Ali Atıf Bir

Tofaşçı mı Fiatçı mı?

3 Mayıs 2004
<B>TOFAŞ </B>Stratejik İletişim Direktörü Çınar Noyan, Tofaş Ticari Grup Direktörü Müfit Arseven, Fiat Brand Manager’i Tansu Giz’le Fours Season Otel’de oturmuş konuşuyoruz. Konu, Tofaş’ın yeniden yapılanma programı. Tofaşçılar araştırma yaptırmışlar ve görmüşler ki Fiat ve Tofaş markaları zihinde karışıyor. Bunun Türkçe meali şu: Tofaş markası Fiat’ı aşağıya çekiyor!

‘Tofaş’ın ‘kuş’ imajı Fiat’ın da kabulünde sorun yaratıyor’ gerçeğine ulaşmak için araştırma yapmaya gerek yoktu bence. Teorik olarak daha baştan Tofaş-Fiat ilişkisini oluşturmak sakıncalıydı çünkü bu ilişki kurulduğunda da Tofaş imajında sorun vardı. Yani bile bile lades dendi. Rekabet yavaşken imaj sorunu satış rakamlarında hissedilmiyordu. Aslında hissedilmemesi mümkün değil. Tofaşçılar satışlarda istenen hedefler tutturulunca bir ‘çözüm’ aramıyorlardı demek daha doğru olur.

Şimdi, otomobil piyasasında rekabet kızıştı. Tofaş-Fiat imaj sorunu satışları etkilemeye başladı, bu yüzden de çözüm aranıyor. Bildiğiniz gibi Tofaş-Fiat turnaround (imaj dönüştürme) işine 2001 yılında başlandı. Tofaş’ın sadece kurum Fiat’ın ise sadece otomobil olarak konumlandırılması projesi Mart 2002’de basına tanıtıldı.

Tofaşçıların söylediğine göre 2002-2003 yıllarında Fiat ürün gamının tamamlanması hedeflenmiş. C segmentinin iddalı aracı Stilo, B segmentinin iddialı aracı Fiyat Punto bu kapsamda satışa sunulmuş. 2004 yılında da dört önemli adım daha atılacakmış. İlk adım satış ve servis ağını ‘Tofaşçılıktan’ kurtaracak bir eğitim programı yapmak, ikinci adım şu anda televizyonlarda yayınlanmaya başlayan Fiat marka reklamı (niye basını yok anlamak mümkün değil!) üçüncüsü yeni ürünlerin piyasaya sunumu (örneğin Panda), dördüncüsü ise Tofaş’la ilgili kurumsal kimlik öğelerinden kurtulmakmış..

Tofaşçıların (Dikkat edin Fiat’çıların demiyorum) ‘yapacağız’ dedikleri her şey gerçekten de yapılması gereken şeyler. Eğer Tofaş imajından kurtulmak istiyorlarsa önce kendi kartvizitlerinden başlayarak bir an önce Tofaş logolarından kurtulmaları şart. Tofaşçılar daha kendilerini Fiatçı oldukları konusunda ikna edememişler hepsinin kartında Koç, Fiyat ve Tofaş üçlemesi aynen duruyor. Hatta Ticari Grup Direktörü Müfit Ataseven’in kartvizitinde bir de Alfa Romeo logosu var. Üstelik Alfa Romeo logosu Fiat’la beraber hazırlanan Müşteri İlişkileri Prensipleri küçük kitapçığının üzerine de taşınmış. Tüm bunlar bana Tofaş’ta ‘sadece satış odaklı’ zihniyetin hala tam olarak aşılamadığını gösteriyor. İnanç var, istek var, çok şey de yapılıyor ama hala ‘tüketici odaklılık zihniyete’ geçilememiş. Unutmayın, tüketici odaklılık sadece ‘beyin’le olmaz aynı zaman ‘kalplerin’ de onun için çarpması gerekir. Bir de bu sağlansa, sanırım Fiat’ı kimse tutamaz.

Bu arada Fiat’ın yeni başlayan reklam filminden de söz edeyim.

‘Fiat İtalyan ateşiyle tasarlandı’ diyen reklamda, söz konusu ateşi göremiyorum. Tamam sözler çok duygusal, müzik o duygusallığı pekiştiriyor, yapım kalitesi yüksek ama görüntüler çok soğuk. Görüntüler sözleri desteklemiyor. İtalyan ateşi denince benim aklıma arzu dolu öpüşme sahneleri geliyor. Mekanik öpüşme hiç tatmin edici değil (Reklam Ajansı: TBWA Rating: **)

Enis Batur geri dönmeli

YAPI
Kredi Yayınları pazarlama açısından bakacak olursak başarı öyküsüdür. Bu başarının mimarı da Enis Batur’dur. İtirazı olan var mı? Yok. Enis Batur ‘başarılı yönetimiyle’ hem Yapı Kredi Yayınları gibi çok değerli bir alt markayı yaratmış hem de Yapı Kredi Bankası markasına (‘fikir liderleri olmaları’ açısından önemli bir niş’te) artı değer kazandırmıştır. Sonuç? Başarı kıskanılmış, Enis Batur iki hafta önce ayak oyunlarıyla Yapı Kredi Yayınları’ndaki görevinden alaşağı edilmiştir. Neden? Söylenti çok. Yok efendim çok bütçe kullanıyormuş, yok efendim başına buyruk yönetiyormuşÖBunların hepsi bahane. Bu ülkede kimse başarıyı takdir etmez, başarılı insanın da kıymetini bilmez. Özellikle ‘Kifayetsiz muhterisler’ fırsatı ellerine geçirdiler mi arkadan hançeri saplarlar! Yok mu Yapı Kredi Bankası’nda sağduyu sahibi birkaç kişi..
Yazının Devamını Oku

Harp Okulu’nda da Kurtlar Vadisi

2 Mayıs 2004
<B>BİR</B> süre önce <B>Topçu Albay Hakan Gürol</B> aramış, ‘<B>Öğrencilerimize Halkla İlişkiler konusunda bir konuşma yapar mısınız?</B>’ diye sormuştu. ‘Seve seve’ dedim ve geçtiğimiz pazartesi günü hayatımda ilk kez Ankara’daki Kara Harp Okulunu bu nedenle ziyaret ettim. Öğrencilerin karşısına çıkıp konuşmaya başlayan kadar biraz heyecanlandım. ‘Ağzımdan yanlış bir şey çıkabilir!’ diye korktum galiba.

Konuşmadan önce Kurmay Başkanı Kurmay Albay Faruk Yücebilgiç’le görüştüm. Daha sonra Dekan Tuğgeneral Hüsmen Akdeniz, daha sonra da Okul Komutanı Tümgeneral Hulusi Akar’la.. Her üçüyle de görüşürken çaktırmadan ‘Ya söylenmeyecek, konuşulmayacak bir şey var mı bu çatı altında’ diye kontrolü elden bırakmadım. Okul Komutanı Hulusi Akar,Hocam bu çatı altında her şeyi konuşabilirsiniz. Biz özellikle öğrencilerimizin farklı bakış açılarını görmelerini, çok yönlü düşünmelerini ve yaratıcı olmalarını istiyoruz’ dedi ve önyargılarıma yanıt verircesine ekledi: ‘’Asker mantığı’ önyargısını düzeltmek zorundayız. Orduyu sadece ‘itaat kurumu’ olarak görmek yanlış. Ordu hem itaat hem liyakat kurumudur. En büyük komutanından küçük görevlisine kadar karar almadan önce herkesten görüşlerini söylemesi ama karar verildikten sonra da herkesin harfiyen uyması beklenir. Bu en çağdaş şirket de böyle olmaz mı?’.

Konuşma yapacağım salon ağzına kadar doluydu. Söylendiğine göre reytingim oldukça yüksekmiş. Konuşmamı bitirdikten sonra gelen sorulardan biri çok ilginçti: ‘Sinan Çetin’le aranızda ne var?’. ‘Yok dedim, bir şey yok. Her şey mesleki boyutta..’. Diğer soruları da yanıtladıktan sonra Harp Okulu’nun içindeki HTV yayınlarını yöneten Maliye Albay Cengiz Tavukçuoğlu’nun odasına geçtik. HTV sınıflara ders amaçlı televizyon yayını yapmak üzere kurulmuş kapalı devre bir televizyon. Bir kanalından da öğrencilerin istediği televizyon programları yayınlanıyormuş. Duvarda öğrenci istekleri asılıydı. Tahmin edin bakalım Harp Okulu öğrencilerinin en fazla talep ettiği dizi hangisi? Sıkı durun, söylüyorum: Kurtlar Vadisi..

Albay Cengiz Tavukçuoğlu’nun en fazla izlediği program ise CNNTürk’teki ‘Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet’. Bütün eski programlarımı kasede almış masasının üzerine dizmişti. ‘Ne bunlar Albay’ım’ dedim. ‘Halkla İlişkiler dersini ben veriyorum da derslerde sizin programınızı izleyip, öğrencilerle yorum yapıyoruz.’ Kırk yıl düşünsem CNN’deki programımın Kara Harp Okulu’nda ders malzemesi olarak kullanılacağı aklıma gelmezdi. Türkiye gerçekten değişiyor..

Not: Ayrılırken, Okul Komutanı Tümgeneral Hulusi Akar,KHO’ logolu bir de kravat etti. Harp Okulu da artık ‘branding’ yapıyor anlayacağınız. Belirteyim, kravat çok zevkli ve logo da hiç rahatsız etmeyecek bir büyüklükte kullanılmış, tebrikler.

Kadir İnanır gerekli miydi?

TÜRKİYE
’deki reklamcılara müjde müjde müjde! Tüm dünyada reklamlarda ünlü kullanımı artıyor, gelecekte daha da artacağı tahmin ediliyor. Bunu ben söylemiyorum geçen ay piyasaya çıkan ‘Ünlü Satar’ (Celebrity Sells, Wiley, 2004) kitabının yazarı Hamish Pringle söylüyor. Niye Türk reklamcılara müjde? Çünkü bizim reklamcılar ünlü kullanımını otomatiğe bağlamış durumdalar, neredeyse bir ünlünün oynamadığı reklam kalmadı, ya da başka bir deyişle reklamda oynamayan ünlümüz kalmadı!

Hamish Pringle’ın kitabı, ‘Reklamda Ünlü Kullanımı’ konusunda yazılmış ilk kitap, böyle dar bir alanda ortaya koyduğu bilgiyle de bence takdiri hak ediyor. Pringle kitabında diyor ki:

Ünlüleri medya oluşturuyor. Aynı ünlüler daha sonra yine medya sayesinde ‘rol modeli’ olarak hayatımızın her alanını etkiliyor. Ünlüler saçımızı etkiliyor, başımızı etkiliyor, makyajımızı etkiliyor, giydiğimizi, yediğimizi, içtiğimizi etkiliyor. (Bitmedi!). Ünlüler sahip olmayı arzuladığımız şeyleri etkiliyor, kilomuzu, neredeyse boyumuzu posumuzu etkiliyor. Bu nedenle ünlüler markalara kısa sürede ‘çıkış’ yaptıran vazgeçilmez pazarlama araçları oluyor’.

Pringle bir şey daha söylüyor:

Ünlülerin ne zaman kullanılacağına doğru karar vermeli, ünlüler markaya uygun seçilmeli ve doğru kullanılmalı..

Sözü nereye getireceğimi anladınız sanırım. Tabii ki, Bonus Card’a ve Kadir İnanır’a getireceğim. Daha önce de yazdım, bir kere daha yazayım Bonus Card, ‘marka geliştirme ve yaşatma’ konusunda gelmiş geçmiş en başarılı örneklerden biridir. Geliştirdiği ‘bukalemun’ marka karakteri ile de dünya marka iletişimi literatürüne geçmeye adaydır. Düşünsenize, öyle bir marka karakteri (siyah kıvırcık peruk) oluşturuyorsunuz ki, kimi altına alsa baskın kimliğiyle onu eziyor, öne çıkıyor ve hep ‘kıvırcık peruk’ starlığını koruyor.

Peki böyle ezici bir starımız varken Kadir İnanır gibi ikinci bir stara, (220 bin dolar ödemeye) gerek var mı (Bana rica etseler aynaya 3 değil 33 kere bakardım)? Bence yok. Yeni bonus filminde Kadir İnanır’ın yerine kim oynarsa oynasın, ‘verilmek istenen’ temel mesaj verilebilirmiş. Nedir filmin mesajı? Harcadıkça Bonus Cart önce Bonus Plus, daha harcadıkça da Bonus Premium oluyor. Reklam filmi o kadar uzun ve mesajı da o kadar doğrudan ki anlamamak için aptal olmak lazım. ‘Peruk’ dikkat çekiciliği zaten sağlıyor ünlüye ne gerek var!

Diyebilirsiniz ki, ‘Kadir İnanır oynamasa daha reklam çıkmadan Bonus Card reklamı basında bu kadar yer alamazdı ki’. Aldı da ne oldu? Kime yaradı? Bonus Card’a mı Kadir İnanır’a mı? Üstelik Ayşe Arman da istenen haber gücünü pekala oluşturabilirdi, hatta oluşturdu da. Bir şey daha söyleyeyim mi? Ayşe Arman yeni Bonus reklamına Kadir İnanır’dan daha çok yakışmış, üstelik de kusursuz oynamış. (Reklam Ajansı: Alameti Farika Rating: * * *)

Ya Ali Coşkun İngiltere Sanayi Bakanı olsaydı

GEÇEN hafta Londra caddelerini arşınlarken billboardlarda gördüğüm Dovesıkılaştırıcı’ bakım ürünleri reklamı hemen aklıma Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun’u getirdi. Eğer İngiltere Sanayi Bakanı Ali Coşkun olsaydı Dove (Unilever) yanmıştı!

Hemen ‘Dördüncü Özcan’ Dove reklamını, Reklam Kurulu’na getirir, bir bahaneyle bu reklama ceza üstüne ceza verilirdi.. Asıl gerekçe tabii ki şu olurdu:

Nasıl olur da analarımız, bacılarımız don sutyen bilboardlarda yer alır kardeşim!’.

Ne alaka?’ diyorsunuz değil mi? Alakası şu. Dovesıkılaştırıcı krem’ kampanyasında model olarak sıradan kadınları (Örneğin televizyon araştırmacısı Linda di Maria’yı) kullanmış, kampanyada onların don-sutyen çıplak fotoğraflarına yer vermiş. Reklamın stratejisi de şu: herkes süper modeller de test ediyor, sıkıysa sıradan kadınların kırışıklıklarını da test edin!

Bugüne kadar Dove Kampanyası ile ilgili İngiltere Reklam Standartları Kurulu’na iki şikayette bulunulmuş, iki şikayet konusu aynı: Dove reklamları obeziteyi meşrulaştırıyor!

Gördüğünüz gibi İngiltere’de henüz Dove reklamlarının yasaklanmasını isteyen kimse yok. Umarım biz sayfamızda bu reklama yer verdik diye Ali Coşkun bir yerlerde bizden şikayetçi olmaz.

Eller Net’e biz CenNet’e!

Geçen
ay da Taylor Nelson Sofres Trendpoll araştırmasında, 18 yaş üstü Türkiye temsili 2017 kişiye ‘Aklınıza gelen ilk üç internet adresini söyleyiniz’ sorusunu sordu. Sizce Türkiye’nin yüzde kaçı en az bir internet adresi anımsayabilmiştir? Yüzde 80? 60? 50? Yüzde 30? Yüzde 25?. Daha fazla zorlamayın ben söyleyeyim. Sadece yüzde 20,7’si.. Bu oran ‘internet çağı’ denilen bir çağda, kaçımızın bırakın interneti bilgisayarla haşır neşir olduğumuzun da iyi bir göstergesi..

İnternetle haşır neşir olanlarımızın da ‘ulvi amaçlar’ peşinde koştuklarını sanmayın. Okumayan, yazmayan, düşünmeyen sadece ve sadece ‘ağzı olanın her konuda konuştuğu’ bir toplumda en fazla anımsanan internet sitesi bir ‘geyik sitesi’: Mynet.com. Türkiye’nin internet konusunda bir şeyleri kaçırdığı çok açık. Sürekli ‘öteki dünyaya’ yatırım yapılan muhafazakar demokrat bir toplumda da eller Net’e giderken bizim cenNet’e gidiyor olmamız çok normal değil mi? Özeti: Türkiye insanlarını ‘cahil’ bırakmanın faturasını ağır ödüyor.

Nike kısa sürede ligde yükseldi

BU
hafta anımsanan reklamlar sıralamasında ünlü futbolcuların yer aldığı Nike reklamı yüzde 8’le kendini hissettirdi. Anımsarsanız iki hafta önce bu reklamı incelemiş ve beş yıldız vermiştim. Polaris reklamı ise yine de daha önce öngördüğümüz gibi kısa sürede aşındı ve fark edilme gücünü yitirdi.

‘Öz’ünü çıkardılar!

BAKIM
ürünlerinde bir ‘Öz’ fırtınası aldı başını gidiyor. İşte örnekler: Limon ve Yeşil Çay Özlü Blendax Şampuan, Portakal Özlü Schwarzkoff Palette Saç Boyası, Kına Özlü Elidor Şampuan, Yosun Özlü Duru Lady Likit Temizleyici, Doğal Özlü Duru Şampuan, Bal-Zeytinyağı ve Kına Özlü Hacışakir Saraylı Şampuanları. Ayrıca Zeytinyağı ve Kına Özlü Hacışakir El Banyo ve Sıvı Sabunları, Mucize Özlü Güzellik Yaratan Komili Olive Şampuan Serisi.. Süpermarket rafı değil manav tezgahı sanki! Benim merak ettiğim, sizlerin bu ‘öz’ sözcüğünden ne anladığınız? ‘Yosun özü’nden ne anlıyorsunuz örneğin? ‘Kendisi ne ki özü ne olsun’ ya da ‘Niye yosunlu değil de yosun özlü’ diye sorguladığınız oluyor mu? Olmuyor mu? İşin ‘Özü’nü kaçırıyorsunuz demek ki!

Çekirgelik

Hapishanedeki insanların % 90’ı erkektir.

Allan Pease
Yazının Devamını Oku

İngiltere vize eziyetine son vermeli

30 Nisan 2004
Haftasonu 23 Nisan tatilinden yararlanıp, küçük bir Londra gezisi yaptım, pek iyi geldi. Size de tavsiye ederim. Ancak HSBC ve konsolosluk bombalamasından sonra İngiltere’den vize almanın oldukça zorlaştığını sanırım biliyorsunuzdur. Birçok insan istediği halde, hiçbir güvenlik sorunu olmadığı halde İngiltere’den vize alamıyor. İki hafta önce öğretim üyesi arkadaşlarımdan biri İngiltere’den vize alamadığı için, bir arkadaşıyla ortak yazdığı bildiriyi sunmaya gidemedi. Bu zorluk çıkarma konusunu anlamakta güçlük çektiğimi söyleyeyim. İngiltere niye Türk vatandaşlarını cezalandırıyor ki! Biz mi bombaladık konsolosluğu ya da HSBC’yi? Bu haksızlık, üstelik de teröristlerin istediği ‘huzursuzluk’ ortamını yaratmaktan başka bir şey değil. Türkler İngilizler’i her zaman sevmişlerdir ve Amerika’yla karşılaştırıldığında da İngilizler’le ilgili olumsuz düşünen insan sayısı çok daha azdır. Bu vize eziyetine İngiltere bir an önce son verse çok iyi olur, demokrasinin beşiğiyim diye övünülüyorsa ‘seyahat özgürlüğünü’ kısıtlamak için haklı nedenlerin olması lazım. Ben şu anda böyle bir neden göremiyorum.

Londra’da otel faciası

Londra uçak biletimi ve otel rezervasyonumu bir tanıdığın acentesinden (adı İstmar) yaptırdım. Tanıdık ya aklımca otel işine özen gösterir falan diyorum. Londra’da lüks otel fiyatları korkunç. Ortanın üstü makul fiyatlı, merkeze yakın oteller bulmak mümkün ama işi bilmek lazım. Neyse indik Londra’ya, metroyla bir saatte otele ulaştık. Park Lane civarında Eden Plaza diye bir yer. Dışardan klasik bir İngiliz binası işte. İçeri girdik. Görüntü biraz orta sınıf altı, hafif şok edici bir durum var ama biz yiğit yiğit şoke olmamaya kendimizi ‘Orta sınıftır, eski oteldir, bu görüntü normaldir’ diye ikna etmeye çalışıyoruz. Resepsiyonda biraz bekledikten sonra bodrum dolaylarındaki odaya götürüldüğümüzde kendimizi ‘ikna’ falan bitiyor, düpedüz kafadan şoke oluyoruz.

Oda en fazla 10 metrekare, yatağa yattığında başparmağınla kapıyı rahatlıkla okşaman ve değişik rüyalara dalman mümkün. Çarşaflar delik deşik, yıkanıp yıkanmadıkları bile belli değil. Tuvalet ve banyodan hiç söz etmeyeyim. Burdur’daki asker otellerinde bile bu kadar kötüsü yok! Odanın fiyatı çift kişi, kahvaltı dahil 130 dolar. Hemen tası tarağı toplayıp kendimizi Picadilly üzerinde, Leicester Square yakınlarındaki , Thistle Otel’e atıyoruz. Tamam 30-40 dolar daha pahalı ama resmen medeniyete intikal söz konusu! Londra’ya gideceklere Thistle oteller zincirini şiddetle öneriyorum. Rezervasyon için 0 870 414 414 41’i arayabilirsiniz ya da thistlehotels.com’a girin bir bakın bakalım neredeki Thistle size uygun.

Yeri gelmişken bir de Londra’da pub keşfettim. Süper bir yer. Akşamüstü mutlaka uğrayın, yiyecek de var, iş çıkışı Londra’nın ne kadar ‘beyaz yakalısı’ varsa bu pub’a takılıyormuş gibi geldi bana.

Cinsiyet ayırmıyorum yanlış anlama olmasın. Pub’ın adı, Onanon. Adresi de verelim, The London Pavilion, Piccaddilly Circus, London W1 V9 LA. Latenightlondon.com.uk adresine girerseniz de bütün Londra gece hayatı ayaklarınızın altında benden söylemesi.

Sapıklık mı, oyun mu

Bernardo Bertolucci’nin ‘Düşler, Tutkular ve Suçlar’ (The Dreamers) isimli filmini izleyeli neredeyse dört hafta, bu yazıyı yazalı da üç hafta oldu ama yer darlığından yer verilemiyor. (Ya da bizim gazetede Bertolucci düşmanı biri var, çaktırmadan bu yazıyı sümen altı ediyor, kimsenin de ruhu duymuyor.) Ama inat ettim ya bu yazıyı sizle paylaşırım ya da bir daha sinema falan yazmak yok. (Bazıları hemen sevinmesin böyle bir şey mümkün değil!)

Bertolucci bildiğiniz üzere Son İmparator, Konformist, Paris’te Son Tango filmlerinin unutulmaz yönetmeni. Şu anda da 63 yaşında. The Dreamers’ı izlerken Bertolucci’nin yaşı hep aklınızda olsun. Böyle bir filmi çeken, gençliği gençlik yapan ‘saçma’ davranışları böylesine ilginç bir şekilde gözler önüne seren, bu kadar ‘genç’ düşünebilen kişinin yaşı 63.

The Dreamers 1968 yılında Paris’te geçiyor. Film Gilbert Adair’in ‘The Holy Innocent’ isimli romanından uyarlanmış. Amerikalı ‘kültürel değişim’ öğrencisi Matthew, Theo ve Isabelle isimli iki arkadaş ediniyor. Theo ve Isabelle kardeşler, ancak aralarında ilginç bir bağlılık var. Zaten bu ‘bağlılık’ nedeniyle filmi sonuna kadar bir şüphe içinde izliyor, kardeşler arasındaki bağlılık ‘ensest’ bir ilişki mi yoksa başka bir şey mi çözemiyorsunuz. Bertolucci’nin de bunu fazla çözmemizi istediğini sanmıyorum.

Nurayev kılıklı Amerikalı öğrenci Matthew da kendisini bir yönden bakınca ‘hafif sapık’ sayılabilecek Theo ve Isabelle arasındaki ilişkinin ortasında buluyor, gençliğin verdiği heyecanla durumu yadırgamadan oyuna dahil oluyor. ‘Oyun’ diyorum, bunun nedeni; Bertolucci’nin gençler arasındaki cinsel özgürlük oyununu algılamamızı istemesi. Bize diyor ki Bertolucci ‘1968’de de genç gençti, cinsel özgürlüğü yalnız kaldığında alabildiğine yaşardı, o zamanki genç de aptalca davranışlarla kendine has bir dili yaratır, hayatı oyunlaştırmaktan geri kalmazdı. Ama gerektiğinde de polisin üzerine yürüyüp, siyasi özgürlük oyununu oynamaktan çekinmezdi!’

Matthew, Theo ve Isabelle’i birleştiren ortak nokta sinema. Bertolucci üç kişi arasında oynanan ‘sinema’ oyununa Marlene Dietrich, Greta Gabro gibi sinema klişelerinin arşiv görüntüleri ile ilginç bir çeşitlilik katmış. Eğer 1968 kuşağı iseniz ve o dönemi biliyorsanız ve hatta sinema meraklısı iseniz Bertolucci’nin bu filminden daha fazla haz alacağınız kesin. The Dreamers’da Jimi Hendrix’ten Buster Keaton’a kadar herkes var. Hatta bir ara Andre Bazin’den bile söz ediliyor. ‘Kim bunlar?’ mı diyorsunuz. Hangi kuşaktınız? Kara? Başka sorum yok.

Cuma TAKINTISI

Bu hafta size ‘Kelebek Etkisi’ filmini ısrarla öneriyorum. ‘Geçmiş geleceği şekillendirir’ teması nasıl bu kadar güzel anlatılır, görmek isterseniz bu filmi kaçırmayın. Filmin bir sonraki sahnesini tahmin etmek mümkün değil! Birbiri ardına gelen şoklarla dağılıyorsunuz ve dağılmadan da zevk alıyorsunuz. Bilmem Adrian Lyne’nin Jacob’s Ladder’ını izlediniz mi?

(İzlemedinizse mutlaka izleyin!) ‘Kelebek Etkisi’ni en az Jacob’s Ladder kadar şaşırtıcı buldum. Komedi oyuncusu Ashton Kutcher’in ‘drama oyunculuğu’ denemesini bir tarafa bırakacak olursak yönetmenler Eric Bress ve J.Mackye Gruber gayet iyi iş çıkarmışlar. Bir diş kaçırsalar film ‘bilimkurgu’ olacakken, bir diş geride ‘doğaüstü güç’le yetinilmiş.

Cuma LAKIRDISI

Kadınların erkeklerden daha zeki oldukları kesin! Düşünün bakalım kadınların en yakın dostu elmaslar, erkeklerinki ise bir köpek değil mi?

(Joan Rivers)
Yazının Devamını Oku

Postmodern pazarlama için ipuçları

25 Nisan 2004
<B>YAVUZ Odabaşı</B>’nın Mediacat kitaplarından yeni çıkan<B> ‘Postmodern (modern ötesi) Pazarlama, Tüketim ve Tüketici’</B> kitabını mutlaka okumalısınız. Tabii eğer ‘Postmodern de neymiş’ diye sormuyorsanız. Postmodernizm üzerine epeyce kitap ve makale devirmişimdir, ama ‘postmoderni tanımlayın’ deyin tanımlayamam, zor iş. Ama postmodern bir uygulama, bir eser, bir proje görürsem hemen anlarım.

Postmodernizm kavramı 1960’lı yıllarda öncelikle sanatta ve mimarideki yeni eğilimleri tanımlamak için kullanıldı ve daha sonra kavramsal olarak dokunmadığı, etkilemediği alan kalmadı. Pazarlamayı, reklamları hatta halkla ilişkilerin yapılış tarzını bile etkiledi.

Odabaşı’na göre postmodernizmin pazarlamayı nasıl etkilediğini anlayabilmek için öncelikle postmodernizmi oluşturan unsurları anlamak gerekiyor. İşte Odabaşı’na göre bu unsurlar:

Bir: Postmodern çağda iletişim kurumlarının yoğun biçimde imaj üretimi sonucu hiper ‘üst’ gerçeklik ile gerçeklik karışmış, yapay üretimler gerçek gibi algılanmaya başlamış durumda. Disney stüdyoları, Las Vegas’taki tematik oteller, MiniaTürk, Topkapı Palace ve Kremlin Palace tatil köyleri neyin ürünü sanıyorsunuz?

İki: Postmodern çağda sosyal sınıfların yaşama biçimleri birbirine karışmış, sosyal hiyerarşi bozulmuş ve geçişkenlik artmış durumda. Lüks tüketim niye demokratikleşiyor sanıyorsunuz? Çarşı Mağazaları niye açıldı? Niye Cemil İpekçi orta kesimden çalışan kadına da hitap eden bir koleksiyon hazırlıyor?

Üç: Postmodernizm de tüketiciye ‘kurban’ gözüyle bakılmıyor. Kimse tüketmez ise üretim nasıl olacak? Dolayısıyla tüketmek modernizmin algıladığı gibi aşağılık bir şey değil yüceltilecek bir şeydir. Postmodern tüketici içinse önemli olan tüketimden elde edeceği tatmin. Niye markalaşmanın önemi bu kadar artıyor sanıyorsunuz?

Dört: Modern dünyada katı ve sıkı yapılar, tutarlılıklar söz konusu iken postmodern çağda çoğulculuk ve hoşgörü öne çıkar. Örneğin feministler seslerini duyurabiliyor, eşcinsel örgütlenmeler toplumda kabul görmeye başlıyor. Postmodern çağda ‘her şey her şeyle gidiyor’. Niçin teknoloji harikası bir aracın üzerinde ‘Allah’a emanet’ yazıyor sanıyorsunuz? Burger King’in ramazan ayında ‘Pastırmalı Sultan Burger’ vermesinin nedeni ne olabilir ki? Asmalı Konak’taki Seymen Ağa’ya Post-Seymen Ağa adı daha bir yakışmaz mI?

Odabaşı diyor ki: ‘Bugün postmodern pazarlama varolan birçok kavrama, uygulamaya ve stratejiye meydan okur hale gelmiştir. Her bir postmodern unsurun pazarlamaya yansıması yeni yaklaşımları düşünceleri ve yaratıcılığı şart koşar.

Hadi alın başınıza bir bela daha. Normalde Türkiye yaratıcıdan geçilmiyordu, şimdi de işin yoksa postmodern yaratıcılarla uğraş.

Polaris yeniden reklam liginde

COLA TURKA
bu hafta da en çok anımsanan reklam. İkinci sırada Evy Baby, üçüncü sırada Doritos A La Turka reklamları yer alıyor. Arçelik ise en çok anımsanan dördüncü reklam. Polaris yeni reklam filmi ile uzun bir aradan sonra tekrar listemize giriş yaptı. Yeni yayına giren ve hemen anımsama ligimize giren reklamlar ise Algida ve Nike... Gördüğünüz gibi önemli olan kısa ya da uzun film yapmak değil etkili film yapmak. Mesaj önemli mesaj.

Eyvah! Küçük küçük Sinan’larımız olmuş!

GEÇEN
hafta salı günü Sinan Çetin cep telefonumdan aradı. ‘Şimdi hakkımı yedin, özür dile’ bakalım dedi. Arow reklamı ile ilgili aradığını hemen anladım. ‘Sen çekmedin mi yoksa’ dedim. ‘Yok’ dedi, ‘Ben çekmedim, bu hafta bana bir özür borçlusun!’

Sonra bana filmin yönetmenliğini yapan iki kişinin isimlerini verdi. Tabii ki hemen araştırdım. Arow’u Sinan Çetin’in sahibi olduğu Plato’nun çektiği doğru. Yani Arow filminin Sinan Çetin’le yakından ilgisi var. Verdiği isimler ise, Plato’da Çetin’in asistanlığını yapan arkadaşlar. (Barış Dengi, Nemci Yapıcı) Arow filmini onlar çekmişler. ‘Feci Bir Sinan Çetin Klasiği’ yazım için kendisinden özür diliyorum. Söz konusu olan bir Sinan Çetin taklidiymiş. Ancak ortada da bir gerçek var, bizim küçük küçük Sinan Çetin’lerimiz olmuş da haberimiz yokmuş! (Bu arada Arow’un reklam ajansının Kare Ajans olduğunu öğrendik, belirtelim.)

Nostalji düşkünü dondurma yer kış günü!

BU pazar postmodern başladık, postmodern postmodern devam edelim. Algida’nın yeni reklamını izlemişsinizdir? Beğendiniz mi? Ben çok beğendim. Reklam, çocukluktaki dondurma deneyimini ne güzel anlatıyor değil mi? Ya reklamın geçmiş deneyimi bugüne ‘büyüyen anne’ ile bağlaması? Tek kelime ile mükemmel. Bu reklamda benim favori sahnem deniz kenarındaki dondurma paylaşma sahnesi. Bu sahne o kadar çok hoşuma gidiyor ki anlatamam, ufaklığın ablasının elinden dondurmayı kapıp yalamaya başladığı anın fotoğrafı olsa çerçeveletip duvara asacağım.

Sizce böyle bir şeyi niye yapmak istiyorum? O fotoğrafa baktığımda görmek isteğim ne? Kendi çocukluğum olabilir mi? Algida’nın da yapmak istediği bu zaten. Algida geçmişte yaşadığımız keyifli anları anımsatarak Algida ile aramızdaki bağı güçlendirmeye çalışıyor. Bunun adı nostaljik pazarlama, diğer adı retrospektif (geriye dönük) pazarlama (Siz kısaca retromarketing de diyebilirsiniz).

Nostaljik pazarlamanın dayanağı yine postmodern birey. Postmodern birey geçmişle bağ kurmaktan ve bağı bugüne taşımaktan büyük zevk alıyor. Postmodern birey geleceği düşünmek istemiyor, geleceği düşünmek onu korkutuyor, geleceğe yönelik belirsizliklerden kaçmak istiyor bu nedenle de daha çok geçmişe yöneliyor, onun için ‘ne yapacağı’ değil ‘ne yaşadığı’ çok daha önemli oluyor. Postmodern tüketicinin, aradığı duygusallık, tutku ve sosyal bir bağ. Bu nedenle de postmodern tüketici ‘eski güzel günleri tekrar yaşatacak’ tüketim deneyimlerine sonuna kadar açık.

Niye sevdiğimiz şarkıcıların ‘Best of’ albümlerini alıyoruz sanıyorsunuz? Makarna firmalarının ‘erişte’yi keşfetmelerinin ne nedeni olabilir? Tukaş ‘Geleneksel Ekstra Reçelleri’ neden yarattı acaba? Tikveşli’nin Sütaş’ın ‘Hadi gel köyümüze geri dönelim’ stratejilerinin arkasında ne olabilir? Knorr ‘Osmanlı’nın nefis lezzeti, şimdi Knorr’la mutfaklarda’ sloganı ile Saray çorbasını piyasaya sürmesi tesadüf mü? Örnekleri çoğaltmak mümkün.

İşin özeti şu: Geçmiş satıyor, ‘Ben senin geçmişini’ arabeskliğini bırakın da biraz postmodern olun, akarken doldurmaya bakın! (Reklam Ajansı: Pars McCann. Rating: * * * * *)

Not:
Algida reklamının yönetmeni Bahadır Karataş, böyle duygusal reklam filmlerinin unutulmaz yönetmeni olarak çok iyi işler çıkarıyor. Kutluyoruz.

Çekirgelik

‘Post-modernistlerin sayısı kadar postmodern tanımı vardır!’

(Featherstone)
Yazının Devamını Oku

Bruce Willis kesinlikle çift kişilikli

23 Nisan 2004
Bruce Willis ve Matthew Perry’nin başrolünü oynadıkları Katil Komşum Geri Döndü’yü G-mall’da izledim. G-mall alışkanlık yaptı, neredeyse başka yerde sinema izleyemez hale geldim. G-mall’da film izlemek gerçekten çok keyifli. Sinemaların ortasındaki alanda yer alan Num Num’a bir şey olmuş yalnız. Artık içki servisi yok. Söylenene göre yakında olacakmış. Umarız olur.

Filme gelince... Eğer ilk filme gitmediyseniz asla gitmenize gerek yok. Çünkü ilk filmi görmeyenler için ikinci filmdeki esprilerin hiçbir anlamı yok. İlk filmi görüp kahkahalarla gülenler de bu filmde ‘dumur’ olacaklardır, çünkü öykü çok moronik üstelik hiç ama hiç de komik değil.

İlk filmde Jimmy (Bruce Willis) ve Oz (Matthew Perry) Jimmy’yi öldü gösterip, hayat sigortasından oldukça yüklü para alıyorlardı. Jimmy’nin yerine Janni Gogolak’ın cesedi geçiriliyordu. Jimmy sanılsın diye de Janni’ye Oz tarafından iyi bir diş makyajı yapılıyordu. İkinci film tam buradan başlıyor. Jimmy Mexico’da yaşıyor, Oz’un eski asistanı ile evli. Oz ise Kaliforniya’da yaşıyor. O da Jimmy’nin eski karısıyla evli. İlk filmdeki kurban Janni’nin babası Lazlo hapisten çıkıyor ve Jimmy’ye ulaşmak için Oz’un karısını kaçırıyor. Sonra ne olduğu belli olmayan aptalca olaylar, komik olmayan konuşmalar. Filmde eğlenen birileri varsa onlar da sadece aktörler.

Yönetmen Howard Deutch keşke hiç ikinci filmi çekmeseymiş. Bruce Willis’in de bu filmdeki gibi hallerini hiç sevmiyorum. Nerede ‘Die Hard’lardaki Bruce Willis, nerede bu filmdeki Bruce Willis. Bence Willis bu farkı oyunculuk yeteneğiyle falan yaratmıyor. Resmen çift kişilikli ve bazı filmlerde ‘aklı başında’ ilk kişiliği, bazılarında ise ‘hafif çatlak’ ikinci kişiliği oynuyor. Şaka yapmıyorum, ciddi söylüyorum.

Gidelim mi? Eğer ilk filmi izlediyseniz belki, eğer izlemediyseniz kendinize başka bir film bulun.

Cuma ALINTISI

‘Düşünme’, tüm zenginliklerin, tüm başarıların, tüm kazanımların, tüm büyük keşif ve icatların orijinal kaynağıdır.

(Claude M. Bristol).


Küçük şeyler ve şarap

Geçen hafta internetten bir öykü geldi. Daha önce bildiğim, hatta bir keresinde de sınav sorusu olarak kullandığım bir öykü. Sizlerle de paylaşmak istiyorum çünkü, bu öykü insanın içini ısıtıyor, ne derseniz deyin çok da düşündürtüyor. İşte öykü:

‘Bir felsefe profesörü sınıfta ders yaparken önündeki boş kavanozu küçük taş parçaları ile doldurmaya başladı. Kavanoz ağzına kadar dolunca öğrencilere kavanozun dolu olup olmadığını sordu. Öğrenciler ‘Dolu’ diye yanıt verdiler. Profesör bu kez kavanoza çakıl taşlarını boşaltmaya başladı. Kavanozu salladıkça çakıl taşları büyük taşların arasındaki boşlukları doldurdu. İşi bitince profesör yine öğrencilere kavanozun dolu olup olmadığını sordu. Öğrenciler yine ‘dolu’ dediler. Bu kez profesör kavanozun içine kum boca etmeye başladı. Kum geri kalan boşlukları doldurunca profesör yine aynı soruyu sordu. Hálá ne olduğunu anlayamayan ‘kek’ öğrenciler yine ‘dolu’ yanıtını verdiler. Profesör bu kez masanın altından bir şişe kırmızı şarap çıkarıp, kavanoza boşalttı. Şarap kumu ıslatıp şişirdi ve kavanozda nefes alacak yer kalmadı. Öğrenciler hálá ‘kek’ halinde profesörü izlerken o konuşmaya başladı: ‘Bu kavanoz sizin hayatınızı simgeliyor. Taşlar hayattaki önemli şeyler. Aileniz, sevgiliniz, sağlığınız. Her şeyi kaybetseniz ve elinizde sadece onlar kalsa bile hayatınızın dolu dolu olmasını sağlayacak şeyler bunlar. Çakıl taşları ise işiniz, eviniz, arabanız gibi diğer önemli şeyler. Kum ise arta kalanların hepsi. Daha doğrusu küçük şeyler. Eğer kavanozu kumla doldurursanız çakıl taşlarına ve büyük taşlara yer kalmayacaktır. Bütün zaman ve enerjinizi küçük şeylere harcarsanız hayatınızda sizin için önemli şeylere hiç yer kalmayacaktır. Mutlu olmak için çok önemli olan büyük taşlara dikkat edin. Çocuklarınızla vakit geçirin, doktor kontrollerini aksatmayın, sevgilinizle sinemaya gidin, dansa gidin. İşe girmek, evi temizlemek, tamirat yapmak ve yemek yemek için hep zamanınız olacaktır. Ama onları ‘büyük taşlar’ için yaptığınızı unutmayın. Önce büyük taşlar... Önceliklerinizi belirleyin. Geriye kalanlar sadece kumdur.’

Öğrencilerden biri dayanamayıp elini kaldırdı ve sordu: ‘E, şarap hocam?’. ‘O’ dedi Profesör, ‘O sadece hayatınız ne kadar dolu görünürse görünsün iyi bir şişe şaraba her zaman yer olacağını size göstermek içindi.’

Doğrudur, şaraba her zaman yer olmalı hayatınızda. Örneğin bu haftasonu alın yanınıza sevdiğinizi, sevgilinizi, aşkınızı. Liginize göre en güzel kırmızı şarabı açın , ‘sevginize’ kadeh kaldırın, paylaşmanın erdemini yaşayın.

Cuma TAKINTISI

Bu hafta size önerim Ziya’nın Yeri. Nasıl tanımlayabilirim size Ziya’nın yerini? Nasıl? Nasıl? Hah, buldum. Çok kaliteli bir meyhane. Hatta hafiften Rum meyhanesi bile diyebiliriz. Çok ilginç ve lezzetli mezeler var. Tadı damağınızda kalacak cinsten. Keyifli bir sohbet ortamı. Rezervasyon yaptırsanız iyi olur (0-212- 245 60 70).

Cuma PARILTISI

Bu haftaki parıltımız Aşkın Taneli’den:

80 yaşında bir adam doktora gitmiş. Doktor adamın sağlığını sorduğunda adam ‘Harika. 18 yaşında bir karım var ve hamile’ demiş. Doktor birkaç dakika düşünmüş ve sonra adama dönüp sana bir öykü anlatayım demiş ve başlamış anlatmaya: ‘Avlanmaktan çok hoşlanan bir adam varmış. Her gün tüfeğini alarak ava gidermiş. Fakat bir gün tüfek yerine şemsiyesini almış. Ormanda ağaçların arkasında yürürken karşıda bir geyik görmüş. Hemen şemsiyeyi çıkartmış, nişan almış ve geyik yere yığılmış. Adam şaşırmış ve doktora ‘Olamaz başka biri vurmuş olmalı’ demiş. Doktor da yanıtı yapıştırmış: Kesinlikle!’.
Yazının Devamını Oku

Cem Boyner’den T-box prezervatif reçetesi

19 Nisan 2004
<B>ULUDAĞ</B> Üniversitesi’nden Prof. <B>Zeyyat Sabuncuoğlu</B> davet etti, geçtiğimiz cumartesi günü Bursa’da <B>‘3. İnsan Kaynakları Zirvesi’</B>nde <B>‘Yaratıcılık ve Pazarlama’</B> üzerine bir konuşma yaptım.

Konuşmamın odağında T-box vardı. Bir gün önce Cem Boyner’le beraberdim ve ilk ağızdan öğrendiğim T-box öyküsünü Bursa’da ballandıra ballandıra bir güzel anlattım.

T-box ürün karmasıyla, (muhabirlere özel düşük kesim g-stringler benim ideal ürünüm!) markasıyla, ambalajıyla, fiyatıyla, ödeme biçimiyle, reklam diliyle, sadece basını reklam aracı olarak kullanmasıyla daha ilk yılında niş bir pazarlama efsanesi oldu çıktı. T-box geleneklere meydan okudu ve kısa sürede yol aldı. Cem Boyner’i cesareti için gerçekten kutluyorum. T-box genç, eğlenceli ve çok komik bir marka ama onu yaratmak ve T-box’ın yaptıklarının arkasında durabilmek için her şeyden girişimci cesareti gerekiyor.

Boyner, T-box için yaptıklarıyla herkese girişimcilik ve yaratıcı pazarlama dersi veriyor ve neredeyse bize ‘Onların pazarlama öğreten Unilever’i, P&G’si varsa bizim de Boyner’imiz var’ dedirtiyor. Şu T-box prezervatiflerine bakar mısınız! Ürün fikri Boyner Holding içindeki 20 kişilik ‘T-box Timi’ tarafından ortaya atılmış. Tim içindeki gelenekselcilerle-değişimciler arasındaki savaşı değişimciler kazanmış. Boyner’in büyükleri de ‘Eczacıbaşı Okey’i üretiyorsa biz niye T-box üretmeyelim!’ argümanıyla ikna edilmiş.

T-box prezervatiflerinin yeniliği ambalaj içine yerleştirilen hareketli çıplak kadın resimlerinde. Ne mi işe yarıyor bu resimler? Prezervatif kullanmadınız mı? Prezervatif takmak bir ‘zamanlama’ işidir biliyorsunuz. Eğer el becerileriniz yeterince gelişmemişse ya da ürünle ilgili ‘ebat’ sorunları varsa performansınızda bir düşme yaşanacağı ve ‘hadi bakalım bir daha deneyelim’ pozisyonu alınacağı kesindir. T-box’ın içine konan hareketli resimler ‘düşmeden ve düşünmeden devam etmenizi’ sağlıyor anlayacağınız.

Yazının Devamını Oku

Feci bir Sinan Çetin klasiği

18 Nisan 2004
<B>TERLİKÇİLERİMİZİN</B> marka yapılandırmaktan ziyade günü kurtarmaya yönelik reklamları devam ediyor. Yaptıkları reklamlara itirazım yok ama bir de ‘<B>marka yapılandırma</B>’ işini çözseler var ya 250 milyon dolarlık sektör tadından yenmeyecek! Twigy’nin Brezilya’dan aldığı ‘karnaval’ görüntülerinin sonuca ne katkısı var anladıysam arap olayım. ‘Bu terlik tam benlik’ diyen Brezilyalı ne demek istiyor? Twigy Brezilya’ya terlik mi ihraç ediyor? Hadi ‘Ediyor’ yanıtı verelim, peki bundan bize ne? (*)

Polaris
bu yıl da Seda Sayan’la devam ediyor. Ama nedense artık ‘Tebrikler Polaris’ diye kendi kendini tebrik etmiyor. Polaris’in hedef kitlesini anlamak için Seda Sayan hayranlarına bakmanız yeterli. Seda Sayan hayranlarının ‘zevk seviyesi’ sanırım Polaris’in Türkiye’de ne kadar geniş bir kitleyi kucaklamak istediğinin iyi bir göstergesi. Metin Şentürk, fal esprisi ve Seda Sayan’ın ‘sabah sabah’ halleri ‘Polaris’in günü kurtaran reklam stratejisine uygun dolgu maddeleri. Ancak tüm bu dolgu maddelerinin geçen seneye göre öyle ahım şahım bir çıkışı beraberinde getirmediği ortada. Ya seneye? Seda Sayan’ın yetmeyeceği kesin. Sibel Can’ı da denemiştik. Başka kim kaldı? (* * *)

Muya geçen sene erkek-hanzo tabanlı bir iletişimi seçmişti. Bu sene aynı hataya düşmemiş. Bu sene kendi adına doğru bir iş yapıp Deniz Akkaya tabanlı iletişimi seçmiş. Muya bir de Deniz Akkaya’yı doğru kullansaymış var ya, ‘yeme de yanında yat!’ olurmuş. Niye Deniz Akkaya cadı? Bir prenses dururken kim cadı gibi olmak ister? Öykü karışık ve samiyetsiz, filmin yapım kalitesi de sorunlu. Muya’nın satışa yönelik yaptığı etkinlikler takdire değer ama bu etkinlikleri duyururken televizyon iletişimi ile tutarlı mesaj yaymasında fayda var. (* * *)

Arow
reklamı ise feci bir Sinan Çetin klasiği! Sinan Çetin herkese, her markaya ‘aspirin’ öneriyor. Sinan Çetin için terlik, çay, buzdolabı, diyet kola, banka fark etmiyor, çözüm tek: Doğulu şivesiyle konuşan öteki Türkiye’den bir vatandaşımız çıkacak ya soru soracak ya da dillere pelesenk olacak bir sözcük söyleyecek! Sinan Çetin’in reklamdan anladığı bu. Biz bunlara reklam değil arkada stratejik düşüncesi olmayan ‘skeçler’ diyoruz. Skeçlerin de bırakın marka yapılandırmayı, günü kurtarmayı, vermek istediği mesajı bile iletmesi mümkün değil. Arow, ‘ben deriyim, modayım, ortopediğim’ diyor, anlayan var mı? (*)

Gördüğünüz gibi reklama çıkmayan bir Gezer kaldı. Müjdeyi verelim, Gezer reklamları da yakında bu sinemada. Çekilmekte olan Gezer reklamlarında kim oynuyor biliyor musunuz? Hadi tahmin edin bakalım. Kadir İnanır’la Ayşe Arman mı? Bonus Card’la karıştırdınız galiba. Müslüm Gürses, Müslüm Gürses! Müslüm Gürses, Gezer reklamlarında ‘O sizin güzelliğiniz!’ diyecek.. Nasıl mı diyecek? Hep birlikte göreceğiz.

Nike’ın ayak oyunları çok doğal!

NIKE
’ın tüm Avrupa ülkeleri ile aynı zamanda yayına giren yeni reklam filmi, çok büyük bir prodüksiyon ve alkışı hak ediyor. Reklamda, Brezilya ve Portekiz milli takımlarındaki ünlü oyuncular, daha maç başlamadan birbirlerine meydan okuyor ve ‘yeteneklerini konuşturmaya’ başlıyorlar. Sıra başlama vuruşundan önceki, ‘senin marşın, benim marşım’ kısmına geldiğinde ise kimsede asıl maçı oynayacak hal kalmıyor.

Ne de olsa herkesin ayakkabısı Nike ve Nike’lar da ayağa giyince raf da durduğu gibi durmuyor!

Reklamdaki büyük fikir bu. Ronaldo, Ronaldinho, Roberto Carlos, Diego, Figo, Ricardo, Totti, Cantona’yı bir araya getirmek ise her markaya nasip olacak bir şey değil. Ama bir marka Nike gibi, dünya kategori liderliğine oynayıp, ‘futbolcu yaratıcılığını’ marka özü olarak kabul edince yapacak bir şey yok. Büyük düşünülecek ve gerekirse çekimler üç haftada tamamlanıp, bütün futbolcuların bir araya gelebilmeleri beklenecek! Nike’ın gözleri ve kalpleri okşayan reklamında kalabalık stadyum görüntüleri Gladyatör filminde kullanılan bilgisayar tekniği ile yapılmış, futbolcuların tüm ayak oyunları ise doğalmış, hiçbir çekim hilesi yapılmamış. İnanamadım. Siz?

(* * * * *)

Cola-Turka reklamları aşındı!

COLA
Turka reklamları hálá reklam anımsama liginde birinci sırada çıkıyor. Bu etki şu anda yayınlanmakta olan yengeli, biber dolmalı, dağ başını duman almışlı, çoluk çocuklu sözde, ‘Pozitif milliyetçi’ reklamların, ‘kısa dönemli ’ etkisi değil. Birikimli bir etki. Cola Turka reklamları aşındı, artık farkına bile varıldıklarını söylemek çok zor. Bir an önce yeni Cola Turka filmlerine ihtiyaç var. Üstelik yeni filmlerde sözde ‘pozitif milliyetçiliğin’ iş yapmayacağı da çok açık. Cola Turka ister istemez yeniden konumlandırılmaya, hatta ‘Zem Zem’ kola gibi rakiplerden ayrıştırılmaya çalışılacaktır. O zaman da biz başa dönüp, ‘Bu devrimi niye yapmıştık?’ sorusunu sorma hakkını kendimizde bulacağız. Gerçekten, bu devrim niye yapılmıştı?

Tereyağı olmaya çalışan margarinler!

HEM
Teremyağ’da hem de Luna’da ciddi şizofrenik eğilimler başladı. Her ikisi de kendini tereyağı sanıyor ve tereyağı gibi görünmek istiyorlar. Sevgili Teremciler ve Lunacılar, lütfen yerimizi bilelim ve ona göre davranalım. Eğer markalarınızın bir kişilik sorunu varsa önerim psikolog yardımı almanız. Sorun bakalım psikoloğunuza, ‘Kırk yıllık Yani olur mu Kani?’.

Başbakan’ın Ülker aşkı ile açıklanamayacak sonuçlar

TADELLE,
daha piyasaya girmemişti ki, ben Çikolata Marka Ligi sonuçlarını merak ettim. Taylor Nelson Sofres de her zaman yaptığı gibi 18 yaş üstü Türkiye temsili 2000 kişiye, ‘Aklınıza gelen ilk üç çikolata markası nedir?’ sorusunu sordu. Yanıtlar ilginç!

Ülker, çikolata marka liginin tartışılmaz lideri (yüzde 68,9).

En yakın rakibi Nestle (yüzde 27) ile arasındaki puan farkı Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bayi kontenjanından ‘Ülker Aşkı’ ile açıklanacak bir sonuç falan da değil. Bu sonuç Ülker’in, ‘iletişimi sürekli kılarak’ bileğinin gücüyle elde ettiği bir sonuç. Kutlamak lazım. Eti’nin de kısa sürede çikolata pazarında üçüncü sırayı alması ve Milka gibi bir çikolata devinin önüne geçmesi takdire değer.

Albeni ve Metro’nun ise çikolata olarak algılanmalarına ne dersiniz? Dikkate değer değil mi?. Diğer dikkate değer olgu da Saray’ın ciddi bir ‘çikolata’ iletişimi yapmadan dokuzuncu sırada yer alması. Bizim araştırma yapıldığı sırada henüz Saray’ın Tom ve Jerry’li reklamı başlamamıştı. Tom ve Jerry’de de ne potansiyel var değil mi? Ford reklamlarına giriyor nostaljik takılıyor, Saray reklamlarına giriyor çocukları delirtiyor. Ben gerçek star diye Tom ve Jerry’ye derim. Var mı itirazı olan?

Not: Yurtsan Atakan, ABC1 kent örnekleminde yapılmış bir bilgisayar markası anımsama araştırmasına atıf yaparak, ‘Niye Atıf Hoca’nın verdiği TNS sonuçları ile tutarlı değil?’ sorusunu soruyor. Olmaz tabii ki Yurtsancığım. TNS’nin araştırması 18 yaş üstü Türkiye temsili, kırsal kesimi de temsil eden bir araştırma. Örnek yapısı farklı iki araştırmanın sonuçlarının farklı olması çok doğal. Yapacak bir şey yok. Sevgiler.

Çarli’nin etine dolgun melekleri!

TOPRAK
’ın, Libresse’i de kadın pedleri arasındaki savaşa katıldı! Hem de ne katılma.. Libresse’in ateş tabancası, tüfeği hepsi var bir topu eksik.. Gerçi reklamda bir top var ama onu cephane anlamındaki topla karşılaştırmamız pek mümkün değil. Sibel Can, olsa olsa bir ünlü olarak top değil, ‘ağır top’ olabilir.. Bilmiyorum Çarli’nin Melekleri, Çarli’nin Melekleri olalı, bu kadar etine dolgun bir takım olmuşlar mıydı!

Libresse reklamının, ‘James Bond’ filmlerini andıran atmosferinin dikkat çektiği çok açık. Keşke her şey dikkat çekmek olsa! Bir de reklamdaki testlerin neyi ölçmeye çalıştığını anlasak. Libresse,emiş gücüm diğerleriyle aynı’, ‘benim pedim diğerleri gibi alev alev yakmaz’ demek istiyor ama anlayan ciddi ciddi zenci!

Her türlü çeldiriciye rağmen, reklamda bu testlerin ne için yapıldığı anlaşılır bir şekilde verilse, ‘kurtarıyor’ diyebiliriz. Ama kurtarmıyor. Türk kadınının da haliyle bu testlerin topla tüfekle yapıldığından haberi yok, o halde reklamdan geriye ne kalıyor? Bildiniz, ‘imaj’. Bir pedi de ‘Çarli’nin Etine Dolgun Melekleri kullanıyor’ diye kim alır onu bilemem. (* *)

Çekirgelik

Prezervatiflerin tamamen güvenli olduklarını söylemek zor. Bir arkadaşıma, takılı haldeyken arkadan otobüs çarptı!

Bob Rubi
Yazının Devamını Oku

Sado-mazolara Mel Gibson kıyağı

16 Nisan 2004
En sonunda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: ‘İsa’nın Çilesi’ tam bir fiyasko. Böyle ipe sapa gelmez bir filmin (film demeye bile bin şahit ister, ara sıra kendimi ortaokul müsameresi izler gibi hissettim) sadece ‘tabu’ bir konuya el atması nedeniyle günlerce gazete manşetlerinden düşmemesi de ciddi olarak üzücü. Bir filmde ilk önce karakterler oluşur, sonra konu gelişir ve kader ağlarını örer değil mi? Normalde olması gereken budur. Azıcık bu işi bilen bir yönetmen bir filmin abc’sinin karakter ve konu gelişimi olduğunu bilir. Mel Gibson ise herkesi İncil uzmanı sanıyor. Örnek verelim. Filmin dünya basınında tartışılan yönü Gibson’un İsa’nın ölümünden Yahudileri sorumlu tutması. Bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘Kardeşim tamam Gibson İsa’nın ölümünden öğrencisi Yahuda’yı sorumlu tutuyor da, Yahuda’nın niye İsa’yı ispiyonladığını anlayan var mı?’ diye sormuyor. Yahudi cemaatinin niye İsa’nın kendini ‘Mesih’ ilan etmesinden rahatsız olduğunu sorgulayan da yok. İsa tutuklanıp Kudüs’teki Roma Valisi Pilatus’un huzuruna getirildiğinde Pilatus’un karısının niye İsa taraftarı olduğunu sorgulayan da yok. Yahudiler niye İsa’nın yediği binlerce kırbaç darbesiyle yetinmiyorlar da ‘Çarmıh da çarmıh’ diye tutturuyorlar onu sorgulayan da yok. Anlayacağınız İsa’nın Çilesi bu ve bunun gibi, sadece fanatik Hıristiyanların anlayacağı ve kendilerinden geçecekleri olay ve göstergelerle dolu. Bu filmi, içerdiği şiddet sahneleri nedeniyle 17 yaşın altına göstermemek çok doğal ama bence film İncil’i hatmetmeyenlere yasaklansa müthiş olurmuş!

Filmin en çok söz edilecek yanı,İsa’ya çile çektirilen’ sahneleri. Mel Gibson da filmi fanatik Hıristiyanların gözünde tutundurabileceği sahnelerin bu olduğunun farkında ki, işkence ve kan işini abarttıkça abartmış. Sanki ’Ne kadar çok İsa’ya işkence edildiğini izlersen, acı çekersen o kadar koyu Hıristiyan olursun’ gibi bir hava var filmde. Tahminen filmin işkence sahnelerinde fanatik Hıristiyanların ‘Allaaah!’ deyip secde yapmaları istenmiş! Bu da Gibson’un bir yönetmen olarak acizliğinin en güzel göstergesi. Filmde hiçbir duyguyu doğru dürüst geçiremeyen, sığ planlara hapsolan, sanki iki boyutlu bir minyatüre bakıyormuş gibi etki yaratan Gibson, bakmış gişe hasılatı tehlikede; kurtuluşu ortalığı kana bulamakta bulmuş. Eğer İsa, Mel Gibson tarzı damardan işkenceye rağmen, hálá ölmek için çarmıha gerilme ihtiyacı hissetmişse Yahudiler niye onun Allah’ın oğlu olduğuna inanmamışlar bunu anlaması zor!

Önerim bu filmi görmezden gelmeniz, paranıza da zamanınıza da yazık! Eğer sado-mazoysanız bu durumda bile önce bir İncil kursu bulun iki üç ders teorik Hıristiyanlık çalışın, sonra filmi görün. Aksi durumda sadece işkence sahnelerinde uyanık kalın, diğer sahneler şekerleme için birebir.

Çatı’daki çatlak

Ümit Gür isimli okurum benim önerimle İstanbul’da Çatı Restoran’a gitmiş, aldığı hizmetten memnun kalmamış, bana da memnuniyetsizliğini ifade eden güzel bir e-posta döşenmiş:

‘Sevgili Hocam, hastaneden bir grup arkadaşla bir akşam hoşça vakit geçireceğimiz bir yer ararken önce 18.3.2004 tarihindeki ‘Cuma Takıntısı’ köşenizde, daha sonra 26.3.2004 tarihindeki öneriniz üzerine Çatı Restoran’da karar kıldık. Bu kararda sizin önerileriniz yanında eski Çatı anılarımız da bir nebze etkili oldu. 3 Nisan Cumartesi akşamına, üst katta rezervasyon için, telefonda Esra Hanım’la konuştuğumuzda fiyatın limitli 34 milyon, limitsiz 39 milyon olduğunu söyledi. Sizin yazınızı kastederek gazetede bu fiyatların 30-35 milyon olarak verildiğini söylediğimde ise önce size fiyatların öyle uygulandığını söyledi. Israr edince sizin fiyatları eski basın bülteninden alarak yanlış bastığınızı belirtti. Biraz üsteleyince de ‘Sizi Hasan Bey’le görüştüreyim’ diyerek telefonu Hasan Bey’e bağladı. Hasan Bey limitsiz 37 milyon olabileceğini söyledi. Birkaç milyon lira için keyfimizin kaçmasını istemediğimden kabul edip 28 kişilik rezervasyon yaptırdım. 3 Nisan günü Esra Hn. arayarak teyyit aldı. Ancak akşam iki arkadaşımızın acil ameliyatı çıktığı için, bir çiftin de kızları hastalandığından gelemedi ve biz Çatı’da 23 kişi olduk. Yemekler fena değildi. Kaşmir Trio çok güzel müzik yaptı (gecenin tek olumlu yanı). Gecenin sonunda hesabı ödemeye indiğimde Hasan Bey eksik olan beş kişinin de parasını ödememiz gerektiğinde ısrar etti. Ne dediysem anlatamadım; zar zor 25 kişilik ücrete razı oldu. Yine arkadaşlarımın keyiflerinin kaçmaması adına çok üstelemeden ödedim. Bir daha Çatı’nın kapısının önünden geçer miyim bilmiyorum!.. Size de soruyorum sayın hocam , sizce bu restoran köşenizde böylesine tanıtılmayı hak ediyor mu? İşletmecilik bu mudur? (Ümit Gür)’

Gördüğünüz gibi Ümit Gür’ün temel sorunu yemekler ya da müzik değil, sorunu ‘adaletli’ olmadığını düşündüğü restoran sahibi. Bu konuda benim fazla yapabileceğim bir şey yok. Burada bir restorana yer verirken gerçekten titiz davranıyorum. Örneğin geçen hafta İzmir’e gittim, mermer fuarını gezdim, Urla Güzelbahçe taraflarında bir balık lokantasına götürdüler, beğenmedim, yazmıyorum. Böyle yazmadığın çok yer var. Çatı’cılar da umarım Ümir Gür’ün e-postasını okur ve bundan sonra daha adaletli davranırlar.

Cuma TAKINTISI

Bu hafta sonu size Bebek’te süper bir balıkçı öneriyorum: Poseidon. Balıklar iyi pişiyor, mezeler, salatalar nefis ve leziz. Ortam da bir harika, hizmet süper ötesi. ‘Ya ölmeden bir denize nazır ağız tadıyla balık-rakı yapayım’ diyorsanız mutlaka rezervasyon lazım (0-212-287 95 31- 32-33).

Poptrinam: Demir Demirkan’ın eline sağlık

Demir Demirkan’ın 2004 İstanbul albümünü çok sevdim. Çok kailteli parçalar çalışmış, nedendir bilmiyorum, dinlerken gurur duydum. Eğer rock seviyorsanız Demir Demirkan’ın son albümünü kaçırmayın. What’s Done Is Done’a özellikle dikkat!

Yalın’a herkes ‘Ellerine sağlık’ diyor ama ben diyemeyeceğim. Çünkü çıkardığı albümde Zalim’den başka bir şey yok. Sesi her parçada başka bir şarkıcıymış gibi algılanan başka birini de görmedim.

Sonunda George Michael çıktı geldi. Benim için George Michael olsun da, iyi kötü önemli değil. Michael’ın ‘Patience’dan iyi albümleri vardı. Ama adamın sesini ve müziğini seviyorum işte. Sadece Amazing için bile George Michael’ı almaya değer.

Serdar Ortaç yeni albümü Çakra’da kendini biraz aşmış. Hayranları adına söylüyorum, Ortaç yeni albümde kendini biraz da olsa tekrar etmekten kurtulmuş. Ben ancak bir kere dinlerim. O da yazmak için. Ama Ortaç hayranlarının Çakra’da algılayacakları farklılıktan mutlu olacakları kesin!

Cuma ALINTISI

Kadın hep değişkendir. Ona inanan aptaldır. (T. François’e atfedilmiştir.)
Yazının Devamını Oku