28 Mart seçimlerinin AKP tarafından değil de rakipler tarafından bakıldığında iki gerçek kahramanı var. Biri Eskişehir’de Yılmaz Büyükerşen, diğeri Şişli ‘de Mustafa Sarıgül.
Büyükerşen, iktidar partisinin ‘Tam saha pres’ uyguladığı, seçimi almak için hiçbir masraftan kaçınmadığı, zaman zaman da kantarın topuzunu kaçırıp ‘baskıcı’ yöntemlere başvurduğu, bir seçim bölgesinde oyların yüzde 44.7’sini alarak yeniden başkan seçildi. Hem de seçime girdiği parti DSP‘nin yerlerde sürünen oy oranına rağmen. Büyükerşen’e ‘Niye bu kadar zor oldu?’ dedim. Büyükerşen şu yanıtı verdi: ‘Seçimden bir hafta önce araştırma yaptık ve bugün genel seçim olsa kime oy verirsin dediğimizde yüzde 54’ü AKP diyen bir yerde seçimi aldık!Daha zor olmasın mı?’
Büyükerşen’in yaptığı seçim kampanyasını yakından izledim. Büyükerşen, hiçbir yerde şeriat korkusu salmadı, Atatürkçülüğü ve laikliği kalkan gibi kullanmadı, bu kavramların arkasına sığınan bir söylem geliştirmedi. Büyükerşen, sadece yaptıklarını; hafif raylı sistemi, Porsuk’u nasıl temizlediğin, Kalabak Projesi’ni, kültür sanat hayatını nasıl canlandırdığını anlattı. Büyükerşen vizyonu ve çalışkanlığı ile kazandı..
Sarıgül, 219 bin seçmenin oy kullandığı Şişli’de oyların yüzde 67.2’sini alarak, CHP’nin Türkiye ortalamasının dört beş kat üstüne çıkarak adeta mucize yarattı. Sarıgül’ün kampanyasını da yakından izledim. Sarıgül de, şeriat geliyor korkusu salmadı, körükörüne laikçiliğin Ataürkçülüğün arkasına sığınmadı. Sarıgül,‘Sevgi kazanacak’ dedi, bu slogana uygun biçim de Şişli’deki 1065 sokağa fırından yeni, sıcak sıcak çıkmış sevgi götürdü. Partiler üstü, dinler üstü bir söylem geliştirdi, herkesi kucakladı, içindeki samimi ruhu dışarı vurdu, sağın da solun da gönlünü aldı. Sarıgül de yaptıkları ile, çalışkanlığı ile ve çizdiği samimi lider portresi ile kazandı. Sarıgül’e başarısının sırrını sordum: ‘1974 CHP ruhunu, inancını Şişli’ye geri getirdik kimse farkında değil’ dedi.
Büyükerşen ve Sarıgül herkese örnek olmalı. Türkiye’de politika yapan herkes artık lafla peynir gemisi yürümediğini anlamalı. Türkiye çalışkan vizyon sahibi insanları işbaşında görmek istiyor. Çoğunluk için de laiklik, piyasa ekonomisi, küreselleşme gereksinimi standart. AKP’liler de yüzde 43 oy aldık diye geri gerim gerinmesin, eğer standarda uyarlarsa oylarını korurlar, aksi halde bu halk bir gecede lastiklerinin havasını alır, ruhları bile duymaz. .
Ankara yıkılmıyor hálá ayakta
HERKES seçim düşünüyor, ben makarna düşünüyorum. Durup dururken kim hangi makarna markasını anımsıyor diye merak etmenin alemi var mı? Ettim işte. Taylor Nelson Sofres 2016 kişiye ‘Aklınıza gelen ilk üç makarna markasını söyleyin’ diye sordu. Yılda 300-350 bin ton makarna üretiminin bulunduğu Türkiye’de en çok anımsanan marka Nuhun Ankara Makarnası (% 67.4) çıktı. Markanın gücüne bakar mısınız? Annemizin makarnası hálá birinci sırada anımsanıyor. Daha sonra sırayı Filiz (% 64. 5) ve Piyale (% 45.5) alıyor. Piyale de hálá hiç küçümsenecek bir anımsama oranına sahip değil. Acaba birkaç yıl sonra Piyale daha çok bisküvi olarak mı algılanacak yoksa un mu? Ne mi fark eder? Göreceğiz!
Dememiş miydik?
4 Ocak 2004 tarihinde ‘Türkiye’ye Alternatif Enerji gerekiyor’ başlıklı yazımı şöyle bitirmiştim:
‘Pazar pazar moralinizi bozmak istemem ama ben yolun sonunda ışık görmüyorum.CHP’de de ışık yok. Türkiye’ye alternatif bir enerji kaynağı lazım. Dinlere saygılı ve onları iktidarı elde etmek için kullanmayan, Türkiye’yi bir an önce çağdaş dünyaya kenetleyecek bir enerji kaynağı.Bakalım Popstar ve Biz Evleniyoruz izleyicileri böyle bir yeni enerji kaynağı gereksinimini ne zaman fark edecekler.Dediğim gibi martta da fark etmeyecekleri kesin. AKP en az yüzde 40.’
22 Şubat 2004’te ise Ağar’la ilgili şu yorumu yaptım: ‘Ağar formunu dört puan arttırdı.Eğer bugün seçim olsa DYP barajı aşabilir.’
İki hafta önce de Bahçeli’nin küçük bir atakla üçüncü formda lider olduğunu duyurdum.
Seçim tahminlerimi kafamdan uydurmadım. Taylor Nelson Sofres’in yapmış olduğu ‘Liderlerin Form Grafiği’ araştırmasını ay ay incelediğimde 28 Mart 2004 yerel seçimlerinin sonuçlarını tahmin etmem hiç sorun olmadı.
Size de önerim şu: Anketçi anketçi dolasıp kafanızı karıştırmayın. Hele de 16 puan yanılan ‘araştırma otoritelerine’ siz siz olun bir daha da güvenmeyin. Dünya seçim araştırma tarihinde böyle bir yanılma payı yok! Gözünüz Hürriyet’te olsun, sadece Taylor Nelson Sofres’in ‘Liderlerin Form Grafiği’ araştırmasına odaklanın.
Türkiye gibi örneklem alt yapısı sorunlu bir ülkede ‘tek atışlık’ seçim arastırmaları dertlere derman olmuyor, anlayın artık. Trendlere bakmak şart. TNS’in ‘lider formu’ araştırmasının gücü buradan kaynaklanıyor. Her ay yapılıyor. Siyasi markalaşma trendlerini mükemmel şekilde gösteriyor. (Bkz. 28 Mart İl Genel Meclisi Sonuçları) Bundan iyisi şamda kayısı. Teşekkürler TNS’ciler. Elinize sağlık.
Her marka ölümü tadacaktır (değişmezse!)
28 Mart’ta da gördük ki, Baykal’lı CHP ciddi şekilde marka yorgunu. Baykal’ın CHP’nin hatta Türkiye’nin geleceği için bir an önce hatta yarın kongre çağrısı yapıp genel başkanlığı daha formda bir lidere devretmesi, o liderin de CHP’ye yeni söylem kazandırması şart. Aksi durumda ne mi olur? Dünyadaki bazı yorgun marka örneklerine ne olduğunu bakarsak, sanırım CHP’nin de sonunu tahmin edebiliriz.
Oldsmobile ilk örneğimiz. Oldsmobile GM’in mit olmuş beş otomobil markasından biriydi. (diğerleri Chevrolet, Pontiac, Buick, Cadillac) ‘Kromun kralı’ diye anılırdı. İlk Oldsmobile 1897’de üretildi. 1980’lere kadar da dünyaya sarsan bir otomobil markası oldu. Ancak GM gerekli tasarım değişikliklerini zamanında yapamayınca marka inişe geçti. GM markayı toparlayayım derken en büyük yanlışı yaptı ve Oldsmobile’ı diğer markalarına benzetmeye hatta gençleştirmeye karar verdi. Ama marka bir türlü gençleşmiyordu. Oldsmobile’ın yaşlı algısı üstüne o kadar yapışmıştı ki, tüketiciler marka değeri değişimini markaya ihanet olarak kabul ediyorlardı. Oldsmobile on yıl önce aramızdan ayrıldı, sizlere ömür.
İkinci örneğimiz Kodak. Kodak deyince aklınıza ne geliyor? Sarı karton bir film kutusu? Evet, dünyadaki birçok insanın aklına Kodak deyince aynen bu görüntü geliyor. 1885 yılında temelleri atılan Kodak’ın 1995 yılına kadar insan aklında bıraktığı iz buydu ve onu kimse dijital teknolojilerle birlikte anımsamıyordu. Yoksa siz hálá Kodak’ı eskisi gibi mi algılıyorsunuz? Kodak 1995 yılında bu yana Sony, Minolta, Canon, Sharp, Casio gibi daha ‘dijital’ olarak algılanmaya çalışıyor ve siz onu hálá eskisi gibi algılıyorsunuz. Durun, üzülmeyin, suç sizde değil. Bir konudaki başarı ya da başarısızlık çok derinleşince bir markayı eski konumundan oynatmak mümkün olmuyor ki!. Bazı sektörlerde teknoloji çok belirleyici ve bir süre statik kalanlar bir daha uzun süre kendilerine gelemiyorlar. Uzmanlar Kodak’a yeni bir marka yaratmasını öneriyorlar.
Son örneğimiz Polaroid. Düşünün, Kodak gibi marka bile ‘dijital rüzgarlar’ karşısında sorun yaşıyorsa Polaroid ne yapsın değil mi? Polaroid’i 1937 yılında Harvard’lı Edwin Land kurdu. Polaroid ikinci dünya savaşından sonra ‘şipşak fotoğrafçılığın’ tek adı oldu. 1990’lara kadar bu üstünlüğünü korudu. Uzun süre Kodak’ın çıkardığı ‘şipşak fotoğraf makinaları’ ile rekabet etmeye çalıştı. Daha sonra film banyosu süresini kısaltan teknolojik yenilikler ve dijital gelişmeler karşısında kendini yenileyemeyerek, marka değerinden çok şey kaybetti. Polaroid insanlar için aynı zamanda bir ‘eğlence aracı’ olarak görüldüğünü çok sonra farketti ama o zaman da iş işten geçmişti. Polaroid 2001 yılında iflasını istedi ve Bank One tarafından satın alındı, şu anda can çekişiyor.
Yukardaki üç örnekten tahmin edebildik mi CHP’nin sonunu? Baykal çekilip değişimi bir an önce ateşlemezse CHP için yarın çok geç olacaktır. İster ticari marka ister siyasal marka, değişime ayak uyduramayan ölümü öyle ya da böyle tadar. Hiçbir markanın değişime karşı bağışıklık sistemi yoktur. CHP’nin de yok. Çok açık değil mi?