Ali Atıf Bir

Aşk mı, Avrupa Birliği mi?

17 Ekim 2004
THE Wall Street Journal’ın haberine göre İtalya’da ‘kur yapma sanatı’ kurslarının sayısında oldukça artış olmuş.Bildiğiniz üzere romantik aşkın uygulamadaki mucidi İtalyanlardır. Marcello Mastroianni, Sophia Loren ve Giancarlo Giannini gibi İtalya’dan doğan ve romantik aşkı çağrıştıran film yıldızlarını nasıl unuturuz.Gelin görün ki, aşırı çalışma temposu, boş zamanların azalması ve yalnızlık duygusunun artışı nedeniyle İtalyanlar kur yapmayı unutmuşlar. Çare ilginç: Baştan Çıkarma Kursları! Bu kurslarda hocalık yapan psikolog Maria Menditto’nun söylediği şu: ‘İtalyanlar artık 'romantik aşk' miti ile yaşayamazlar. İnsanların zamanı yok, iletişim kurmayı unuttular. İtalyan erkeğinin artık nasıl kur yapacağı ile ilgili hiçbir fikri yok. Göz teması nasıl yapılır onu bile unuttular. İlk temastan kaçıyorlar ve çok yapaylar."Baştan çıkarma kurslarına daha çok orta yaşlı İtalyanlar gidiyorlarmış. Kursların amacı belli: Beğenilen birini yatağa atmak için (uzun dönemli bir ilişkiye başlangıç da olabilir) neler yapılması gerektiğini öğretmek! 20 yaşında, erkek, ‘Fare’ takma isimli bir kurs katılımcısının söyledikleri sanırım İtalya’daki aşk sefaletini çok iyi özetliyor: ‘Çok etkili olmak zorundayım. Dışarıda büyük rekabet var ve ilişkiler hata kabul etmiyor. Bu yaz felaketti. Eğer çok parası olan emekli bir futbolcu olsaydım sorun olmayacaktı. Ama değilim ve kur yapmayı öğrenmek zorundayım!’ Kurslarda verilen taktiklere gelince... Yandan bakışlar kadınları bitirirmiş ve yatak garantiymiş. İtalya’daki kursun hocalarına göre herkes kur yapma teçhizatına sahip olarak doğuyormuş (Ona ne şüphe!). Kadını baştan çıkarmak için erkek mutlaka güçsüz görünmeliymiş. Kadınlar kontrol edebilecekleri erkekleri severlermiş. Fazla nazik olmamak gerekirmiş. Kadının evine gidildiğinde ceketi çıkarıp askıya asmayacakmışsınız, koltuğun üzerine fırlatacakmışsınız. Kur yapma kursu hocalarından Carlo Della Torre’ye göre iyi bir baştan çıkarma uzmanı, erkeğin vücuduyla kadının zihnini birleştiren kişiymiş! Torre, üç tür İtalyan erkeği olduğunu söylüyor. Birincisi horozlar. Bunlar seri baştan çıkarıcılar. Ancak genelde sonuç kadını rahatsız etmek ve hüsran. İkincisi fino köpekleri. Bunlar kadın hizmetkarları, yalamıklar. Üçüncüsü ise duyguları satın alacaklarını sananlar. Torre’ye göre üç tip erkek de gerçek baştan çıkarıcı değil. Gerçek bir baştan çıkarıcı olmak için mutlaka duyguları kışkırtmak gerekiyor. Gördüğünüz gibi girmek için can attığımız Avrupa Birliği ülkelerinden İtalya’da erkekler çalışmaktan, yalnızlıktan aşkı unutmuş! Eğer Avrupa Birliği'ne (AB) girince biz de baştan çıkarma kurslarına muhtaç olacaksak olmaz olsun böyle AB üyeliği. Bakın biz ne güzel işsiz işşiz oturup önümüze geleni baştan çıkarabiliyoruz. Bu büyük bir lüks değil mi?Vestel, Ata Demirer’e ÇalışıyorVEYSEL’li Vestel reklamlarının üçüncüsü yayına girdi. Bu kez tam anlamıyla Ata Demirer başrolde. Esmeray’a benzeyen bir kadına ‘Ayrılık’ şarkısını öğretmeye çalışıyor. Arkadaki yaratıklar da hep birlikte halay çekerek ‘Ayrılık’ şarkısına eşlik ediyorlar. Reklam komik. Esmeray kılıklı yaratığın şarkıyı söylerken düştüğü, yaptığı hatalar komik. Ata Demirer’in hareketleri komik. Peki bütün bunlar ne adına? Niye Esmeray kılıklıya bu şarkı öğretiliyor? Tahminim Esmeray da Türkiye’ye ışınlanacak, ona altlık yapılıyor... Anlamadığım, Vestel’in durup dururken bir kampanyanın ortasında meraklandırıcı bir reklam yapmaya neden gerek duyduğu? Hangi iletişim etkisi için? Bildiğim şu: Vestel’in Veysel kampanyası dikkat çekiyor, merak uyandırıyor ama şu haliyle Vestel’den çok Ata Demirer’e yarıyor. Gidilecek yön çok önemli, Vestel söylemek istediğini bir türlü söyleyemiyor, mesajı lehine bir türlü çeviremiyor.Zaman ligini iyi bilmeli!YALÇIN Bayer dün köşesinde ‘Atıf Hoca Zaman Gazetesi’nin yeni reklamını bizim için değerlendirir mi?’ diye sormuş. Yanıt veriyorum, değerlendirir. Bayer’e göre Zaman reklamında arkadan görülen kişi Bush, yanındaki de Fethullah Gülen. Tabii ki olabilir. Bu tür reklamlara ‘soft sell’ reklamlar denir izleyen gördüklerini kendi bellek hazinesindeki birikimlere göre yorumlamakta özgür bırakılır. Zaman reklamında da bilerek ‘soft sell’ bir yaklaşım uygulanmış, zihinler yorumlara açık bırakılmış. Yoruma açık bırakılmayan bir şey var tabii ki o da şu: Arka sayfa güzeline yer vermemek Zaman yöneticileri için stratejik ürün kararı değil, olamaz da... Zaman’ı yönetenlerin inançları buna izin vermez. İsteseler de yapamazlar. Bu nedenle reklam stratejisini ‘arka sayfa güzeline’ göre kurmak ve ‘arka sayfa güzeli’ üzerinden Zaman’ı konumlandırmak yanlış yönlendirici bir mesaj. Zaman pazarını büyütmek istiyorsa ‘samimi’ olmalı. Samimiyet inandırıcılığın başladığı nokta değil mi?No Logo’ya karşı Pro LogoNAOMİ Klein’in ‘ciddi bir gazetecilik çalışması olan’ No Logo isimli kitabı, 2001 yılında yayınlandı. Kısa süre içinde de tüm dünyada marka karşıtlarının önemli sembol kitaplarından biri haline geldi. No Logo, Bilgi Yayınevi tarafından da Türkçe’ye çevrildi. Hálá okumadıysanız okumanızı öneririm. Naomi Klein, kitabında markaları küresel dünyanın şeytanları olarak adlandırıyor. Zengin ülkerin fakir ülkeleri markalar yoluyla sömürdüklerini iddia ediyor. Markaların lehinde olanlar tabii ki No Logo’da tartışılan düşünceleri oldukça tabansız buluyorlar. Klein’in düşüncelerinin tabansızlığını kanıtlamaya çalışan yeni bir çalışma Pro Logo ismiyle Fransa’dan geldi. Yazarları Michael Chevalier ve Gerald Mazzalovo. Chevalier ve Mazzalova’ya kitaplarında özetle şöyle söylüyorlar: ‘Markalar ne şeytan ne de melek. Markalar eleştirilebilir ancak onları yok etmek çok saçma. Bugün markalar çağdaş pazarlamanın, uluslararası rekabetin ve çağdaş toplum yaşamının önemli birer parçası ve hep de öyle kalacaklar. Süpermarketlerin bir anda markasız jenerik ürünler satmalarını hayal etmek artık mümkün bile değil. Böyle bir şey olsa ikinci gün biri çıkar hemen farklılaşır ve markalaşma süreci yeniden başlar. Markalaşmamak insan doğasına aykırı, markalaşmak toplumsal gelişimin en büyük göstergesi. Yapılacak şey markalaşmanın olumlu yanlarını pekiştirmek, olumsuz yanlarını ortadan kaldırmak. Öncelikle markalar iyi yönetilmeli, tüketiciler mutlaka markalarla çift yönlü iletişim içine girmeli. Şirketler kadar tüketicilere de sorumlulukları anımsatılmalı.’Chevalier ve Mazzalovo, kitabın ilerleyen bölümlerinde ‘bir marka sorumlu ve iyi bir şekilde nasıl yönetilir’ sorusunun yanıtını veriyorlar. Onlara katılıyorum. Eğer hem biz hem de şirketler rollerimizi doğru oynarsak markalar hem fiziksel hem de psikolojik açıdan mükemmelleşir. Herkes görevini iyi anlarsa Türkiye’de markalar zenginliğin, kültürün, konforun önemli yaratıcıları olur. Şunu da belirteyim, tüketicilere görevlerini, haklarını öğretmek şirketlere düşüyor. Eğer markalarının bir süre sonra birer şeytan olarak görülmelerini istemiyorlarsa...(*) Michael Chevalier ve Gerald Mazzalova, Pro Logo, Palgrave, 2004.Pepsi star olmalı SONUNDA Pepsi’nin ‘ramazan’ reklamı da geldi. Pepsi her zamanki mavi ürün kimliği içinde ‘Büyük ailelere aile boyu Pepsi’ demeye getiriyor. Pepsi’nin Coca-Cola ve Cola-Turka’ya yanıt vermesi doğru ama biraz daha hızlı davranması gerekiyor. Pazar payında üçüncü sırada diye üçüncü sırada reklam çıkarsa üçüncülüğünü pekiştirmez mi? Fruko’nun Pepsi reklamında ne işi var? Cola-Turka Pepsi’den iyi pazar payı çaldı. Kaybettiği pazar payını geri kazanmak isteyen Pepsi kendi reklamlarında ‘star’ olmayacaksa nerede olacak?ÇekirgelikZamanın varsa, her şeyin gelip geçer.Her şeyin varsa, zamanın gelip geçer. (Özdemir Asaf)
Yazının Devamını Oku

Gülşen, Sezen’i de Nazan’ı da harcamış

15 Ekim 2004
Bu hafta Poptirinam listemde Gülşen’in ‘Of Of’ albümü var. ‘Of Of’u bir süredir dinliyorum ama dinlerken biraz zorlanıyorum. Gülşen’in sesi gönül telimi hiç titretmiyor. Çok mekanik bir ses ve şarkıları da mekanikleştiriyor. Nazan Öncel’in ‘Of Of’unu Nazan Öncel söylese ortalık yıkılır, Gülşen söyleyince şarkı oldukça sıradanlaşmış. Gülşen albümünde bir de nostalji yapmış, sözlerini Aysel Gürel’in yazdığı, müziğini Ara Dinkjan’ın yaptığı, bir zamanlar Sezen Aksu ile ortalığı kasıp kavuran Sarışınım’ı seslendirmiş. Ama olmamış! Sezen Aksu her şarkıyı okuduğu gibi Sarışınım’ı da içinde duyarak okurdu, Gülşen sadece Sezen Aksu’yu taklit etmeye çalışmış, olmamış! Gülşen’in albümünün geneline bakıldığında şarkıların tamamında ‘arabesk’ bir tat var. Bu nedenle dinlerken biraz zorlanıyor olabilirim.

CUMA İTİRAFI

şirin_şebek; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 25; İl: İstanbul

Bugüne kadar birlikte olduğum kişiler: Erhan, Serkan, Serhan, Korhan, Gökhan ve Kaan! Bu bir şeylerin habercisi olabilir mi? Sanırım hanlı hamamlı bir hayatım olacak!

Yorum: Biz buna ‘liste’ diyoruz. Her türlü liste görmüştüm ama kafiyeli olanına pes doğrusu! Bir isim de ben önereyim; Perran.

CUMA TAKINTISI

Bu hafta takıntımız İzmir, Güzelbahçe’den: Kule Balıkevi. Kule Balıkevi İzmir’in ‘Hadi bu akşam balık yiyelim’ mekanlarından biri. İçeri ilk girdiğinizde hafiften ‘fast food’çuya girmiş gibi oluyorsunuz ama Güzelbahçe’deki ‘Hadi bu akşam balık yiyelim’ mekanlarının tamamının atmosferi böyle.

Mezeler gayet nefis, nar ekşili kaşık salataya diyecek yok, servis de oldukça hızlı. Seçtiğim balık da iyi pişirilmişti, sorun yok. Kule Balıkevi’nde mutlaka tatmanız gereken bir şey var o da incir tatlısı.

Nasıl yapmışlar bilmiyorum ama incirler rosto şeklini almış, tam merkezinde muz var. Üstünde de iki top dondurma. Uzun süredir bu kadar güzel incir tatlısı yememiştim. Deneyin mutlaka.. (0-232-234 62 60)

İran gezi notlarına tepkiler

İki üç haftadır İran gezi notlarına yer veriyordum. Bu yazıları beğenen, eleştiren birçok e-posta aldım. Nurhayat Kızıltan’ın e-postasını sizinle paylaşmak istiyorum.

‘Hocam İran hakkında yazdığınız notlara inanmıyorum. İran hakkında Türkiye medyasında her ne yayınlanıyorsa sadece o bilgilerle gitmiş üstelik önyargılarınızı gizleme gereği bile duymamışsınız.

Bize Batılıların yaptığı muameleyi Arap ülkelerine ve İran’a yapmak suretiyle böyle yapmayı marifet sayan grubun içine girmeyi ve bu kolaycılığa kaçmayı nasıl içinize sindirmişsiniz hayret doğrusu?

Bizim Batılı hayat tarzını benimsemiş olmamız diğer kültürlere (bilhassa da bir zamanlar birlikte bin yıllar bir arada yaşadığımız kültürlere) üstten bakmamızı gerektirmiyor.

Her şeyden önce, bir sosyal bilimci olarak diktayı kabul etmemiş ve biz severiz sevmeyiz bir DEVRİM yapabilmiş bir halkı merak uyandırıcı bulmuyor musunuz onu hiç anlamıyorum.

Ayrıca İran’da tabii ki nereye gitseniz Türkçe duyarsınız, çünkü Azerbaycanlılara göre, İran’da 26 MİLYON Türk (Azerbaycan Türkü) yaşamaktadır yoksa adam oturup Türkçe TV dinleyip merakından Türkçe çalışıyor değil, adamın ANADİLİ Türkçe!

Takdir edersiniz ki İran’ın Türk kökenli İranlıları saymak ve rakam belirlemek gibi bir niyeti yoktur. Ama bu Türkler kan bağlarından ziyade dini bağlarını üst kimlik olarak tutan ve bunu da gayet normal olarak gören insanlardır.

Biz nasıl Türkiye’de tarihimizden seçici bir tarih belirleyip onu bizim geçmişimiz olarak yapılandırıyorsak ve bir kimlik belirleyip onu benimsiyorsak, onlar da şu anda mevcut yapının ve ideolojinin etkisiyle kendi milli kimliklerini tanımlıyorlar, yapılandırıyor ve onu benimsiyorlar.

Ulus denilen kavram 19. yüzyılın sonunda doğduğunda Şah o kavramı halkın kendisinin doldurmasına, doldurmaya müdahil olmasına izin veren mekanizmaları engelledi (çünkü halkla bir vergi ilişkisi içinde değildi, halkı dinlemese de olurdu. Petrol bulunmuştu dolayısıyla parası vardı ve halka kulağını tıkayarak, bir reform hareketine girişti ve kendi diktasını kurarak, dayatmaya kalktı. Uzun yıllar dayattı da Baba Şah olsun, oğul Şah olsun...

Ayrıca, bizim Türkiye’deki vatandaşlık anlayışımız nasıl sadece Türk ırkı ve kanından gelmeyen insanları da (Kürt, Boşnak, Çerkez, Arnavut, Tatar vs.) kapsamakta ise onların da Azerbaycan kökenli Türkleri kapsayan bir İran ve İranlı anlayışı var. Bu arada bu saydığım etnik kökenden gelen insanlar Müslüman oldukları için hemen bir kuşak sonra ‘Türkleşmekte’ ama gayrimüslim olanlar Türkleşmekte o kadar mesafe alamamakta.

Demeye çalıştığım din olgusu sizin hayatınızda çok da yer işgal etmeyebilir ama Türk halkını Türk halkı yapan en önemli çimentolardan biri Müslümanlıktır. Yani kel alaka bir Arnavut, Avrupa’dan gelip, bir Boşnak Yugoslavya’dan gelip kendini daha bir kuşak geçmeden Türk kabul etmeye başlıyorsa siz ne kadar din olgusunu reddetseniz de, bu olgu vardır ve bir realitedir.

Neyse Hocam, şimdi okudum da yazdıklarımı ağır yazmışım ama bir yandan hálá bunu hak ettiğinizi düşünüyorum.Yine de saygılar (başka mevzulardaki takdir edilesi taraflarınız için).’

Yorum: Kusura bakmayın ama Nurhayat Hanım beni yanlış okumuşsunuz. İran’a ben de, o kadar işimin arasında, tamamen meraktan gittim. Yazılarımda hiçbir şekilde İran kültürünü Batılı gözüyle aşağılamadım. Bir toplumda dine ne tür işlevler yüklendiğini gayet iyi bilirim. Müslümanlığımı asla reddetmem. Ancak dünyanın neresinde olursa olsun, herhangi bir dine dayalı devlete karşıyımdır, İslam Cumhuriyeti’ne de karşıyım. İslam Cumhuriyeti’nin İran’ı ‘kapalı’ bir toplum modeline mahkum bıraktığı ortadadır. Eğer bunu göremiyorsanız ideolojisine esir olan sizsiniz.

CUMA LAKIRDISI

‘Din zeka testi değildir, sadece inançtır.’

(E.W.Howe)

Uzun yaşamanın 100 sırrı

Bir süre İran yazıları nedeniyle ‘Uzun yaşamanın 100 sırrı’ yazılarına ara vermiştim. Bazı okurlarım ‘Hadi sırlara devam et!’ diye e-postalar gönderiyorlar. Bu hafta iki madde daha sıralamakta fayda var.

Sır 15 Güne greyfurt yiyerek başlayın. Günde bir greyfurt son derece sağlıklı bir şey. Hem kötü kolesterolü düşürüyor hem de tansiyonu düşürüyor.

Yorum: Tanrım! Niye hep vücuda yararlı şeylerin tadı kötü olur. Günde bir greyfurtu sıkıysa öneren yesin de göreyim. Ben küçükken komşu teyzelerden biri her gün bir greyfurt yemeyi alışkanlık haline getirmişti. Greyfurtu tatlandırmak için o kadar çok şeker tüketiyordu ki, bir gün öğrendik, şeker komasına girip hakkın rahmetine kavuşmuş kadıncağız!

Sır 16 Her akşam mutlaka bir bardak kırmızı şarap için. Kırmızı şarap iyi kolesterol seviyesini artırır.

Yorum: Bakın buradaki öneri sadece bir bardak şarap. Şarabın şişede durduğu gibi durmadığını siz benden daha iyi biliyorsunuz. ‘Doktor öneriyor’ numaralarıyla şarabın küpüne düşmeyin lütfen. İyi kolesterolü arttırayım derken alkolik olmanın bir alemi yok!
Yazının Devamını Oku

Marka genişlemesi nereye kadar?

11 Ekim 2004
<B>MARKA</B> genişlemesi <B>(brand extention</B>) bir firmanın var olan markasıyla yeni ürün piyasaya çıkarmasıdır. Yeni bir marka eski bir marka ile birleştirilirse bunun adı da alt (sub-brand) markadır. Marka genişlemesi ya ana markanın kategori içine genişlemesi (line extention) ya da kategori dışına genişlemesi şeklinde yapılır. Örneğin OMO, OMO Baby diye bir marka yaratmış. Hemen yukarıdaki tanımları kontrol ediyoruz. Buna ne denir? ‘OMO bir deterjan markası, deterjan kategorisi içine yani bebek giyecekleri alt kategorisine bir deterjan üretmiş ve bir alt marka yaratmış’ denir.

Çok ders gibi oldu ama kusura bakmayın, Türkiye’nin markalara gereksinimi var ve bu konuda eğitim şart!

Marka genişlemesi 7 şekilde yapılabilir:

Aynı ürün farklı bir biçimde üretilebilir.

(Coca-Cola Aile Boyu).

Aynı ürünün tadı, içeriği, birleşimi değiştirilebilir (Pepsi Twist).

Ana ürünle kullanılan başka bir ürün üretilebilir (Duracell El Feneri).

Ana marka ilgili alanlarda ürün çıkarılabilir (Visa Seyahat Çeki ).

Ana markanın uzmanlığını çağrıştıracak alanlarda üretime geçilebilir (Canon Fotokopi Makinaları).

Ana markanın öz yararı ya da özelliği kullanılarak farklı kategoride ürün üretilebilir(T-box prezervatif)

(Ana markanın prestijini taşıyacak alanlarda üretim yapılabilir (Porsche Güneş Gözlüğü).

Öncelikle şunu söyleyelim yeni bir ürünün tutunması öyle kolay değildir. Eğer yeni ürün tutunamazsa ana markanın imajı zarar görebilir. Bu nedenle tutunmuş bir markayı genişletirken çıkarılacak yeni ürünün tutunma olasılığı, ürün kalitesi iyi araştırılsa çok çok iyi olur. Hesapsız kitapsız marka genişletmek firmayı evdeki bulgurdan da edebilir..

NE İŞE YARAR

Şimdi, sorumuz şu: OMO Baby marka genişlemesi doğru mu? Bu sorunun yanıtını vermek için marka genişlemesi ne yarar sağlıyor ne zararı olabilir ona bakmalıyız. Önce marka genişlemesinin yararlarından söz edelim:

Marka genişletilirse ana markanın imajı yeni ürüne yansır. Örneğin Sony bilgisayar çıkarttı adına da Vaio dedi. Sony Vaio daha kısa sürede pazarda tutundu.

Tüketici güvendiği ana markayı yeni üründe görürse algıladığı risk azalır. Pınar markası ile Pınar Şaşal’ın bir zamanlar ulaştığı hiç de küçümsenmeyecek bir başarı.

Perakendeci boyutunda ürün daha çabuk kabul görür, rafda daha çabuk yer bulur. Deneme alımları daha hızlı artar. Form ayrı bir marka olsa Eti Form kadar çabuk kabul görür müydü?

İletişim yatırımlarında, pazarlama maliyetlerinde , yeni ürün geliştirme maliyetlerinde büyük tasarruf sağlar.

Ambalaj ve etiketlemede düşük üretim maliyetine yol açar.

Tüketicinin kategori içindeki can sıkıntısını giderir ve çeşitlilik arayışına yanıt verir.

Eğer kategori içinde ana markayı destekleyen doğru bir ürünse ana markanın marka özü değer kazanır. OMO, OMOMatik, OMO Colour gibi..

Mazda, Türkiye’de yatırım planlıyor

MAZDA
Motor Türkiye A.Ş. Murahhas Azası Veysel Mermer, Mazda’nın çok ciddi olarak Türkiye’de yatırım yapmayı planladığını söyledi. Türkiye’nin Avrupa ve Asya için üretim üssü olacağını belirten Mermer, ‘Bunun için ciddi çalışmalar başladı. Japonların tek istediği Avrupa Birliği üyeliği ve istikrar. Bu yüzden Türkiye- AB ilişkilerini çok yakından izliyorlar. Eğer 17 Aralık’ta AB’den müzakere için tarih alınırsa bu iş büyük oranda olur. Türkiye’de kurulacak olan fabrika, Mazda için bölgenin üretim üssü olur’ dedi.

Türkiye’nin AB’ye tam üyelik yolunun açılması yabancı yatırımcıları da hareketlendirdi. Japon otomotiv devi Mazda da AB ile gelişen ilişkilerden sonra yatırım için Türkiye’yi hedef seçti. 1985 yılından bu yana Mazda’nın ithalatını ve Türkiye çapında dağıtımını yapan Mazda Motor Türkiye A.Ş.’nin Murahhas Azası Veysel Mermer yaptığı açıklamada, Mazda’nın Türkiye’ye yatırım yapmayı ilk defa 1994- 1995 yıllarında düşündüğünü ve çok ciddi çalışmalar yapıldığını ancak yaşanan ekonomik kriz nedeniyle bundan vazgeçildiğini söyledi. Türkiye’de yatırım için Mazda’nın tekrar harekete geçtiğini belirten Veysel Mermer, ‘Büyük oranda yatırım kararı AB ile ilişkilere bağlı. Türkiye- AB ilişkilerini çok yakından izliyorlar. AB, 17 Aralık’ta müzakere tarihi verirse çok daha ciddiye alacaklar. O zaman büyük oranda bu iş olur’ dedi.

Mert İLKUTLUĞ/İZMİR, (DHA)

Marka genişlemesinin işe yaramadığı durumlar?

MARKA
genişlemesi daha önce de dediğim gibi her zaman işe yarayacak bir şey değildir. Bazen büyük riskleri de beraberinde getirir:

Tüketicinin kafası aynı kategoride hangi ürünün doğru olduğu konusunda karışır. Yeni ürünü reddedebilirler.

Ya da perakendeciler yeni ürünleri rafa koymakta gönülsüz davrandıkları için tüketiciler yeni ürünü rafda bulamaz ve hayal kırıklığına uğrayabilirler.

Perakendeciler her yıl binlerce yeni ürünü raflara girmek için çaba verdiği yarış ortamında yeni ürünleri raflarına sokmamak için direnç gösterirler.

Genişleyen marka başarılı olmaz ise ana markanın imajı zarar görebilir.

Ana markanın satışları genişleyen marka nedeniyle azalabilir. Bu nedenle baştan hesap kitap iyi yapılmalıdır. Bütüne bakıldığında karlılık artıyorsa sorun yok gibi görülebilir ama esas işi ana markanın yaptığını unutmamak gerekir.

Farklı kategorilere genişletilince ana marka anlamını yitirebilir. Raks Vantilatör’e kadar genişleyince ne olduğunu hep birlikte gördük.

Markanın bir kategorideki üstünlüğü zarar görebilir. Vestel’i ele alalım. Televizyonla daha özdeşleşmiş bir marka. Şimdi beyaz eşyaya yayılmaya çalışıyor. Sonucu göreceğiz.

Şimdi..Bu kadar çok kafa ütülemeden sonra yeniden aynı soruyu soruyorum: Omo Baby marka genişlemesi doğru mu? Yanıt vereceğimi mi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Hem öğret, hem yanıtı kendin ver. Yok öyle ‘Burası Türkiye’.. Çalışın biraz, çalışın.. Öğrendiklerini uygulamayana ekmek yok!

Çekirgelik

Uzmanların tümü aynı görüşte olsa bile yanılıyor olabilirler.

(Bertrand Russell)
Yazının Devamını Oku

Kim deha, kim değil ortaya çıkacak!

10 Ekim 2004
<B>ANIMSARSANIZ</B>, '<B>Arabın yağı bol</B>' bulduğu dönemde Türk televizyonlarında neredeyse üç dakikaya varan reklamlar yayınlanıyordu. Üstelik üç dakikaya varan bu reklamlara 'başarılı' reklam deniyor ve hazırlayanları da 'deha' olarak alkışlanıyordu. Oysa bir televizyon reklamı için dünya ortalaması 30 saniyedir. Çok özellikli durumlarda reklamın süresi 45 saniyeye çıkabilir. İyi reklamcı, reklamverenin derdini 30 saniye gibi bir sürede anlatabilen reklamcıdır. Daha fazla süre kullanmak reklamverenin hem parasını hem enerjisini verimsiz kullanmak anlamına gelir.

RTÜK’ün, televizyon kanallarının reklam sürelerini kısıtlaması ile birlikte televizyon reklam ücretleri ciddi şekilde artış gösterdi. Doğal olarak da reklamverenler yüksek fiyat tariflerine değişik tepkiler vermeye başladılar. Bu tepkilerden biri televizyon reklamlarının sürelerini kısaltma isteği..

Yeni dönemde reklamcılarımızı büyük bir sınav bekliyor anlayacağınız. Artık kim 'dahi' reklamcı kim 'değil', daha iyi anlayabileceğimiz bir döneme giriyoruz. Gerçek reklamcılığın başladığı döneme..

Pınar’ın iyi düşünmesi gerek

DİMES
ortalarda çok görünmeye başlayınca 'Meyve Suyu Marka Ligi'ni merak ettim. Taylor Nelson Sofres bizim için Türkiye temsili 18 yaş üstü 2 bin 47 kişiye, ‘Aklınıza gelen ilk üç meyve suyu’ markasını sordu.

Araştırma sonuçlarına göre 1583 kişi en az bir meyve suyu markası anımsadı. Bu sonuç bana ilginç geldi. Yani Türkiye’nin yüzde 33’ü hálá bir meyve suyu markası bile anımsamıyor. Türkiye’de meyve suyu tüketimi kişi başı sadece 5 litre. Amerika’da 30 litre, Almanya ise 42 litre. Yüzde 33’ümüzün aklında meyve suyu diye bir şeyin olmaması doğal yani...

Anımsayanlara baktığımızda, marka ligi liderinin yüzde 43.5’la Tamek olduğunu görüyoruz. İkinci sırada ise, hislerime tercüman olduğu gibi, Dimes (yüzde 33.9) var. Daha sonra ise sırayı beklendik şekilde Meysu (yüzde 29.3), Cappy (yüzde 22.8), Pınar (yüzde 22.1), Aroma (yüzde 16.3) alıyor. Peşinden de sırasıyla Link (yüzde 9.9), Ülker (yüzde 7.3), Tang (yüzde 4.9), Gold (yüzde 3.5) geliyor.

Bu tablo içinde Pınar’ın ligdeki 5’inciliğini sorgulaması gerektiğini düşünüyorum. Tabii ki Link’in 7’nci sıradan meyve suyu olarak ligi girmesi de, Ülker’in meyve suyu markası olarak değerlendirilmesi de oldukça ilginç. İster misiniz, Ülker bu araştırmadan sonra bir de jenerik marka olarak meyve suyu pazarına girsin...

Dimes almış başını gidiyor

DİMES
’e gelecek olursak. Dediğim gibi Dimes bir süredir inatla ortalarda görünüyor. Sonuçlara baktığımızda da ortalıkta görünmenin ödülünü almış gibi.

Dimes, 1958 yılında Tokat’ta kurulmuş. Markasına yatırım yapma kararını da 2001 yılında almış. Hatta Dimesçiler 2001 yılında bir araştırma yaptırmışlar, o yıl tüm içecek kategorilerinde 21’inci sırada olduklarını görmüşler.

Dimes marka bilinirliğini artırmaya 2002 yılında yaptığı ilk reklam kampanyası ile başlamış. O yıl ulusal radyolara, açık havaya ve dergilere reklam vermiş. Logo ve ambalaj tasarımlarını yenilemiş, bayi ağını yeniden yapılandırmış.

2004 yılında da ilk defa televizyon reklam filmi çekerek nisan-mayıs-Haziran aylarında yayınlamış. Bu film hálá televizyon kanallarında dönüyor. Reklam filminde Dimes’in 'iyi meyvelerden' meyve suyu ürettiği mesajı, çekicilik unsuru olarak çocukların kullanılmasıyla veriliyor.

Dimes’in planlı reklam ve diğer pazarlama iletişim yatırımlarının pazara yansıması şöyle:

2000 yılında yüzde 12 olan pazar payını, ACNielsen sonuçlarına göre 2004 yılı Mart ayında yüzde 24.8’e çıkarmış. Reklam yatırımları başladıktan sonra tüm Türkiye’de sayısal ve ağırlıklı dağıtım yüzdelerinde ciddi oranda artış olmuş. 2002’de yüzde 24.5 olan Türkiye penetrasyon oranı 2004’te yüzde 31.1’e yükselmiş.

İş sonuçlarına yansıması ise şöyle:

Dimes, İstanbul Sanayi Odası’nın (İSO) yayınladığı 'Türkiye’nin 500 Sanayi Devi' sıralamasında 2003 sonuçlarında, bir önceki yıla göre 61 basamak yükselerek 351’inci sırada yer almış. 2004’te de yükselişin süreceği tahmin ediliyor.

Şimdi söyleyin bakalım, Dimes, markasına gereken iletişim yatırımını yapmasaydı bugün marka liginde nerelerde olurdu?

Konfüçyüs Armağan iş yapıyor

AVEA
’nın Armağan'lı reklamları ile kendine özgü bir reklam dili oluşturduğunu düşünüyorum. Bu dilde de Armağan’ın turuncu çoraplarının payı büyük! Yeni reklamda varolan telefonun faturasını 'villa parası' ile eştutan Armağan, bir Avea bayiine gitmeye karar verir.

Armağan, daha önce 'Avea'ya burun kıvırıyordu, biliyorsunuz. Bu nedenle tanınmamak için 'Konfüçyüs' kılığına girer. Avea’nın tarifeleriyle ilgili bilgiyi alırken, çorapları onu ele verir, o da 'Konfüçyüs' olduğunu kanıtlamak için eşe dosta küçük bir karate dersi...

Avea’nın yukarıda özetlediğim son reklamı için 'beğenmedim' dememi bekliyorsunuz ama demeyeceğim. İlk kez bir Avea reklamını beğendim. İlk kez bir Avea reklamı benim için çizgi üstüne çıktı. İlk kez bir Avea reklamı, Avea ve diğerleri arasındaki 'ekonomi' farkını belirgin şekilde ortaya koydu. Konfüçyüs Armağan dikkat çekiyor, ilgi uyandırıyor, verilen bilgiye merak uyandırıyor. Avea son reklamıyla bir yol yakaladı, bu yolun sırrını keşfedip bu yoldan devam etse iyi olur. Ha gayret Avea...

Güldürmek tamam ya itibar!

SONUNDA Özdilek
de Türkiye’de dünya markası olmaya karar verdi. Türkiye’de televizyon reklamlarıyla dünya markası olmanın formülü de artık belli:

Sinan Çetin Formülü.

'Sinan Çetin Formülü'nü şöyle özetleyebiliriz:

Birgün, bir ecnebi, bir Türk malı görüyor ve Türk malına hayran oluyor. Biz de o ecnebiden etkilenip, ‘Vay be bizim marka yurtdışında ne iş yapıyormuş’ diyor ve o markanın dünya markası olduğuna inanıyoruz.

Özdilek reklamlarında da aynı formül geçerli... Ecnebi kadınlar, Özdilek bornozu ve Özdilek havluyu görünce çok etkileniyorlar. Beklenen bizim de ecnebi kadınların Özdilek’i beğenmelerinden etkilenip Özdilek’e hayran olmamız.

Bu kez formüle biraz 'kaba cinsellik' eklenmiş... Kadınlar öykü içinde sevişmeyi ve erkeklik organını çağrıştıran imalı konuşmalar yapıyorlar. Sonra da adamları soyuyorlar. Reklamların tam burası çok komik. Çünkü adamlar altlarında külotla kalmalarına rağmen oralarını buralarını kapatmaya çalışıyorlar. Keşke cesur olunsaydı da adamlara hiçbir şey giydirilmeseydi..

Özdilek reklamları tabii ki dikkat çekici. Reklamda dikkat çekmek hiçbir şey mesaj her şey.. Kaba cinsel mizahın Özdilek’e istediği dünya markası saygınlığını getirmesi çok zor. Ne olur oturun, Özdilek’in iki reklamını da bir daha izleyin. Bu reklamlarla dünya markası olarak algılanılmayacağını bilmek için uzman olmaya gerek var mı?

Büyümix Asterix ilişkisi

ÖGE Yurdakul Güven
ve Hakan Güven isimli okurlarım Sütaş’ın Büyümix reklamının Asterix’ten esinlendiğini yazmışlar. Bildiğiniz gibi Asterix de, Hopdediks küçükken Galya köyünün büyücüsü Hokuspokus tarafından yapılan büyülü şerbet kazanına düşer, o andan itibaren güçlü olur. Büyümix reklamında da kazana düşen ve boyu uzayan Mehmet Okur... Okurlarıma katılıyorum.

Çekirgelik

Erkeksiz bir dünya düşünebiliyor musunuz?

Suç diye bir şey olmazdı ve ortalıkta bir yığın obez kadın dolaşırdı!

(Marion Smith)
Yazının Devamını Oku

Yazı Tura dibine kadar politik sinema

8 Ekim 2004
‘Uğur Yücel film çekiyor’ haberini duyduğumdan bu yana ortaya nasıl bir şey çıkacağını merak ediyordum. Nedense Uğur Yücel’in bu işi yüzüne gözüne bulaştıracağını düşünüyordum. Yazı Tura’ya böyle bir önyargıyla ve beklentim son derece düşük olarak gittim. Yazı Tura bittiğinde bir süre yutkundum, çevreme bakındım, yerimden kalkıp kalkmamakta tereddüt ettim. Etkilendim Yazı Tura’dan.

Yazı Tura’nın içimde yarattığı ‘gerçeklik’ duygusuyla aramızda dolaşan binlerce gazinin acısını içimde hissettim. Hálá da hissediyorum. Uğur Yücel’in sanırım yapmak istediği buydu. Türkiye’nin hálá yaşanan savaş acılarıyla bizi yüzleştirmek, sorumluluğa davet etmek, umursamazlıktan umursamaya geçişi sağlamak. Uğur Yücel çok başarılı olmuş.

Uğur Yücel Yazı Tura’ya ‘politik sinema’ demiyor ama Yazı Tura dibine kadar politik sinema. Savaşa karşı olmak bir ‘politika’ değil midir? Yazı Tura savaşa karşı bir yan almıyor mu? Alıyor. Peki o zaman Yazı Tura politik sinema değilse biz neye politik sinema diyeceğiz? Yazı Tura 1999 yılında geçiyor. Yazı Tura bize Güneydoğu’da birlikte askerlik yapıp memleketlerine dönen Şeytan Rıdvan (Olgun Şimşek) ve Hayalet Cevher’in (Kenan İmirzalıoğlu) dramını yaşatıyor.

Yazı Tura’da araya sıkıştırılmış iki öykü daha var ama senaryosu esas olarak bu iki gazinin öyküsü üzerine kurulmuş. Biri futbolcu olmak isteyen ama mayına basıp ayağını kaybeden Şeytan Rıdvan, diğeri geleceğini büfe açmaya bağlayan ama askerlik yaparken işitme kaybına uğrayan Hayalet Cevher. ‘Ya çıkarsa?’ diye bindikleri askerlik vagonunda Türkiye adına büyük ikramiyeyi kazanan iki kişi.

Şeytan Rıdvan ve Hayalet Cevher... Bizler için savaşıp, savaşın izlerini içinde taşıyan ve tutunamayanlar... Kenan İmirzalıoğlu’nu Hayalet Cevher rolünde çok başarılı buldum. Umarım oyunculuğunu çeşitlendirme yeteneğine sahiptir.

Teknik açıdan bakacak olursak Uğur Yücel’in gerçeklik duygusunu vermek üzere kullandığı hareketli kamera tekniği ve dijital efektler oldukça etkili. Burada Uğur Yücel’e ‘Önce zorunlu hareketleri becerseydin de sonra artistik hareketlere geçseydin’ demenin bir gereği yok. Uğur Yücel bütçesi içinde farklı teknikleri denemiş, elde ettiği sonuç da oldukça başarılı.

Kendi adıma, ondan kuşku duyduğum için özür dilerim. Yazı Tura’yla Türkiye çok iyi bir yönetmen kazanmış. Yazı Tura’ya mutlaka gidin, Türkiye’nin acılarını içinizde hissedin. İnsan olmanın keyfine varın.

İran gezisinden son notlar

İran’da en zorlandığım şey kredi kartının geçmemesi oldu. Ne kadar alışmışım kredi kartı olayına. İran hükümeti şu kredi kartı işini bir daha düşünse çok iyi olur. Bir ülke ‘kapalı bir toplum’ bile olsa hálá kredi kartına kapalı olması çok ayıp. İnsanın canı bir şey istiyor alamıyor. Ben de ne diyorum değil mi? Kredi kartı olayı başlasa İran zaten açık toplum olur, bir daha da İran’ı kimse toplayamaz. Değil mi ama?

İran’da Şah dönemine ait birçok sarayı gezdik. Hiç etkilenmedim. Hepsi de çok bakımsız. İran’ın İslami Cumhuriyeti geçmiş dönemi yok saymış adeta. Madem sahip çıkmayacaksın, bakım yapmayacaksın niye Şah’ın saraylarını ziyarete açarsın ki! Kapat, yık, yerine hipermarket yap, niye korkuyorsun ki? Kimden?

İran’da siyah çarşaflı kadın da çok, saçını eğreti örtüyormuş gibi yapan kadın da... Örtüyü giyiminin estetik bir unsuru yapan bir kadın da... İslam polisi sesini şimdilik çıkarmıyormuş. Ancak her an karışma olasılığının olduğu da söyleniyor. Bence zor. İran’da kadın bir değişim sürecini yaşıyor ve İranlı yöneticilerin bu değişimin karşısında durmaları zor.

İran’da Türkçe bilen ne kadar çok insan var ve çoğunluk da Türk televizyonlarını izlediklerini söylüyorlar. Kulaklarıma inanamadım.

İran’da en beğendiğim mağazalardan biri bir kuruyemişçi mağazası oldu. İranlılar kuruyemiş işini sanat haline getirmişler. Mandalina kabuğunu bile kurutup kuruyemişçide satıyorlar. İthalatçılara duyurular.

İran’ın en çok satan gazetesi Hemşehri. Farsça yayınlanıyor ve 500 bin tirajı var. İkinci sırada 360 bin tirajlı İran Daily var, dili İngilizce. Ancak bu tirajlara güvenilmiyor. Gazeteler tiraja göre devlet yardımı aldıkları için bir takım ‘şişirme’ operasyonları olduğu söyleniyor.

İran’daki Türk elçimiz Bozkurt Eren. Biz orada iken Bozkurt Eren görevdeydi. Bu nedenle kafilemize verilen mükemmel yemekte bize Zeynep Eren eşlik etti. İran’daki elçilik malikanemizi çok beğendim. Kocaman bir bahçesi var. Malikane Atatürk İran’a gelmeden hemen önce kısa sürede yapılmış. Yemeği bahçede yedik. Çok güzel bir yemekti. Türk konukseverliğinin elçiliklerimizde böylesine yaşatılması beni çok mutlu etti. Bozkurt Eren’e ve sevgili eşi Zeynep Eren’e buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu arada yemekte Türk rakısı içtiğimizi de anımsatayım.

CUMA İTİRAFI

Otoparkta; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 32; İl: Ankara

Çeşitli nedenlerden ötürü arabada sevişmek zorunda olanlar için birkaç tavsiye. Gazi Hastanesi otoparkı 23.00’ten sonra çok uygun. Beğendik otoparkı saat 20.00 ile 21.00 arası riskli ama eğlenceli. Beğendik’in hemen altında Büyükşehir Belediyesi otoparkı var. F katı dip köşelerde yer bulunursa günün her saati hem de uzun süreliğine rahat. Maltepe Çokkatlı Otoparkı’nda 21.00’den sonra in cin top oynuyor. Sıhhıye Çokkatlı Otoparkı da 21.00’den sonra en üst katında gökyüzünü seyrederek romantik bir gece için ideal. Bunlar başlarda yer bulamadığım için keşfettiğim mekanlardı. Fakat şimdi eğlence için tercih ediyorum. Bugünlerde hedefim Hipodrom’daki Migros Otoparkı. Henüz zayıf bir noktasını bulamadım. Ama azimliyim. Yorum: Arkadaşımız biraz gerilerde kalmış. Artık duran arabada sevişmek oldukça demode bir şey. Varsa ‘giden arabada nasıl sevişilir’ itirafı onu alalım. Yoksa ben bazı önerilerde bulunabilirim!

CUMA LAKIRDISI

Bir Alman şarabını sirkeden nasıl ayırırsınız? Etiketine bakarak.Mark Twain

Poptirinam: Rafet yeniden gözüme girdi

Rafet El Roman’ı bir aralar dinlerdim. Sonra kendini tekrar ettiği için uzaklaştım. ‘Adı üzerinde, pop kendini tabii ki tekrar edecek’ diyebilirsiniz. Ben öyle düşünmüyorum. Bir popçunun en fazla dikkat etmesi gereken şey kendini tekrarlamama konusu. Mümkün olduğunca aynı tür tınılardan, aynı tür söyleyişlerden kaçınmayan popçunun ömrü ne yazık ki kısa oluyor. Rafet El Roman’ın ömrünün de kısaldığını düşünmüştüm. Yanılmışım. Rafet son albümü ‘Sürgün’le farklı bir çıkış yaptı ve beni yeniden kazandı. Yalancı Şahidim ve Sürgün son bir aydır en çok dinlediğim şarkılar. Hissederek söylemiş Rafet Sürgün’de... Bu farklılık da onu daha samimi yapmış, ayrılmış eski albümlerinden yeni bir dünyaya yol almaya başlamış. Umarım Rafet’in bu çıkışı devam eder. Rafet’in sesini çok seviyorum. Onu unutmak istemiyorum. Yoksa Sürgün mutlaka edinin.
Yazının Devamını Oku

Muhazakarlardan cinsel ikna dersleri!

4 Ekim 2004
<B>DÜN Hürriyet Pazar</B>’da <B>Şermin Sarıbaş</B>’ın <B>Sevda Türküsev’</B>le <B>‘Muhazafakar Çapkınlar’ </B>isimli kitap üzerine yaptığı ropörtajı okuyunca içimden müslüman-muhafazakar erkeklere <B>‘Helal olsun!</B>’ dedim. Epeyce bir yıllık erkeğimdir, epeyce bir yıldır da ikna dersi veririm, buna rağmen bu zamana kadar aklıma bir kadını elde etmek için şöyle bir rasyonel hazırlamak gelmedi: ‘Hayat bitecek, mezarda seni böcekler yiyecek, yazık olacak, gel ben yiyeyim!’.

Muhafazakar Cemal’in arabada küçük küçük seviştiği Aslı’yı yatağa atmak için kullandığı, dini dayanak yapan, İmam nikahı söylemine ise ikna edici iletişimin gücü açısından şapka çıkarmak lazım:

‘Aslında biliyor musun, iki kişinin nikahlanması için illa bir imama gerek yok. Kadın ve erkek birbirlerine sözlü olarak karı-koca olduklarını söylerlerse nikah olmuş oluyor’

Anlayacağınız iki taraf da ‘dünyada ve ahirette eşimsin’ dedi mi olay altmış altıya bağlanıyor. Bu dünyada Müslüman-muhafazakar olmak varmış da bizim haberimiz yokmuş! Gerçekten..

Bakın, Cemal Aslı’dan gönlü geçince yine dini dayanak yapan nasıl bir söylem geliştiriyor: ‘Aslı çok şey yaşandı. Belki ileride tekrar bir şeyler olabilir ama ben bu nikahın sorumluluğunu taşımak istemiyorum. İleride her şey düzelir, herkese söyleyebiliriz. Ben ayrılmak istiyorum. Boş ol! Boş ol! Boş ol!’

Komşu Ahmet Bey kitabın yazarı Sevda Türküsev’e ilişki teklif ediyor. Türküsev sinirlenince Komşu Ahmet Bey’in geliştiği dini ikna malzemesi inanılmaz ‘hard sell’ ve Cemal’inkine on basar: ‘Beni yanlış anladınız Sevda Hanım..ben sizden yasak bir şey istemiyorum ki! Dini nikah kıyarız, günah ortadan kalkar sonra ben sizi bir güzel götürürüm!’

Bir de müslüman-muhafazakarlıkla, yaratıcılık iki zıt kutup derler. Konu ‘uçkur fantezisi‘ olunca müslüman-muhazakarların da son derece yaratıcı (!) oldukları ortada!

Hem de gözlerini kırpmadan kimliklerinin ayrılmaz parçası dini cinsel fantezilerine alet ederek..Bir de parayla imanın kimde bulunacağı belli olmaz derler! Oysa, parayla cinsel fantezinin kimde bulunduğu belli değilmiş de haberimiz yokmuş..

Doğuş Çay-güzel çay tartışmasına katkı

MASS
Reklam Ajansı’nın sahibi Selim Tuncer Doğuş Çay-Güzel çay tartışması ile ilgili bir e-posta göndermiş. Konuyu farklı açıdan düşünmenize katkısı olabileceğini düşünerek Tuncer’in mektunu sizle paylaşmak istiyorum:

‘Temel sorun iletişim yatırımına başlama arefesinde bulunan birçok çay firmasının marka ismi konusunda baştan çuvallamalarıdır (Of Çay, Bal Küpü, Akın Çay, Torun Çay falan filan..)

Şimdi Güzel çay gibi jenerik bir ismi marka haline getirirseniz başınıza gelecek de budur. Ne yani, adamın çayı güzelse güzel demesin mi? (Yanlış anlamayın, Doğuş Çay’ın iletişim stratejisini onayladığım sanılmasın.

Zaten ortada bir strateji olduğunu da düşünmüyorum. ‘Buldum’ deyip parmak şıklatarak ayak üstü senaryolar yazıldığını biliyorum. Eğleniyoruz ama!)..Doğuş Çay için artık yapılacak bir şey yok ama birkaç taşra toptancısı ismimizi tanıyor diye Güzel Çay’ın yanlışta ısrar etmesinin elbette bir anlamı yok.. ‘

Selim Tuncer’
in değindiği nokta çok doğru. Marka yaratırken doğru marka ismi seçmek çok önemli. Eğer doğru dürüst marka iletişimi yapılmamışsa yanlış isimlerle devam edilmemeli, cesaretle akılda kalıcı, etkili isimlerle yola devam edilmeli..

Müzeyyen’i bir yerden anımsıyorum

VESTEL
’in Veysel maceraları ‘arkası yarın’ şeklinde devam ediyor.

Yeni reklam şöyle.. ‘2054 yılında dünyada bir yerlerdeki fötr şapkalı uzaylı kılıklıların’ dünyaya ışınladıkları Veysel taklidi robot bu kez Manisa’daki Vestel fabrikalarını geziyor.

Buzdolabı, çamaşır makinası, televizyon teknolojisi derken robotumuzun, üstüne basa basa söylüyorum robotumuzun, resmen üstün teknoloji görmekten dibi düşüyor.

Bu arada dünyada bir yerlerde uzaylı kılıklılarla birlikte robot Veysel’i izleyen asıl Veysel ağıt yakıyor ve birden aklına karısı Müzeyyen geliyor. Ya Vestel fabrikalarına kadar ulaşan robot Müzeyyen’ine de ulaşırsa? Ya Müzeyyen robotu gerçek Veysel sanırsa? Ya robotun performansı taksici Veysel’den iyi çıkarsaÖ

Daha önce de dediğim gibi ‘Veysel öykülü’ reklamların, yukardaki ‘basit’ öykü yapısıyla ve reklam tonuyla Vestel markasını kadınların gözünde Arçelik ve Bosch’un çizgisine çıkarabilmesi çok zor.

Vestel ‘in Veysel’li reklamlarla daha popüler bir marka haline geldiği de bir gerçek.

Ancak Vestel’in kazandığı ya da kazanacağı popülerlikle sadece ait olduğu BC1C2 pazar bölümünü genişleteceğini düşünüyorum.

Bir de Müzeyyen konusu var. Bu Müzeyyen Sinan Çetin’in çektiği başka bir reklamda da karşımıza çıkmamış mıydı? Biraz düşüneyim, bulurum.

Çekirgelik

Hayal kurmak zihnin ruhudur.

G.Zaltman
Yazının Devamını Oku

Zina tartışması Erdoğan’a form kazandırdı!

3 Ekim 2004
<B>TNS</B> PİAR tarafından gerçekleştirilen '<B>Liderlerin Form Grafiği Araştırması'</B>nın, '<B>Eylül 2004'</B> sonuçlarını merakla bekliyorduk, sonunda çıktı geldi. Merakımızın nedeni, Tayyip Erdoğan’ın son üç aydaki 'formdan düşme' eğiliminin eylül ayında da devam edip etmeyeceğiydi. Eylül sonuçlarına göre, Erdoğan kötü gidişi durdurmuş ve geçen aya göre 4.8 puanlık bir form artışı yakalamış. Görüldüğü gibi AKP, 'zinaya ceza' tartışmasını gündeme taşıyarak Erdoğan’a form kazandırmayı başarmış!

'Zina tartışması', Türk entelektüellerinin ve Verheugen’in tüylerini diken diken yapsa da Erdoğan’ın form hanesine artı puan olarak yazılmış. Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik konusundaki istekli ve istikrarlı tutumunun da Erdoğan’ın formunu olumlu etkilediğini söylemek mümkün.

Diğer liderlere gelince, Bahçeli ve Baykal yerinde sayıyor. Ağar’da ise 2 puanlık form artışı var. Yurt gezileri Ağar’ın formuna az da olsa katkı yapıyor, galiba... Bakalım 'Ekim 2004'te form grafiği tablosu nasıl değişecek...

Ne çok şarap romantiği varmış!

GEÇEN
hafta yazdığım, 'Şarabın Romantizmi' başlıklı yazıma pek çok e-posta geldi. Şarap romantiklerinin hemen hepsi de 'şarap turizmi konusunda Türkiye’nin çok şansı' olduğu görüşüne katılıyorlar. Bakın İzmir-Bostanlı’dan, Bir Yudum Şarap Derneği Başkanı Prof. Dr. Nihat Aktan ne diyor:

40 yıldır konferanslarımda bu konuyu anlatıyorum. Anadolu, çok farklı toprak yapıları ve iklim faktörleri sayesinde çok değişik karakter ve kalitelerde şaraplar üretilebilecek bir ülkedir ve dünyada bu zengin çeşitliliğe sahip olan başka bir ülke yoktur. Elazığ, Diyarbakır bölgesinin Öküzgözü ve Boğazkere şarapları, Ankara’nın Kalecik Karası, Tokat’ın Narince, Kapadokya’nın Emir, İzmir’in Bornova Misketi, Trakya'nın Adakarası ve Papazkarası ile Bozcaada'nın Karalahna ve Karasakız yerli şaraplarını kendi yörelerinde tatmak için dünyanın dört bir yanından ülkemize gelmek isteyeceklerin sayısının çok olacağına inanıyorum. Ancak bu amaçla her üzüm çeşidinden kendi yöresinde ve modern teknolojik yöntemlerle şarap üretilmelidir. Ayrıca yabancılara kendi ülkelerinde bulunan ve tadına alıştıkları şarap çeşitlerininde Anadolu’da başka tat ve özellik kazandığını göstermeliyiz. Elbette bunun için önce yabancı şarap sevenlerin alıştıkları okside olmamış ve yüksek sıcaklık görerek aromalarını kaybetmemiş şarap üretmemiz şart! Tabii ki sonra da tanıtım yapmamız.

Şu güzelim ülkede şeker, un, yağ her şey var, bir de helva yapabilsek var ya, işsizlik mişsizlik kalmaz, hepimiz beyler paşalar gibi yaşarız! Nihat Aktan da aynı şeyi söylemiyor mu?

Nissan Micra deniz suyuna şerbetli mi?

NISSAN
Micra reklamını görmüşsünüzdür. Adam, arabasını sabunlu sularla yıkıyor sonra deniz gözlüğünü takıp, hemen yanındaki havuzdan fırlayan Orca’nın sıçrattığı su ile arabasının durulanmasını izliyor. Ben de adamı izliyorum. Niye Nissan Micra’sını hemen durulamıyor diye... Bu amcanın Orca’ların denizde yaşadığından haberi yok mu? Orca’lar denizde yaşıyorsa sıçrayanın da deniz suyu olması gerekmez mi? Deniz suyu ile yıkanırsa Nissan Micra garanti kapsamında mı acaba?

Gizli reklam mı o da ne?

TELEVİZYONLARDA
oynayan dizilerin içlerine, belirli bir markanın yedirilmesine, pazarlama iletişiminde teknik olarak, 'ürün yerleştirme' deniyor.

Diyelim ki, dizi mutfakta geçiyor, rafta da belirli ürünlerin bulunması gerekiyor.

Dizinin yapımcısı gidip belirli markalarla para karşılığı anlaşıyor ve siz diziyi izlerken, rafta Lipton Çay, Tat Ketçap, Knorr Çorba görüyorsunuz. Sanıyorsunuz ki, dizi kahramanları özgür iradeleri ile evlerinde bu markaları kullanıyorlar.

Ya da hiçbir şey sanmıyorsunuz.

Diziyi izlerken bir süre raftaki markalara maruz kalıyorsunuz ve beyninizin doğal işleme sürecinde bu markalar beyninizde bir yerlere kazınıyor.

Pazarlama iletişiminde bu uygulamaya teknik olarak, 'ürün yerleştirme' dense de, Avrupa Sınır Ötesi Televizyon Sözleşmesi'ni esas alan RTÜK’ün kitabında bunun adı 'gizli reklam' ve uygulanması yasak.

Son dönemde yine RTÜK nasıl reklam süreleri konusunda taviz vermemeye başladıysa, 'gizli reklamlar' konusunda da aynı şekilde sertleşti. Bu sertleşmede reklam süreleri konusunda olduğu gibi gizli reklam konusunda 'çizmeyi aşan' televizyon kanallarının payı büyük.

RTÜK’e, "Niye kanunları, yönetmelikleri uyguluyorsun" demek, tabii ki doğru değil. Ancak gizli reklam konusu, 'reklam süreleri kadar' mantığı doğru bir konu değil. Avrupa da 'gizli reklam' konusunu tartışıyor. Dijital reklam uygulamalarının, bölünmüş ekran uygulamalarının yoğunlaştığı bir dönemde, 'gizli reklamları' engellemenin mantığı ne kadar doğru ki? Tartışılan bu.

Sanmayın ki, ‘Gizli reklamın etkisi yok" falan diyorum. 'Gizli reklam', izleyicinin masumiyetinden yararlanan, çok etkili bir pazarlama aracı... Ancak teknolojik gelişmeler karşısında 'gizli reklamı' tamamen durdurmanın haksız rekabet oluşturduğu çok açık.

Bir de izleyici masumiyetini düşünmek lazım.

Televizyonun eğittiği bizler, her türlü reklam uygulamaları konusunda ne kadar masumuz ki? Ne kadar masum olduğumuzu kanıtlamak için Mustafa Akdoğan isimli okurumdan gelen e-postadan alıntı yapmak istiyorum:

‘Kanal D’deki Haziran Gecesi’ni izliyordum. Başroldeki genç Baran’ın cep telefonu sokakta kullanılan tabirle takoz sayılan eski bir Ericsson, onun sevgilisi Havin adındaki kızınki de Ericsson 688. Bu telefonlar o insanların dizide ait oldukları çevrede kullanılmayacak kadar eski ve büyük. Üstüne üstlük Baran’ın annesininki eski bir Nokia ve Havin’in en yakın kız arkadaşınınki de eski bir Siemens C35. Hatta yakın çekimde ekranın hemen altında koca çizikler, boya dökülmeleri göze çarpıyor. Buradan sponsorları olmadıklarını anlıyoruz. Sponsor bulamamış olabilirler ama neden piyasada neredeyse bulunamayacak kadar eski olan telefonları kullanıyorlar?

Hiç masum değiliz değil mi? Kim neyi bizden gizleyebilir?

Yatağa paraşütle inen çikolata

GEÇEN
hafta, Ülker çikolata reklamını eleştirmiş ve ‘Kız kendini yatağa atıyor. Yatağa atma pozisyonunda çantasını da yatağa fırlatıyor. Bakın şu tesadüfe o sırada çantasından bir Ülker çikolata yatağın üstüne paraşütle iniyor’ diye reklamı anlatmıştım.

Birçok okurumdan, ‘Ama reklamdaki esas oğlan, sevgilisi yanından ayrılırken çantasına gizlice Ülker çikolata koyuyor. Bu nedenle çikolatanın yatağa paraşütle inmesi söz konusu değil’ diyen uyarı aldım.

Sanırım, 'yatağa paraşütle inme' tanımlamam, yanlış anlaşılmış. 'Yatağa paraşütle inmekten' kastettiğim, kız yatağa kendini atınca çantasının içinden, tesadüf bu ya, sadece Ülker çikolatanın fırlamış olması... Azıcık da kenardan bir anahtarlık görünüyor. Böyle bir tesadüfün öykünün inandırıcılığını zedelediğini düşünüyorum. Hepsi bu.

Çekirgelik

Hayatın, hafızanın efsane yaratma özelliğine ihtiyacı vardır.

(G. Zaltman)
Yazının Devamını Oku

Eskişehir’e süper bir Anemon

1 Ekim 2004
İstanbul, Ankara, İzmir için beş yıldızlı bir otele sahip olmak sıradan bir olay. Anadolu şehirlerimizin çoğunda ise üç yıldızlı otel bile bulmak oldukça zor. ‘Bir kentte beş yıldızlı otel olsa ne olur olmasa ne olur’ demeyin. Bir kentin sosyal yaşamında beş yıldızlı otellerin payı büyük. Keşke her Anadolu kenti beş yıldızlı bir otele sahip olmanın keyfini yaşasa.

Bugünlerde beş yıldızlı otel keyfini yaşamaya hazırlanan bir Anadolu kentimiz var: Eskişehir. Eskişehir’e bu keyfi yaşatacak olanlar da Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen ve Anemon oteller zincirinin sahibi İsmail Akçura. Yıllardır Büyükerşen’in düşü Eskişehir’e beş yıldızlı bir otel kazandırmaktı, bu düş Anemon otelleri sahibi İsmail Akçura’nın ‘Her Anadolu kentine beş yıldızlı bir Anemon’ düşü ile birleşince ortaya 12 milyon dolara mal olan Eskişehir Anemon çıktı.

Eskişehir Anemon’u İsmail Akçura, oğlu Oğuz Akçura ve Otel Müdürü Uğur Şahbaz’la birlikte gezdim. Gerçekten güzel otel olmuş. Otelde 1 kral dairesi, beş yönetici suiti, 6 aile suiti, 2 bedensel engelliler için oda ve 160 adet de standart oda var. 8 ayrı kongre ve toplantı salonu var. Bu salonlar İstanbul’daki otellere bile parmak ısırtacak nitelikte. Sağlık ve spor merkezi tam teşekküllü. Kapalı yüzme havuzundan Fin hamamına kadar her şey düşünülmüş.

Yiyecek-içecek işi için de üç ayrı yer ayrılmış: Dünya mutfağından yemekler sunan Cetro, Fransız yemekleri sunan Monmarte Fine Dining ve lobi alanındaki Gusto Bar. Teras’ta ise Tulip Bar’dan Eskişehir manzarası izlemek çok şahane.

İsmail Akçura Manisa doğumlu. İTÜ İnşaat Bölümü’nü 4000 kişi içinde 10’uncu olarak kazanmış ve 1965 yılında da İTÜ İnşaat Fakültesi’nden mezun olmuş. 1967’den 1988 yılına kadar Türkiye’nin muhtelif yerlerinde 80’e yakın devlet taahhüdü yapmış ve 1988 yılında tamamen tesadüf otel işine girmiş. Eski İstanbul Valisi Erol Çakır, Marmaris Kaymakamı iken Akçura Kaymakamlık binasının otele çevrilme işini almış ve 2 milyon mark harcayarak binayı otele çevirmiş. Erol Çakır Özel İdare’den parayı Akçura’ya ödeyemeyince oteli ‘yap işlet devret’ sistemiyle satışa çıkarmış, ilanlara kimse başvurmayınca otelin işletimi zorla 12 yıllığına Akçura’ya verilmiş. Mavi Otel 1990 yılında açılmış ve ilk yıl savaş nedeniyle zarar etmiş. İkinci yıl kára geçince de Akçura 1992’de Ege Sağlık Oteli’ni daha sonra da İzmir, Manisa, Galata, Aydın Anemonlarını Türkiye’ye kazandırmış. Askerlik yaptığı yer olan Eskişehir’de Büyükerşen’le tanışınca da Anadolu’ya bir büyük otel daha kazandırmış.

Akçura 1942 doğumlu ve ondaki enerji bitecek gibi değil. İstanbul’dan Antalya’ya geçerken Eskişehir’e bir uğrayıp Anemon’u görmenizi tavsiye ederim. Görün ki insan hayatında düş kurmanın ne kadar önemli bir şey olduğunu anlayın. İyi ki Akçura’lar var. İyi ki birileri bizim için birtakım düşler kurabiliyor. İyi ki. Teşekkürler İsmail Akçura.

İran’da az daha içeri girecektim

İran gezimden bir anı daha... Kafile olarak batı yemeklerinin sunulduğu şık bir lokantaya gittik. Yemekleri ısmarladık. İnternete bağlanmayı beceremediğim için yemekler gelene kadar telefonla yazılarımı gazeteye geçmeye karar verdim. Dizüstü bilgisayarımı açıp yazımı buldum. Cep telefonumdan Türkiye’yi aradım. Olduğum yerden telefon çekmeyince lokantanın dışına çıkıp yere oturdum , bilgisayarı kucağıma koydum, yeniden telefonla arayıp, yazıyı yazdırmaya başladım. On beş dakika geçmişti ki yanımda bir polis otosu belirdi. İçinden üç polis indi ve yanıma geldi. Buz kestim. Korkudan o an ölebilirdim. Polisler bir şeyler söyledi, anlamadım. Ben ‘Türk, Türk’ deyince bana içlerinden birini gösterip ‘Vatandaş, vatandaş’ dediler. Bana gösterdikleri polis Türkçe ‘Ne yapıyorsun burada?’ dedi. Ne yaptığımı anlattım. ‘Şikayet var. Komşular seni bomba emri veriyor sanmışlar’ dedi. Beynimden aşağı bu kez kaynar sular döküldü. O an gözümün önüne İran’da hücreye kapatıldığım ve yıllarca da hücreden çıkamadığım geldi. Polisler pasaport kontrolü yapıp beni bıraktılar. Koşa koşa kafiledeki arkadaşların yanına geldim ama kendime gelmem epey zaman aldı. Ya polislerden biri Türkçe bilmeseydi. Ya şimdi yaban ellerde bir hücrede kaderime terk edilmiş olsaydım. Fazla mı arabesk oldu? Acemesk desek daha iyi olmaz mı? Ne yapayım korktum işte! İran’da sizi bombacı sansınlar bakalım, ne oluyor! Kekeme olmazsanız ben de Atıf Hoca değilim.

CUMA İTİRAFI

foryou_; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 22; İl: Adana

Kan vermek için Bodrum Devlet Hastanesi’ne gittim. Bir form doldurttular. Sorulardan biri, ‘Son 1 yılda eşinizden hariç biriyle seks yaptınız mı?’ idi. Bugüne kadar yap(a)madığım bir şeyden dolayı ayıplanmamak için (kim ayıplayacaksa!) ‘yaptım’ diye işaretledim! Formuma bakan görevli kan veremeyeceğimi söyledi. Beni anlayabilen beri gelsin.

Yorum: Ben anladım! Türkiye’de hiç birşey yapmadığı halde önüne geleni götürüyormuş gibi davranan o kadar çok artist var ki bir ankete ‘yaptım’ diye yazılmasını nasıl anlamam!

Sulandırmanın bu kadarı da fazla

Her gün gazetelere internet ya da kuryeler aracılığıyla yüzlerce basın bülteni gelir. Bu basın bültenlerinin bir kısmı firmaların kendi hakla ilişkiler bölümlerince, bir kısmı da halkla ilişkiler şirketlerince hazırlanır. Basın bülteni yazmak öyle kolay iş değildir. İletişim fakültelerinde çekici ve doğru basın bülteni yazmanın kurallarını öğreten çok sayıda ders vardır. Eğer basın bülteni doğru yazılmazsa ya da editörlerin dikkatini ‘çekici’ özellikler taşımazsa kısa sürede basın bülteni mezarlığına havale edilmesi kaçınılmazdır. ‘Çekici’ olmak demek tabii ki yaratıcılığın sınırlarını zorlayıp haberi sulandırmak demek değildir. İsterseniz gelin, ‘haberi sulandırmaktan’ neyi kastettiğimi anlatmak için şekil 1-A’ya bakalım. Ankara’daki Armada Alışveriş Merkezi’nin Basın Yayın Sorumlusu Vuslat Kundakçı, basın bülteni yazacağım derken nasıl hızını alamayıp ortaya iki gözü iki çeşme bir şiir attırmış onu görelim:

‘İkinci yaş. İki damla yaş süzülüyor bugün gözlerden. Armada sevdalılarının gözlerinden damlıyor bu yaşlar. Sevinç gözyaşları bunlar.

Bunlar, geride bırakılan iki yılın, o iki yıl içine sığdırılan tüm acı, tatlı anların ve anıların birer simgesi. Bu yaşlar, arkadaşlığın, dostluğun temsilcileri.

Bu yaşlar, başarının, gururun ve övüncün timsalleri. Evet yaşlanıyoruz. Ama derin çizgilerle, ağaran saçlarla değil. Gözyaşlarıyla yaş’lanıyoruz bugün. Gelin, bugün, her zaman olduğu gibi elele verip, bir mavi kapta biriktirelim yaşlarımızı.

Biriktirelim ve binlerce damlanın içinde yüzdürelim bugün gemimizi, Armadamızı.

Doğum Günün Kutlu Olsun ARMADA.’

Bu dokunaklı şiir karşısında kendinizi tutamayıp ağlayıp ağlamadığınızı bilemem ama bu şiiri okuyan editörlerin sinir krizi geçirdiklerini tahmin etmem zor değil! Biraz saygı lütfen.
Yazının Devamını Oku