızla ilgili; Sinan Çetin, Mustafa Altıoklar, Kartal Tibet, Yılmaz Erdoğan gibi isimler midir usta yönetmen statüsündekiler? Bu statüyü belirleyen gişe başarısı mıdır? Kusura bakmayınız ama Çağan Irmak’ın Mustafa Hakkında Herşey’i, Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele Tuuba’sından da, Ezel Akay’ın Firuze’sinden de çok çok iyi filmdi. Türkiye küçük Amerika olma özelliğini sinemada da sürdürüyor. Büyük bütçeli, bol janjanlı oyuncu kadrosuyla çekilen içi boş filmler karşısında Alternatif Sinemacılar az ama öz sinema izleyicisiyle buluşup kendi hayran kitlelelerine ulaşabilecek ve sadece iyi film yapmanın hazzını duyabileceklerdir. ‘Çağan Irmak iki saatlik filmde anlatamadığını son beş dakikada anlatmaya çalışmış’ diyorsunuz. ‘Olağan Şüpheliler’ filmini birçok insan için dünyanın en iyi filmlerinden biri yapan final sahnesi değil miydi?‘ (Turgay Eryiğit)

Eleştirinizi okurken inanılmaz gerildim

‘Eleştirinizi okurken inanılmaz gerildim. Türkiye’de insana dair duyguların ince bir zeka ve duygu süzgecinden geçirilerek öyküleştirildiği kaç film yapıldı ki? Sansasyon yaratılarak, üzerine kusturucu pazarlama öyküleri yapıştırılarak ve medya ile farklı bağlantılara geçilerek pompalanan filmlerden her haliyle ayrılan ‘Mustafa’ya acımasız davrandığınızı düşünüyorum. Filmin yönetmeni Çağan Irmak her yerde ‘merhamet’ filmi yaptığını söyledi. ‘Bu filmi hiçbir kategoriye koyamıyorum’ dedi. Siz kalkmış sadece Nejat İşler’in oyunculuğundan söz ediyorsunuz. ‘Mustafa’ Çağan Irmak’ın kamerasından hayata bir bakış. Niye hayatın gerçeklerini farklılaşılmışın dışında bir üslupla anlatılması sizi bu kadar rahatsız etti anlamıyorum. İletişimdeki başarı fark yaratmaktan, farkındalığı artırmaktan geçmiyor mu? Bir de filmde entelektüel ruha takılmışsınız. Asıl mesajı alamadan kendi halimizi, gerçeklerimizi bu filmin içinde bulmayı, görmeyi reddedip entelektüellikle makyajlanmış bir film istemeniz bana ilginç geldi. Genç insanlar bir şey anlatmaya çalışırken otur sen ‘hiçbirşey’ yapmamışsın demek eleştiri yapmak mıdır?’ (Nalan Sözer)

Zamanıma da parama da acıdım

‘Mustafa Hakkında Herşey’ filmi için yazdıklarınızı okuduktan sonra sizi tebrik etmek istedim. O akşam geçirdiğim zamana ve paraya çok acıdım. Filmi izledikten sonra merakla diğer yorumcuların yorumlarını okudum, ‘yahu ben başka bir filmi mi izledim’ diye düşündüm açıkçası. Taa ki sizin yorumunuzu okuyana kadar. Bu kadar sığ bir bakış açısı, bu kadar bir şeylere özenip de benzetme kaygısı, bu kadar detay atlama, bu kadar göze sokma ve abartılı oyunculuğu olan bu filmi sanki başyapıtmış gibi, yönetmeni de Türk sinemasının gözbebeğiymiş gibi sunan yorumları gerçekten düşündürücü buluyorum. İsabetli yorumlara devam...’ (Serhan Acar)

Yarısı Türk filmi, diğer yarısı batı özentisi

‘Filme iki arkadaşımla birlikte gittik. Onlar ağızlarında fiyonk fiyonk gülümseme ile izlediler ben çok sıkıldım. Filmi çok yapmacık ve basit buldum. Yarısı Türk filmi yarısı Batı özentisi sıradan bir film işte. Filmden çıktıktan sonra arkadaşlarımla bir süre tartıştım. Biri Nejat İşler’i seviyor, diğeri Çağan Irmak hastası, toz kondurmadılar filme. Bir ara kendimden şüphe ettim. Sonra eve gelip Hürriyet Cuma’da eleştirinizi okudum, dünyalar benim oldu. ‘Çağan Irmak genç yönetmen’ gazına yenilmeden tarafsızca yaptığınız eleştiriyi kesinlikle tüm kalbimle kutluyorum.’ (Sabriye Gedik)

Türler karıştı zaten, sen diyorsun

‘Mustafa’nın senaryosu çok gerçekçi ve gözleme dayalı. Hürriyet Cuma’daki yazınızı okuduktan sonra Türk sinemasının yeniden yapılanmasına gönül verenler adına tepki duydum. Filmde eleştirdiğiniz noktaları hangi kıstaslara dayanarak eleştirdiğinizi yazmamışsınız. Oyunculuk eğitimi alan biri olarak Fikret Kuşkan’ın oyunculuğunu abartılı bulmadım. Doğru, filmin türü yok çünkü bu çağ türlerin birbirine karıştığı bir çağ... Sonuç olarak bebek adımlarla ilerleyen son dönem sinemamız adına verilen emeklerin böyle hoyratça eleştirilmemesi gerektiğini düşünüyorum.’ (Ege Maltepe/Mert Hürol)

Filmi laf olsun diye izleme

‘Filmi izledik, çok da hoşumuza gitti. Çağan Irmak çok genç ve başarılı bir yönetmen. Eleştiri yaparken emeğe saygı gösterin. Acemi dediğiniz yönetmenin, sizin camiada rastlanmayan bir şekilde okuldan mezuniyeti ve sınırsız bir kültürü var. Siz filmi bir daha izleyin, laf olsun diye değil ama dikkatle...’ (Irmak Kılıç)

Cuma Takıntısı

Amelie’nin tadı hálá damağınızdaysa bu hafta sonu size kaçırmamanız gereken bir film öneriyorum: Cesaretin var mı aşka! Mutlaka görün, çok hoş, Fransızlardan beklenmeyecek kadar şaşırtıcı bir aşk filmi, aynı zamanda tatmin edilmemiş duyguların insanı nerelere götürebileceğini de anlatıyor. Yönetmen Yann Samuell’i merak ettim, değişik bir tarz denemiş. Aslında bu hafta bu filmi eleştirmeyi çok isterdim ama yerim kalmadı. Neyse bir aksilik çıkmaz ise haftaya bakarız. Hakikaten var mı aşka cesareti olan? Bu haftalık yani!

Cuma ALINTISI

Tek bir cins vardır. Erkekle kadın öylesine aynı şeydir ki, toplumların bu bahis üzerinde geliştirdiği onca ayırımı ve incelikli akıl yürütmeyi anlamak mümkün değildir. (George Sand)

Sonuç:

Bakın, ne yazarsam yazayım ne hakkında düşüneceğinizi etkileyebiliyor ama nasıl düşüneceğinizi etkileyemiyorum. O halde niye bana sizin gibi düşünmediğim için kızıyorsunuz! ‘Mustafa Hakkında Herşey’de Çağan Irmak’ın parçalardan bir bütün oluşturamadığını düşünüyorum. Bunun nedeni de tribünlere oynamayı seçip, samimiyetini kaybetmesi. Kırk kere izlesem de görüşüm değişmez. Sizin değişir mi?
Yazının Devamını Oku

Buna (hak)sızlanma derler!

29 Mart 2004
<B>BENİM</B> köşemi tercih edenler bilirler, devletin hangi sektörde olursa olsun batan şirketleri kurtarmasına karşıyımdır. Eğer ekonomi liberalse, kural gayet açıktır: <B>Bırakınız yapsınlar, bırakınız batsınlar! Neden? Çünkü devlet işini yönetemeyip batıranları kurtarırsa başarısızlığı ödüllendirir, piyasa dengelerini bozar, o sektördeki diğer firmalar aleyhine haksız rekabet yaratır. Bu nedenle Köytür'ün kurtarılmasına da karşıydım. Sabah'ın kurtarılmasına da karşıyım.

Geçen hafta çok merak ettiğim bir konuda TSMF açıklama yaptı. Öğrendim ki Sabah 900 milyon dolarlık borcunu 15 yılda ödeyecekmiş, yani yılda 60 milyon dolar, hem de borca yüzde yarım faiz işletilecekmiş. (Tam ‘‘Ölme eşeğim ölme yonca biter de yersin’’ durumu yani.)

Neden? ‘‘Doğan Grubu tek kalmasın, medya ve reklam sektörüne tek başına hakim olmasın, piyasaları bozmasın’’ diye.

Neden? ‘‘Doğan Grubu medyada başarılı, aman yalnız kalmasın’’ diye.

Düşüncenin ekonomik yönden ucubeliğine bakar mısınız! Sen devlet olarak bir firma batarsa o piyasanın nasıl şekilleneceğini nereden bilebilirsin ki! Eğer tekel piyasası oluşursa rekabet kurumu devreye girer gereğini yapar. Firma kurtarmak o piyasada mücadele eden, yatırım yapan her firmaya yapılmış en büyük haksızlıktır.

Sabah'ın kurtarılması da, rakamlardan anlaşıldığı üzere Cumhuriyet tarihinin en haksız rekabet yaratan kurtarma operasyonudur. Düşünün, siz yaşamak, başarılı olmak için mücadele ederken rakibiniz devlet kesesinden yatırım yapıp rekabetçi avantaj elde ediyor bunu da pazarlama silahı olarak kullanıyor. Ne yaparsınız? Bu durumu ‘‘tekel önlendi’’ diye normal gören kim varsa gitsin biraz ekonomi, pazarlama falan öğrensin. Eğer hálá ‘‘normal’’ görmeye devam eden olursa tek çare klinik müdahale, benden uyarması.

Hükümette oyuncu değişikliği zamanı geldi

SANAYİ Bakanı Ali Coşkun'un ‘‘selülit kremi reklamlarını poşete koyalım’’ şeklindeki çıkışı ne kadar komik kaldı değil mi? İster inanın ister inanmayın gerçekten Türkiye'de bir şeyler değişiyor, bazı taşlar yerinden sökülüyor, bazı taşlar yerine oturuyor. Erbakan Hoca'nın döneminde ‘‘reklamlara poşet önerisi’’ yapıldığını düşünsenize. Sanırım AKP iktidarının farkı burada. AKP'yi merkezde algılıyoruz, ‘‘dinci’’ olarak algılanabilecek olayları da ‘‘merkez’’ algılaması içinde öğütüyor, fazla gözümüzde büyütmüyoruz. Tabii Başbakan Erdoğan'ın ‘‘Ali Coşkun hata yaptı’’ gibi açıklamaları da ‘‘merkez’’ algılamalarımızı pekiştiriyor. Sonuçta Sanayi Bakanı'nın AKP hükümetine iki numara dar geldiğini düşünüyoruz. Sadece bu konuda mı? Hayır. Yeni hazırlanan ‘‘perkandecilik ve büyük mağazalar’’ yasası ile ilgili de...

Şu andaki perakendecilik sistemimizin küçük ve orta ölçekli üreticileri bazı alanlarda mağdur ettiğini kabul ediyorum ama onları koruyacağım derken de tüketiciyi ve yabancı sermayeyi mağdur etmenin bir anlamı yok. Yeni yasa tüketiciyi 400 metrekare altında olan mağazalara mahkum ediyor, 400 metrekare üzerinde olanlara ise ‘‘mümkünse mal satma, alma pılını pırtını topla, kapat yabancıysan Türkiye'den git’’ diyor. 3 bin metrekarenin üzerinde olanlar ise indirim yapmak için bile izin almak zorundalar. (Başka! Ne o Küba'dan sonra ikinci bir komünist devlet mi yaratmaya çalışıyoruz)

Şimdi sıkı durun: 3 bin metrekareden büyük mağaza açmak için Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği'nden izin almak gerekiyor. Kedi-ciğer ilişkisi yani. Anlayacağınız hükümetin Sanayi Bakanlığı'nda oyuncu değişikliği yapması gerektiği çok açık. Sanayi Bakanlığı'na piyasaları tanıyan , liberal ekonominin mantığını bilen, tüketici davranışlarından anlayan biri gelmeli. Yerel seçim başarısı da hazır yolunu yapmışken.
Yazının Devamını Oku

Bir yerde sorumlu, bir yerde sorumsuz olmaz!

28 Mart 2004
<B>OPET</B> <B>Tarkan</B>lı ikinci reklamıyla karşımızda. Dikkat ettiğimiz nokta Koç-Opet ortaklığında sonra Opet'in medyada görünülürlüğünün daha da artmış olması. Galiba hedef de Petrol Ofisi. Evet, evet Opet'in gözü Petrol Ofisi'nin yerinde. Opet, Türkiye'nin benzin istasyonu olmak istiyor, bastırdıkça bastırıyor. Tarkan da onu geniş kitlelere yakınlaştırmada, sıcaklaştırmada yeterince yardımcı oluyor. Özellikle de Zambia dolaylarından esinlenilmiş papağan tarzı kızıl çalınmış saçıyla. Berberlere gün doğdu, şu sıralarda zaten ellerinde yeterince siyahtan kızıla zımparalanacak kadın kafası vardı, şimdi de sıraya erkekler girecek. Hatta Milliyet'ten Sina Koloğlu'nun yazdığına göre şimdiden berber önleri ‘Tarkan Tarzı’ saç isteyen kuyruklarla dolmuş. Çok yakında Edirne'den Ardahan'a benim güzel yurdum insanı kızım kızım kızıla boyanmazsa, hatta Tarkan'ı abartıp vücudundaki her tüyü kızıla yatıranlar çıkmazsa ben de başımda kalan son saçın hayrını görmeyeyim. (yoksa kızıla mı boyatsam!)

Opet bu kez Tarkan'ı 98 oktan Full Force benzininin farklılığını vurgulamak için kullanıyor. Vaad ‘‘98 oktan Opet benzin’’in ‘‘uçurduğu’’ yolunda. Bizim bilgimize göre benzine böyle bir ‘‘araç uçurma’’ işlevinin yüklenmesi, bir reklamda hoşgörülecek ‘‘vaat abartma’’ dozunun aşılması demek... Tarkan da bu vaade inanmamış olacak atıyor şoförünü arkaya, geçiyor direksiyona. Birden kendimizi Brad Pitt'li Toyata reklamında gibi hissediyoruz. Yine trafiğe kapalı alan ama bu kez karşımızdaki Tarkan. Brad Pitt'e de kalbi yakınlık duyanlarımız vardır ama Brad saçını kızıla boyattı diye ulusça berberlerde kuyruk olmamamız beklenmez. Çünkü bizimki Tarkan, kökü Altaylara dayanan öz starımız.

Sizce Opet'in Tarkan'a ‘‘hızlı ve tehlikeli araç’’ kullandırırken sonuçlarını düşünmesi gerekmez miydi? Hayranları (çoğunlukla da gençler) 98 oktan benzinin uçurup uçurmadığına inanırlar mı bilemem ama çoğunun Tarkan'ın araba kullanışından etkilenip arabalarını uçuracakları büyük olasılık. Tuvaletlerinde temizliğe önem verip, bu projesiyle Halkla İlişkiler Derneği'nin 3. Altın Pusula yarışmasında Kurumsal Sosyal Sorumluluk ödülü alan Opet'in ‘‘tehlikeli araç kullanmaya özendirme olasılığı’’ konusunda daha duyarlı olması beklenmez miydi? Bir şirketin bir konuda sorumlu davranırken diğer konuda sorumsuz davranma hakkı var mı? Yoksa her şey ödül için miydi?

Not: Trafiğe kapalı alanda tek araçlı kaza olmaz mı?

‘Küçük ellerini örtüyüm’ mü?

24
ve 25 Mart tarihlerinde Hürriyet'te Malezya Hava Yolları'na ait iki reklam yayınlandı. Her iki reklama da hem fikirleri hem de grafik uygulamaları açısından diyecek yok. Belki ki reklamlar global arenada üretilmiş, Türkiye'ye özel bir uyarlama da yapılmamış. Malezya Havayolları'na da global reklamların metinlerini Türkçe'ye çevirmek yetmiş. Ona yetmiş ama bize yettiği şüpheli. İlk reklamın metni şöyle:

‘‘Niçin bu küçük yüz somurtuyor? (Fotoğraftaki çocuğun somurttuğu falan da yok!) Belki ışığı söndürmeliyim. Üşüyor mu? Küçük ellerini örtüyüm. (Örtüyüm örtüden geliyor galiba?). Belki de oyuncak ayısını yanında istiyor. Somurtmasının sebebi ne? Bir dakika. Ne somurtması! Küçük detaylar (Büyüğüne zaten detay demiyoruz) bizim için önemlidir çünkü sizin için önemli. Malezya Havayolları dünyanın en iyi kabin elemanı için 3 yıl ard arda (ardı ardına ya da üst üste!) aday gösterildi.’’

İkincisinin Türkçesi daha da sorunlu:

‘‘O kaç kere çocuğuna ‘baban bir hafta içinde geri dönecek' demek zorunda? Onun yolculuğunu nasıl daha rahat ettirebiliriz? (Yolculuğa çıkan baba mı yolculuk mu?). Ona son çıkan filmleri gösterebilir miyiz? (Vizyona yeni giren demek istiyor). Ya da ona seçmesi için 600'dan fazla şarkı sunsak nasıl olur? Koltuğunu evindeki koltuğu gibi hissetmesini sağlayabilir miyiz? (Bizim için sakıncası yok!) Tabii bu arada koltuğunda (neresinde?) telefon olabilir ve böylece çocuğunu istediği zaman yanında hissedebilir (Kim artık bir özne koysak?).’’

Malezya Hava Yolları kendine mutlaka bir Türkçe danışmanı edinmeli. Global reklamları Türkçeye çevirerek aynen uygulayan markaların hepsi için aslında bu kural geçerli. Birgün Pepsi’nin Tayvan'da düştüğü duruma düşerler sonra onları reklamcıları da kurtaramaz. İngilizceyi çok bilen bir Tayvanlı Pepsi'nin ünlü ‘‘Come alive with the Pepsi generation’’ (Pepsi Nesli'yle Canlan!) sloganını kendi diline şöyle çevirmiş: ‘‘Pepsi will bring your ancestors back from the dead’’ yani ‘‘Pepsi atalarınızı hortlatacak!’’ Sonucu tahmin ediyorsunuz değil mi?

Not: Malezya Hava Yolları iki reklamı da Türkçelerini düzeltip yeniden yayınlarsa, İletişim Fakülteleri'ne büyük iyilik yapmış olur. Her zaman ‘‘global çuvallamalar’’ için böyle güzel örnekler bulunmuyor.

‘Ay Tarkan!’ gençliği..

DOĞUMUMUZDAN
ölümümüze kadar geçen süre içinde ne kadar çok reklam okuduğumuzu, izlediğimizi, dinlediğimizi bir bilseniz. Bu nedenle de beynimizde oluşan imajlarda reklamların payı büyük. Reklamlarda o kadar çok basmakalıp kadın, erkek, çocuk, genç yaşlı tiplemesi görüyoruz ki, bu tiplemeler o kadar sık tekrar ediliyor ki, reklamda gördüğümüz basmakalıp tiplerin toplumda da karşılık bulduğunu düşünmememiz için bir neden yok. Benim son zamanlardaki sorunum reklamlardaki genç tiplemesi ile ilgili. Bakınız Tarkan'lı Opet reklamındaki ‘‘Ay Tarkan!’’ diyen gençler. Molped reklamında aynı tür gençler ‘‘Ay Hülya!’’ diye şaşırıyorlardı. Fanta reklamında ise ‘‘Ay Beyaz!’’ diye şaşırıyorlar. Anlayacağınız son zamanlarda reklamlardaki gençleri tamamı sürekli bir şaşırma halindeler ve kısa bir sonra da bu durumdan ‘‘ha ha hi hi’’ durumuna geçiyorlar. Eğer gerçek hayatta da durum böyleyse küçük dili olmayan bir kuşak geliyor haberiniz olsun!

Crax reklamı taklit mi?

REKLAM
sektörünün geçen hafta en çok tartıştığı konu Eti Crax ve Nestle Crunch reklamındaki benzerlikti. Bildiğiniz gibi önce Eti Crax sonra Nestle Crunch reklamı devreye girdi. Ancak Nestle'nin, daha önce yurt dışında yayınlanmış Crunch reklamını hemen devreye sokmasını ‘‘Eti'cim bak benden araklamışsın’’ tavrı olarak görmek daha doğru olur. Bu konuda Eti Crax reklamını yaratan DDA'in yaratıcı yönetmeni Armağan Birkiye aradı ve ‘‘Çok rahatsız olduk. Eti Crax'ın reklam fikri strateji toplantısında genç metin yazarı arkadaşlarımızdan birinden çıktı, bundan emin olun’’ dedi. Peşinden de ekledi: ‘‘O daha önce Crunch reklamını izlemişse haberi varsa o konuda bir şey diyemem.’’

Buradan ne ders çıkarmamız gerekiyor? Reklamcılar, derslerini iyi çalışmalı ve işi yaptıkları kategorilerde dünyadaki tüm örnekleri yakından izlemeliler!

Reklam anımsama ligi

HTP
'nin her hafta yapmış olduğu ‘‘Reklam-Algı Endeksi’’ araştırmasına göre Cola-Turka Light reklam filminin yayına girmesi ile Cola-Turka genel olarak reklam hatırlanılırlığını yüzde 22'den yüzde 41'e yükseltti. Toplam Cola-Turka anımsanırlığının içinde yüzde 23 Cola-Turka Light'tan, yüzde 44 ise biber dolmalı Cola Turka reklamında geliyor. Geçen hafta ikinci sırada yer alan Evy Baby reklam filmi bu hafta en çok hatırlanan ikinci reklam durumuna geldi. En çok anımsanan her iki reklam da yeni kurulan Alameti Farika Reklam Ajansı'nın ürünü.

Çekirgelik

Öğüt almak istendiğinde yanıtı bilinen ama asla yapılmak istenmeyen şeydir. (Erica Jong)
Yazının Devamını Oku